Browsing Category

dergi

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Yarımca

Sadece sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip, tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum, bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.

Yorgun bir günün ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba, ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi, hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık, bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma. Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca, içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim. Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var, elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.

İlaçlar bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara, güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor, bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa, üşütmezdi sanırım.

Havadar alanda gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda, mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor, üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.

Bazı cümlelerin hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde, bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…

Tüm rahatsız ruh tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte, gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde olamam.
Açık camdan içeri giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu, gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.

Hayat; ya hiç gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç gelmeyecek olan istasyon.

Uzun zamandır bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler, bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.

Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana günah olarak yaratmıştı!

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Konforlu Yalnızlık

Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu.

Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum.

Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım… Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz.

Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre…

Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların.

Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum…

Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor…

İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor.

Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım.

Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.

Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz…

Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Hanımelinin Ojesi

Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.
Bazı zamanlar hiç akmıyordu.

İlkokula giderken, resim dersinde hep aynı sarı saçlı, hep aynı boylu, zaman zaman gözleri değişen aynı kadını çizerdim. Silgi kokusunu severdim, kurşun kalemi tutuşum hiç değişmedi yıllar sonra. Öyle sımsıkı, parmağımı acıtırcasına…

Roman yazmaya teşebbüs ettiğim o gece suçlu gibiydim, haberim olmadan hatta haberin olmadan kurgulamıştım, düşüncelerim suçluydu, kalemim masum. Belki de haberimiz olmadan Allah bizi aynı romanın içine yerleştirmişti, bunu ben yapmamıştım, düşüncemin içine belki o katmıştı, elim suçluydu daha ilk paragrafta yorulmuştu, kalem tükenmeye yüz tutmuştu, Pamuk Prenses masalları doldurmuyordu içimin odalarını, daha çok birdenbire geceleyin karşıma çıkan kâbuslar dolduruyordu. O kadar da korkunç değildi roman, başımı kitaplığa çarptığımda. Belki bu romanda tam da bu saatte ölürüm umuduyla, okuyucunun umutsuzluğunu ölçmek istemiştim, patlamış mısırla okunamayacak bir şeydi bu, film izler gibiydi hayaller, ucuz bir sahnede âşık olacaktık, buluşma saatini kaçırmasaydık ya da biraz daha beklemeyi akıl edebilseydik, gelmez diye hemen umutsuzluğa düşmeyiverseydik.

Hâlâ çıldırmadıysam düşündüğüm şeyler var demektir, birilerini haklı bulma, birilerini haksızlığın içinde bulmak gibi. Kendimi yerli, yersiz bir yerlerde olacağımı düşünmek gibi… Her gün standart acılara uyanırken, çektiğin sızının onda biri bile alışılmış değilken, değişken ruh hâlin her an biraz daha törpüleniyor, sen o yarım yamalak ruhunla hâlâ bu düzensiz düzende var olacağını mı sanıyorsun? Ah nasıl yanılıyorsun, nasıl kandırıyorlar, nasıl yanılıyorum…

Geniş zamanlı sancıların boyunu ve tarihini ölçemiyorum, konduramıyorum da bu duruma matematik hesaplarını, rakamlar kesinliği, harfler de biraz kıvraklığı gösteriyor, biraz da kırılganlığı. Mutlu olduğum yemekler yok artık, mutlu olduğum sözler gibi, mutlu olduğum kuşlar da uçtu gitti, açtığında mutlu olduğum çiçekler gibi, kahkahalar istemsizce dökülürken ağzımdan, tam zamanlı bomba gibi patlıyor gözyaşlarım. Sahi ne kadar tanıdık değil mi yanaklarıma, her gün sızan o ılıklık… Biraz bekleyince tuzun tanıdık yakması, dudakların buna tanık olması. Hâlâ çıldırmadıysam henüz ağlayabildiğim içindir ve hâlâ delirmediysem, bir gün delirip, kendimi yok etmek içindir.

Hiç yazamayacağım bir romanın en sessiz kahramanı olarak konuşuyorum burada, beni anlamalarını ummuyorum, görmelerini beklemediğim gibi. Arama, bulma ve kurtarma çabaları da yersiz artık bu satırdan sonra. Ruhaniliğimden sıkılırken birileri, ben de onların egolarından sıkıldım. İki kitap okuyarak edebiyatçı, iki manevi sohbete katılarak nirvanaya ulaşılabiliyor artık, belki de bu yüzden hiç olan yerimden, hiç kımıldamıyorum, başka sesleri taklit ederken bazıları, kendi rengimle aynı renkte kanadım, rengimi gizlemedim, yüzümü de…

Acılar elbette bir yere yerleşeceklerdi, en uygun yer gözlerimdi, büyüklerdi, izin verdim. Varoluşumdaki çaresizliğe derman bulamadım, içimdeki kelimeler biraz daha yaşasın diye buradayım. Nasıl böyle bir dizeye hâkim oldum bilmiyorum, kanatlarım var sanıyordum, uçamıyordum, mutsuzum zannediyordum, durmadan gülüyordum, insanlığımın huyunda varmış ters orantı. Yine de çok fazla kafa yormadım, ellerimi üşüdüğümden sıcak masallara göndermiştim, gözlerimi büyülü şiirlere, geriye saçma sapan bir ruhum kalmıştı, o da sıkılmıştı. Aklımda kuşlar geziyordu, tutamıyordum onları, oysa benimsediğin, çok önemsediğin bir şeye insan somut bir şekilde dokunabilmeliydi, dokunamamak laneti küçüklüğümden beri peşimi bırakmamıştı. Zamansızlığımı düşünüyordum, zamansız gelişimi, doğuşumu, büyüyüşümü, hiç birinin çözümü yoktu, sonra sızılar elle tutulur olmaya başladı, yalnız gözümde değil, elimde, kalbimde, kollarımda, sırtımdaki sızıda, her yerde büyüdüler. Ruhum çağını şaşırdı, varolduğum zamanla hiçbir zaman örtüşemeyeceğim. Şu zamana sığamadığımdan, geçmişteki zamana sığınmayı seçtim. Ama bir adım geriye gidemedim. En büyük zamansızlık aslında, anlaşılamamak ve aynı zaman haksızlık…

Hayatın başka ellerden düşme, parça parça hikâyelerden oluşan, bir kolajsa, ne yapabilirsin ki? Hangi parçanın peşine düşebilir, hangi tarafını tamamlayabilirsin? Hayatını hangi büyük cümleyle tanımlayabilir, ömrünü hikâyenin neresiyle özetleyebilirsin?

Çoğu zaman hayat değerliymiş gibi davranıyorum, ama onu avuçlarımda tutamıyorum, o beni değerli olarak görmüyor, bilmiyor ya da, tıpkı benim bazı şeyleri yaparken düşünemediğim gibi. Odamda rutubet var, sürekli var, yine de bitki çayları içiyorum, sağlıklı beslenmeye çalışıyormuşum gibi yapıyorum, oysa her dakika sağlıksız geçiyor. Nedensiz, bir şeyler beni kötü ederken, ben başka bir şeyleri iyi edebilir miyim bilmiyorum, dokunan iç içe geçen parmaklarımla, iç organlarımın yerini şaşırdığımdan beri, neyi ne kadar engelleyebilirim hiçbir fikrim yok. Ağrılarımın nedenini içimde bir yerlerde arıyorum, iyi ki içimi göremiyorum. Damarlarım yerli yerinde değil, kimisi kaymış, kimisi kurumuş, kalbimde bir tekleme, ciğerimde delik var. Buna rağmen yüzümü güzel hissettiğim, ruhumu sağlıklı bildiğim zamanlar da var, o zamanlar dünyanın değerli bir bireyiymişim gibi budala bir his yapışıyor beynime, sonra öyle olmadığını hatırlatacak muhakkak bir şey oluyor. O afili his, düğün salonunda beş saat sonra dağılan salon gibi bomboş, kirli ve mide bulandırıcı bir hisse dönüşüyor. Her şey kokuyor işte o zaman, mesela kelimeler, ismine uygun kokuyor, çiçek kokusu çok az, tükenmiş, birileri çiçek kokularını alıp, kendilerine saklamış muhakkak.

Yaşamak istemediğim zamanlarda, mevsimi geçen bir çiçek gibi, kuruyup, ölüp, kalsam öylece ve sonra başka bir bahara, upuzun bir zamana, dünya beni unutana kadar yeniden açmasam…

Hayata siyah bir ölüm masalının üzerinden tutunmak, tıpkı eldivenle gözyaşlarını silmek gibi…

Bir anlasaydınız cinnetlerimi, bir anlasaydınız nasıl bir tabutun içinde sıkışıp, kaldığımı, bir anlasaydınız gözlerimdeki hayal kırıklığının yerini artık yalnızca siyah bir ölümün perdelediğini… Bir damla mutluluğu hayat bana çok gördü, üstelik çok susamıştım. Şimdi ben kime neyin minnetini besleyeyim?

Uzun zamandır işsizim, hayalsiz kaldım. Üzüntüden düşünecek hâlim, hayal kuracak takatim kalmadı. Babamın ayakkabısıyla birlikte, bir örümcek sızıyor içeri eşikten. Yaz akşamları kızıl kokuyor buralar, hanımeliyle karışık. Ben daha çok mor kokuyorum. Hanımelinin ojesi kokuyor belki. Sonra bir tereddüt sarılmış boynuma, bazı çiçekler çok konuşkan, bazı yıldızlar çok yakışıklı. Bazı heceler, gecelerden daha derin. Bazı geceler çok üşüyorum, ağladığımdan belki, su kaybediyorum. Gözyaşlarımı biriktirip, su torbasının içine zulalamak istiyorum. Gülümsüyorum, böbreklerim bir kez daha kasılıyor, ben de katılıyorum onlara. Gülümsüyorum çünkü bazen çok kırmızı kokuyorum, hanımelinin ellerini öpüyorum. Dudaklarım hanımeli gibi gülümsüyor, çok gülüyorum çünkü bazı çiçekler çok âşık.

Bir Temmuz İki Bin On Altı 16 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Altyazıların Aynaları

Altyazılarımın aynaları, bana kendimi daha deli hissettiriyor, insanlığın son gösterimi de çok sattı, vurulduk, öldük, eksildik, zaten eksiktik. Kucağımda bir kedi uyuyor, bundan şefkatli bir şey var mı bilmiyorum. Sormak da huyum değil, bilemeyince fazladan birkaç gülümseme daha ekliyorum, anlamadığım, anlamını bilemediğim ya da algılayamadığım her şeye… Vazgeçtim uğurlu sayımdan ve günümden, vazgeçince tüm günler birbirinin devamı gibi oldu, uğurlu günlerin bile uğursuzluk getirdiği zamanlar oldu, yazık oldu, yine günsüz kaldım, güneş tepemdeyken. Bir karınca kadar bile fark edilmeyeceğim belki, bir toz kadar yerim olmayacak çölleşmiş dünyada, belki de kayboldum başka büyük tozların içinde, çöle sormak lazım ya da çölün sahibine. Avucuma bir şiir sığsın istedim, çocuklara masallar anlatayım istedim ama hiç masal bilmiyordum, hiç masalım olmadı çocukken ya da hiç masal anlatılmadı küçüklüğüme. Önceki hayatım, zamanlarım yokmuş da sanki şimdi her şeyin dehşetle farkına varmış gibiyim, yaşamak eziyetinin yolcusuyum. Bir şiir istedim avuçlarıma sığacak kadar, yalnızca bir şiir, adının geçeceği, şehrimin içinde olacağı, satır arasına kendimi de iliştireceğim, bir şiir. Ellerimi açıp, dua ederken Allah’a gösterecektim. Olmadı, bir şiir sızıp, kalmadı avucumda, oysa kalbimin her odasına yüzlerce şiir sıkıştırmıştım, ellerim o kadar küçük müydü?

Hiçbir şey yokmuş gibi yapınca hiçbir şey olmuyor, insan sadece buna inanıyor, bir şey olmadığına, olmayacağına. Kimi zaman iyi gelen kötü şeyler var, kimin uydurması, neyin tedavisi? İyileşmek her zaman iyi gelmez. Hayallerimi kimsenin un ufak edip, ezip, yemeye hakkı yok. İçim kurudu huzursuzluktan, huzursuz yaşamaya alışınca insan içini çürütüyor. Buzdolabı değil bunun çaresi. Yenilmişlik hissi, insanın neden burada olduğunu sorgulatıyor, yenilmişlik aldanmak hissiyle aynı.

Korkuların da koktuğu zamanlar olmuştu, üzerinde aynı hırkayla günler geçiren adamlar, onun için en önemli birinden gelen bir hediye, unutmamak için giyiniyordu, gerçekliğini kendine ispatlamak için belki de. Aynı elbiseyle sabahladığım geceleri unutmak istedim, elbiseler hatırlattı. Bir elbisenin giyinmek dışında başka anlamları da vardı ve beni o anlamlar hırpalıyordu.

Şu yazın gelişinde bile saçma sapan umutlu bir şey var, geçmişe özlem var ama her gününe değil. Varlığımda daha önce yaşanmışların dejavu hâli var, ayaklarım tedirgin, ellerim titrek, sesim hep çatallı ve yorgun, ruhum dingin, beni huzursuz eden asıl kalbim. Beni kaçıncı kez delirttiler, hem de hiç fikrimi sormadan, defalarca sinir ettiler, iki kez aldattılar, yüzlerce gece ağlattılar, binlerce kez hasta ettiler, beş kez kestiler, bir sürü kanadım. Kurumuş yapraklar, dudaklarımı iyi tanır, çiçekliğimi iyi bilir koca çınarlar ve bir tek onlar bilir. Defalarca aldandım, bulanık sularda yüzümü aradım, aynalar gizli satırlardan başka bir şey değildi, gözümün kalemiyle alnımın yarısını karaladım. Üç satırlık yazgıma yer bıraktım. İçimdeki tanımını yapamadığım şeyler belirginleşmeye başladıkça, ben silikleşiyorum. Üstelik azalıp, ölüyorum, azap gibi bir şey. Kalbim yalnız açılmayan pencerelere açık, ağzım akmayan musluklara, susuzluk gibi bir şey şu zamanlar, açarken kalbimi biraz daha yeniliyorum, azalıyor kalbimin odaları, beni sıkan şey kalbimin hiçbir yere sığamaması.

Akşamın oluşunda tanıdık tedirginliklerim var, yanındaki sandalyeye endişeyi de oturtuyorum. Huzursuzluk gecenin boyunu aşıyor, pencere açmak istiyorum ama dışarıdan daha çok korkuyorum, dışarının güvenliği, içerinin güvensizliğinden daha güvenli değil, tek başıma yürümeyi biliyorum, yokuş çıkmayı da, hatta yokuş inmeyi çok seviyorum, semtlerden başka semtlere, şehirlerden başka şehirlere gitmesini de biliyorum ama en çok kaybolmasını biliyorum. Camın kenarında beklerken, umut kusan içimle, hayatın karmakarışık kardığı kartları düşünüyordum, gelmediğinde bir daha karmaya çalıştığım günleri, sonrasında geçmiş günlerle gelecektekiler birbirine karıştı, yaşamadığım günler bile yaşanmış oldu. Leyla sanki bir çöl ismiydi, şefkat en çok anne ellerine yakışırdı, bütün çamaşır asan kadınlar sanki merhametliydi, kader en yakın kardeşleri gibi sokak lambasının direğinin altında bekliyordu akşam olunca. Ardından keder geliyordu, kapının altından, anahtar deliğinden selamsız giriyordu içeriye. Adım uzak bir ülkede ıslak bir semt ismi gibiydi.

Sabahın erken saatinde sahile inen insanların genellikle kimseleri yoktur, ikide bir elleri telefona gitmez, hatta o kadar zaman geçmiştir ki kimse aramayalı, telefonun varlığı bile unutulmuştur, çoğu zaman cepte olması gereken telefon muhtemelen mutfak tezgâhının üzerinde, masanın bir köşesinde ya da kitaplığın önünde unutulmuştur. Dalgaların ıslattığı sulara basarak geçiyorum, yalılara, köşklere tur düzenliyorlar, şehrimin zenginliklerini göstermek için, yalnız uzaktan bakmak şartıyla. Böyle bir eğlence anlayışında benim kafam hiç eğlenmiyor. Biz ancak o güzel yalılara demir parmaklıklar ardından bakabiliriz ya da bazı ışıltılı, pahalı romanlarda rastlayabiliriz, belki hâlimizi o anlık unutarak, hatta umut etmeye cüret ederek, kafası karışık hayaller kurabiliriz. Ne denizlerine girebilir, ne havuzunda yüzebiliriz. Oysa bir zamanlar bir masala inanmıştım, ömür boyu deniz kokacaktım, çok yüzecektim, tuzlu tenim dalgalarla yarışacaktı. Masal olacak kadar da uzak bir zaman değildi. Bazı şeylerin masal olması için ninemin zamanında olması gerekmiyordu, inanmak yeterliydi.

Şimdi yalnız sulara basabiliyor ayaklarım, her bastığım yerde ufak, ıslak izler bırakıyorum, sesimin izini bulaştıramadığım semtlere. El izimden, gözümün renginden değil de hüznümden teşhis edin beni.

Ufacık bir şeyden dolayı, hayattan bir kez daha soğudum, bir anda hem de. Soğurken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha tekrarladım kendime. İnsanların umutlu yüzleri, gülen, sarmaş dolaş halleri vıcık vıcık yapıştı yüzüme. İğrenç ve gereksizdi bunca umutlu ve kahkahalı olmak, onlardan olamadığım için de onlar beni özürlü olarak görüyor, ben de kendimi yetersiz olarak tanımlıyorum, sanırım ikisi de aynı şey, aynı anlama gelemeyen…

Çay bardağındaki küçük çiçek büyüdü, salındı, saçlarını kısacık kesti, her gün yanmayan kaloriferin üzerinde, camdan sızan güneşte güneşleniyor, pencerenin kenarından gelen rüzgârla serinliyor, saçlarını bir kez daha kısa kestirdi, artık yaz geldi, çiçek büyüdü, sigaraya başladı.

Bir semazen gibi durmadan, dönüyorum, dönünce unuturum zannediyorum çünkü dönünce düşünmeye fırsatı olmuyor insanın, zaman da izin vermiyor buna. Fırtınanın en gerisinde yapayalnız dolaşırken görüyorum kendimi, döndükçe gülüyorum, döndükçe rüzgârgülü oluyorum.

Başkalarının hikâyesindeki gölge gibiyim yazarken, olmayanı oldurmaya, olanı olduğu gibi kabullenmemeye eğilimim var. Öyle ya, bizim hikâyenin kurgusu başka yazarların eline geçmişti, bundan sonra ne yazsam inanamazdım.

On Yeni Haziran İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Sarmaşıklar Kızıllaştığında

Sabahları uyanıp, aynaya baktığımda, gözlerimde aynı şeyi sorguluyorum. Aynı yaranın yaşı duruyor orada, şah damarımı sızlatan, sürekli atan damarın bazen duracakmış gibi olması gülümsetiyor beni, korkutmak yerine. Benimle birlikte büyüyen ve hiçbir yere gitmeye niyeti olmayan o yara her ağladığımda hatırlatıyor kendini, bir çocukluk yarası, hiç tanımlanamayan bir yarımlık, benimsemeye başladığım hüzünle birlikte. Yersiz yapılan bir çocukluk şakası gibi, çocukluğunda kaybettiğin en çok sevdiğin ilk oyuncak bebeğin gibi ya da parçalanması gibi en sevdiğin ayakkabılarının… Albenili bir mecaz, bir intihar özlemi, varlığını gördüğün insanların hemen yanı başında, yokluğunla savaşın, bambaşka bir dünya, herkesin dünyası kendi içinde kalakaldı. Akıtamadığın gözyaşların içinde büyük su birikintileri oluşturdu.

 

Bir kelime için günlerce ağladığımı hatırlıyorum. O tek kelime tüm anlamları ortadan ikiye kesmişti, gözyaşlarım yanaklarıma küçücük bombalar hâlinde düşüyordu, yüzüm paramparça oluyordu. Kalbimizin kaldırdığı ağırlıkları hesaplasak, altında eziliriz, yok oluruz. Göçük altında kalan hayallerimizden umudumuzu kesemiyoruz, kendimizi kandırmakta o kadar ustalaştık ki artık, ilk söylediğimizde kendimize, inanıyoruz. Uğraştırmak istemiyoruz kendimizi, yorulmak istemiyoruz ama bazı kelimelerin ağırlığını kaldıramıyoruz ya da böyle kaldırdığımızı kendimize ispatlamaya çalışırken ince bir sızı şeklinde küçük yollar oluşuyor yüzümüzde gözyaşlarımızdan. Çocukluğumu bile özlemiyorum artık, olmayacak bir şeyi neden özleyeyim ki? Onun yerine olabilecek şeyleri özlüyorum, insan çocuk parkları yerine intiharı özler mi? Tüm salıncakları çalındıysa çocukluğunun, özler tabi. En çokta kendine inancını da yitirdiyse, hakikatin bile sahte bir dünyanın içinde yalanlarla dolu, sahtekârlıkla yoğrulmuş düzenle sürdürülebildiği gerçeğini kanıksadığıysa, özler.

 

Nasıl bir fotoğraf insanı yıllar öncesine götürür? Mutlu zamanlar yalnızca oralarda Mesela hiç unutmuyorum ilk izlediğim sinema filmini, şarkıları ilk sevmeye başladığım yılları, hiç unutmuyorum ilk heyecanımı, ağzımda kalbimin atmasını, o zaman şikâyet ettiğim her şeye şimdilerde nasıl da muhtaç olduğumu… Geçmişe gidebilmek için, fotoğraflar yetiyor bazen, orada bırakmak isterdim kendimi, en masum zamanlarımda. Özgürlük diye bir şey tutturdu yüreğim sonraları, severken kısıtladığım her şeyi ölürken özledim. Benim kuş olmakla ilgili derdim de ihtimalim de aynı orantıda…

 

Boğazımdaki düğüme kelimeleri borçluyum, o yüzden yazıyorum, çözülmedikçe… Çözemeyince güzelleşen şeyler var, özleyince biriken şeyler var. Gitmek isteyip gidemeyince cehennem, neden cenneti özleyeyim ki? Yağmurlu günlerin bezediği grilik gibi yarım kalan duydular, gittikçe siyahlaşıyor. Bir zaman sonra kelimelerine vurulduğun insanın ellerini bile unutuyorsun, sonra yüzünü ve en sonunda da gözlerini. Ama kelimeler kalıyor, onlar hiçbir yere gidemiyor çünkü cehennemi hatırlatıyor sana.

 

Olmayacak bir şeye inanmak; yalnızca zaman kaybı değil aynı zamanda anlam da harcatır insana. Pencerelerden başka dünyalara açılacak anlamlar. İnanmak çoğu zaman kısıtlamaktır kendini. Olmayacağını bilerek ilerlediğin o yol kocaman bir kısır döngüdür. Bir bakarsın ki yılların bitmiş, nefesin tükenmiş, enerjin durup durduğun yerde kendini tüketmiştir. Kalp kırıldığında, yavaşça ölmeye başlarız. Bundan sonra merhem olmaya çalışan her şey yalnızca bir süreliğine acıyı hissetmemeyi sağlar. Geçici olarak uyuşturur, iyileştirmez.

 

Aşkın varlığına inandığın anda ruhunu hırpalamaya başlıyorsun, ruhunun hiç önemi olmuyor, onu kollayamıyorsun, tıpkı masumiyetin gibi. Aşka inandığın an, her ama her şey doğru gelmeye başlıyor. Mürekkep bulaşmış elin masumiyeti, herhangi bir jiletin parlaklığının keskinliğinden daha ileri gelmesinin hikâyesi bu, bilekteki damarın yanında nasıl soluksuz ve solgun kaldığının. Utangaçlığın yanında masumiyetin iki katı arttığının çoğalması ve çağlaması, bembeyaz fayansın üzerinde güzel duran kırmızı damlalar, banyo ışığının loşluğunun altında parlaklığının keskinliğinin tüm dünyayı kesecek kadar yeterli olması ve kırmızıya boyanırken, gözkapakları bile hayret sarıyor ortalığı bu yüzden ağlanmıyor, üzülmek için doğru bir zaman değil, hiçbir zaman olmadığı gibi. Noktayı nereye koyacağımı bildiğim hâlde koyamamak gibi… Sanki sen hariç herkes ya da her şey karar verebilir buna, şu küçümsediğin yazı bile.

 

Acıyı bile dilediğin miktarda, istediğin anlarda yaşayamıyorsun. Mutluluğun bulunduğun ortama göre değişiyor, rehin. Kabın şeklini alan su gibi, içinde bulunduğun şey, seni saran durum yani dışındakiler çok şekilci. İstediğin zaman ağlayamıyorsun, senden hariç yedi milyar kafa var, bir de korkuların. Ardında pencere kenarında, korkulukların ardında biriken fesleğen cenazeleri, kuruyken bile bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ölmek için bazen bir mevsim bile yeterli. Neden vurguluyorum bu cümleyi, oysa anlatmak istediğim tamamen başka bir şeydi. Vicdan için yalnızca bir karıncanın kendinin kaç katı yük taşıdığına şahit olman yeterli. Hüzünlü akşamlara olan bağımlılığımızı kimseye yaklaştırmıyoruz, kimseyi karıştırmıyoruz bu işe, benciliz belki ama birinin yanında bile yalnız kalabiliriz. Üzülmek istiyorsun ve üzülmek için dünyada yedi milyar neden var.

 

Bahçede, ama bahçe kurumuş, bilmem kaç asırdır… Öylece, bir saksının içinde unutulmuşum ama saksı yepyeni duruyor, belki de başka bir dünyadan getirilmiştir bu bahçeye, bahçe demeye bin şahit istiyor. O saksının içinde öylece unutulmuşum, aradan uzun, upuzun zaman geçmiş, ne kadar olduğunu ben de bilmiyorum, ne kadar olduğunu bilebilmem için, önce akşamı ve sabahları saymam gerekirdi en azından ya da güneşi ama ben her gece yıldızları saydım, belki yıldızların toplamından daha çok kaldım bu bahçede. Neyse, konu bu değil zaten, unutulmam da konu değil, konu neden burada olduğum, ayna ihtiyacı hissediyorum mesela, belki bakabilsem gözlerime, ne kadar zamandır orada olduğumu yaşlarımdan bilirdim. Birisi sanki az sonra gelecekmiş gibi bırakmış orada öyle ama gelememiş, gittikten üç gün sonra ölmüş ya da birisi, tıpkı bu bahçe gibi, şimdi ben de biraz ölü sayılırım. Ölü sayın beni, ölü gibi sevin. Diğer tüm bahisleri kapatalım.

 

Kalbim ekşidi biraz, göz bulantılarım bu yüzden, bir burun bunaltısı, boğazımı kadar kaplayan. Bir göz yanılgısı, birkaç söz kandırmacası, istemediğim şeylerin tamamıyla hayatımda yer etmesi, bana daha fazla yer kalmadığını gösteriyor. Karanlık odalarda sabahlamak da işe yaramıyor, görmek istemediklerimi görmemek için. Sarmaşıkların kızıllaşmaya başladığı mevsim bu, sarmaladığı yerlere, kupkuru ruhlarını bırakıp, gitmeye başladığı zaman. Şimdilik tüm dünyalılara veda vakti, hep bir ağıtı içinde götürerek, kalbinin sürgününden kaçma vakti.

 

Dikenli tellerin sınırladığı kentler gibiyim, kendime yabancı, yakın ama yabancı. İçimde bir yerlerde saklamak zorunda kaldığım o kelimeyi söyleyemediğim için susmaya başladım. Anlatabildiğini zannettiğin cümlelerin ezikliği… Abartabildiğim tek şey susmaktı, susmaları büyütüyordum, kelimeler küçülüp, kendi hikâyesinin içinde silinip, yok oluyordu. Mevsimler gürültüsüz ama acıtarak geçiyor. Sarmaşıklar böyle kızıllaşıp, böyle güzelce ölüyor.

 

On Bir Kasım İki Bin On Altı 16 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kelime Düşüşleri

Bir bütündüm, parçalara ayrılmadan önce. Bölünmek her şeyi ayrı düşünmek demek de değilmiş, canının etinden ayrılması gibi bir şey. Zaman geçtikçe insan çevresinden çok kendi içindeki kötülüğün de farkına varıyor. Bana yapılan kötülükler için onları cezalandıramayacak kadar iyiyim, ama kendimi öldürebilecek kadar kötüyüm hem bunun için yani kendimi öldürdüğüm için kimse beni cezalandıramaz. Eksik parçama sahiptin, vazgeçilmez değildin. Şimdi şurada hemen ölsem bile kalbime gömdüklerim kadar yer kaplayamam. Gülkurusu tadında hayaller kurunca, ağzında gül tadı kalmıyor, reçel falan da olmuyor dökülen yapraklarından, muhtemelen kurumadan yapraklarını yiyorlar sana da dikenleri batıyor. Ya koparıyorlar ya da solduruyorlar.

Kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını aynadan başka anlatacağın hiçbir yer yok. Sinirlenmelerin, yumrukların, küfürlerin her defasında aynaya çarpıp, kırılıp, çoğalarak yine kendine geliyor. Senin kendinden başka kızacağın hiç kimsen bile yok. Kendi içinle çarpışmaktan sürekli sarsılıyor gibisin, kaç deprem atlattı yüreğin hesaplayamıyorsun. Savruluyorsun hiç durmadan, yine de yorgunlukların seni dinlendirmeye yetmiyor. Bir yerde düşüp, ölmen gerekir belki de… Kimseyle savaşamadığın için hep kendine yeniksin. Sürekli kendinden ve her şeyden kaçma hâlindesin ama her gece ıssız sokaklarda tek başına dolaşırken, yine yakalandığın kendinsin. Hep sonbahar mevsiminde, hüzün durumundasın, gözüne hep kirpik kaçmış da çıkaramamış gibi, gözyaşlarını kendi ellerinle silmek zorundasın. Son günlerde ne kadar da az gülümsediğini bir tek sen fark ediyorsun, yüz hatların gittikçe sertleşiyor, dışarıdan baktığında kendine hep sinirli gibisin, olgunlaşıyorsun. Olgun ve anlayışlı bakışların var artık. Kendinden başkasına borçlandığın da yok, güzel günler göreceğiz diye kandırdığın kendin. Bölündün, parçalandın ve dağıldın ama çoğaldın da aynı zamanda. Çitilendin ve tortulandın, yıllar sonra akıllanan kalbin gibi ya da yıllanmış şarap gibi bir tat oldun. Her şeyi boş vermenin derinliği ve sessizliği var gözlerinde ve büyük yitirmelerin boşluğu dudaklarında. Unutmanın sükûneti kaplıyor şimdi tüm suratını. Her şeyi solgun ve gerçek renklerini görmeye başladığından beri artan bir hissizlik duygusu yerleşti içine, kendinle arana bile mesafe koydun artık, daha az konuşuyorsun, daha az kavga ediyorsun çünkü aynaları patlatmanın bile hiçbir işe yaramayacağını biliyorsun artık. Kaygıların gün yüzüne çıkıyor, memnuniyetsizliğinle birlikte. Ne yapacağını şaşırmanın yanı sıra, hiçbir şey yapmanın bir şeye yaramayacağının endişesi terk ederken, rahatladığını zannediyorsun ama yalnız bir süre için geçer bu rahatlık. Uzaklara gitmek için gönülsüz, hayal kurmak için artık fazla gerçekçisin, suskun ve soluk perdeler gibisin, ne zamandır burada öylece oturup, kaldığını bile bilmiyorsun. Geçmişi düşünmek, geleceği düşünmekten daha kolay geldiğinden geçmiştesin sürekli çünkü geçmişte yaşanan hiçbir şey artık değişemez, bunun rahatlığı var. Sırtını geçmişe yaslayıp, yine geçmişe dair hayaller kuruyorsun, gelecekle ilgili hiç planın yok.

Nefes almaya devam ettikçe, her geçen gün daha ağır bilançolar yıkılıyor üzerime ve ağır hesapların altından kalkamıyorum. Yaşamak gittikçe yük olmaya başladı, her gün omuzları düşüren ve yaşlandıran. Şu günleri yaşayacağımızı bilseydik yine de bu kadar yaşamaya hevesli olur muyduk? Tabi ki olmazdık. İlk yaklaştığımız anda ölüme teslim olurduk. Hayatın adının “hayat” olması “yaşamak” anlamını içermiyor, daha çok zorluk, sıkıntı, yalnızlık, zorunluluk ve keder. Dünya aslında içindekileri burada durmaya mecbur bırakıp, hipnozla köleleştirdi. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var, yaşamak yüzünden. Her ne kadar görünmeseler de hepimizin bağımlılıkları var, aynı orantıda da teselli ve bahaneleri. Bunlar da bir tür uyuşturucu, insan hiçbir şeyi yalınlıkla net bir şekilde göremez oldu. Derinlere biraz inmeye kalksan ya deli oluyorsun ya da sarhoş. Kendini avutacağın hikâyelere sığınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Okuyorsun, daha çok okuyarak, başkalarının masallarıyla mutlu olduğunu zannediyorsun. Böyle uyuşuyorsun, hem de en ayık olduğun zamanda. Kimse kimseye fazladan ümit vermek istemiyor, istese de veremiyor zaten. Kimse kimsenin yarasına merhem olamıyor. Kendi yaranı iyileştirmek ya da kanatmak zorundasın, insanlar ancak sebep olabiliyor, nedenli ya da nedensiz…

Bir cümleyi diğeriyle birleştirmeye çalışırken, satır aralarında sabahlıyordum, o boşluklardan yuvarlanıyordum, dünyanın yuvarlak olduğunu düşünerek, korkumu yatıştırıyordum. Yine de başımı yastığa koyabildiğim bazı zamanlarda başım dönüyordu, o zaman dünyanın durduğunu hissediyordum. Hatıralarını unutanlardan ve kolay harcayanlardan korkuyorum. Yaşanılan şeyleri, kolayca silip, yaşanmamış süsü verenlerin hayatı var ile yok arasında bir yerdedir.

Herkes kendi düşüncelerinin çarmıhında geriliyor. Üstelik sonunda gökyüzüne yükselmek falan da yok, devrik cümleler var, devrilen bardaklar, evrilen zamanlar. Yazdıklarım deliliğimin delili olmayabilir belki, eğer öyle olsaydı okuduğumda beğenme şansın artardı. Kırmızı ruju yine kırmızı Uniball marka pilot kalemle karıştırdığımda uçmaya başlıyorum. Çocukların küçükken kaybettiği en değerli şeylerin gökyüzünde biriktiğine ancak bu şekilde inanabiliyorum.

Mürekkebin ömrüne iman etmiştik, ah nasıl da inanıyorduk yazdıklarımızın bir yerde, bu dünyada bir yerde kalıcı olacağına, ölüm bile bu kadar, böylesine, unutkan ve geçiciyken. Ne çabuk unuttuk insanların vefasızlığının harflere benzemediğini… İki gün sulamayınca, odadan soluk alan çiçeğin bile yüzüne bakmadığını.

Hiç yazılmayan bir hikâyenin çatısında beni aradığından beri, artık ölmek için daha geçerli bir sebebim olduğunu düşünüyorum. Hayallerin gammazlandığı, bir eşkıya doğrultusunun dağlarında zikzak çizerken, elleri toprak kokan, ayakları lastik kokan çocuklar, saçlarında papatya kokuları, gözyaşı döken bir gülün çizdiği kırmızıçizgide ilerliyorum. Bulutlar biraz küf kokuyor, gülün kanı bozulmuş, bozuk çiçeği yüzümle ölüm korkusunun üzerinden atlıyorum, yarı yarıya bulut üzerinde, açık üstümle, battaniyesiz ve sabahsız. Eski zamanlarda ölenleri seviyorum, özlemdi belki bu çiçek kokusuyla büyüyen ve sonra bozulan bebeklere, büyümek istemediğimden, büyümesini istemediğimden geçmişin içinde geziyordum. Kurutulmuş ve asılmış çiçekler ya da unutulmuş çiçekler ölümü hatırlatıyor, saçlarından bağlıyorum çiçekleri, balık hafızasına hayranlığıma gülüyor bebek unutkanlığıyla, ne zamandır unutuyorum çocukluğumu, dizlerimin iyileşmesi bana hiç iyi gelmedi. Biraz daha unutursam ulaşabilir miyim istediğim, özlemlerime, gözlerinde sönmeyen yıldıza âşıktım, gözlerimdeki ferin geçici olduğunu unutarak… Hangi merdiven yaklaştırabilir şimdi yıldızına ulaşmak için kaç hikâye yakmam gerekiyor, kaç masaldan firarım isteniyor? Hazırım, yıldızındaki pırıltının gölgesinde yeniden sabahlamak için tüm sabahları yakmaya da razıyım. Merdiven yanlış gökyüzüne uzandı, asılı kaldım, düşmekle ölmek arasında mekik dokurken, hiçbir şey yokmuş gibi davranan umursamaz çocukları hatırlattın bana, başka türlü sığınamazdım bir yalanın arkasına, saklanamazdım daha fazla.

Kelime düşüşlerime benzemiyordu, aramızdaki mesafe, bir kelebek ölümü gibi, bir kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığım her şey dışarı taştı, ayarlayamadım, taşıyamadım da… Yazdan kalma çiçekli elbiselerime, çiçekli kokmayı öğrettim, tıpkı zamanında plastik saçlarıma plastik kokmamalarını öğrettiğim gibi. Kirle ovulmuş duygularıma, kilden oyulmuş yüzümü sevmeyi de öğrettim. Kokulu gülümsemeler sergiliyorum, kokmuyorum, kokum kayıp, adımın eksikliği gibi, adımlarımın fazlalığı gibi, ölüme susamış birini, yaşamak sevinciyle kandıramazsın artık. Çiçek koktuğu için yıkamıyorum elbiselerimi ve yüzümü de… Ait olamadığım bir dünyadan hiç ait olmayacağım bir eve göç ediyorum. Sokaklarında şarkı söyleyemediğim bir şehirden ayaklarımı bir türlü çıkaramıyorum. Gidemiyorum ait olduğum yıllara, ağzımda yarı baygınlık, biraz daha eskiyorum. Çiçeklerim de bozuluyor, bekleyen her şey gibi. Daha fazla şiir yazmanın da anlamı yok, zaten hepsi biraz yarım hepsi birbirine benziyor. Şarkı da söylemeyeceğim. Titrek ışığın yansımasında tüm tedirginliğimle varlığıma inanmak istemiyorum. Yokluğum için her şeyi göze alsam bile yetmiyor. Yarım şiirlerle nereye kadar gidebilirsin ki? Dünyayı kaçırın benden, o yuvarlak şeyi elimden. Belki o zaman tamamlanır şiirlerim, belki dünyada bir yerde, bir şeyin altında kalmıştır kayıp ve utangaç dizeler. Üşüyorum ve bundan yalnızca hava durumu sorumlu değil, geçen yıllar pırıldayarak döktüğü pullarını yüzüme vuruyor, öyle ya gece her ayıbı örterdi evvel zaman içinde bir masalda. Sarılsan bile artık, iyileşmeyecek şeyler var içimde.
Otuz Bir Ekim İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kayıp Hücreler

Kafamdaki çiçekler vurulduğundan beri, daha karanlık görüyorum dünyayı, kapkara dünyada beyaz rüyalar göremiyorum. Rüyalarım da karanlık. Kendimi saklayabileceğim aydınlık odalar yok, kendimi inandırabileceğim hayaller de yok. Birileri tüm bu aydınlığın içini karartmış olmalı. Muhakkak öyle. Birileri aydınlığa, ışığa büyük kötülükler yapmış, yoksa bunca karanlık olamazdı etrafımız. Karşı yakaya, başka şehre ya da uzak bir ülkeye gitmeye gerek yok haksızlığı görmek için. Burnumuzun dibine kadar girip, sinsice büyümüş kötülük. Birileri bu dünyadaki tüm nefeslerin üzerine, beton dökmüş gibi ve o beton binaların arasından elimize tutuşturulan fısfıslarla nefes almaya çalışıyoruz. Yediğimiz her daim gaz.

Elbette ki son söz her zaman kıymetli olmuştur ve herkes ömrü hayatında en az bir kere intiharı düşünmüştür. Tabi düşünür düşünmez aklından silenler, silmeye çalışanlar, yok sayanlar ve düşündüklerini kendilerine itiraf edemeyenler olacaktır hiç kuşkusuz. Hatta böyle bir düşünce hiç yokmuş gibi davranabilenler de vardır, umursamazlık yine de bazı şeylerin çaresi değildir. Bunu düşününce birden acaba kendimin ne kadar yaşamaya karar verdiğimi düşünmeden kendimi alamıyorum. Sanırım içimde birden fazla intihar var ve tüm intiharların ortasında, en cılız hâliyle bir çocuk, belki yaşamak istiyor. Ama öyle belirsiz ve öyle silik ki… Yaşasa gri bir buluttan öteye geçemeyecek, yaşasa hikâyesini bir intihar teşebbüsü olarak tamamlayacak. Ölmeye belki de ikinci kez yaklaşmayı istemeyen insanların, o korkuyu göze alamayanların işidir intihar. O bana gelmeden, en doğrusu ve şuan için, (bulunduğu durumda) en iyisi ben ona gideyim. Hem en iyi savunma şekillerinden birisi de bu değil midir? Zaten olacak olan, beklenilen korkuyu, beklemeden ona gitmek ve bence takdire değer bir cesaret göstergesidir.

Herkes bir başkasının denizinde boğulmaya çalışıyor. Çok hücre kaybettim. Hücreler yenilenince sen yenilenemiyorsun. Kendini yeni değil daha çok eskimiş buluyorsun. Yaşadıklarının eskittiği bir şeyden geriye kalan, yeni hücrelerle hayata devam edince de hayat yeniden başlamıyor.

Geçici heveslerin bıraktığı kalıcı yaralardayız. Kanat takıp, uçmaya çalışan karıncalarız çoğu zaman ve kalabalık ama kanatlarımız olduğu hâlde yerlerde sürünmelerimiz… Ne kuş olup gidebiliyoruz ne de toprağımıza kafamızı sokup, rahata erebiliyoruz. Kuş olup, uçmayı aklına koymuş bir hevesle, her şeyi kuş olamamaya bağlıyoruz. Kanatlarımızdan büyük zincirlerimiz var, bizi şu duruma mecbur kılan. Yine de suçu kuş olamamaya atıyoruz.

Beni ben yapan, sensizliğimdi. Kurtulmak isteyen birinin kurtarılamadığının ağıtından sonra
artık kurtulmayı istemeyen birinin vedası, ikisi de pek hazin ve acıklı…

Sen olmayınca hiçbir şey yok gibi, unutuyorum her şeyi, yazı, baharı, sonbahar tanıdık bana, bir de dökülen yapraklar, sapları kırık, kimsesiz yapraklar, sahip olduğu şeyler bile terk etmiş onları, içi boş zamanlar, saatleri yok, mesafesi belirsiz yollar. Yörüngesi belli olmayan bir yolculuk, nereye gidersem hep aynı, hep başka, hep eksik, gökyüzü beni reddettiğinden beri bir inat var içimde, kuşlara dair, zamana dair, yaşama giden yolda koordinatlara dair.

Vakti gelmeden açan çiçekler gibi şımardım önce, sonra da sarktım, dış dünyaya açılan her pencereden, başım beton zemine çarptı her defasında, vaktinden önce öldüm, üstelik birkaç kere, her seferinde de bilmediğim yerlerde. Evin etrafını saran, iyi yürekli sarmaşıklar bile kurtaramadı beni, sadece korktular, içten içe, sessiz bir üzüntüyle. Yoldan gelip geçen arabaların kornasıyla irkildim, ölüydüm aslında, zaman erkenden his kaybı yaşatmıştı bana, ama kornalar korkunçtu ve insanlar rahatsız. Mevsimlerden habersizdim, ne zamandır ulaşamıyordum bahara, belki de daha çok vardı, hem gelse bile artık onu göremeyecektim, gelse bile o benim kuru, kupkuru, etrafa kahverengi bir görünüm veren, ufalmış, toz zerreciklerimle karşılaşabilirdi ancak. Bazen mevsimler boyu uzayamıyordu boyum, yetişemiyordum sonraki mevsim geçişlerine, ben sadece camdan cama geziyordum. Sonsuzluk sınırına yetişemeyecektim, bana kalırsa bu dünyadaki hiç kimse o sırra erişemeyecekti, sınırlıydık sırlarımız kadar, ömür denilen şeyle sınırlıydı yaşantımız. Bunca doğum, bunca büyüme, bunca koşturma ve telaş, bunca kırıklar, bir sürü dökükler, çaba, zamansızlık, yetmezlik, hepsi ölüme hazırlık içinmiş, bir sona gitmek için başlıyoruz hepimiz. Biraz daha koklamak, biraz daha fazla çalışmak hepsi son için. Biraz daha fazla su içmek o sonu ertelemiyor.

Dilek tuttuğum sıradaki parçalarım çalmadı, dileklerim de olmadı, beceriksiz mimiklerimle anlatamadım. Buruşturulup, atıldı zaman içinde önemle sakladığım dizeler, özensizce acıdı dizlerim, o şarkılar hiç dinlenilmemiş gibi oldu, kulakların vicdansızlığından silindi. Geceler hiç insaflı davranmıyor bu şehirde, başka ülkelerde, farklı isimler takılan rüzgâr hep aynı şekilde üşütüyor sırtı ve ürperen omuzları. Omuzlar yalnız değil oysa iki taneler. Aynı satır üzerinde titreyerek sabahlayan notalar gibi ama bazı şarkılar bu notaları hiç hak etmiyor. Bazıları da armağan edilen şarkıları dinlemiyorlar. Bu düzensizlik yüzünden, bu hak etmemişlik yüzünden intihar edebilir kulaklarım, bir daha hiçbir şarkıya vurulmamak için. Beklediğim şarkılar gelmiyor, dinlemek istediğim melodiler kayıp. Bazı duyguları anlatmaya sonelerin de gücü yetmiyor. Hatıra olacak kadar zaman geçmemişti, küflü bir odunluğa sakladım düşlerimi, düşmelerimi görmek istemiyordum, düşlerim kurtulmalıydı bu yangından. Gerçekten anlatamadığım hikâyeler var, sessizce içinden geçtiğim, kimseye hissettirmeden. Hayatın anlamı bir adım ilerimde dururken, ellerim dokunmayı unutmuştu, hissizdi, ondan önce uzun süre hissizleşmek için uğraşmıştım, şimdi tam da yerinde hissetmek istiyordum, anlatabilseydim, birkaç yılımın üzerinde kezzap döküp, yaktığımı, yaralarıma bile tahammül edemediğimi, onların bile yok olması için bu yangını hiç korkmadan çıkardığımı. Ama anlatamıyordum işte, iğrenç şekilde dökülmüştü duvarlar, üzerinden çok zaman geçmemişti ama geçmiş gibiydi. Kendime yeni anlamlar ararken, nefesim yorulmuştu, değerlerim gittikçe düşüyordu, hem dünya üzerinde maddi bir şekilde, hem de iç dünyamdaki yerimde. Yaşanılanları yok etmeye çalıştıkça kendim azalıyordum, anlamım kayboluyordu. Sıfırın altında değerlenirken tüm soğuklar, kışın gelmesi güzel bir şeydi, değerliydi.

Hikâyemin otopsisinin yapılması bile kurtaramayacak beni yuvarlandığım boşluktan. Dünya yusyuvarlak, sen yarımsın. Kurduğun yarım cümlelerle ne kadar tamamlanabilirsin? Bilmiyorsun, bilsen de anlatamıyorsun, anlatabilsen de anlamayacaklar zaten ya da dinlemeyecekler. İki kıvılcımla ölmek istediğim olmuştur, derinlerde gizlenen buz parçacıklarıyla, ölünce üşümemeyi hayal etmiştim, hayalleri istediğim gibi şekillendirebiliyordum o zamanlar, şimdi hayallere bile gerçeğin çirkin, biçimsiz izleri karıştı. Tükenmez kalemlerin bile artık tükendiklerinden haberleri yok, bembeyaz bir sayfaya, beyaz yazılar yazıyorlar, okunulacağını umarak. Hiçbir dile çevrilmiyor yazılanlar, belki ölüler dili, belki yolunu kaybeden hücreler tarafından okunulabilir.

Bu sene yaz uğramadı buralara hiç. Görüntüm gölgeden öteye geçemedi, ayaklarım sahildeki kumları okşayamadı. Bulutlar hiç mavi olmadı, tüm renkler aynı renksizliğe büründü, soluk gri, ama soluk aldırmayan. Güzel rüyalarımı kaybettim sularda, güzel olmayanlar da hayata diklenir gibi diklendiler karşımda, unutamadım. Tüm kötü rüyalar güzel rüyaların terk ettiği boşlukları doldurmak için yaratılmıştı sanki. Başka rüya göremiyorum, sular karanlık. Hücreler kayıp, soğuk sıfırın altında değerleniyor.

Yirmi Bir Ekim İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Bir Çığlık Karabasanı

Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.

Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?

Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.

Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?

Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.

Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?

Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!

O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.

Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.

Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.

En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.

 

Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Gündüz Sayıklamaları

Uykudan yoksun gözlerine sızdım, biraz alkollüydü. Uyuşurum diye düşünmüştüm. Gerçek değil zannettim, yüzmeye başladım, sandalım bile yoktu, beni koruyacak. Tam da bu sırada boğuldum. Gerçekliğinden emin olamayacağın bir şeye çok daha kolay kanıyorsun. Yüreğimde boş salıncaklar sallandı, çoğunun demirleri paslıydı. Dişlerim gıcırdıyordu. Gözlerimle konuşuyordum, sürekli ıslaktı baktığım yer. Pasta tadında susuyordum, anlaşılmak için biraz pastacı olmak gerekiyordu. Oysa hamurdan yüreklerle konuşmaya çabalıyordum. Konuştukça alabildiğine şekil, sustukça alabildiğine kabarmış. Söz verdim içime, kapattığım hiçbir parantezi açmayacaktım. Kırmızı sustuğumla kalacaktım. Açınca çünkü kırmızı kelimeleri, kurdele değil de acı dökülüyordu uçlarından. Sözcükler anlamlıydı fakat hiçbir işe yaramıyordu. Sonuçta hepimizin boğulduğu bir yer vardı ve zamanın bu işe pek gönüllü olduğu gerçeği… Hepimizin sustuğu yaraları vardı ve çoğumuzun anlamadığı…

Bir kuş tüyünün düştüğü yerden kanıyor olması, bazen başımıza kan yağıyor da gökyüzünden, yine de başka renk görebiliyor gözlerimiz, kuş tüylerinin ahını çok aldık.

Gün geliyor, kalbinde inandığın gerçeklerin bile ihanetine uğruyorsun, önce çevren, sonra sevdiklerin ve en sonunda da kalbin bir yalana dönüşüyor, buz gibi yalana. Karanlıkta sorduğun soruların cevabını aydınlıkta doğru alamazsın, bunu ispatlayabilirim, güneşe sorarız, uyumaya gitmeden önce, gözlerini sil, başka bir renk çıkacak içinden, başka bir renk çıkana kadar da inanma aynaya, egonu biraz daha uzaklara terk et, kalabalığa karış, seni kabullenmeseler de… Yaşama sebebimi unuttuğumdan beri, neyi neden yaptığımı hesaplamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum ya da unutmaya, unutamadıkça hatırlamak zorunda olmak canımı sıkıyor, bir harfi neden sakladığımı bulamıyorum mesela, bir sinema biletini neden çekmecenin altlarına gizlendiğimi, unutmuyorum ama amacını yok sayıyorum. Kalbime sapladığın ağrıların hesabını da sormayı unuttum mesela, yalnızca o ağrıyı hatırlıyorum, onun neden oraya yerleştiğini bilemiyorum. Haklıydım ama bunu anlatamayacak kadar yorgundum. Sonrasında bu ağır adımlarla yürüdüğüm haksızlığım olacaktı. Biraz daha içime kapanacaktım, yalancı kalabalığın tecrübeleri bulaşacaktı adımlarıma. Durmayan suların peşinden giderken ayaklarım yorulacaktı, tam da bu yüzden kalbimdeki ağrıyla birlikte ilk bulduğum boşluğa kendimi sallamak istemeyecektim, bir kuş tüyü gibi düşecektim, amaçsız, yerli, yersiz, zamansız, düşerken başka bir şeye dönüştüğümü zannedecektim, oysa düşünce saçma bir yığından fazlası gelmiyor insanın elinden. Uçarken bile hafifleyemiyorum, öyle ağır ki kelimeler, üstelik de kanıtlanamamış, anlatılamamış, yabancı, soluk soluğa.

İnsanlığın olmadığı şehirlerde, ne kadar kalabalık olursa olsun, ölmek bile basitleşiyor çünkü herkes ölüyor, çoğu zamansız ve sevgisiz. Ağrılarıma acımıyorum, ağırlıyorum onları kalbimin ağırlığınca, umutların böyle yokmuş gibi olması en fazla ağlatıyor beni, oysa alışkınım ben dökülen her şeye. Nereden uyduruyordum bunları, kalbimden mi yoksa başka bir hayalden mi?

Uyuyup da, rüya görmek için uyuyamıyorum, huzurlu uykular asırlar öncesine yol aldı, gidiyor. Derin bir uyku ancak çok fazla yorgunlukla mümkün oluyor. Sonra beni neyin uyandırdığını bilmeden uyanıyorum. Gördüğüm kâbustan çok, dışarıdaki hayatın zorluğu korkutuyor beni. Uyandığım halde kâbus görmem o yüzden. Belki birinin rüyasını yaşıyorum belki başka birinin kâbusundan uyanmaya çalışıyorum ya da birinin duası çıktığım bu yol, arşa varana dek, arsızca. Üzerime yağmur batıyor, eteklerimde gülkurusu desenler, sanki biraz önce öldürülen gülün yüzünü asması gibi, bağırdığım kâbuslar duyulmuyor, henüz yazılmamış kâbuslarım da var, iyi ki görmediğin rüyadayım şimdi, kötülüğüne iyi bakanlar cenneti burası, herkes kendi bedeninin acısı içinde, kötülükten titriyor, yıldızlara sevdalanmam, yılsızlığım mıydı?

Hayatlar parsellendi, hayaller dağıtıldı, sıra rüyalara geldi. Ruhunun bile kendine ait olduğuna inanamıyorsun, en yakınların da başkalarına ait ve herkes bambaşka yalanlara inanıyor. Görünmüyor gözlerindeki hüzün, ağlamaların hissedilmiyor, ağız, burun çizilmemiş bir yüzün var ortada, ifadesiz, kendini ifade etmen için gereken tüm ihtiyaçlarını aldılar elinden, sessizsin, oysa her dakika bağırıyorsun. Olmayan hayallerini anlatıyorsun, olmadıkları için daha çok. Bir hatırayı saklar gibi seviyorsun onları. Hatıralar sevilirken, acıtırlar, hayaller batıyor şah damarına, kanadığını göstermemek için kırmızı giyiniyorsun, herkes seni iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor, senin ne olduğunu bilmekten yoksun, elinde ne yapacağını bilemediğin kelimelerin var, sana ait olduğuna inanıyorsun, ama hikâyeni tanımıyorsun, bir hikâyenin içine karıştıramıyorsun o kelimeleri, kendi gözlerini göremiyorsun. Aynada yüzün asık, az önce idam edilmiş gibi.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

Yaptıklarının hesabını yazacak kâğıt arıyorum, tartamıyorum, akıl işi değil bu, kıvranılası, şaşırılası bir şey. Ancak yağmurun gebe olduğu bir rüzgâra bırakabilirim bunu, tüm her yere dağılırsa belki tartılabilir bu, hafifleyebilir. Rüzgârlı akşamlarda bunu içime atmaktan, içime atmaya çalışmaktan daha çok üşümekten, daha çok yalnızlıktan usandım. Mercanı bol sular hayal ediyorum, hâlâ hayallerin çalıştığı beynime şaşıyorum. Oysa kötülükler yemişti beynimi ya da yanmıştı, kızıl bir yangında. Hep aynı melodinin ince sızısındayım, hep aynı inanç ya da inanılmazlık; kuşlar hâlâ uçuyor ama yalnızca gitmek için.

Bizim eksikliğimiz belki de fazlalığımızdı, fazlaca hisliydik. Kimsenin sendromunda değilim. Neden her sabah uyandığımda son dayağını yemeyi yeni tamamlamış ıslak bir sokak köpeği gibi hissediyorum kendimi? Her gece hangi rüyalarım dövüyor düşlerimi? Yeterince korkum varken, düşlerden alacağım kalmış olamaz mı? Kaçıncı kattaki gökyüzünün lanetini yaşıyorum sessiz ve umursamazca? Çok hatırlayınca insan bir şeyi artık o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor, hatırlamak ön planda oluyor, çok hatırlamak, o şeyi unutmaya delalettir ve artık eskisi kadar etkisi sürmemektir. İçimdeki tereddüde roman yazarken, hâlâ kesinliğinden emin olamadığım şeylere çıldırıyorum. Aynı renk elbiseleri giyebilince, kendimizi eşit hisseden çocuklardık.

Daha ne kadar aldanıp, yanılacağız, ne kadar daha kırılma gücümüz var, bu limit nereye kadar, neden kesmiyorlar artık kırılma kredilerini? Ne kadar zaman daha acı eşiğimizi ölçmeye çalışacağız? Ve en önemlisi de, ben, ne kadar zaman neremin daha çok acıdığını bulmaya çalışacağım? Sevmeye hangi yaramdan başlayacağım ve en ilk hangi yaramı sarmaya çalışacağım, ellerim titrerken böyle, neyi, ne zaman, nasıl unutacağım?

Sözler, sözcükler, yazılamadıklarının intikamını alır gibi boynuma dolandı, boğdu ama öldürmedi. Her yağmur yağdığında şairden birkaç şiir düştü yere.

Dünya yalan oldu
Sen de doğruladın!

 

Yirmi Altı Eylül İki Bin On Altı 16 20
Nevin Akbulut