Browsing Category

nevinakbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Bir Bulut Sancısı

Bir bulut sancısıydı benim gökyüzüm. Kimseyi beklemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmayacağını çoktan kabullendim. Sırf bu bile artık buraya ait olmadığımın en belirgin kanıtı.

Camın önünde oturduğu koltuktaki iz gibiydi varlığı, yokluğu demek daha doğru olurdu, kendi belirginliğinden vazgeçmiş, belleğini içindekilerle birlikte yitirmeyi göze almıştı. Cam bir şeyleri bekleyenler içindi bir de canı sıkılanlar için, akşamları yağmur yağarken, sokak lambasını seyretmek içindi. Camla derdi yoktu, koltukla olduğu kadar. Kendini bir şekilde söküp, almalıydı oradan, tüm ışıklar ve seslerden. Oluruna bırakmakla, umursamazlık arasında kendini yiyip, bitirmekle geçiyordu çoğu zaman. Daha ne kadar sessizleşebilir ve nasıl biraz daha kaybolabilirim diye düşüyordu. Yokluğun da bir sınırı vardı, tıpkı varlık gibi, hiçbir şey ebediyete kadar yok olamıyordu. Sadece azalıyor ya da eksiliyordun, varlığını anlamsızlaştırarak, yokluğa biat ediyordun. O uçsuz bucaksızlıkta kendine ayrılan zamanı da reddediyordu, hiçbir şeye sahip olmazsa harcayacak bir şeyi de olmazdı. Her harcama sonunda muhakkak bir üzüntü vesilesi olurdu, bunca sıkkınlık varken daha da burulmanın hiç gereği yoktu.

Bu delikten kaçmak, bu deliliği kabullenmek, hatta sarıp, sarmalamak, başka kurtuluş yoktu bizler için. Hayal kırıklığından başka gidecek yerimiz yok! Dışarıdaki gürültülerden şikâyet ederken, asıl kendi içi susmuyordu, hele o kafasındaki sesler, puslar, çığlıklar… Gündüz canlı ve ayık gördüğüm tüm kâbuslar rüyalarımı da ele geçirdi, çağımdan şikâyetçiyim, ömrümü istemiyorum, yaşadığımdan sıkıldım.

Sinirlerimin bile sinirlendiğini, koşturduğunu hissediyorum bazen. Zamansız bir yarayım, belki de yarasız ve yararsız bir zaman. Yıllar önce Denemeyi Denemek diye bir yazı yazmıştım. Şimdilerde de değişen bir şey yok pek fazla, yine deniyorum, her şey denemeye dönüşüyor bir yerden sonra, yazmaya kalktığım ne varsa. Şiir diye yola çıktıklarım da kendini denemekten ileri gidemiyor. İçinden başka yollar, başka denemeler çıkıyor, onu yazmaya devam edeyim derken, ucunu kaçırıyorum, uçurumlarla boğuşuyorum, dolambaçlarda kayboluyorum. Bu sefer bomboş bir ormanda, öyle yol bilmeden gidiyormuşum gibi belki buradan ana caddeye çıkarım ya da şuradan bir sokağa dalarım diye uğraşırken, bir sürü yol yani yazı çıkıyor önümde. Daha sonra upuzun bir metin olunca, içinden ilk yazmaya çalıştığıma dair olanları almaya çalışıp, yeniden onun üzerinden devam ediyorum, tamamlamaya çalışıyorum. O anki iştahla yazınca bitecek gibi olan bir şey belki başka bir zaman o hâl olmadığından günlerce sürüyor, nihayet bittiğinde, geri kalanlar da, artan demek istemiyorum çünkü artık değil, diğerleri de başka bir yazının ya da denemenin konusu oluyor. Bir anda bazen üç yazı birden yazıyorum. Kısaca denemeyi denemekten hâlâ kurtulamıyorum. Kendime göre beğendiğim, kusursuz bulduğum yerleri ayıklayıp, koca yazılardan, alıyorum. Diğerleri genelde hiç yazılmayacak bir yazının ya da kitabın bekleyeni oluyor.

Henüz nokta konulmadı diye bitmedi sanıyorsun. Oysa yıllar önce hiçbir şey söylemeden ya da bitirmeye dair bir eylem olmadan, bitmişti. Sürdüğüne içinden inanarak, bir yere varacağını zannediyorsun, bitse de herkes gibi bitecekti, o aynı sonla, aynı buruklukla ama herkes gibi sona ermediği için, bitmedi zannediyorsun. Herkesin bitmişi kendine göre, içindedir. Herkes her şeyi farklı bitirir kafasında, herkesin bitişi de susuşu da kendine özeldir. Ben de kendi bildiğim gibi sustum. Çünkü tatlı rüyalarla gelmedim ben bu dünyaya.

Bazı günler gereksiz bir coşku kaplıyor içimi, nedensiz, az sonra solacakmış gibi bir neşe. Kırılgan en az içim kadar. Kederin içinde kendini oraya ait hissetmeyen, yapay bir sevinç… Ve kederine sığınma derdi, hiçbir şeye bir daha bu kadar yakın hissedemeyeceğinin de bilincinde. Kalbimi kıran şeylerin başında geliyor bu saçmalık, nereye koyacağımı bilmediğim o uçucu coşku, sonrasında hırpalıyor beni, derdine alışıyor insan, kederini benimsiyor, içini biliyor çünkü. Yakın hissediyor, ruhunun, damarlarının ezberinde. Ama neşeler öyle değil, o uçuculuk hiçbir zaman sahip olunamayacağını hissettiriyor. Sonsuzluğu olmayan, hevesten öte gitmeyen durumların içinde bulunmak, dünyadan kayıp, gittiğini hissetmek gibi bir şey.

Bu neşeye de, övgüye de, zamansızlığa da lâyık değilsin. Buraya ait değilsin, cezalı gibi duruyorsun, tek ayak değilsin ama yüreğin ağzında bekliyorsun. Bunun çaresi yok. Düşünen suçlu artık, bunu öğrettiler, bilen huzursuz, hele anlayan yandı, ömür boyu hapis bu hayatta. İçinin huzursuzluğundan gidebileceğin tek yer cehennemdir.

Başkalarının iyi olduğuna kendimizi inandırmamız, kendi iyiliğimize inanmak için gerekiyor, içimizdeki kötülükten korkuyoruz ve bundan kaçmak için iyiliğe sığınıyoruz. İyiliğin derinine indiğimizde ya çekingenlik vardır ya da korku. İyilik yapmak için iyi olamıyor çoğu. Kendi iyiliğimizi öne çıkarmak için başkalarını över, göklere çıkarırız, iyimserliğin içine sığınarak, gerçekçilikten kaçınırız çünkü zor ve acı, bir şeyleri olduğu gibi ortaya çıkarmak, dökmek, buna kendini kötülemek de dâhil. Bu yüzden doğal ve içten değiliz, iyilik yaparken bile kişi kendi menfaati üzerine planlar yapar, hiçbir şey yapmasa bile o kibir göğsünü kabartır, mütevazılıktan kendine bir taht kurar, herkesten üstün gördüğü bir taht, indirmez kendini oradan. Dolayısıyla; içten içe bildiklerimizden kaçmak, unutmak, üstünü örtmek her zaman daha kolay olmuştur.

Anı defterinden bazı sayfaları hiç yaşanmamış gibi silip, atmak istersin hayatından, kendini kendine olan ihanetinle yargılarken, korkularınla kendine hak verirsin. Birinin okuması değil, kendi okumana bile katlanamaz, kendin yaşamaya katlanamadığın şeyleri birilerinin gözüne sokmanın lüzumsuzluğunu düşünüyorsun ne zamandır. O özlemle acı arası, uzakla yakın arası, varla yok arası, uykusuzlukla sersemlik arası zamanları bir çırpıda unutmak, belleğinin güven mekanizmasına kendini bırakmak istersin. Ama vardır, öyle bir şehir, öyle bir ülke, uzaklardaki sarıp, sarmalayan o dağlar, toprak yollar, bomboş araziler, sonsuz kere yalnız bulutlar. Her şeyiyle, taşıyla, toprağıyla sevdiğin, yokluğuna bile kendinin bile bilmediği, anlamadığı şekilde tapındığın o zamanlar rüya kadar uzakta da olsa yaşandı. O bölgeden, sana artık çok uzak olan o mesafeden duyduğun haberler, haritada bulmaya çalıştığın o yeri her anımsadığında, gökteki o parlak, tek başına yıldız sana selam gönderiyor gibi hisseder, boğazın düğümlenir, ürpertiyle hissedersin. Tam ortasında kalmışsındır o uzaklığın, suskunluğun, yokluğun, unutulacak yarınların tümünün… Eninde sonunda çukuruna belki varacaksın ama daha önce en derinine çekileceksin. Bu da şuradaki saçma bulduğun varlığının, sonsuz tesellisi olmalı. Ağlayabildiğin sürece yıkanacağın, yıkandıkça bulaşacağın ve hiç yakınmadığın, kaçamadığın o eski, en sahici duygularla çepeçevre sarındıklarınla, tüm içini duman gibi kaplayan, o bulutlu, seni sarsan efkârınla varsın, sevincinle değil.

05.01.2024 Cuma 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Sair

Mevsimimden vazgeçtim, baharımı bıraktım, çiçeklerimi terk ettim.

Geriye giden her şeyle birlikte, kötülükle, uçuruma sırtı dönük, sırtı güneşe dönük, gövdesi her şeye dönük, dudaklarında suskun bir gülümseme, gözleri sönük, gerisin geri atlar gibi, hayata dair yanıklar gibi, suyun içinde susamışlık gibi sevmiştim. Vişneçürüğü dudaklarının kenarı bozulmuş ve beklemiş, bir kalple, çürük organlarla birlikte, özleyen ellerimi bağışla, tutamadığım her şey için, düşürdüklerim, düştüklerim için. Yazdığım şiirlerin tüm anlamsızlıklarıyla, tutunamadığım yırtık ve yorgun zamanlarımla affet. Delik deşik rüyalarımı, seni tam görememelerimi ama tüm bunlara rağmen bilip de susmalarımı, yarım yamalak uykularımı sar. Eskiyen her şeyin eskide kalmasıyla birlikte gelen rahatlığımla, yeninin de artık iyi ki yeni olmayacağının bilinilirliği ile sevdim seni. Eskinin eskide kalması yerli yerindeydi, yeninin de bundan sonra yerinin olmayacağı çocuksu inancımı, ilk kez inanıyormuş gibi sadece bir kere sarıp, sarmala.

Fotoğraflar karşısında nasıl çocuklaştığım tüm zamanlarda beni yine de büyütme. Öldür ama büyütme, yarım kalmasın bir şeyler artık, yarı yaşanır gibi yaparken, ölemiyor insan, biliyorum. Bir paragrafta ne kadar çok artık kelimesi varsa her şey o kadar yarım kalmış ve o kadar yoksundur. Bunu bilir gibi inanıyorum, bilmesem yine inanırdım.

Dinmeyen iç kanamalarımın verdiği boşluklarımdan sızan buhranlarımın yetki ve etkisine dayanarak, çürüyorum. Dönüşemeyen her şeyin çürümesi gibi, içten ve derinden, biraz sakince, çürümenin içine bir miktar boğazdan aldığım sisle birlikte dumanı karıştırıyorum. Her şey daha fazla karışık olsun diye, içimin karmaşasından kaçıyorum. Beklemiyorum hiçbir şeyin düzene girmesini, artık kelimesiyle tamamlıyorum yarım kalan her cümleyi.

Yaşamıma dair kan kayıplarım izin vermiyor elini tutmama, kendi elimi daha çok tutuyorum. Yazdığım her şey kalemden ok gibi fırlayıp, yerine oturuyor. Dingin bir sevda gibi uzaklık, kuraklık gibi suskunluk… Kendimi geriye çekebildikçe, ölmek gibi, görünmedikçe, gömülmek gibi, ruhumda açılan yaraları sağ salim saklayabilsem, sağlıklı bir yaram olurdu, o bile olmadı. Acılar bile yaralı. Yarası olanların dokunulmazlığı olmalıydı, nasıl dokunurum şimdi söyle? Batmaz mı o zaman; yanan, çürüyen, yok olan her şey.

Neticesini kaybetmiş, sebep ve sonuçlarımdan geriye bir şey kalmadı. Tükettim, her ganimet gibi, ortalık yerde öylece kalmak, daha fazla ayakta tutamadı beni. Atlara kalırsa, hepimiz yenildik, yenilerek sevmiştim seni. Beynimdeki tetiklerle, kimin nereyi işaret ettiği belli olmayan bilinçsizlikle birlikte ama herkesten farklı işlemiştim içime. Başka vurmuş, başka yerimden vurulmuştum. Şarjör ayrı, soğuk ayrı, tetik başka yerden vuruyordu. Her şey başka kaynıyordu, başka yerlerimden kırılıyordum her seferinde. Tesadüfen çarpışan iki deli mermiydik biz, hiçbir yere varamayan. Ama hep başka yerde kaynayıp, başka yerlerde kırılmaya devam eden.

Dışarı çıktığımda artık dopdolu bir boşluk dolduruyordu içimi. İçimi yemesem yer kalmıyordu bu boşluğa, bu uca, bu uçsuzluğa. Dışarıda kalan herkesle içimden vedalaştım. İçimi dışarıda biriktirdim. Yağmur yağdığında, çıkıp, gezindiğim sokaklar adımlarımı görüyordu ama yağmur acaba o yağarken ağladığımı, o hep dökülürken yaşadığımı biliyor muydu? Toparlanıp, bir noktaya taşınmak istiyorum, sonsuza kadar susmak için. Sancıların keskin ve sevimsiz devinimleriyle uğraşırken, kendini bile unutmalıydı insan. Yaşamaya tahammül edemediğim günlerde, günü itekleyip, geceye çıkıyorum. Belki de Sartre’nin Bulantı’sı benim içimdeydi, asıl oradan çıkamıyordum, çıkıp, yerleşebileceğim bir yer bulamıyordum. Sokağı geçmek bazen uçurumlara sızacak olan boşluklardı.

İçimin terklerinden kaçacak yer arıyor bulamıyordum. Kayıp bir ayete inanır gibi geliyordum peşinden her defasında, yanılgının imanına tutulmuştum. Tutuşmuştu içimdeki çiçekler, aşılanmamış, günüme bir türlü ayarlanamamış, kurumuş ve sabaha çıkamamışlardı. Uçsuz bir seheri düşlemiştim tüm gece boyu, düşler uzun sürerdi yine de o gece çok kısaydı, daha baharında ölmüştü gece, sabaha varmadan. Gün uzun sürüyor, boşluklu soluklarımın, buğulu gözlerimde tüttürdüğü, ucu kapalı bir andı. Sonrasında yalnızlık dolu odada düşünmenin rehavetiyle, duyumsadığım tüm hücrelerimle illetli bir tutkunun onarılmaz pençesinden kurtulamıyordum. Her çıkıntı kendine bir yol buluyor, her kusur kendini örtecek bir karanlığa kavuşabiliyordu, bir ben hem ortada, hem değildim. Hem kusurlu ruhumla, hem saklanamıyordum. Her gün günlerinden sıyrılıp, gecenin kucağında sabahlıyordu, her kıvrım kavuğunu biliyor, her zaman bir sonsuzluk anı buluyordu kendine, bana kalan zamansızlık oluyordu, anların içindeki zaman bile biraz yenilmiş ve kullanılmış oluyordu. Ağlayabilmek için bile bir miktar sağlığa, en önemlisi bir nefese gerek vardı.

***

Yatağını kaldırıp, kapının önüne koydu, yere ufak bir yer yatağı serdi, yatsa da yatmasa da artık orada olacaktı. Uyuyamadığı gecelerin yerine, başka uykusuz geceler gelecekti. Kendine yetmeyeceğini bildiği birkaç kitabı da ufak sehpanın üzerine bıraktı, okusa da okumasa da orada olacaktı. Artık zaten hiçbir şey yetmemeliydi, herhangi bir şeye doyması gerekmezdi. Kanması, inanması gerekmezdi, oyalanabilirdi belki ama. Zaman içinde her rahatı bırakmıştı, bedenin rahatı, huzuru artık onun için ruhunun rahatsızlığı demekti. Rahat uyuduğu günler hep kayıptı onun için, güzel rüyalar görse de hepsini unutuyordu. Yaşamıyormuş gibi oluyor, yaşadığını zannetmiyor o yüzden hep rahatsız bir uykuya dalmaya şartlamıştı kendini. Hem rüyaların hepsi hileli ve kandırmacaydı, yalandı dahası. Uyandığında yok olmaya mahkûm bir şey nasıl talep edilebilirdi? Ama kâbuslar öyle miydi? Onlar ne bırakıyor, ne bir yere gidiyor ne de kendini unutturuyordu. Küçüklüğünden beri alıştığı kâbusları artık olmayınca nereye gidebilir ne yapabilirdi ki… Daha da azaltmalıydı her şeyi, tüm dünyayı, içini, dışını, her şeyini. Olan bitenle işi kalmamış, hep yarımlığa, dünyaya artık yama olamayacağına inandığı şeylere gereksinimi vardı. Cümleleri bile yarım olmaya başlamış, sadece kendi duyacağı kadar tek kelimeler hâlinde dökülüyordu dilinden cümleler, onları da düşürür düşürmez bin pişman oluyor söylemesem de olacaktı diye düşünüyordu.

Dışarıyı azalttıkça, içini biriktiriyor, dışarıyı hafiflettikçe içini ağırlaştırıyor ve belki de böyle tam olmaya aday olarak görüyordu kendini. Eşya da yüktü, insanlar kadar. Kelimeler bile bunca yük olmuşken bunca yıl artık konuşmasa yeriydi. İçinde biriktirdiklerini şimdi suskunlukla doldurup, kaldıracaktı. Kendini uçsuz bucaksız bir sona doğru hazırlarken, yanında hiçbir şey olmamalıydı ki, gidişi gecikmesindi. İçinde dönüp, dolaşan birkaç şiirden başka bir şey kalmasın istiyor, hırs, intikam, küçük görülme hatta hoşgörü gibi duyguların bile olmasını istemiyordu. Ancak her şey biter, sona ererse tamamlanacağını biliyordu. Bir tek beyninde kalan çınlamaya bir şey yapamıyor ve o da orada öyle bekliyordu. Ama yakında o da susacaktı, diğer tüm seslerle birlikte. Yoksa insan dediğin; geliştikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe büyüyordu, lanet gibi.

Yaşanmışlığın gölgesi kalıyordu şimdi bulunduğu odada, ondan başkasının hissedemeyeceği, göremeyeceği, belirsizliğin tavana kadar uzanan ağırlığıyla birlikte yaşamak biraz doldurabilirdi içini. Boşluğu da böyle dolduruyor, eşyasız bir karanlığın tuhaflığında kendini ait hissedebileceğine inandığı bir yer olabilirdi burası. O matlığın terk edilmiş, bırakılmış hâlini benimsiyordu. Yuvarlak dünyanın düzeninde ne çok hızla değişiyordu istek, arzu ve beklentiler. Heves denilen şeyin hızlandırılmışı, tadı ve nankörlüğü kalıyordu içinde herkesin şu vakit, bu ara, o anlar… Yaşamadan bıkılan, anlamadan istenilen, istediğini bile anlamadan sahip olmaya çabayla, aslında yaşanmayacak olup, yaşamış, sindirilmiş ve hatta tahammül edilmek durumunda kalınmış gibi, bıkkın, yorgun ve değersizleştirilen… Buna rağmen yine de doyumsuzluğun köşesinde bekliyor, tatmin uçurumunun kenarlarında dolaşıyor bir türlü düşemiyordu.

***

Kendini en çok anlattığın şeylerin yalanından vuruluyorsun, aslında öyle olmadığını, olmayacağını içinden biliyorsun ama birine benzediğini düşünmek, birine anlatmak seni yalnızlıktan kurtarıyor, en az birini inandırmak seni yüklerinden uzaklaştırıyor ve güvende hissettiriyor. O yüzden yalandan bile olsa biriyle aynı olmaya meylediyorsun. Birine benzemek bir tek senin umurunda ve isteğinde, bunu bir başkası bekliyor değil. Ama sen beklenildiğine inanmak istiyorsun. Beklenilecek kadar umursanmak ve değerli hissetmek için.

Yirmi Ocak İki Bin Yirmi Üç 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Tekinsiz Vakitler

Endişeli günlerin geleceği, kâbuslu gecelerden bellidir. Kaygı; yaşadığın saatlerin belirsizlik ve değersizleştirilmesidir.

Deneyim, eşi olmayan bir ucubeye dönüştü. Varlığın yerini bambaşka bir dünya aldı. Anılar toz bulutuna dönüştü, artık başka bir yıldızın sömürgesindeydi hayat. Yarı hayalet yarı canlı varlıklarla dolaşıp, duruyorduk. Tıpkı dünyadaki hâliyle; yaşarken ölü olup, öldükten sonra bile bazılarının hâlâ yaşıyor olması gibi. Bir türlü yok olduktan ya da bir değeri kalmadığı hâlde, gömmeyi beceremediğimiz zamanlarımız gibi. Eski imparatorlukların ruhlarının saklı olduğu evrene yatay geçiş yapmıştık. Başka, eski ama yeni yüzlerle saklanan ama bilinene gerçeklerin gölgesinde yolculuk ediyorduk. Her şey kahrolası bir metalik zamandaydı, sanki sesler tiz çıkıyor, gıcırtıdan öteye geçmiyordu, güzel ses denilen bir şey yoktu. Müzik susmuştu. Beyin uğultularımızla haberleşiyor ya da anlaşabiliyorduk.

Yaşanılabilir bir hayattı ama çekilesi değildi. Sinir bozucu, boğuk, kaba ve kasvetliydi. Keşke her şey bitmeden önce yok olmayı becerebilsek, bu kadar ölümsüz olmayıp, devamlılığı sağlayabilseydik. Varlığımız dâhil, dünyamızın kıymetini gerçekten bilebilseydik, çıldırmasaydık bunca. Güzel hayallere değil de, anlamsız hayaletlerin peşinde sürünmeseydik, her şey bitmeden önce.

Ölüm soğukluğuna akraba olduğumuz gecelerde, yorgandaki kuşlar tekinsizce cıvıldıyor. İçimde ısıtıp söylediğim buz gibi şarkılar dilimin ucunu uyuşturuyordu. Mermer tenin soğukluğu ölüme ait hissettiriyordu. Üşümekten moraran elleri ve kelimeleri nereye taşıyacağımı bilmiyordum. Bu ellerle olmazdı taşımak, tutunma yetisini kaybetmiş gibi. Ölüme uzak rüyalar görüyordum, ıstırapla uyuduğum gecelerde. Isınınca daha çok yaralanan şeyler vardı, hatırlamak gibi, umutlanmak gibi. Güneşi bu kadar hayal etmek, onu getirmiyordu. Bir şeyi her gün unutmayı dilemek, onu her gün hatırlamak demekti. Şair şiirin içinden çıktı, özne varlığındaki anlamını yitirdi. Geriye kalan yüklem, hiçbir şeyi toparlayamadı, eylemler de pek işe yaramadı.

Bakışlarım boşluktaydı, sen en büyük göz yanılmam oldun. Bunu izaha cüret edemediğimden, kelimeleri haybeden harcamış oldum. İnanmak diye peşine düştüğün her kelime ruhuna tuzak. Aldanmak her defasında, bile isteye kurduğun tuzaklara yine kendinin yakalanması. Yıllar önce ezbere bildiğin o şiiri yıllar sonra bir yerde görüp okuyunca, hissettiğin o değişiklik, işte yaşanılanlar, yaş alınanlar, değişenler, geçen zamanın dışarı doğru dönüp, durması.

Herkes yok oluyor, yok oldu. O kadar sessiz oldu, bitti ki her şey, hiçbir şey yapamadım, bir şey de diyemedim. Ama dağıldım, durup, kaldığım yerde ufalandım. Gürültüden biraz sıyrılsak, iç sesimiz boğacak bizi. Bazı sabahların olmasına bu yüzden gerek yokmuş gibi geliyor. Biraz zaman geçsin öyle yapayım dediğin her şey, ertelediğin o zamanda sana aynı duygularla geri dönmüyor. Harcamış oluyorsun. Doğru zaman yok, sadece ne yaşanılması gerekiyorsa o yaşanıyor. İleride şu kitabı okuyacağım diyerek, şimdiki zaman ve bulacağın anlamlara güvenmediğin için ertelediğin o kitap, zamanı geldiğine inanıp, okuduğunda sana şimdiki hissettiklerini hissettiremeyecek. Aynı duygularla hissedemeyeceksin hiçbir şeyi. Tıpkı şuan benim bu cümleleri dökerken, aslında çok daha güzellerini içimden geçiriyor olduğum ama buraya dökene kadar kayboldukları gibi.

Binlerce yalanın içinde kendine gerçek bir hikâye arıyorsun, bulamazsın. Sen de biraz yalan olacak, çokça kanacak ve yalanlarla birleşeceksin. Bilinmeyen ve görülmeyecek, gerçekliğini yitirmiş umutların hücumundan, ne kadar sakınsan da kurtaramayacaksın kendini. Üstelik sana bedelsiz de sunulmayacak hiçbir umut, hepsinin bir karşılığı olduğu hâlde, senin tüm ümitlerin yine boşa çıkacak. Giden her zaman olduğu gibi senden giderken, kendin azalacaksın.

Yeteri kadar birikse, bir yerde taşıp, bırakmaz mıydı kendini her şey? Taş olsa… Neyin sabrı ve neyden dolayı bunca dayanıklıydı içimiz? Salmamız gereken yerde, tutunacak ne bulduk da arsız, inatçı bir yapışkan gibi hiç bırakamadık yaşamayı? Kabullendik mi her şeyi? Korkak olduğunu yeni mi öğreniyorsun? Bir şeylerin bittiğini biliyorum içimde, bunu olmadığını hissettiğimde artık duyamadığım rahatsızlıktan anladım. Asıl eksik hissettiren bu hissizlik ve zamanında arayıp da bir türlü bulamadığım umarsızlık.

Tüm bunları hak ettiğine inandığındaki, o teslimiyetten yıkılacaksın. Bu sefer başka bir şeye teslim olacaksın, bir diğer esaretten kurtulmak için zaten bambaşka bir tutsaklık gerekirdi. Umduğum fırtınalar hep ummadığım anda gelmişti, o yüzden zaten fırtına diye tanımlıyordum. Ne kadar sıkıcı olduğumu yıllardır hep aynı yerde beklediğimden anladım. Sıkılmıyordum ama sıkıcıydım. Herkes gelip, gidiyor, gelip, geçiyor, gelmeden gidiyordu, ben hiçbir şey yapmıyordum. Külün hikâyesi ateşten daha çoktu ve daha çok yerli yerindeydi, ateş gibi uçmuyordu, oturaklıydı. Varlığım yok mu olsun yoksa sürüp, gitsin mi bilmiyorum, bu cümledeki yoksa kelimesinin melankolisini taşıyorum, nişan gibi, meftunuyum. Kemiklerim gibi kalbim de o kadar sağlammış ki, bir türlü tam dibine kadar kırılacak bir şey bulamadım kendime, kökten kırılacak ve sonsuza kadar gidebilecek.

Göğe doğru yükselen gökdelenlerden sonra göğe uçan çamaşırları, uçup, kaçan ve dönmeyen balonları özlüyorduk. Şiir gibi anlatılıyordu her şey ama şiirden uzak, evhamlı bir romanı andırıyordu. İnsanlardan çok yerleri özlüyordum, uzun süre bir şeyi bekledikten sonra, artık o süreyi doldurduğundaki karanlık huzurdan bahsediyorum. Doldurdun, tamamladın ve kapattın, artık beklemeyeceksin.

Kanatlarının aldığı kadar yükünle, toparlanıp, gidemedin şuralardan. Gitmek kolaydı belki de, toparlanmayı beceremedin. Yeni bir berrak sayfaya başlamak hem zoruna hem de ağrına gidiyordu, kabullenmek gerekirdi artık bir saatten sonra, eski sayfaların aslında ne kadar da kirlendiğini. Ölemedim çiçekler gibi, soldukça. Hasret duyduğun her şeyi o şekilde ve tam orada dondurup, bıraktın. Yeni özlemler de duymuyorsun artık, kendini de dondurdun, dolman gereken yerde, bıraktın önceyi ve daha sonrayı. Hiçbir paragrafı tam olarak bitiremiyorum son günlerde, içimin sıkıntısından teselli bulduğum kelimeler de bir işe yaramıyor artık. Kalbimin ucuna kadar gelip de diyeceğim diye çırpınmalarım da sustu artık, çaba harcamamayı da öğrendim, kendimden yiye, bitire.

Ortalıkta dolaşan, hayalî bir karakter olsaydım, virgül gibi bir hayatım olsaydı, ne de olsa yarım yamalaktı her şey, uyumlu olurduk, hazır içim de bu kadar hayal doluyken, gerçek olmak çok acımasız ve zor. Kara bir haber gibi dolaşıyor şimdilerde kendi gölgem, kendime yabancıyken, gölgeme nasıl yakınlık duyabilirdim ama gittiğim, gördüğüm, bildiğim şeylerin bir kanıtı olmalıydı, kendimi gölge yerine koyup, gölgeyi kendimin bir paralel uzantısı gibi sahiplendim. Zifiri bir kuyuya paraşütsüz düşer gibi günler geçirdim, biraz yüreğimiz de kabaracak ve kararacaktı tabi, hayalî karakter olamamanın bir uzantısı bu da bence. İçinde bir türlü barındıramadığın iç içe geçmiş duygularla; kaygı, belirsizlik ve umursamazlık ne yapacağımı bilmiyorum.

Birçok şeye “kader” deyip geçiyorsunuz. Herkes kendisi edip, kendisi buluyor, sonra da bunu kaderin üzerine atarak, o tembellikteki uyuşukluğa sarılıyor. Bir şeyleri bilmektense, belirsizlikteki kaostan beslenmek daha iyi geliyor çünkü sıradanlık yormaz, üzmez ve kırmaz zannediyor, uyuşukluk ve bitkinlik tam da bu, ardından da hissizlik getiriyor. Herkese uyum sağlamaya uğraşırken, kendiyle bir türlü geçinemiyor, kendinden uzaklaşıyor hissizleştikçe. Her şey bu kadar tekrardan başka bir şey değilken, hepimiz düzmece bir umutla finalde bir sürpriz bekliyoruz.

18.03.2022 14:20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut nevinakbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Safi

Şimdi beklemek farz buralarda
Al şu yanındaki zamanlarımı
Atmaya kıyamadığım virgüllerinle birlikte

Çoğumsanamayacak kadar esrarlı bakışlarındaki
Gölgeye vurulmuştum
Azla yetinmek için çoğu görmeme gerek yoktu
Beceriksiz, acemi ve mutsuzdum
Kıvılcımlarını biriktirip
Kendime kocaman yangınlar yaptım
Cehenneminde daha iyi tutuşabilmek için

Lanetli hikâyeme
Bir sessizlik de sen bahşetmiştin
Daha ne isterdim
Yeni doğan her şeyin masumiyetiyle
Bizzat ellerinle kirleteceğin
Bir zaman ayırmıştım sana
Hayatımın ortasında bölük pörçük
Vicdansızlığının dibindeki o onmaz parıltıya çarpılmıştım
Ruhumdaki fazlalığa iyi geliyordu
Yarım sevmelerin

Hem yaşayıp, hem de farkında olma yeteneğimle birlikte
Hayatının alt sokaklarında gezinen ayaklarıma
Çaresizliği ezberletememiştim
Sisifos gibi her seferinde
Yorgunluğumu umutla harmanladım
Beynimin uyuşuk zamanlarından ilham alıp
Beklemeyi öğrettim geçen zamanda
Her defasında ödül gibi gelecekti gözlerin
Ama bakışındaki anlamlarda tereddütler okudum

Bir yanımı dünyanın öbür ucundaki bir masada unuttum
Noksanlığım sana iyi geliyordu
Kötü kokulu bir ruhun, garip pençesinde
Diğer yanımdaki ucum da yabancıydı
Uçurum ve sessiz
Issız ve çıplak
Sanki çok büyüktüm de parçalarımı dağıtıyordum
Böylece daha az olacaktım
Dünyanın senin yanındaki yerinden bahsediyorum
Bütün de olsam hangi boşluğu doldurabilirdim ki
Yüz birinci pencereydi bu beklediğim
Daha da pencere yoktu gidebileceğim
Zaman yoktu, ömür yoktu
Ummadığım anda gelen umduklarıma
Bir hatırlatmaydı inadım

Sevdiğim karakterlerin olduğu sayfalar döküldü
Yine de yandığını gördüm kitapların
Doğdum sanki ecelimi yalancı çıkarır gibi
Yaşadığımı anlamıyordu çünkü
Bunca dağılmışken zaten
Ecelime neyi kanıtlayabilirdim ki
Sükût en doğru kelime oldu lügatimde
Çok şey öğrenince muradıma ereceğim sanırdım
Bunun tesellisiyle uyuya kaldığım gecelerde
Kâbuslar üretti rüyalarım her gece fabrika gibi
Sürekli beni çalıştırdı
Oradan oraya koşturdu
Üstelik kâbuslarım da benden şikâyetçiydi

Safi bir bekleyiş bu
Senin o kargaşanın içine hiç yakışmayan.

Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tenhalık

Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.

Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.

Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.

İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.

Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.

Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?

Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.

Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.

Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.

Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dalgı

Gökyüzü kusuyor artık, hava bitap düştü. Nefessiz kaldık. Yazmayı düşündüğümüz hiçbir şeyi tamamlayamadık, hikâyenin yarım bıraktığı şiirler de kusurlu sayıldı. Veda sözleriyle biten şarkılara içimizden eşlik ettik, sevmeyi yanlış anladık. Yanlış hayallerin peşinden giderken inancımızı yitirdik, gecelerce sabahlamayı en kutsal inanç sayıyordum, şimdi uykudan gözümü açamıyorum. Savunduğum şeylere yaslanmayı unuttum, koruyamadım zihnimi. Eskiden bir yere takılıp düşmekten son anda kurtarırdım paçayı, şimdilerde takılmadan direkt düşüyorum. Gittiğim yolların izleri silinmiş, basmamaya çalıştığım çizgiler de bir şey anlatmıyor artık bana. İzsiz olmak hiç yaşanmamış gibi olmayı gerektiriyor, biliyorum ama söyleyemiyorum, söylüyorum ama duyuramıyorum. Nefes nefese kaldığım göğsümün çukurunda sakladığım, güneş görmemiş hayallerin kelimesi her geçen gün azalıyor, yakında hiçbir şey söylememiş, hiç hayal kurmamış olacağım. Tatiller bile tatil gibi değil artık, dinlenme ya da hayata kaldığın yerden koşturmaya devam etmek için bir mola.

Kış geliyor, kardan adam gelmiyor, ördüğüm el örmesi atkılar da yok artık. Kimse öyle şeyler taşımıyor. Bulunduğum şehri toparlayıp, kilim gibi altımdan çektiler, ben başka bir yere yuvarlandım. Şiir gibi olması gerekiyordu bu gidişlerin, ünlemi bile eksik vedaların, üç nokta sadece, ona da üşenir olduk ya son zamanlarda. Anlatmak içimi kesiyor, bir lodos esintisi hep başımda, deniz kenarında yaşadığımdan değil. Eskiden böyle değildi. Anlattıkça ağrılarım azalırdı, şimdi anlatmak yeni ağrılar açıyor başıma. Ederinden azına harcadım kalbimi. Yalanlar yordu kulaklarımı, çıkıp, yalanlara saldırmayı bekleyen kelimelerin zifti aktı içime, hayat nerede başlardı, huzur nerede biterdi, içerisi neresi, aile kimlerdi, ev neredeydi… Bedenim benim eski yaram.

Yaşamadığın öykünün mazisi kehanetten ileri gidebilir mi? Yıldızları çoğalan gökyüzü hayal ettin de her yıldız için yaktığın mumların vadesi dolmadı mı? Bir sen mi aydınlatacaktın koca dünyayı? Şimdi durmadan uyuyorsun, bırak ışığı, aydınlığı, mumu. Böyle giderse yanacak tüm buralar. Önce sana kızdım sonra buralara, sana kızmasam buralara kızmak aklıma gelmezdi. Bir şeyi beklemeyince günlerin hepsi aynı, birini sevmeyince tüm günler ardı ardına çöpe gidiyor. Bir şey anlatmayınca ömründen kalan eksiliyor. Sana vakit kalmıyor, bana mevsim kalmıyor. Kışsızlık ürpertiyor içimi. Bulutlar kaplasın buraları isterdim, gök yere insin, zamanın yönü değişsin ama sis kaplıyor sokakları. Dünyanın başına yıkılması için illa bir deprem gerekmiyor. Çatılar devrilir bazen, üzerine gelir duvarlar, evini bilemezsin, bilsen tanıyamazsın. Yerini bilmez, unutursun, adını bilmez, delirirsin. Evlerin huzuru eksik, pencerelerin şifası, yolların dermanı, dermansızlığım kaldı tırnaklarımın arasında, ne tırnak kaldı geride ne tutulan eller. Dil tutulmuşluğu aldı yerini, kimse kimseye bir şey söyleyemez oldu, söyleyebilse bile yanlış anlaşıldı. Geçmişle geleceğin arasındaki yolda iki ileri bir geri yapıyorum. Takıldım, yoruldum, taktım. Yorgunluğuma inandım, suskunluğuma konuştum, anlattığım masalların ilk ve son dinleyicisi oldum. Saksıda unutulan çiçeklerin yerine soldum. Sanki son kez gümbürdüyormuş gibi camlar, gök gürültüsüne tutuldum. Dünyanın ortasındaydım, dünyanın ortasını söktüler, sessizliğim kaldı. Tüm kitaplar okunmuş, tüm kitaplar yazılmış, tüm şiirler unutulmuş gibi, kâinat suskunlaştı. Kendi hayatıma misafir gibi gelip, gidiyorum, olsun önemli yok sayılmamaktı. Kirden, yalandan, rutubet kokusundan, kinden, nefretten, inançtan, kaostan büyüdükçe büyüyor dünya.

Her şeye bunca şükrederken yine de iyi hissedemiyorum, his diye bir şey olmasaydı dokunmaların bunca anlamı olur muydu? Belki o zaman daha az kötü hissederdim. Bir parçan varmış gibi bende, kalmış gibi, unutmuşsun gibi, unutulunca anlamı değişmiş benim bir parçam olmuş gibi, ne kadar az görsem o kadar iyi gibi ama yine de iyi olunmuyor. Şiddetli öfke bile zaman geçince kendini salıyor, zavallı bir şey oluyor. O öfke yazmaya yarıyor, daha iyi yazmaya. Neye neden kızgın olduğunu hatırlarsan öfkelenecek yeni şeyler bulabilirsin kendine, onlara benzeri ya da benzemeyeni. Sevdiğimiz şeylerin herkesle aynı olmaması belki de bölüyor bizi, camın diğer tarafında kalmış gibi, görünüyor ama hissedilmiyor, soğuktan başka bir şey yok. Akşamları gölgeme kızıp, onu çiğneyip, ezmek için hızlı yürüyorum. Sonra bu arada yazdıklarımı unutuyorum, huysuzluk belki de tam da böyle bir şey. Bana hiç söyleyemeyeceğin şeyler değiyor kalbime yalan yanlış. Ürperiyorum, o ürpermeyi hiç terk etmedim. Sözcüklerle sallanıp, durdum, bir kelime sarsın ve sarssın istedim, derinden, sahici bir sarsıntı olsun istedim, benden yine kendime geleyim istedim. Kim bilebilirdi ki, bir gün tüm bu sızıların bir yararının olacağını?

Denizde yüzüyorsun ama balık olduğunu bilmiyorsun, denizi de bilmiyorsun, belki hiç bilmedin orada doğduğun için ya da başka yerden getirildiğinde unutmayı seçtin. Karanlıktasın, aydınlığı bilmediğin için karanlığı da bilmiyorsun. Kanatların kırıldığı hâlde, uçmayı bir türlü aklından çıkaramıyorsun belki kırılan kanatlarını da unuttun, kalbin gibi. Yine de beni bazı şeyleri unutmuş olarak hatırla, unutunca tazelenmiş olarak hatırlayamasan da unutmuş olarak hatırlaman yetecektir bana, unutmuş, yaşamış, dersinden çok derdini almış ve akıllanmış. Sistem böyleydi belki de ya unutup kendince feraha erecektin ya da unutmayıp, delirecektin. Birlikte sırt sırta verip, kitap okuyacağımız hayali, akşamın bir körü, omzuna o karışık kafamı yaslayıp, okuyacağım kitapların isimlerini de unuttum mesela. Yarım kalmış hikâyelerimin neresinden tutup da tamamlayacağımı, nerede bitireceğimi unuttum ve şuan tamamen rastgele yazıyorum tıpkı yaşadığım gibi. Tedirginliklerimizden yarattığımız kaos bizi ömür boyu beslerdi, gidip de dönemeyeceğimiz bir yer rüyasıydı imkansızlığımız, meğer varmış öyle bir yer. Gidip gelmeyi düşledik biz ama ben içten içe dönmemeyi düşlemiştim, sana söylemedim. Meğer gidip de dönmemek mümkünmüş, yıllar sonra şimdi buldum bunu. Her şeyi bırakabildiğimden anladım, kendini bile bırakabiliyorsa insan. Kendi hayatımın içinden bir uyurgezer gibi geçiyorum.

Geçen yazı bir romanın içindeki gaflet gibi geçirdim, bundan sonraki yazlar nasıl geçer bilmiyorum. İçimi yemekten büyüdüm, içim dışıma çıktı, eski bir yaz yağmuru gibi döküldüm kendi üzerime, kendimi silkeledim, dut gibi düştüm yine içime, hoş düşecek başka yer de yoktu ya. Biriktirmek istemesem de arttım. Ucuz roman teşbihleriyle yetindim, hikâyesi olmayanın şiiri yazılmazdı, başkasının şiirine yama olamazdım, yara da olacak hâlim yoktu, üstelik acılar bunca faydalı olmuşken. Ucuz romanlarda da gururlu karakterler olurdu muhakkak, onlarla yarışamazdım. Kendi ayağıma kendimi uydurmam gerekecekti. Artık belki de bu uykudan uyanmalıydım ama uyandığımda gündüz olacağını nasıl hesaplayacaktım? Anlayışlıyım, keşke bunca anlamasaydım, bunca sarmaya çalışmasaydım, iyileştirmeyi bilmeseydim yaraları, yeniden kanamaya hazır hâle getirmek için sarmalamasaydım onları, iyileşemeyeceğini bilmese kanamasını da bilemezdi. Toparlayamıyorum bazen zamanı, aklımı, hep üşenmeden neden ve isim bulduğum sızılarımı.

Hepimiz bir süre için vardık, var gibiydik ama geçiciydik, bir şeyin etkisi gibi, uçucu bir şey gibi yok olmaya, gitmeye, unutulmaya mahkûmduk. Bir süreliğine bir yerlere gidiyor, bir zaman bir yerlere yerleşiyorduk, kıpırdamasak bile yerimizden, geçiyorduk bu dünyadan. Bir şey arıyorduk, bazen bulmuş gibi oluyorduk ya da yapıyorduk, tamamlanmış gibi hissediyorduk ama tamamlanmıyorduk, gibi oluyorduk hep. Duracağım ve gideceğim yer arasındaki tereddütten içim ezilmişti, ben kendimi seçmedim mesela.

Otuz Bir Mart İki Bin Yirmi 15:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tedirginliğin Cehennemi

Kendi üzüntülerinden çok başkalarının sevinçlerine katlanamıyorsan, manasızca bencilsindir. Eğer en üzgün olduğunda birilerinden teselli bekliyorsan hiçbir zaman vaktinde yetişmez o teselli. Muhtemelen ihtiyacın kalmadığında, anlamını yitirdiğinde ulaşır. Bunu unutacak bir neden göremiyorum. Teselliyi de umutla birlikte can çıkmasa da raflarına kaldırdım. Bir şey oldu aniden, bir lamba yanar gibi, kızmamaya başladım, olgunluktu belki ya da kızmak için herhangi bir hissin veya hareketin olmayışıydı. Eksiklik boşluktu ama iyi geliyordu, tedavi gibi. Ne oluyorsa oluyor, bir dakika bile geçmezsen onca yıl geçiyor ya değmeden, dokunmadan, bulaşmadan, iz bırakmadan. Artık diyorsun bana hiçbir şey olmaz, hiç kimse bana bir şey yapamaz ama öldürürler, insanlar birbirini öldürebiliyor, durup dururken, bahaneli, bahanesiz ve acımasızca. Kimsenin artık hiçbir şey yapamayacağı inancını da başka bir yere kaldırdım. İnsanlar bile isteyerek hem de çok şey yapıyorlar, yapabiliyorlar. Affedilmeyecek şeyleri bile affedebiliyorlar, sırf kendi rahatları, huzurları için. Affetmiyorum, sırf onlardan olmak için sarf ettiğim çaba için en çok da kendimi affetmiyorum. Onlardan olmamı hak etmiyorlardı belki de, bu uğraş, gayret, sarf, bu uyum isteği, bu yalnız kalmama çabası, birlik, beraberlik, düzen falan, hepsi birer safsata, hepsi palavra. Tedirginliğin de gideceği bir cehennem vardır elbette.

Bir kez daha ıskaladı kaza kurşunu diye umduğum şey, kaza süsüne dönüştü. Hayatın tadı yeterince genzimi yakıyordu, kelimeler ustura gibi boğazımı kesiyordu. Bir derde düşme hayaliyle yanıp, tutuşurken hiç ummadığım anda aşkımı dert yapıp, ona teşne olmuştum. Dert olmuştu sonunda bana bu ve kolayca atamayacaktım. Çamurlu sulardan kendime şeffaf balıklar seçiyordum, yaşasınlar diye can yelekleri takıyordum. Süse dönüştü acılar bile, süslemesini bildim, kapatmasını ya da başka bir şeye dönüştürmesini. Altında kalan izleri hesaba katmadan yüzeysel acıların peşine düştüm. Görünürde acı versin istiyordum tüm acılar, içerde, derinde kalmasın istiyordum, bu sızıyla, bu yanıp, tutuşmayla dost olunamayacağını da o anda anlamıştım. Beni öldürmeye çalışan şeyin acılar da olmadığını anladım, onlar orada öylece sürünmemi, ölmememi istiyordu, tıpkı senin gibi. Eğer yaşarsam devam edecekti çünkü her şey, ben var oldukça bu acılar da var olacaktı, dolayısıyla her fani gibi onlar da göçmek istemiyorlardı. Başım dönsün istiyordum, dünya çok büyüktü kafamın kaldıramayacağı kadar, midemi bulandırıyordu bu büyüklük. Ne kadar gerçek olursam o kadar güzel biterim zannettim, inandığım şeyler de bana tıpkı inançlar gibi sahip çıkarlar zannettim, hiçbir yalanla ölçülemeyecek kadar yalnız bırakmışlardı beni. Oysa böyle divane biteceğim belliydi, en başından beri, benim hatam belki de korkuyu unutmak ya da ertelemekti.

Koltuk deseni gibi oturduğum günlerde benim sorunum, hiçbir koltuğa uymamış, yine de hiçbir yere gidememiş olmamdı. Kokuşmuş dünyaya göre gereksiz şekilde duyarlı, sabırsız insanlara göre fazla hayalperest, otoriteye göre fazla naiftim. Zamanı israf etmekten çekinmez, durup, beklemekten sıkılmazdım ama başka bir zamanın ortasında oradan oraya savrulmaktan da sıkılabilirdim. Amaçsız bir böcek gibi yaşamayı dileyebilirdim ama araya bir sürü şiir girdi, aramıza bir sürü yazı girdi, mesafelerimizin arasına dünya dolusu kitap girdi, hepsinde gözlerim ayrı doldu, kimilerinde taştı, dökecek kap bulamadım. Hiçbir şey yapmadan oturmak insanlığın lüksüydü, mücadele etmek ve bununla övünmek aynı zamanda da savunmak gerekiyordu çünkü herkes savaşa inanıyordu, durup, beklemeye değil. Durup, bekleyince bir şey yapmış olmuyordun, diğerleri gibi gitmedikçe yaşamış olmuyordun.

Beğenmediğim şu hayat bir gün bana da kapıyı gösterip, kovsun diye bekliyorum. Savaşmayı sürekli savunan insanların gerekçelerini, doğasını kazıdım ki içime, savaşmayayım diye, öyle olmayayım, böyle durayım, tam tersini yapayım diye. Savaşamazsa çünkü insan içiyle savaşır ömür boyu ve bir başkasındansa kendini daha kolay öldürür, işte belki de tam da bu yüzden böyle yaptım, içimle arama kimse girmesin istedim. Başkalarından bunalıp, boğulmaktansa kendi ellerimle kendimi boğmayı istedim, bu fırsatı kimsenin ellerine bırakamazdım.

Sanki bir tek ben mi hayal kırıklığına uğramıştım? Gözyaşlarım yükseldikçe susmalarımı büyüttüğüm, sahiciliğimi bir kenara terk edip, zaman neyse daha hızlı geçecekse ona yönelmenin menfi zararına rağmen, yine de en az kendimi düşündüğüm için, beynimde kuşkulardan örülmüş bir bomba, her gece o bomba ile aynı yastığı paylaşıyorum. Umduğum şeylerin yine de olmamasını umuyorum. Yaşamın içinde içime sinmeyen şeyler var, elime aldığımda ellerimi yakan şiirler var. Kimseye açıklayamadığım kelimeler var. İyimserlik saflık içerir. Çiçeklerin açmadığı, ağaçların olmadığı, toprağın öldürdüğü betonların üzerinde iyimserlik çivi gibi batar gözlerime. Rüzgâr artık okşayan değil, savuran, hırpalayan, ağaçların, çiçeklerin intikamını almaya gönüllü, biz de anlamakta gönülsüzüz. Kanıyor işte kelimeler, kanıksayamadığım bu. Düşünemiyorsun, öyleyse çürümüşsün.

Sanıyorsun ki buğulu camların arkası sonsuz boşluk, bulutların kapladığı gökyüzünde hiç güneş yok, zannediyorsun ki şu kara günlerin ardından iyi ve yenileri gelmeyecek. Yerin altını umuyorum, belki daha güzeldir. İnancım hayal kırıklığına uğramadan önce, daha afili cümleler kurabilirdim belki de, tıpkı eskiden olduğu gibi. O balonların bir daha uçamayacağındaki boşluğu tarif edemiyorum tıpkı o kuşların da bir daha uçamayacağını bildiğimdeki sessizlik gibi bazı hikâyeler, var ama hükümsüz, yargısız, öylesine duruyor.

Kıta değiştirilince masada unutulan kitap gibi şaşkınım, neyi yazabilmekten ziyade, neyi yazamadığını bilmek gibi bu daha önemli. Bazen sadece bir koku yetişir imdadına, seni bu zamandan koparıp, ta çocukluğuna götürür, o huzura, o tanıdık kucağa. Küçücük burnum var ve hep onun dediği oluyor, bu hiç değişmedi. Gelecekte olacak şeyler belliyse eğer, istemek, tutturmak, inat etmek neden? Umut boşuna çaba mı bundan bile şüpheliyim artık. Akışına bırakmak her şeyi tek şifa, tek teselli gibi, hoş bu kelimeleri de çok sevmiyorum ama diğer herkese benzemenin, dikkat çekmemenin ve araya kaynamanın şartı belki de bu.

İçimde tuhaf, anlaşılmaz bir üşüme var. Tüm bunları düşünmek bir tek benim aklıma gelmiş gibi bir yalnızlık, anlatsan anlaşılmayacak, söylesen mecalin eksik. Hiç özlemedim ben, özlemenin yükünü kuşlara, çiçeklere, sahile bıraktım. Özleyebilenlerin çabasına da hayranım. Benimle gülenleri unuttum da ağlayanları unutamıyorum halbuki çoğu için tam tersiydi. Güçlü duyguların delilikten geçtiğini anlamam çok zaman almadı. Durdun, saklandın, kaçtın, gittin, bekledin peki şimdi bulunduğun şu zamandaki kendinden memnun musun? Aklım uçuk bir pembede, öylece salınıyor, kalbim o iyot kokusunda parçalanıyor.

Özlemin, umudun yerini alan boşluk, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilmenin rahatsızlığı, inancın zedelenmesi ve buna alışmış olduğun hâlde eskisinden daha fazla dokunmasındaki neden o boşluğun hiçbir zaman tamamlanmayacağı. İnsan kendi travmasına sahip çıkmalı. Tanıyordum bu dengesizliği ama sorumlusunu ayıramıyordum. Bazen var mıyım yok muyum farkına bile varamıyorum, bilincimin bana kötü bir şaka yaptığını biliyorum, ağrılarım olmasa varlığımı unutacağım. Ama yine de ağrının da hayırlısı, katlanılabilir olması, aniden çıkmaması ve dayanılır olması temennim. Dünyanın girişinde sanki; “gamsız girilmez” yazıyordu…

Otuz Bir Ocak İki Bin Yirmi 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime bile benzemiyorum

Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Nar gibi değildim ama ben de kendime göre dağılıp, duruyordum. Dağılmam için yere çarpılmam da gerekmiyordu, köze gelmeden kül olabiliyordum, aradaki zaman yaşanmamış değil, harcanmış gibi oluyordu. Çölde seni yeşil bir dal zannetmiş olabilirim, seraplığıma ver, yaz günü kurumuş içimin yangınına ver, bir şeylere ver ama sevgime verme. Deli dolu söylendiğime bakma, tümünde gerçeklik var, hoşuna gitsin ya da gitmesin diye değil öyle olduğu için. Sazın, sözün, rakının yanında güzel gitsin diye de konuşmuyorum. Dert olsun diye hiç değil, kanımdan beslenmeyi amaç edinen sırtlan gibi duyguların da olduğunu bil diye söylüyorum. İçim içimi yemese, içim içime sığmazdı. Direnmesem bir şeylere çoktan gitmiştim buralardan, böyle gülüp, oturamazdım şurada.

Öğün atlar gibi atladım yıllarımın üzerinden, gelen geldi, giden gitti, yiten yitti, ben aynı kalakaldım bir düşün ortasında. Artık kelimeler pek tenha, kendi anlamlarını çağrıştıramıyor. O soğuk kış gününde, sislerin içinden geçerken, montunun cebinde ellerim vardı. Kokusuna belâ bulaşmış zifiri bir gecede, dumanı masmavi, közü kıpkırmızı, yanmış ve yarıda kalmış bir sigara izmariti gibi yürüyorum; içimdeki çok şarkı, az umut, bol hayalle birlikte.

Issız bir sokaktan, ıssız olmasına rağmen güvenle, bildik bir sıcaklıkla ilk kez geçerken bir daha aynı sokaktan aynı saatte geçsen bile o tuhaf duyguyu hiç hissedemeyecek olmanın hüznü gibi bazı insanlarla karşılaşmamız. İkinci sefer gördüğümüzde o ilk hissettiğimiz gibi olmayacak, belki de artık her şey böyle, çabucak, kolayca ve hunharca tükettiğimiz için. Harcadığımız için.

Limanından ayrılan geminin gölgesinin düşmesi denize, vapurun o acı bir şekilde çalan düdüğü ya da şehirlerarası yolculuklarda insanların uykulu ve daha çok hüzünlü olması mola yerlerinde, ayrılığı tatmamış birisine hiçbir şey ifade etmez. Bir yerdeyken başka bir yeri özlüyorum, uzaktayken evimi, evdeyken sokakları, hatta aşk acısını bile. Gereksiz kahkahaları duyuyorum sahte, sarhoş ağızlarda, sonra özlediğim her şeyden pişman oluyorum. Ben bazen de öldüğümü özlüyorum, kendime bile benzemiyorum. Beklediğin şey kitaplarda karşına çıkacak diye yıllarca kendini kandırdın, Alfabenin sonuna doğru, kenara bir yere tıkıştırılmış bir harf gibiyim. Sesim yok, buna rağmen duruyorum onlardan biri gibi, gömülemez bir beladan başka bir şey değilim belki. Bu dünyayla aramdaki uçurumu daha da derinleştiriyor, ne zaman ağzımı açsam biraz daha yanlış anlaşılmak için açmış olacağım endişesi beni tehlikeli bir şekilde susturuyor.

Sende kalsın kafamı süslediğim kelimelerin buğusu, kırık kalbim, ezip, marmelat yaptığım o derin ama çok derine gömdüğüm duygularım, bir işe yaramıyorlardı yer tutmaktan başka. Sezgilerim bende kalmaya devam etsin ki inanmadığım hâlde başıma gelenleri hatırlatıp, içime dizilsin. Dikilsin kötülüğün ateşi hep karşıma, ben yine içimden bildiğim şarkıları söyleyeceğim, dilim yansa da… Sekseninci katta bir perde gibi lüzumsuz ama salınmış durayım, rüzgârın çıktığı gecelerde sokaklarda unutsunlar beni, uyutsun yıldızlar, kollarımı iki yana sarkıtıp, kalayım. Sabah güneş doğunca hatırlasın beni o pencere. Yukarı çıkınca mı daha özgür oluyorduk? Yoksa dibimize gömdüğümüz duyguları daha derine atınca mı? Derine saklandıkça dışa vuracağımızı bilmiyor muyduk? Diplerin de bir sonu olduğuna, varamadığımızdan mı inanmadık? Sağ gözümü sana daha yakın hissediyordum, sol gözüm daha çok üşüyordu, kirpiklerimi kopardım, yanmışlardı. Bir zamanlar mavi bir duvar sevmiştim, yıkıldı… Benden bu kadar, lanetimi kimseye miras bırakmayacağım, içimde götüreceğim. Bu bile bana duyacağınız bir minneti size borç bıraktığımı gösterir, üstelik onca keşkeye rağmen. Nüfustan henüz ölü olup, düşmesek bile, bu bizim çürümüş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Zaman geçtikçe ölümden korkmak, yaşadıkça yaşamayı istemek değil de, yaşama alışmaktan ve bu alışkanlığın bozulmasından korkmak. Yoksa yaşadıkça hayatın tatlı falan geldiği yok, bunu çürümüş birisi çok iyi bilir ve bu çürümüşlüğünü söyleyebilen kişi daha da fazla bilir.

Azımsanmayacak kadar çürümüşüz, az olmayacak kadar delilik ve bir o kadar da ölüm. Yeni doğan birisi bile ölümü hatırlatıyor, doğmanın şartı ölmek çünkü önce sürünerek, sonra yuvarlanarak en sonunda ayağa kalktıkça yükseldiğini zannettiğin boşluklara düşerek. Eski tanıdıklara yeni günahları göstermek için biraz daha kıvılcım, küf kokan ve toza bulanan dünyadan boşuna kaçma çabaları, bunun tek katlanılır yanı eninde sonunda bir ceset olacağımız gerçeği, seviyoruz, seviniyoruz işte, yaşamın katlanılır yanı.

Arafta bir karakter, sabun olmayı bekleyen. Toprağımı kendi üzerimde taşıyorum, gözlerim desen gibi çizilmiş tenime, baktığım yerlerin haberi yok. Akranı değilim kimsenin ve şeylerin, geçmişe tutamadığım kafayı gelecekte bulamıyorum. Köz yangınını savurduğum geceyi yaktığım günlerin sabahlarında aradığım şeyi yine bulamadım, yalnızca bir his bu, esaret gibi, gölge gibi beni takip eden. Delilik bence; iç dünyanı dış dünyaya uydurmak zorunda olmamaktır, bir ayrıcalıktır. Gövdemi incittiğim kelimelerle sakatlanmış olabilirim, keşkelerle ruhunu sarmalamaktan, yaranı birine emanet etmekten iyidir bu. Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Kalbimi içimde o zamandan kalma seninle birlikte kurutup, bir kitabın arasına sakladım. Öyle kal diye, kalbim de değişmesin diye, o zamanda kalalım hep diye. Kitabımı kaybetmem zor olmadı.

Sürekli bir şey istiyoruz, bir mucize bekliyoruz, hayattan, yaşadıklarımızdan, yolda, giderken, gelirken, yanımızdaki koltukta oturan birisinden, hatta karşımızdakinden bile ama işin sonunda ne istediğimizi bir türlü bilmiyoruz, o anlık bilsek bile sonra bu istekler değişiyor. Geçmişte çevreden bize dayatılan şeyleri istediğimizde aslında onları istemediğimizi anlıyoruz. Böylece değişmesini umarak, bir mucize bekliyoruz, değişmeyince de hayal kırıklığına uğruyoruz, zaten yeterince yok muydu? Kendi özümüze kadar inip, aslında gerçekten ne istediğimizi bilirsek, hapsolduğumuz kuyulardan belki de kurtulabiliriz. Her zaman yaptığın bir şey, ansızın, birdenbire, durup dururken öyle saçma geliyor ki, gerçekliğe belki de bu şekilde ulaşıyorsun.

Tutulduğun kafes sarsılıp da açılmasın diye uçtuğumu söylediğimde inanmadılar. Önce şakayla karışık güldüler, sonra ciddiye almadılar ve en sonunda da duymamaya başladılar. Bir depremin kafesi sarsıp düşüreceği ve en sonunda serbest kalacağım için, sallantılara da inanmadılar. Kafesle birlikte dünya ters düz olduğunda, evrenin altına geçtiğimde belki serbest kalabilirdim ve kafesin bağlı olduğu mahkûmiyetten kurtulduğumda bu onların hiç hoşuna gitmezdi. Ama bunu saklayabildiğim için de bir süre sonra kendim de unuturdum. Dertlenip, tüm bunları düşündüm. Çürümemek için ne yaptığımı ve yapmadığımı…

Dört Kasım İki Bin On Dokuz 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Müstakil Bekleyişler

Bir şeyi bekliyorum ama hep boşunaymış gibi geçiyor zaman, ne yapsam o boşunalığı bir türlü dolduramıyorum. Tuhaf olan, o bir şey olsa bile o boşunalık dolmayacak, buna bünyemin alışmış bir meşguliyeti var, o oyalıyor işte.

Hiçbir zaman anlayamayacağım sonu ölümlü olan bir dünyada mutlu olmanın boşa çabasını. Bırakın gideyim, bir su gibi; belki yolumu bulurum…

Dokunduğu yeri kirletiyordu insan çünkü tek kirli olan yeri elleri değildi. İçinden gelen siyahlık tüm dünyayı sis bulutuna, toz bulutuna çevirmişti. Gözünü kırpmadan yavrusunun gözleri önünde annesine kıyabiliyordu, acımadan canlı düşmanı olmuştu, içinde barındırdığı tüm duyguları ölüydü çünkü. İçindeki vahşeti bir türlü doyuramıyordu, hep daha fazla, hep daha kötüsünü, daha fecisini istiyordu. Yaşamak için gerekli olan her şeyi de düşünmeden katlediyordu, kendi yaşamına lazım olacak olsa bile. Kendine ördüğü kirli dünyasındaki ağlarda insan utanmadan, çekinmeden ve en önemlisi yüreği hiç sızlamadan tüm bu olanları yayımlayabiliyordu, duyarsızlığı aşmış, hadsizliğine isim bulunamıyordu. Kimileri kendi içinde kaybolurken, kimileri birilerinin bıraktığı boşluklara yuvarlanıyordu, kimileri de kendi kötülüğünde ölüyordu, dünyaya çirkin, kötü, kara biz iz bırakarak. Tüm bunları bilmek, bilmekten de öte yaşamak insanı kilometrelerce tiksindiriyor.

Sokaklarına kızdığımız, trafiğine sövdüğümüz şehri özlerken aslında en çok kendimizi, o hâlimizi özlüyorduk. Şimdi birimiz olmadan, olamadan, yeşillere bulanan düşlerimiz olmadan hem de o yeşiller yakılmış ve yok olmuşken, tüm cinnetlerimiz karşısında şaşkınlıkla suskunluğumuzu koruduğumuz zamanlardan sağ salim çıkmayı hangimiz hayal edebiliyorduk ki? Şehrin iki yakası gibi bizim de yakalarımız bir araya gelemedi, yakamız var mıydı onu da bilmiyorum ama kalbimiz vardı, en azından o zamanlar varlıklarını kanıtlayacak şekilde rezillikler yapabiliyorduk. Ayın yüzümüze yansıdığı gecelerde keşke ay bizi yerin dibine soksaydı diye düşünmeden edemiyorum, artık yerin altının üstünden daha yaşanılır olduğuna eminim. Beraberken gökyüzü dokunuyordu bize, o kadar eriyordu başımız işte, aklımız da o kadardı, ermese de eriyor gibi geliyordu. Şimdilerde gördüğüm bulutlara uydurduğum şekiller saçmalıktan ibaret. Aklımı zamanında yitirememenin sancısıyla uyanıyorum her sabah, kâbuslar biraz daha gerçekliğini kanıtlıyor bu sancının. Korkun şefkatinden büyüktü, huzursuzluğun huzurundan belki de o yüzden duramadın. Gözlerimdeki derinliği hesaplamaya belki kalbin yetmedi, yüreğim gözlerime akmıştı oysa. Baktığım aynalardan kayıp, düşüyordum. Kendimi zehirlemelerim de unutturamadı yaşanılanları, ben azaldım, eksilen bendim, yaşanılanlar orada büsbütün duruyordu. Üstelik bölemiyordum, parçalayamıyordum, kıramıyorum, kendimi parçalıyordum ancak. Dokunur gibi oluyor bir süre kendime yaptıklarım, iyi gelecek zannediyorum, dokunuyor, iyi gelmiyor. Sokaklarda bilmeden, istemeden yaşamayı ezbere almış insanlar yanlarımızdan geçiyor. Her şeye bir anlam bulmayı hedefleyip, hisleniyorlar. Pısırıklığımızdan kalıp bir köşe başında ölemiyoruz. Issız duvarlara terk ettiğim şiirler belki bir köşe başında öldükten sonra aşırılır acemi bir şair tarafından.

Hayattan bunca vazgeçmiş olmak, maddi eksiklikten değil, manevi isteksizlikten kaynaklanabilir. Dünya yamuktu, mevsimler de ona benzemeye başladı, ayların suçu yoktu, olsa olsa en çok can sıkıntısından geçmeyen saatlerin rehaveti vardı. Âşık olduğunu zannetmek yanılgıyla hayal kırıklığının kesiştiği yerdir. Doyarak yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi bir sabah, ıslak sokağa, sonra ben daha aşağıya düşemeden, daha bir şey olamadan merdivenleri hızla inip, ayağımda terliklerle yakalıyorum kendimi düşmeden. Sana bir harf taktım, içime yerleştirdim sonra, her şey o harfle başladı, doyasıya yaşamak buydu. Hayatın övünülecek bir tarafı yoktu, insanlar canavardı birbirlerini öldüren, birbirlerinin hayvanlarını öldüren, ormanlarını yakan. Kimsenin acısını yaşamamak için değil de tüm bunları olduğu için bir an önce ölmek istiyordun. O sonsuz tünel dileğindi. Var olmak yetmişti, varlığını kanıtlamaya ihtiyaç duymuyordun.

Her şeyin bunca abartı olduğu zamanlarda kendimi gizleyerek yok etmeye çalışıyorum belki de, bana hiç benzemeyen bir mavi bu. Meğer boynumdaki ameliyat izi değil, mürekkep lekesiymiş, zamanında dökülmüş, yediklerimden, içtiklerimden. Meğer gözlerimin kenarlarındaki de yaş değil, mavi bir gölgeymiş. Mesela seni görünce benim acilen âşık olmam gerekiyormuş gibi geliyor, içime bir zorunluluk yerleşip, gitmiyor. Aşkı özlediğimden belki ya da sadece aşkı çağrıştıran o ışığı sende gördüğümden bilmiyorum ama sonra olamayacağımı bilince bir ağlamak geliyor içimden, elindeki balonu habersizce bir rüzgârın peşinden uçup, giden bir çocuk gibi. Aşkın ıstırap olmayacak olması sahiciliğini kaybettiriyor bana, hislerin sahtesi dökülüyor ortaya yaldızı dökülen değerli şeyler gibi. Oysa benim bu şekilde özleyebildiğim o kadar az şey var ki; bunlara annemin keki de dâhil.

Eğer bir suysam gideyim ben artık kurumadan, durulmadan, yolumu, yerimi, kuyumu bulayım istiyorum, o deyimi gerçekleştirmek istiyorum. Bu yüzdendir ki, olmayacak şeyler değil de basit düşler kuruyorum, herkes tarafından kurulabilen ve özel bir yeteneğe, bir hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Doya doya yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi sokağa, sonra ben yerdeki taşı daha boylamadan, ayağımdaki terliklerle hızla merdivenlerden inip yakalıyorum kendimi. Kendi ettiğimi kendim bulmak istiyorum, bir kere de kendi kendime kötü gelmek istiyorum, kendimi bu sefer ben hasta etmek istiyorum sonra yine ben iyileştirmek istiyorum, kendimi parçalayıp, sonra birleştirmek istiyorum, şimdiye kadar kaybettiğim parçalarımla birlikte, bu defa gerçekten yepyeni bir şey olayım istiyorum.

Her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu anlamaya başladığımda kendimden de kuşkulandım. Hayallerimi kontrol ettim, kusuruma da bakın isterseniz sizlerden değilim. Gidecek bir yerin olduktan sonra bir de gitmek için bir neden lazım. Hiç olmamış birinin yokluğu, hiç gidilmemiş bir yolun ezberi, sanki hep varmış da bitmiş gibi bir şeylerin eksikliği. Psikolojisi düzgün, dört dörtlük insanları sevemiyorum, kusura bakmayın ama ben kusur seviyorum çünkü ben de kusurluyum, özenle yaratılmadım, övgülerle karşılaşmadım, hatalarla dolu bir müsveddeye öylesine karalanmışım, karalanmayı da seviyorum, karayı da. Anlaşılır olmayı kabullenmiyorum, anlaşılmak duygularını hiç karşılığı olmadan elden çıkarmaktır. Anlamak için en az benim kadar kaybetmiş olmalısınız. Hayatı kusmuk gibi yaşarken, yazma cesareti delilikten ileri geliyordu. Biliyorum, ardını, arkasını, önünü, sonunu yine kimse temizlemeyecek.

Beş Eylül İki bin on dokuz 16:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Paradoksal Halüsinasyonları

Daha ne kadar yalınlaşmak gerekiyordu acaba, sevilmediğimin bilincine varıp, diplerini arşınlamak için. Aslında anladığın şeyin, hep inanmak istemediğinden kaynaklandığını, içindeki huzursuzluğa hep başka anlamlar yüklemeye çalıştığından… Elimi hiç yürekten tutmadığından zaten, bıraktığını da anlamadım. Şimdi yerli yersiz düşünsem, kendi kendime konuşmaktan öteye gidebilir miyim acaba? En son beni derin ve büyük dalgalar yuttuğunda böyle olmuştum. Bir daha olamam, bir daha hiçbir şey zarar veremez, kendim bile… Öyle zannediyordum. Kendi ağzımın tadını bozmakta üzerime yoktu, rahat olan yüreğimi de benden başka kimse içine bu kadar edemezdi. Belli bir zaman uyuşukluğun geçmesi gerekiyormuş, asıl acı o zaman başlayacakmış, sabaha kadar üşüdüm, sabaha kadar ağladım, sabaha kadar yürüdüm. Hepsini birden yaparken, aslında hiçbir şey anlamıyormuşum, ertesi gün sızlayan kaslarımdan anladım hiçbir şey yapmadığımı. Daha kaç sabah kötü uyanacaktım, kaç gece kâbuslarla bölünecekti uykularım.

Allah’a yalvarsam dinler miydi beni? İsyanımı nereye sıkıştıracağımı bilmiyorum, ama bununla birlikte patlayıp, yok olmak istiyorum. Dalgalar yutsun beni istiyorum. Artık söz başka bir şey istemeyeceğim. Yeniden bir daha yaşamayı isteyeceğim anlar kalmadı. Hepsi tüketildi, size göre bir hiç uğruna, bana göre çok şey uğruna. Anlamlı hiçbir şeye ihtiyacımız yokmuş artık, bunca kolay harcayabildiğimize göre en değerlilerimizi. Şimdi ben ne yapayım, kendi kendime deli gibi senden önceki zamanları, hatıraları mı bulup, hatırlamaya çalışayım? Mutlu olduğum zamanları içimden bulup, çıkarayım, içinden çıkamadığım şeylerin içinden? Teselli olur muydu acaba seni hiç tanımamak, tanımamış gibi yapmak? Yaşanmışlığın, tükenmişliğin, paslı ve küflü kokusu, o eskimişlik yok mu olurdu? Temiz bir badana gibi her şey iyi mi gelecekti artık? Tırnaklarımı elime batırmam diğer acımı hafifletir mi biraz olsun ya da yemem onları bir şeyi değiştirir mi? Mucizesi yok ki unutmanın, olduğunda zaten farkında olmuyorsun, unutamadığında da unutamayacağına inanıyorsun bir yerden sonra.

Hepimiz birbirimizin dengesini bozduysa, dünya adil bir yer hâline gelmiş olabilir, o zaman büyük bir iç rahatlığıyla gidebiliriz, kalp kırıklarımızın öcüyle birlikte, sonuçta burası intiharlı bir dünya. Kaktüs olsaydım, dikenlerim yine de kendime batardı… Yanmadan nasıl kül oluyorsak, her şey hızlandırılmış, düzenli bir şekilde düzensizlik yayılıyor yaralarımızın üzerine, öyle ki tanımıyoruz bazen yaramızı bile, ne zaman olduğunu hatırlamıyoruz, nerenin acıdığını bulamıyoruz. Yazdıklarım bir hikâye etmiyor, bir romana giriş cümlesi bile olamayacak kadar ayrık.

Her şey belki de kendimi yosun zannetmemle başladı, yaralarımı saran tuzun beni sevdiğini zannetmiştim, tuz sarıldıkça daha çok acıdı yaralarım, yarama yara kattım, acıma acı ekledim. Yeni bir öykü yazamayacak kadar eskimişti varlığım burada, köklerimi söküp, başka bir yere gidemem, gidersem de yaşayamam zannetmiştim.

Güvenlik gerekçesiyle sorulan her soruda içimde bir imparatorluk yıkılıyordu. Kayıt altına aldığınız her şeyin altında biraz daha eziliyordum, intihar: ecelini dinlememek. Yaşarken ölmekten daha iyi değil midir bu? Üstelik çürümek, kayıt altına alınan tüm kayıtlarla birlikte, onlar arşivde, sesim boşlukta. Gülümsememdeki acı zehirle dudaklarımı sarkıtırken, sallandığım salıncağın zincirini boynumda hissettim. Eğer boynumu birkaç yüz kere kesmeselerdi, kesin boğardım kendimi. Ecele yol veriyordum, Azrail’in işini kolaylaştırıyordum. Cinsiyetime eklenilen süsleri alıp, cinayetime takmak istiyordum, hayatın beni takmadığı yerden. Nasıl unutulduğumu anlatmak için hatırlamak zorunda kaldım, içimi ihbar edebileceğim bir kurum bulamadım, ıslık çalamadığım için şiir okudum, uyurken dinlediğim şarkıları hiç unutmadım, sadenin sadesine kadar ayıklandı içim, şiir gibi bir hayat değil de bir türlü tahlil edemediğim bir roman gibi yaşadım, iyi bir iş çıkaramadım. Seri ölümlerde kendime yer ayırtamadım, sıra bir türlü gelmiyordu, katilimi seri bir şekilde istiyordum. Seni haklı çıkarmak için defalarca kendimi suçladım, bu büyük bir haksızlıktı, kendime haksızlık yapma hakkını yine kendimden alıyordum. Cüretlerinle küstahlığın arasında sıkışıp, kalmıştım, bu hak belki de oralardan geliyordu. Her gece beni başka bir biçimde üzüyordu, sanki bir romanın en üzünç yerine denk gelmişti hayatım. En sahip olunamamış şiir kimsenin tamamlamaya cesaret edemediği yarımdı, yaraydı. “Bir varmış, yokmuş”la başlayan her masal yok oldu.

Kölelerin hiç durmadan, kendini düşünmeden ve hırpalarcasına çalışırken, teselli buldukları tek şey kaderdi, herkesin efendi olamayacağına inanmışlar ya da inandırılmışlardı, huzuru bilmedikleri için de imkânsızlığı huzur zannediyorlardı.

Olmayan aşkın, olmayan ıstırabına kendini inandırmak mı istiyordun flues? Her şeyin bunca yalan olduğunu bilerek, kendini kendinde kandırma gücünü mü test etmek istiyordun? İnandığına inancını kanıtlamak peşinde miydin bunca yalanın peşinde yuvarlanırken? Dizlerin kanarken aşk fısıltıları nerede sönüyordu? Yaşam denilen enerjinin feri nerede sönmüştü, kimlerde başlamıştı? Herkesten bir şekilde uzaklaşmanın bahanesini buluyorum kendimde, aslında bahanelere sığınacak kadar da basit değil, düpedüz uzaklaşmam için kanıt buluyorum kendi içimde. Zamansız, hesapsız ve plansız gülebilmelerim de bir işe yaramadı, kendimi ayrıcalıklı sanıyordum, acıklıymışım oysa. Diğerlerinden tek farkım aklım gökyüzüne biraz daha yakındı, acıklıydık aslında. İçimdeki huzursuzluğu tarif edecek kelimeleri bulamadığım için belki de her şeyi sonlandırmak istiyorum, insan kelimeden de kelimesizlikten de ölebilirmiş, bunu bilin istiyorum. Yüksekten atlama isteği her zaman psikolojik sorunlar olduğunu göstermez, insan bin türlü şey için yüksekten atlamak ister; uzaklaşmak için, uçmak için, yukarıdan yuvarlanmanın nasıl olduğunu öğrenmek için veya küçükken kaçırdığı uçan balonların nasıl gittiğini anlamak için. İlla ki psikologların dediğine göre intihar eğilimi gibi nedenler mi yakıştıracak uçuşumuza?

Küçümsenemeyecek kadar yok olmuştum, kalan yanlarımla da azımsanmayacak kadar delirmiştim. Ölü gibi bir deli, deli gibi bir ölü, yatsam bile rahat yatamazdım emindim. Sürünürdüm, ters dönerdim, kemiklerim şimdiden sızlamaya başlardı muhakkak. Ayakta olmam gereken yerde yuvarlanır, kimsenin ayakta duramadığı yerde dimdik ayakta olurdum. Hayatında çok sevdiğin, boşluğunu bir türlü kabullenemediğin ve artık şimdi sadece şey olmuş eşya gibi şeyler yüzünden bir daha normal olamazdın. Buna rağmen normal gözükürdün, birilerinin yanması içindeki kıvılcımı büyütürdü sadece, bunu bile etmeye tenezzül etmezdin. Toz kokusunu özler mi hiç insan? Çocukluğu hatırlatıyorsa küf kokusu, rutubeti özlemez mi? Bunu fark edebilecek kadar canlıyım diye sevinmez miyim hiç?

Hayatlarını bölen insanların kendilerini kandırmak için biraz renk verip parçalanmış ömürde oyalanmaları, yeni oyunlar uydurup, yeni oyuncaklar keşfettikleri bir dünyaydı burası, adına mutluluk deyip, zamana uyacaklardı çünkü mutlu olmak için hiçbir şeyden geri kalmamak gerekirdi. Ama sonunda herkesin öldüğü can sıkıcı bir hikâyeydi bu hayat. Ömrü vefa ettiği sürece anlayamayacaktı bazıları da, sonunda ölüm olan bir hayatta nasıl mutlu olunacağını, bu durumun mantıksızlık olduğunu bir türlü diğerlerine kabul ettiremeyeceklerdi.

Altı Ağustos İki Bin On Dokuz 15:00
Nevin Akbulut