Monthly Archives:

Nisan 2017

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Sevgili Ödemlerimiz

İçimizde birikenlerimiz, kimsenin içine dert olmayacak sustuklarım, sanırım bana da dert olmuyor ki, artık çok da yakınmıyorum ya da taşımayı öğrendim artık sustuklarımı veya bağışıklık kazandım. Bir cümlede bu kadar seçenek olması, çelişkiden başka bir şey değildir, onu da biliyorum.

Olguların yerine kurguları yerleştirerek yaşamayı katlanılır hâle getiriyoruz, olan bu. Biz o şiiri yazamadık, kelimenin anlamı o manaya bile gelmiyor. Her söylenildiğinde başka anlamlar kazanan bir kelimenin kesinliği yoktur, keskinliği de şiir o yüzden kesici değil, seçidir. Yalnızca cümlelerin üzerinde dolanıp, duruyoruz, yapabildiğimiz bu.

Çantanda artık ilaçtan başka bir şey bulundurmaya ihtiyaç duymuyorsun. Ağrımasını beklediğin yerin değil de, hiç ağrımasını ummadığın yerlerin ağrıyor. Vücudun bile ihanet ediyor sana… Yanınca hepimiz birbirimize benziyoruz. Sigara közü ten közüne, tüm közler birbirine. Söndükten sonra hepimiz aynı külüz, hafif ve uçuk.

Tam da böyle anlattıklarının ortasında bir gün yapayalnız bulursun kendini. Beynindeki soru işaretlerine kimsenin yüzünde bulamayacağın cevaplarla kalakalırsın. Gidemezsin, gidemediğin kadar kalamazsın da… Üstelik artık sabahları o duyduğun coşku da terk etmiştir seni, sigaranın külünden yeni hikâyeler üretmeye çalışırsın, karaktersiz hikâye olur bunlar. İçinde biriken ödemlerden başka gideceğin yer yoktur ve seni onlardan başka hiç kimse boğamaz.

Size bağırmayı çok isterdim aslında, zamanın birinde ağzım kapanmasaydı, içime bağırdıklarımın ölçüsünü bilmeseydim ve taşacaklarından bunca korkmasaydım, size söyleyecek hatta bağıracak şeylerim olabilirdi. Aynadayım, aradığım eşkâle ulaşılamıyor şuan. Ulaşabilseydim ona bir çift güvercin borcum vardı, sağ-salim. Selâmlı kelamlı… (Bitiremediğim bir cümle daha, bu yarım cümlelerin yükünün hesabını vereceğim bir tek.)

Önceki cümlemi selamdan, kelamdan bahsederken bitirmişim, yazıları tamamlamak için iki yerde yazıyorum, ucu bucağı da belli değil, neyi nereye bağlayacağım da hiç ilgilendirmiyor beni. Bir canım sıkılmış ki, bu akşam doktor randevusu olmasaydı, başka şeyler yapardım, ölecek birinin son istediği şeyleri yapmaya teşebbüs ederdim mesela, ama onlar her zaman ertelenir değil mi, hiçbir zaman öyle bir zaman dilimi ayrılamaz o isteklere… Keşke denilen pişmanlıklardan geçiyorum, elimden gelen, şeylerin yerine gelmeyenleri kullanıyorum, İçimi bir türlü bastırmayan yemekler yiyorum, canımın sıkıntısını gidermek için, daha çok kelimeleri sarıyorum başıma, hiç bitiremediğim o saçma hikâyeyi de artık öldürmek istiyorum. Benim gücüm de zaten ancak kelimelere yeter ki; onlar da hiçbir işe yaramıyor zaten. Canı sıkılınca başka insanlar güzel şeyler yapmaya özen gösterir ama nerede bende o itina? Canımı patlayıncaya kadar sıkma çabasına girerim direk. Fotoğraf çekmek mi, yazmak mı, hiçbiri artık doldurmuyor içimdeki boşluğu. Kendini bile çekemeyen birisinin sözleri, hayata bağlı diğer insanlar tarafından yadırganabilir ancak, fakat hiç mühim değil. Kendi kendimi de yadırgamayı öğrendim. Zoruma gitmiyor tüm bunlar, dahası kırılmayı bile beceremiyorum artık, kırılmak için bile bir miktar yaşama sevinci kırıntısı kalmalı, öyle ya…

Herkes sıkılınca güzel resimler yapamıyor. Bazılarımız da kafayı kırıyor işte. Sıkıntıdan patlayan Burcu’lar, plazalara sıkışıp, kalmış Fatma’lar, amirinden azar yiyen diğer insanlar, kimlerin umurundayız acaba? Bir gün birçoğumuz bunca sıkıntıdan kalp krizi geçirecek, bazılarımız kötü hastalığa yakalanacak. Ama o insanın bunları yaşamasına neden olan diğer “insanların” hiç ruhu bile duymayacak. İşte ben buna dibine kadar “adaletsizlik” derim.

İnsan kendi kendine konuşurken de başkalarına bir şey anlatabilir. Neden büyük büyük yazarlar, nerede müptezel var, onların hikâyelerini anlatır ki? Anlatabilmekle anlatılamayan şeyler de vardır. Yeterli olmaz bazen. Neden mücadele eden insanların hikâyesi o kadar da ilgi çekmez yazılsalar bile ve üstelik neden bundan alınmaz mücadeleci insanlar? Anlatılamasa da anlaşılan şeyler vardır ve kafam sorular ülkesi…

Bir şeylere fazladan anlam yüklemenin gereksizliğini fark ettiğimde üşenmeye başladım, beynimi düşünerek yerinden oynatmanın lüzumsuzluğuyla çırpınıp, durdum, kelimelerin çıkardığı zorunlu seyahatler yordu, artık gitmeler istemiyor canım, üstelik feragat ettim zorlayan tüm haklarımdan. Yorgunluklarıma da ağırlık yüklemek istemiyorum, anlamanın ağırlığını, hiçbir şeyi çözmeye uğraşmayınca geriye bir çaba da kalmıyor. Rahatsızlığın gereği yoktu ve artık hiçbir şey düşünmeye değmiyordu.

Kırık tırnakların üzerine oje sürerek kapatmaya çalıştığım gibi içimdeki kırıklar, iç kanamadan ölsek bile fark edilmeyecek bazı şeyler. Dışını boyuyoruz, içini tamir edemiyoruz, uğraşsak bile bir işe yaramıyor. Görünmeyen ama varlıkları olan şeyleri büyüttüğüm için belki de o görünmeyende kaybolmayı özledim. Aynaya baktığımda “yoruldum” derken bile yorulan birini tanımaya çalışıyorum. Bazıları aile faciası, dünya artığı…

Ellerinde kuruyan gülleri unutmuşsun, günleri birbirinin ardına ekleyip geçirmişsin, hepsi tek gün gibi olmuş. Dertlerinin boyu dermanını geçmiş, umutların kaygılarına sırtını dönmüş. Gözlerin açıkken de uyumuş, gördüklerine tahammülsüzlüğünden, böyle suskunlaşıyor her şey. Ayağını yerine kadar uzatman da yetmiyor, derdine göre kalbini sızlatamadıktan sonra. Ağzımızı açacak olsak, yanlışlıkla yalnızlık dökülür, iki kelamdan birisi ıssızlığa dayanır, kuşlar bile aldanır, tüm tenhalığımla tehlikeli bulduğum her yere dalmak istiyorum kafa, göz, ağız, burun. Her şeyin bunca yarım olması hiç tamamlanamayacağımızın kanıtı, martıları unut, onlar pencereni unuttu. Göğün altında bir yer buldun ya kendine, şimdi ardına bakma, ama yaslan, geçmişine, yıldızları tarif et yol tarifi soranlara, ağladığıma gözlerimi inandıramıyorum, bulut indi zannediyorlar. Biraz fazla rüya görsem öldüğüme inanıyorum. Sonbahar yapraklarından anlaşılıyor, sen hüznünden tanınıyorsun, başka kimse böyle hüzünlenemez çünkü diye düşüyorsun.

Beynine batan kelimelerin suçu yoktu oysa beynini yıkamalarına izin veriyordun sadece. Sudaki aksinle zıtlaşıyordun, dişine göre, diline göre tartışacağın kimse olmadığından belki de kendinle kavga ediyordun. Dikenleri sevmenin bedeliydi kanamak, sen dikenleri sevince batmamak gelmiyordu akıllarına, daha çok acıtıyorlardı sevince, uzanan dikenler. İçimden geçen gemilerin hiçbir limana varamayan düdükleri, sokak çiçeklerinin balkonu düşlemesi gibi içim. Giyindiğim şu hüzün, hiçbir elbiseye benzemiyor, içi hava dolu, boşluk dolu, bir fırtına bekliyorum usulca, yalnızca saçlarımı götürmekle yetiniyor, oysa bana yetmiyor saçlarımın gitmesi, daha büyük şeylerim gitmeli, devranın noksan döndüğü, unutulan yeminlerin yerini hatırlanan kirli duyguların yoğunluğu aldı. Saçlarımın uzunluğundan anlıyorum artık rüzgârın uzun zamandır uğramadığını, ışığın uzamasından anlıyorum, bitmeyen karanlıkları.

Uzağımda oluşun yakınlığımızdan oluşuyor biliyorum çünkü benziyoruz, anlıyorum, anlatamıyorum, anlatamıyorsun, kızmıyorum. Kızamıyorum ama çok çaresizim. Tek leke vardır ruha yer eden; eksiklik.

Beklemiş kokuların bozularak birbirine karışmasının ulaştığı o garip durumun rutubetindeyim, biraz ıslak ve hüzünlü. Üstelik yağmurda beklemeye de benzemiyor bu. Dünyadan sonra kendimden de iğrenerek uyanmaya başlıyorum artık sabahları. Hayatın içinde olmak, çirkefin, kötülüğün içine illaki karışmak demek, mide bulantısı, yapımda emeği geçen herkese teşekkürler…

 

Yirmi İki Nisan İki Bin On Yedi Cumartesi 10:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Hayvan Çiftliği – George Orwell

 

20170419_150845Bir kitabı nasıl anlatabilir bir insan, başka bir kitabı, bir başkasının kaleme aldığı kitabı, bilmiyorum aslında. Kendi kitabını anlatmaya kalksan bile anlatamazsın, sadece duygulardan ve hissettiklerinden yola çıkarsın ki okuduklarımızın bile başka anlamları, anlamlarının altında da başka manaları vardır muhakkak. Akşamın karanlığında başlayıp, sabahın mesai koşturmasına başlarken bitirdiğim, gün boyu da aklıma yer eden kitabı, günümüzle ne kadar benzetsem azdır. Yarım asırdan fazla zaman önce yazılmış olmasına rağmen, bu kadar güncel, bunca içimizden ve bu kadar günümüzden anlatılması insanı şaşkına çevirip, sersemletiyor.

 

İnsanı insandan ayıran yalnızca merhametidir, gücüne karşı.

 

Tam da belki şu günlerde “Hayvan Çiftliği” kitabı okunmalı, okuyanlar bir daha okumalı ki, bulunduğumuz durumu daha da iyi kavrayabilsin. Sonunda neden şaşırmıyoruz acaba hiç, yaşadıklarımızdan mı, yaşayacak olmalarımızdan mı? Hafızamızı istedikleri gibi silebilirler değil mi inançlarıyla, inandırmaya çalıştıklarıyla… Bir önceki zalimin bu “insan” oluyor, yaptıklarının aynısını “başkan” seçilen zaten seçilmese de yine diğer hayvanların başında olan “domuz” insandan daha zalim olmaya başlıyor. Öyle bir yere geliyor ki durum; tüm çiftlik hayvanları daha çok çalıştırıp, daha az yiyecek verecek duruma getiriyor. Çiftliğin en fedakâr atın bile çalışmaktan ciğerleri parçalandığı hâlde, diğer hayvanlara onu hastaneye göndereceklerini söyleyip, at kasabının arabasına veriyor. Diğer hayvanlar arabanın üzerindeki yazıyı okuyorlar ama artık her şey için çok geçtir. Zaman geçiyor, daha çok çalışıyorlar, tabi birçokları da ölüyor ama bu arada domuzlar da o insanlara benzemeye başlıyor, hatta zamanında kötüledikleri insanlardan, özgürlüklerini kısıtladığı insanlardan bile daha zalim oluyorlar. Çiftliğin dirlik, düzeni, bütünlüğü ve beraberliği için konulan tüm kurallar yok sayılıyor, hatta değiştiriliyor. O kadar sindirilerek yapılıyor ki her şey, diğer hayvanlar artık şaşırmıyor. Neyin daha korkutucu olduğuna karar veremiyorlar bir türlü. Şu zamanda huzurlu olduklarına inandırılıyorlar çünkü. Eskiden mi daha mutluydular yoksa şimdi mi bilemiyorlar bir türlü. Bilemedikleri için de hiçbir şey yapamıyorlar. Sonuçta bir akşam hayvan çiftliğine gelen diğer çiftliklerin başındakilerle birlikte, (bunlar insan oluyor) aynı masaya oturup kadeh tokuşturmaya başlıyorlar. Aralarındaki konuşmalarda önder olan domuzu tebrik ediyorlar, hatta diğer çiftliklere örnek olmalı diyorlar, hayvanları nasıl çok çalıştırıp, nasıl az yiyecek verdiği için. Sindirdi, korkuttu ve inandırdı, önceki insandan daha diktatör oldu. Üstelik artık çiftliğin adı da en eski adına dönecek, kötüledikleri “Beylik çiftliği” olacaktır.

 

Konuşmaları duyan diğer hayvanlar insanlarla domuzları birbirinden ayıramıyorlar, hepsi birbirine benzemeye başlamıştır artık. “Bütün hayvanlar eşittir” kuralını “bazı hayvanlar daha eşittir” diye değiştiriyorlar. Köleliğin üzerine biraz daha kölelik, zulmün üzerine biraz daha zulüm ekleniyor. İnandıkları her şey hayal kırıklığına dönüşüyor, yaşamanın şartı buymuş gibi… Önceden belki karınları daha iyi doyuyordu ama başkaları için, insanlar için çalışıyorlardı, şimdi de başlarındaki diktatör domuzu doyurmak için çalışıyorlar, ürettikleri hiçbir şey onların kursağından geçemiyor. Tek kural kalıyor geriye yedi kuraldan, o da kölelik.

 

Beklediğim gibi çıktı, umduğum gibi bitti sonu, dünyanın sonu gibi, hissettiğim gibi. Üzüldüm çünkü yine de insanın içinde bir umut, hayvanın içinde bir umut oluyor her zaman. Yılmıyoruz, inanıyoruz, bir gün her şeyin daha iyi olacağına.

 

Nevin Akbulut

On Dokuz Nisan İki Bin On Yedi 15:00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Sesi Kuyuda Kaybolanlar

Hikâyeler zamanla evrim geçirir, yamulur, yalana benzer bir şey olur ve en sonunda da hiç yaşanmamış… O yüzden şuan her ne yaşıyorsan, o kadar da büyütmene gerek yok. O güzel satırlar, sözler mektup yazmayı bıraktığımızda bizi terk etti!

Yanlış bir üretim gibi hissediyorum kendimi, farklı olmanın değeri, biraz da suçlu olmak insan gözüyle. Kendimi dünyadan yalıtmak istiyorum. Dünya, cümle içinde kullanıldığında çoğul anlamına gelmesi, kendi yalnızlığını unutturamıyor. Dünya artık tekdüze, tek tip insanların yaşadığı, tekildir.

Artık içindeki mutsuzluğu avutamıyorsun. Susturamıyorsun mutsuzluğunun edepsiz sesini ve hüznünün artık çığırtkanlığını. Çıkamıyorsun, yusyuvarlak bir çukurdan, dönüp, dolaşıp, aynı olumsuzluğun içine, başladığın yere geri dönüyorsun. Sen olduğun yerde kalsan bile artık her şey senin etrafında olup, biterken bile yine aynı olaylar oluşmaya devam edecek. Elinden hiçbir şey gelmeyecek, inandığın zamanlarda da gelmiyordu zaten. Bundan böyle hiçbir şeyle mutlu olamayacağını bilen insanın beklentileri olağanüstü şeyler değildir. Beklentilerini sıfırın altında dondurmuştur.

Uzun, upuzun bir ara vermek istiyorum hayatıma, belki zihnim bir süre dinlenir, belki ruhum bir yerlerde durur, gelmeyecek günleri beklemeye koyulur. Tam da Aralık ayındayken… Yetişemediğim telaşların peşinde sürükleniyorum. Vahşeti anlatacak kelimeleri bulamıyorum. Kayıbım, evrenin bir köşesinde boşlukta salınıyorum. Huzur, eskilerde kalmış, çok değerli bir hazine artık. Olmayan duyguları beleşe harcıyoruz. Kaybettiğim hikâyemi ben doğmadan çok önce yazılmış bir romanın içinde buldum bu sabah, üstelik eski dilde yazılmıştı. Çözemiyordum birçok kelimeyi ama hikâyem orada yazılıydı. İşte sırf bu yüzden bile gitmek istiyorum eskilere, kaybolmak bir bilinci belki yeniden keşfetmek, kendini yeniden bulmaktır.

Solgun yüzlerin, ufka umutla baktığı yerden geliyorum. Sürekli kayıplarımız var, azaldığımız şeyler, arttığımız şeyler var. Çocukluğumun gözlerini kamaştıran kalemlerim kayıp. Kelimeler ise, peşimi bırakmıyor. Eski cumartesi günlerini özlüyorum, karlı kış günlerini… Şimdilerde gündüzleri aydınlatmayan ışıklar var, güneşi doğmayan sabahlar. Vakti gelmediği hâlde saate aldanmalarımız, gelmeyeceğini bilerek, beklemelerimiz. Kalabalık sokaklarda içinden başka gidecek yeri olmayan, konuşmak istedikçe susmaktan başka elimizden bir şey gelmemelerimiz… Sarhoş olmadan kederini dışa vuramayan gözlerimiz… Yazgım okunmuyor, gönül defterinde, sarsıntıyla geçen çocukluğum, yüreğimi kapkara bir bulutla kaplayan kaygılarım, elemimin üzerine gülümsemelerden ev yaptım. Adı hiç konulamayan bir çıkmazda hapisim. Gördüklerim yaşama körlüğü. Uzun gecelerde, görkemli kederleniyoruz. Bunalımlarımızdan çevremize verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemiyoruz, ömürsüzlüğü tarif ediyorum, yaşayamıyoruz.

Atıldığım dibi derin, zifiri karanlık bir kuyudan sesleniyorum, biliyorum sesim bile kayboldu bu kuyuda; birinin fırlattığı yaranın, kabuğu gibiyim, ne iyileşebiliyorum ne yaramı bulabiliyorum… Siyah-beyaz bir senaryoda, küçük çocuğun elindeki kırmızı balon sevinci gibi sevindiğim zamanlar da olmuştu, ama o balonlar uçtu, gitti artık.

Likralı bir tebessüm sabahın o saatlerinde, herkes birbirine bunca benzerken, hayalleri ne kadar farklı, normal görünmeye çalışmak buradan başlıyor. Çöpçüler ve gündelikçi teyzelerle çıkıyorum yola her sabah, Cumartesi dâhil. Çöpçüler Cumartesi sabahları da çalışıyor, teyzeler yok. Birlikte garip, yeşil biraz da ıslak hüzünlü montumla yürüyoruz, ellerim her zamankinden soğuk cumartesi sabahları. Yapışık, yünlü ve sobalı bir ev düşünüyorum, o ev hep uzaklarda, beni beklemediği de kesin, belki o da beni istemiyor. Yine de sabahın o saatinde, herkesle bunca benzeşmeye çalışırken, değişik bir şey düşündüğümü hissedip, utanmadan böbürleniyorum. Aynı şehirde insanlarla arama koyamadığım mesafeler yüzünden belki de hayallerimde dilediğimce delirip, istediğim kadar uçabiliyorum.

Seni bildiğim kadar, kendimi bilseydim acaba böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum. Kimsenin dış görünüşüne aldanmadan, yargılarımızdan sıyrılabilir miydik? Ya da göründüğü gibi olamayacağını da düşünebilir miydik bazı şeylerin?.. Sahtekârlıktan, ölümden, kandırılmaktan ve kabalıktan kalan zamanlarımızda ne yaptık, unutuyorum. Mücadelemizi başka yerlere yönlendirirken hayat, bildiğimiz kelimelerin anlamları değişti. Onlarla aynı manalara inanmıyorum, kelimelerin sesleri aynı yalnız, fakat anlamları onların düşündüğü gibi değil. İyi olduk ama güzel kalamadık. Bu da bizim buradaki talihsizliğimiz olsun, başkalarına oldukça cömert davranan talih. Gereği kadar tuttursaydık, belki de mutlu insanlar olabilirdik, mesela gördüklerimizi görmemiş gibi yapsak, duyduklarımızdan rahatsız olmasak. Çağını şaşıran ömrüm, bazı gerçeklere birazcık daha katlanamaz mıydı acaba? Aklım sorular ülkesi, üstelik cevapları kalbimin derinlerinde bile yok. Gerçekleri reddettiğimden beri, hiç güzel rüyalar göremiyorum. Sıkıntıyım, sıkıntılıyım. Eğildiğimde yere yuvarlanan yalnızca şapkam olmadı, olmayacaktı. Biliyordum. Aklımdan da bir şeyler uçup, gidecekti, çocukluğum mesela, kendimi çocukluğuma götüremediğim için, şimdi buralara böyle yarım yamalak geldim. Neyse, gideyim artık.

Her günüm aynı eksiklikte geçmeye devam ettiği hâlde, bir diğer günü tamamlayamıyorum. İki yarım geçen günden bir tam gün etmiyor. Matematik kuralları da bazen yanılıyor. Bazı yazılar kayıp, bazı hikâyeler olmadıkları hâlde fazlasıyla varlar. Anılar; geçmişte unutamadığımız kişilerin etleridir. Biz insan gibi ete, kemiğe bürünüp, unutamıyoruz!

Unutulmuş bir şairin kaybettiği bir şiirim. Dizelerim yırtık pırtık. Yazılmasam olmayacaktı, yazmasam anlamış olamayacaktım. Yine de bir şeyler fazlasıyla eksikmiş gibi gelmiyor mu sizlere de? Sen yanımdayken, sanki tüm dünyaya yetecek kadar mutluluk vardı içimde, şimdi kendi hüznüm kendime bile yetmiyor! Hayat yaşanılır gibi değil artık, hastalıklı. Hepimiz yaralı ve yaşamak şartlarının dışındayız, biraz itildik, biraz da şartlara uyum sağlayamadığımız için, kendi içimize gömüldük. Ölümü özlüyoruz, uykumuz gelmiş gibi. En kötüsü de bu kadar belirgin bir şeyi ifade edebilecek uygun cümle bulamamak…

Solmasını istemediğimiz çiçekleri cansız hâlde güzel görünmeye mecbur bıraktık, sonra da sıkıldık onlardan, çöp tenekesine yolladık. Yasaklı şarkılar gibiyim, çok az dinlenildim, saçlarım devrimi geçerken, tüm ihtilaller yıkıldı. Sanıyordum. İki gündür gözlerim şiş, niye ağladığımı ya da hangisine ağladığımı bilmeden ağlıyorum, moralim sıfırın altında donuyor, ama ısıtacak tek bir gülümseme yok, daha doğrusu kafamın aslında hangi soruna takıldığını bilemiyorum, belki her şey birbirine ayıramayacağım şekilde karıştı. Önce güzel düşüncelerimiz terk etti bizi, sıra gitmeyen kötülere kaldı, herkes bir diğerinin lideri olma derdinde, kimse kendi olmaya çabalamıyor, belki ben de artık insan olmak için çabalamamalıyım. Yoksa beni bu ruhsuzluk, bu şiirsizlik öldürecek.

On Dört Nisan İki Bin On Yedi 10:10
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Beni Şiir Gibi Sokaklara Bırakın

Kırgınlıkların kadar büyüdüysen eğer, kaybetmeye meyillisindir. Sabah uyandığında artık neden bu kadar karanlık olduğuna şaşırmıyorsundur. Ama kendime şaşırıyorum onun yerine, ne zamandır yapmadığım şeyleri kolaylıkla yapıyorum. Buna belki de olgunluk diyorlar, kasmıyorum kendimi ve fazladan heyecan tüketmiyorum. Kahveyi koyultup, çayı açtım. Bu koca şehir martıları yüzünden güzel, yoksa sahilin anlamı olur muydu ki? Büfelerin mi, pahalı ve kötü sahlebin mi, yoksa bol kokulu balık ızgaranın mı? Elbette ki martıların, kolunu sevgilisinin omzundan geçirip, evinde gibi rahatça oturan erkeklerin de değil, tabi ki martıların.

Kocaman kargaların bağırtıları kadar karmaşık bu şehir, çığlık atmakla bağırmak arasındaki farkı çözdüm sonunda, ama bunun saltanatını süremiyorum. Çığlık aniden geldiği hâlde, bağırmak çok programlı… Beyoğlu hâlâ eski şarkıların içinde geziniyor, kaç romana sığan İnci pastanesi, onca nesil yetiştirmesine rağmen yerinden taşındı, bunlar tabi küçük değişiklikler, asıl değişiklik insanların ruhlarında oldu, ruhlarını birkaç asır öncesine bırakmış gibi duygusuzlaştı herkes. Taşınmak istediğim mahallelerin sokaklarından bile geçemiyorum artık, ya harabe hâline döndü ya da zenginler tarafından site hâline getirip, çevresi kapandı, bloklaştırıldı, insanların yürekleri gibi katman oldu. Şimdi hangi şiire yazsak bu şehri, şiire benzemeyecek. Atmosferim beni terk edeli yıllar oldu, unutulmuş bir semtte olmayı buna tercih ederdim. Kaybettiğim imgenin yerinde olmayı isterdim, kaybolduğum sokakları uzayın bir boşluğunda bırakmak isterdim, gerçekten boşluktayım ve hiçbir sarılma hayatımı kurtaramayacak. Şiirden tuttuğum odalarda sahte duygular sabahlıyor şimdi, şiirlerden zehir gibi çıplaklık akıyor, attığım çığlıklar şiirin dışına çıkamıyor, gittiğim şehirlere sığamıyorum, oturduğum koltuğa, bulunduğum dünyaya, bu böyle gitmiyor.

Kelimelerle oynadığım oyunları hep onlar kazandı, karanlık sokakların da karanlığı vardı, zorladığın sınırlarının da bir dayanma gücü olduğu gibi. Büyük bir kırılma dünyayı ortadan ikiye ayıracak gibiydi ama çatlattı sadece, çatlakların kötülük ve irin aktı. Mırlayan bir kedi bile iyileştiremedi bu dünyayı, bir yerlerde büyük yanlışlıklar yapılıyordu ve kırılan kalplerin tadili olmadığı gibi bunun da yoktu. Şimdi şuraya güzel şeyler yazayım diyorum, olmuyor, nasıl olsun ki? Dünya çok kötüden daha kötü, zaman mide bulantısı gibi geçiyor, ama kussak bile düzelmiyor, hep daha büyük bir mide bulantısı!

İçim çocuk, yaşım kederine sahip olacak kadar büyüdü. Küflenmiş kelimelerin tozunu attırmak amacıyla, ama çok fazla da açılmadan, olan biteni, olamayacakları, olmuş gibi olanları anlatmaya karar verdim. Anlatarak sonlandırmaya çalıştığım hikâyemi ikinci elden teslim aldığımda, bilmiyordum, insanın böyle tükenilebilir bir şey olduğunu. Ellerimin derisine çizdiğim balıkları yabancı kalmasınlar diye gözyaşlarımda suladım, çok güzel yüzdü onlarda gözlerimin içinde, balık olanın hakkını verdiler. Hitap edemediğim isimlerin ağırlığıyla birlikte, başka sıfatlar eklemeye ve yakıştırmaya çalıştığım şu zamanlar, tırnaklarımda biriken çaresizlik, avuçlarımda biriken yalnızlığımı törpüledi. Anlatabildiğim tek şey hiçbir şey anlatamadığımdı. Bir kekemenin telaffuzu gibi bazı şeyleri yanlış anlamışım.

Başarısızlıktan kaynaklanan bir şey değildi, hediye gibi görünen her şey cezaya dönüşmüştü. Daha fazla dayanamayan, hiç dayanamayan şairlerin ülkesine gitmek gerekiyordu. Kalmak zaman kaybıydı, bulutlar gibi sessiz olmaktı, gerekliydi. Arada celallenir, şimşek çakardık, uzun gecelerde bolca yağmur gibi yağardık, çıplak ve soğuk kaldırımlara, gidecek başka bir dünyamız yoktu, kalmaksa tam tamına bir eziyetti, biz o eziyetin bıraktığı acıları sahiplendik, yüz yüzeyken üzerimize kimlik gibi yapışmış ama çokta yakışmış yaralarımızdan tanıyorduk, tanışmanın başka yolu ve anlamı yoktu. Bizimkisi yaralardan arta kalan sıyrıkların şehriydi, ismi bile eski bir yaradan kalmıştı.

Beni şiir gibi sokaklara bırakın. Bir daha da hiç arayıp, sormayın. Çocukluğumdan beri bir cami avlusuna bırakılmayı düşlüyorum, biraz geç kaldım, şimdi kelimelerle birlikte şiirden sokak isimleri düşlüyorum.

Kimsenin görmediği ya da söylemediği kelimeler yokmuş sayılamaz. Kimsenin görmediği karıncayı bir kuytunun altında besleyen var muhakkak. Ağlarken konuşmanın ve gözlerine hücum eden bulutlarla birlikte, çakan şimşek ve gök gürültülerinin arasında anlaşılmaz cümleler kurmanın hazinliği arasında şiddetle başımı çarpmak, içindeki o söylenmemiş cümleleri yere dökmek istiyorum, yere döküp, tümünü ruhuma tanıştırıp, tanıdık bir hikâyeye eklemek istiyorum, gecenin sancısı böyle başlıyor. Her acı çektiğinde belleğine ezberletmiş olduğun o film şeridi, saniyelere sığarken, demek ki mutlu anlarının toplamı birkaç saniyeden fazla değilmiş. Güzel geçmediği hâlde çocukluğa duyulan hasret, bebekliğe özlem, basit, toplamsız ve çıkarsız dilekler bunlar sadece, kimseye yararı dokunmayan, dokunmayacak… Şu zamanın kötülüğü elbette ki kanıtlar. Bazı gerçekleri görmemiş olsaydık, hayatın ne kadar güzel olabildiğine yeminler edip, etrafımızdaki herkesin kafasını güzel dileklerle ve minnetle dolu sözlerle şişirebilirdik. Ama ben onun yerine kendi kafamı şişirmeyi, vurmayı tercih ettim. İki ucunu bir araya getiremediğim yazıların hücumuna uğruyorum.

Hüznü aksesuar gibi sahiplenenler, mutsuzluğun çaresini bulmak için yola çıkmışlar. Kendinden zor durumda olanları görüp, hâline, bulunduğu duruma şükretmek, yaşamak için alınan bir miktar uyuşturucu, bir miktar yatıştırıcı, birkaç doz ölümsüzlük ya da ölüm bir miktar. Kimsenin aklında kalmayan yazıları bu yüzden yazıp, okuduğun kitaplarla birlikte kelimelerin canına da okuyorsun. Diyaloglarım sakat, kırık dökük. Durup dururken gülümseyen birisi, hayatın iyiye gittiğinden değil de hayata biraz daha katlanabilmek için gülümsüyordur.

Halikarnas Balıkçısı’nı dinledim, kışın uzun gecelerinde, yıldızların en azından ışığı düşsün diye bekledim, gözlerimin karanlığından daha kara gecelerde bulunduğum karanlığın içinde, inandığım efsanelerin yarısından fazlasının hayalimin en dokunulmaz ürünleriyle birlikte yürüdüm, İnce Memed’i bekledim. Geleceğine inandım, dilimin dönmediği türküleri içimden söyledim. Rüzgâr gibi dönsün diye bekledim, dilimin, inançlarımın, okuduğum kitaptaki kahramanların. Yangınlara taşıyabildiğin küçücük damlalar yetmedi söndürmeye senin yorgun ve karınca bedenini. Sümüklüböceklerin burnunu silmek istiyordun, insanların en çok ağlayınca akardı burunları, zannettin ki, o sümükleri silersen bir daha ağlamaz insanlar. Bir kedinin bağımsızlığı, bir köpeğin bağlılığı arasında gidip, geldin, ikisi de olamadın. Yananlarla birlikte ağladın, ölçmüş gibi bedeninden, boyundan fazlaca yaş çıkardın. Bitti dediğin yerde boyunu aştı ağlamaların, bitmedi. Ezilip, ölen papatyaların ölürken mırıldandıkları sesleri duyuyorum. Galiba ben çok fazla duyuyorum, kımıldanan denizi, ağlayan dağları, öksüren kedileri, rüyalarını hayvanların, tül gibi şeffaf. Sıçramaları ve sayıklamaları ve bunca sıçramadan sonra aynı yerde bir iğneyle tutturulmuş gibi kalakalmayı. Koca evreni kaplayan binlerce yıl karanlığının içinde bir mum titremesi, ufacık bir aydınlık, milyonlarca yıl uzaktaki o yıldızın ışığı.

Zavallı et yığınları hâlinde gideceğiz ve arkamızda bir sürü sesli, sessiz ve yaralı harf bırakacağız. Ben bildiğim en sessiz ve en serseri adımlarla gideceğim.

 

Dört Nisan İki Bin On Yedi 15:50

Nevin Akbulut