blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kelime Düşüşleri

Bir bütündüm, parçalara ayrılmadan önce. Bölünmek her şeyi ayrı düşünmek demek de değilmiş, canının etinden ayrılması gibi bir şey. Zaman geçtikçe insan çevresinden çok kendi içindeki kötülüğün de farkına varıyor. Bana yapılan kötülükler için onları cezalandıramayacak kadar iyiyim, ama kendimi öldürebilecek kadar kötüyüm hem bunun için yani kendimi öldürdüğüm için kimse beni cezalandıramaz. Eksik parçama sahiptin, vazgeçilmez değildin. Şimdi şurada hemen ölsem bile kalbime gömdüklerim kadar yer kaplayamam. Gülkurusu tadında hayaller kurunca, ağzında gül tadı kalmıyor, reçel falan da olmuyor dökülen yapraklarından, muhtemelen kurumadan yapraklarını yiyorlar sana da dikenleri batıyor. Ya koparıyorlar ya da solduruyorlar.

Kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını aynadan başka anlatacağın hiçbir yer yok. Sinirlenmelerin, yumrukların, küfürlerin her defasında aynaya çarpıp, kırılıp, çoğalarak yine kendine geliyor. Senin kendinden başka kızacağın hiç kimsen bile yok. Kendi içinle çarpışmaktan sürekli sarsılıyor gibisin, kaç deprem atlattı yüreğin hesaplayamıyorsun. Savruluyorsun hiç durmadan, yine de yorgunlukların seni dinlendirmeye yetmiyor. Bir yerde düşüp, ölmen gerekir belki de… Kimseyle savaşamadığın için hep kendine yeniksin. Sürekli kendinden ve her şeyden kaçma hâlindesin ama her gece ıssız sokaklarda tek başına dolaşırken, yine yakalandığın kendinsin. Hep sonbahar mevsiminde, hüzün durumundasın, gözüne hep kirpik kaçmış da çıkaramamış gibi, gözyaşlarını kendi ellerinle silmek zorundasın. Son günlerde ne kadar da az gülümsediğini bir tek sen fark ediyorsun, yüz hatların gittikçe sertleşiyor, dışarıdan baktığında kendine hep sinirli gibisin, olgunlaşıyorsun. Olgun ve anlayışlı bakışların var artık. Kendinden başkasına borçlandığın da yok, güzel günler göreceğiz diye kandırdığın kendin. Bölündün, parçalandın ve dağıldın ama çoğaldın da aynı zamanda. Çitilendin ve tortulandın, yıllar sonra akıllanan kalbin gibi ya da yıllanmış şarap gibi bir tat oldun. Her şeyi boş vermenin derinliği ve sessizliği var gözlerinde ve büyük yitirmelerin boşluğu dudaklarında. Unutmanın sükûneti kaplıyor şimdi tüm suratını. Her şeyi solgun ve gerçek renklerini görmeye başladığından beri artan bir hissizlik duygusu yerleşti içine, kendinle arana bile mesafe koydun artık, daha az konuşuyorsun, daha az kavga ediyorsun çünkü aynaları patlatmanın bile hiçbir işe yaramayacağını biliyorsun artık. Kaygıların gün yüzüne çıkıyor, memnuniyetsizliğinle birlikte. Ne yapacağını şaşırmanın yanı sıra, hiçbir şey yapmanın bir şeye yaramayacağının endişesi terk ederken, rahatladığını zannediyorsun ama yalnız bir süre için geçer bu rahatlık. Uzaklara gitmek için gönülsüz, hayal kurmak için artık fazla gerçekçisin, suskun ve soluk perdeler gibisin, ne zamandır burada öylece oturup, kaldığını bile bilmiyorsun. Geçmişi düşünmek, geleceği düşünmekten daha kolay geldiğinden geçmiştesin sürekli çünkü geçmişte yaşanan hiçbir şey artık değişemez, bunun rahatlığı var. Sırtını geçmişe yaslayıp, yine geçmişe dair hayaller kuruyorsun, gelecekle ilgili hiç planın yok.

Nefes almaya devam ettikçe, her geçen gün daha ağır bilançolar yıkılıyor üzerime ve ağır hesapların altından kalkamıyorum. Yaşamak gittikçe yük olmaya başladı, her gün omuzları düşüren ve yaşlandıran. Şu günleri yaşayacağımızı bilseydik yine de bu kadar yaşamaya hevesli olur muyduk? Tabi ki olmazdık. İlk yaklaştığımız anda ölüme teslim olurduk. Hayatın adının “hayat” olması “yaşamak” anlamını içermiyor, daha çok zorluk, sıkıntı, yalnızlık, zorunluluk ve keder. Dünya aslında içindekileri burada durmaya mecbur bırakıp, hipnozla köleleştirdi. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var, yaşamak yüzünden. Her ne kadar görünmeseler de hepimizin bağımlılıkları var, aynı orantıda da teselli ve bahaneleri. Bunlar da bir tür uyuşturucu, insan hiçbir şeyi yalınlıkla net bir şekilde göremez oldu. Derinlere biraz inmeye kalksan ya deli oluyorsun ya da sarhoş. Kendini avutacağın hikâyelere sığınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Okuyorsun, daha çok okuyarak, başkalarının masallarıyla mutlu olduğunu zannediyorsun. Böyle uyuşuyorsun, hem de en ayık olduğun zamanda. Kimse kimseye fazladan ümit vermek istemiyor, istese de veremiyor zaten. Kimse kimsenin yarasına merhem olamıyor. Kendi yaranı iyileştirmek ya da kanatmak zorundasın, insanlar ancak sebep olabiliyor, nedenli ya da nedensiz…

Bir cümleyi diğeriyle birleştirmeye çalışırken, satır aralarında sabahlıyordum, o boşluklardan yuvarlanıyordum, dünyanın yuvarlak olduğunu düşünerek, korkumu yatıştırıyordum. Yine de başımı yastığa koyabildiğim bazı zamanlarda başım dönüyordu, o zaman dünyanın durduğunu hissediyordum. Hatıralarını unutanlardan ve kolay harcayanlardan korkuyorum. Yaşanılan şeyleri, kolayca silip, yaşanmamış süsü verenlerin hayatı var ile yok arasında bir yerdedir.

Herkes kendi düşüncelerinin çarmıhında geriliyor. Üstelik sonunda gökyüzüne yükselmek falan da yok, devrik cümleler var, devrilen bardaklar, evrilen zamanlar. Yazdıklarım deliliğimin delili olmayabilir belki, eğer öyle olsaydı okuduğumda beğenme şansın artardı. Kırmızı ruju yine kırmızı Uniball marka pilot kalemle karıştırdığımda uçmaya başlıyorum. Çocukların küçükken kaybettiği en değerli şeylerin gökyüzünde biriktiğine ancak bu şekilde inanabiliyorum.

Mürekkebin ömrüne iman etmiştik, ah nasıl da inanıyorduk yazdıklarımızın bir yerde, bu dünyada bir yerde kalıcı olacağına, ölüm bile bu kadar, böylesine, unutkan ve geçiciyken. Ne çabuk unuttuk insanların vefasızlığının harflere benzemediğini… İki gün sulamayınca, odadan soluk alan çiçeğin bile yüzüne bakmadığını.

Hiç yazılmayan bir hikâyenin çatısında beni aradığından beri, artık ölmek için daha geçerli bir sebebim olduğunu düşünüyorum. Hayallerin gammazlandığı, bir eşkıya doğrultusunun dağlarında zikzak çizerken, elleri toprak kokan, ayakları lastik kokan çocuklar, saçlarında papatya kokuları, gözyaşı döken bir gülün çizdiği kırmızıçizgide ilerliyorum. Bulutlar biraz küf kokuyor, gülün kanı bozulmuş, bozuk çiçeği yüzümle ölüm korkusunun üzerinden atlıyorum, yarı yarıya bulut üzerinde, açık üstümle, battaniyesiz ve sabahsız. Eski zamanlarda ölenleri seviyorum, özlemdi belki bu çiçek kokusuyla büyüyen ve sonra bozulan bebeklere, büyümek istemediğimden, büyümesini istemediğimden geçmişin içinde geziyordum. Kurutulmuş ve asılmış çiçekler ya da unutulmuş çiçekler ölümü hatırlatıyor, saçlarından bağlıyorum çiçekleri, balık hafızasına hayranlığıma gülüyor bebek unutkanlığıyla, ne zamandır unutuyorum çocukluğumu, dizlerimin iyileşmesi bana hiç iyi gelmedi. Biraz daha unutursam ulaşabilir miyim istediğim, özlemlerime, gözlerinde sönmeyen yıldıza âşıktım, gözlerimdeki ferin geçici olduğunu unutarak… Hangi merdiven yaklaştırabilir şimdi yıldızına ulaşmak için kaç hikâye yakmam gerekiyor, kaç masaldan firarım isteniyor? Hazırım, yıldızındaki pırıltının gölgesinde yeniden sabahlamak için tüm sabahları yakmaya da razıyım. Merdiven yanlış gökyüzüne uzandı, asılı kaldım, düşmekle ölmek arasında mekik dokurken, hiçbir şey yokmuş gibi davranan umursamaz çocukları hatırlattın bana, başka türlü sığınamazdım bir yalanın arkasına, saklanamazdım daha fazla.

Kelime düşüşlerime benzemiyordu, aramızdaki mesafe, bir kelebek ölümü gibi, bir kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığım her şey dışarı taştı, ayarlayamadım, taşıyamadım da… Yazdan kalma çiçekli elbiselerime, çiçekli kokmayı öğrettim, tıpkı zamanında plastik saçlarıma plastik kokmamalarını öğrettiğim gibi. Kirle ovulmuş duygularıma, kilden oyulmuş yüzümü sevmeyi de öğrettim. Kokulu gülümsemeler sergiliyorum, kokmuyorum, kokum kayıp, adımın eksikliği gibi, adımlarımın fazlalığı gibi, ölüme susamış birini, yaşamak sevinciyle kandıramazsın artık. Çiçek koktuğu için yıkamıyorum elbiselerimi ve yüzümü de… Ait olamadığım bir dünyadan hiç ait olmayacağım bir eve göç ediyorum. Sokaklarında şarkı söyleyemediğim bir şehirden ayaklarımı bir türlü çıkaramıyorum. Gidemiyorum ait olduğum yıllara, ağzımda yarı baygınlık, biraz daha eskiyorum. Çiçeklerim de bozuluyor, bekleyen her şey gibi. Daha fazla şiir yazmanın da anlamı yok, zaten hepsi biraz yarım hepsi birbirine benziyor. Şarkı da söylemeyeceğim. Titrek ışığın yansımasında tüm tedirginliğimle varlığıma inanmak istemiyorum. Yokluğum için her şeyi göze alsam bile yetmiyor. Yarım şiirlerle nereye kadar gidebilirsin ki? Dünyayı kaçırın benden, o yuvarlak şeyi elimden. Belki o zaman tamamlanır şiirlerim, belki dünyada bir yerde, bir şeyin altında kalmıştır kayıp ve utangaç dizeler. Üşüyorum ve bundan yalnızca hava durumu sorumlu değil, geçen yıllar pırıldayarak döktüğü pullarını yüzüme vuruyor, öyle ya gece her ayıbı örterdi evvel zaman içinde bir masalda. Sarılsan bile artık, iyileşmeyecek şeyler var içimde.
Otuz Bir Ekim İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kayıp Hücreler

Kafamdaki çiçekler vurulduğundan beri, daha karanlık görüyorum dünyayı, kapkara dünyada beyaz rüyalar göremiyorum. Rüyalarım da karanlık. Kendimi saklayabileceğim aydınlık odalar yok, kendimi inandırabileceğim hayaller de yok. Birileri tüm bu aydınlığın içini karartmış olmalı. Muhakkak öyle. Birileri aydınlığa, ışığa büyük kötülükler yapmış, yoksa bunca karanlık olamazdı etrafımız. Karşı yakaya, başka şehre ya da uzak bir ülkeye gitmeye gerek yok haksızlığı görmek için. Burnumuzun dibine kadar girip, sinsice büyümüş kötülük. Birileri bu dünyadaki tüm nefeslerin üzerine, beton dökmüş gibi ve o beton binaların arasından elimize tutuşturulan fısfıslarla nefes almaya çalışıyoruz. Yediğimiz her daim gaz.

Elbette ki son söz her zaman kıymetli olmuştur ve herkes ömrü hayatında en az bir kere intiharı düşünmüştür. Tabi düşünür düşünmez aklından silenler, silmeye çalışanlar, yok sayanlar ve düşündüklerini kendilerine itiraf edemeyenler olacaktır hiç kuşkusuz. Hatta böyle bir düşünce hiç yokmuş gibi davranabilenler de vardır, umursamazlık yine de bazı şeylerin çaresi değildir. Bunu düşününce birden acaba kendimin ne kadar yaşamaya karar verdiğimi düşünmeden kendimi alamıyorum. Sanırım içimde birden fazla intihar var ve tüm intiharların ortasında, en cılız hâliyle bir çocuk, belki yaşamak istiyor. Ama öyle belirsiz ve öyle silik ki… Yaşasa gri bir buluttan öteye geçemeyecek, yaşasa hikâyesini bir intihar teşebbüsü olarak tamamlayacak. Ölmeye belki de ikinci kez yaklaşmayı istemeyen insanların, o korkuyu göze alamayanların işidir intihar. O bana gelmeden, en doğrusu ve şuan için, (bulunduğu durumda) en iyisi ben ona gideyim. Hem en iyi savunma şekillerinden birisi de bu değil midir? Zaten olacak olan, beklenilen korkuyu, beklemeden ona gitmek ve bence takdire değer bir cesaret göstergesidir.

Herkes bir başkasının denizinde boğulmaya çalışıyor. Çok hücre kaybettim. Hücreler yenilenince sen yenilenemiyorsun. Kendini yeni değil daha çok eskimiş buluyorsun. Yaşadıklarının eskittiği bir şeyden geriye kalan, yeni hücrelerle hayata devam edince de hayat yeniden başlamıyor.

Geçici heveslerin bıraktığı kalıcı yaralardayız. Kanat takıp, uçmaya çalışan karıncalarız çoğu zaman ve kalabalık ama kanatlarımız olduğu hâlde yerlerde sürünmelerimiz… Ne kuş olup gidebiliyoruz ne de toprağımıza kafamızı sokup, rahata erebiliyoruz. Kuş olup, uçmayı aklına koymuş bir hevesle, her şeyi kuş olamamaya bağlıyoruz. Kanatlarımızdan büyük zincirlerimiz var, bizi şu duruma mecbur kılan. Yine de suçu kuş olamamaya atıyoruz.

Beni ben yapan, sensizliğimdi. Kurtulmak isteyen birinin kurtarılamadığının ağıtından sonra
artık kurtulmayı istemeyen birinin vedası, ikisi de pek hazin ve acıklı…

Sen olmayınca hiçbir şey yok gibi, unutuyorum her şeyi, yazı, baharı, sonbahar tanıdık bana, bir de dökülen yapraklar, sapları kırık, kimsesiz yapraklar, sahip olduğu şeyler bile terk etmiş onları, içi boş zamanlar, saatleri yok, mesafesi belirsiz yollar. Yörüngesi belli olmayan bir yolculuk, nereye gidersem hep aynı, hep başka, hep eksik, gökyüzü beni reddettiğinden beri bir inat var içimde, kuşlara dair, zamana dair, yaşama giden yolda koordinatlara dair.

Vakti gelmeden açan çiçekler gibi şımardım önce, sonra da sarktım, dış dünyaya açılan her pencereden, başım beton zemine çarptı her defasında, vaktinden önce öldüm, üstelik birkaç kere, her seferinde de bilmediğim yerlerde. Evin etrafını saran, iyi yürekli sarmaşıklar bile kurtaramadı beni, sadece korktular, içten içe, sessiz bir üzüntüyle. Yoldan gelip geçen arabaların kornasıyla irkildim, ölüydüm aslında, zaman erkenden his kaybı yaşatmıştı bana, ama kornalar korkunçtu ve insanlar rahatsız. Mevsimlerden habersizdim, ne zamandır ulaşamıyordum bahara, belki de daha çok vardı, hem gelse bile artık onu göremeyecektim, gelse bile o benim kuru, kupkuru, etrafa kahverengi bir görünüm veren, ufalmış, toz zerreciklerimle karşılaşabilirdi ancak. Bazen mevsimler boyu uzayamıyordu boyum, yetişemiyordum sonraki mevsim geçişlerine, ben sadece camdan cama geziyordum. Sonsuzluk sınırına yetişemeyecektim, bana kalırsa bu dünyadaki hiç kimse o sırra erişemeyecekti, sınırlıydık sırlarımız kadar, ömür denilen şeyle sınırlıydı yaşantımız. Bunca doğum, bunca büyüme, bunca koşturma ve telaş, bunca kırıklar, bir sürü dökükler, çaba, zamansızlık, yetmezlik, hepsi ölüme hazırlık içinmiş, bir sona gitmek için başlıyoruz hepimiz. Biraz daha koklamak, biraz daha fazla çalışmak hepsi son için. Biraz daha fazla su içmek o sonu ertelemiyor.

Dilek tuttuğum sıradaki parçalarım çalmadı, dileklerim de olmadı, beceriksiz mimiklerimle anlatamadım. Buruşturulup, atıldı zaman içinde önemle sakladığım dizeler, özensizce acıdı dizlerim, o şarkılar hiç dinlenilmemiş gibi oldu, kulakların vicdansızlığından silindi. Geceler hiç insaflı davranmıyor bu şehirde, başka ülkelerde, farklı isimler takılan rüzgâr hep aynı şekilde üşütüyor sırtı ve ürperen omuzları. Omuzlar yalnız değil oysa iki taneler. Aynı satır üzerinde titreyerek sabahlayan notalar gibi ama bazı şarkılar bu notaları hiç hak etmiyor. Bazıları da armağan edilen şarkıları dinlemiyorlar. Bu düzensizlik yüzünden, bu hak etmemişlik yüzünden intihar edebilir kulaklarım, bir daha hiçbir şarkıya vurulmamak için. Beklediğim şarkılar gelmiyor, dinlemek istediğim melodiler kayıp. Bazı duyguları anlatmaya sonelerin de gücü yetmiyor. Hatıra olacak kadar zaman geçmemişti, küflü bir odunluğa sakladım düşlerimi, düşmelerimi görmek istemiyordum, düşlerim kurtulmalıydı bu yangından. Gerçekten anlatamadığım hikâyeler var, sessizce içinden geçtiğim, kimseye hissettirmeden. Hayatın anlamı bir adım ilerimde dururken, ellerim dokunmayı unutmuştu, hissizdi, ondan önce uzun süre hissizleşmek için uğraşmıştım, şimdi tam da yerinde hissetmek istiyordum, anlatabilseydim, birkaç yılımın üzerinde kezzap döküp, yaktığımı, yaralarıma bile tahammül edemediğimi, onların bile yok olması için bu yangını hiç korkmadan çıkardığımı. Ama anlatamıyordum işte, iğrenç şekilde dökülmüştü duvarlar, üzerinden çok zaman geçmemişti ama geçmiş gibiydi. Kendime yeni anlamlar ararken, nefesim yorulmuştu, değerlerim gittikçe düşüyordu, hem dünya üzerinde maddi bir şekilde, hem de iç dünyamdaki yerimde. Yaşanılanları yok etmeye çalıştıkça kendim azalıyordum, anlamım kayboluyordu. Sıfırın altında değerlenirken tüm soğuklar, kışın gelmesi güzel bir şeydi, değerliydi.

Hikâyemin otopsisinin yapılması bile kurtaramayacak beni yuvarlandığım boşluktan. Dünya yusyuvarlak, sen yarımsın. Kurduğun yarım cümlelerle ne kadar tamamlanabilirsin? Bilmiyorsun, bilsen de anlatamıyorsun, anlatabilsen de anlamayacaklar zaten ya da dinlemeyecekler. İki kıvılcımla ölmek istediğim olmuştur, derinlerde gizlenen buz parçacıklarıyla, ölünce üşümemeyi hayal etmiştim, hayalleri istediğim gibi şekillendirebiliyordum o zamanlar, şimdi hayallere bile gerçeğin çirkin, biçimsiz izleri karıştı. Tükenmez kalemlerin bile artık tükendiklerinden haberleri yok, bembeyaz bir sayfaya, beyaz yazılar yazıyorlar, okunulacağını umarak. Hiçbir dile çevrilmiyor yazılanlar, belki ölüler dili, belki yolunu kaybeden hücreler tarafından okunulabilir.

Bu sene yaz uğramadı buralara hiç. Görüntüm gölgeden öteye geçemedi, ayaklarım sahildeki kumları okşayamadı. Bulutlar hiç mavi olmadı, tüm renkler aynı renksizliğe büründü, soluk gri, ama soluk aldırmayan. Güzel rüyalarımı kaybettim sularda, güzel olmayanlar da hayata diklenir gibi diklendiler karşımda, unutamadım. Tüm kötü rüyalar güzel rüyaların terk ettiği boşlukları doldurmak için yaratılmıştı sanki. Başka rüya göremiyorum, sular karanlık. Hücreler kayıp, soğuk sıfırın altında değerleniyor.

Yirmi Bir Ekim İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Bir Çığlık Karabasanı

Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.

Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?

Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.

Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?

Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.

Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?

Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!

O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.

Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.

Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.

En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.

 

Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Gündüz Sayıklamaları

Uykudan yoksun gözlerine sızdım, biraz alkollüydü. Uyuşurum diye düşünmüştüm. Gerçek değil zannettim, yüzmeye başladım, sandalım bile yoktu, beni koruyacak. Tam da bu sırada boğuldum. Gerçekliğinden emin olamayacağın bir şeye çok daha kolay kanıyorsun. Yüreğimde boş salıncaklar sallandı, çoğunun demirleri paslıydı. Dişlerim gıcırdıyordu. Gözlerimle konuşuyordum, sürekli ıslaktı baktığım yer. Pasta tadında susuyordum, anlaşılmak için biraz pastacı olmak gerekiyordu. Oysa hamurdan yüreklerle konuşmaya çabalıyordum. Konuştukça alabildiğine şekil, sustukça alabildiğine kabarmış. Söz verdim içime, kapattığım hiçbir parantezi açmayacaktım. Kırmızı sustuğumla kalacaktım. Açınca çünkü kırmızı kelimeleri, kurdele değil de acı dökülüyordu uçlarından. Sözcükler anlamlıydı fakat hiçbir işe yaramıyordu. Sonuçta hepimizin boğulduğu bir yer vardı ve zamanın bu işe pek gönüllü olduğu gerçeği… Hepimizin sustuğu yaraları vardı ve çoğumuzun anlamadığı…

Bir kuş tüyünün düştüğü yerden kanıyor olması, bazen başımıza kan yağıyor da gökyüzünden, yine de başka renk görebiliyor gözlerimiz, kuş tüylerinin ahını çok aldık.

Gün geliyor, kalbinde inandığın gerçeklerin bile ihanetine uğruyorsun, önce çevren, sonra sevdiklerin ve en sonunda da kalbin bir yalana dönüşüyor, buz gibi yalana. Karanlıkta sorduğun soruların cevabını aydınlıkta doğru alamazsın, bunu ispatlayabilirim, güneşe sorarız, uyumaya gitmeden önce, gözlerini sil, başka bir renk çıkacak içinden, başka bir renk çıkana kadar da inanma aynaya, egonu biraz daha uzaklara terk et, kalabalığa karış, seni kabullenmeseler de… Yaşama sebebimi unuttuğumdan beri, neyi neden yaptığımı hesaplamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum ya da unutmaya, unutamadıkça hatırlamak zorunda olmak canımı sıkıyor, bir harfi neden sakladığımı bulamıyorum mesela, bir sinema biletini neden çekmecenin altlarına gizlendiğimi, unutmuyorum ama amacını yok sayıyorum. Kalbime sapladığın ağrıların hesabını da sormayı unuttum mesela, yalnızca o ağrıyı hatırlıyorum, onun neden oraya yerleştiğini bilemiyorum. Haklıydım ama bunu anlatamayacak kadar yorgundum. Sonrasında bu ağır adımlarla yürüdüğüm haksızlığım olacaktı. Biraz daha içime kapanacaktım, yalancı kalabalığın tecrübeleri bulaşacaktı adımlarıma. Durmayan suların peşinden giderken ayaklarım yorulacaktı, tam da bu yüzden kalbimdeki ağrıyla birlikte ilk bulduğum boşluğa kendimi sallamak istemeyecektim, bir kuş tüyü gibi düşecektim, amaçsız, yerli, yersiz, zamansız, düşerken başka bir şeye dönüştüğümü zannedecektim, oysa düşünce saçma bir yığından fazlası gelmiyor insanın elinden. Uçarken bile hafifleyemiyorum, öyle ağır ki kelimeler, üstelik de kanıtlanamamış, anlatılamamış, yabancı, soluk soluğa.

İnsanlığın olmadığı şehirlerde, ne kadar kalabalık olursa olsun, ölmek bile basitleşiyor çünkü herkes ölüyor, çoğu zamansız ve sevgisiz. Ağrılarıma acımıyorum, ağırlıyorum onları kalbimin ağırlığınca, umutların böyle yokmuş gibi olması en fazla ağlatıyor beni, oysa alışkınım ben dökülen her şeye. Nereden uyduruyordum bunları, kalbimden mi yoksa başka bir hayalden mi?

Uyuyup da, rüya görmek için uyuyamıyorum, huzurlu uykular asırlar öncesine yol aldı, gidiyor. Derin bir uyku ancak çok fazla yorgunlukla mümkün oluyor. Sonra beni neyin uyandırdığını bilmeden uyanıyorum. Gördüğüm kâbustan çok, dışarıdaki hayatın zorluğu korkutuyor beni. Uyandığım halde kâbus görmem o yüzden. Belki birinin rüyasını yaşıyorum belki başka birinin kâbusundan uyanmaya çalışıyorum ya da birinin duası çıktığım bu yol, arşa varana dek, arsızca. Üzerime yağmur batıyor, eteklerimde gülkurusu desenler, sanki biraz önce öldürülen gülün yüzünü asması gibi, bağırdığım kâbuslar duyulmuyor, henüz yazılmamış kâbuslarım da var, iyi ki görmediğin rüyadayım şimdi, kötülüğüne iyi bakanlar cenneti burası, herkes kendi bedeninin acısı içinde, kötülükten titriyor, yıldızlara sevdalanmam, yılsızlığım mıydı?

Hayatlar parsellendi, hayaller dağıtıldı, sıra rüyalara geldi. Ruhunun bile kendine ait olduğuna inanamıyorsun, en yakınların da başkalarına ait ve herkes bambaşka yalanlara inanıyor. Görünmüyor gözlerindeki hüzün, ağlamaların hissedilmiyor, ağız, burun çizilmemiş bir yüzün var ortada, ifadesiz, kendini ifade etmen için gereken tüm ihtiyaçlarını aldılar elinden, sessizsin, oysa her dakika bağırıyorsun. Olmayan hayallerini anlatıyorsun, olmadıkları için daha çok. Bir hatırayı saklar gibi seviyorsun onları. Hatıralar sevilirken, acıtırlar, hayaller batıyor şah damarına, kanadığını göstermemek için kırmızı giyiniyorsun, herkes seni iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor, senin ne olduğunu bilmekten yoksun, elinde ne yapacağını bilemediğin kelimelerin var, sana ait olduğuna inanıyorsun, ama hikâyeni tanımıyorsun, bir hikâyenin içine karıştıramıyorsun o kelimeleri, kendi gözlerini göremiyorsun. Aynada yüzün asık, az önce idam edilmiş gibi.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

Yaptıklarının hesabını yazacak kâğıt arıyorum, tartamıyorum, akıl işi değil bu, kıvranılası, şaşırılası bir şey. Ancak yağmurun gebe olduğu bir rüzgâra bırakabilirim bunu, tüm her yere dağılırsa belki tartılabilir bu, hafifleyebilir. Rüzgârlı akşamlarda bunu içime atmaktan, içime atmaya çalışmaktan daha çok üşümekten, daha çok yalnızlıktan usandım. Mercanı bol sular hayal ediyorum, hâlâ hayallerin çalıştığı beynime şaşıyorum. Oysa kötülükler yemişti beynimi ya da yanmıştı, kızıl bir yangında. Hep aynı melodinin ince sızısındayım, hep aynı inanç ya da inanılmazlık; kuşlar hâlâ uçuyor ama yalnızca gitmek için.

Bizim eksikliğimiz belki de fazlalığımızdı, fazlaca hisliydik. Kimsenin sendromunda değilim. Neden her sabah uyandığımda son dayağını yemeyi yeni tamamlamış ıslak bir sokak köpeği gibi hissediyorum kendimi? Her gece hangi rüyalarım dövüyor düşlerimi? Yeterince korkum varken, düşlerden alacağım kalmış olamaz mı? Kaçıncı kattaki gökyüzünün lanetini yaşıyorum sessiz ve umursamazca? Çok hatırlayınca insan bir şeyi artık o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor, hatırlamak ön planda oluyor, çok hatırlamak, o şeyi unutmaya delalettir ve artık eskisi kadar etkisi sürmemektir. İçimdeki tereddüde roman yazarken, hâlâ kesinliğinden emin olamadığım şeylere çıldırıyorum. Aynı renk elbiseleri giyebilince, kendimizi eşit hisseden çocuklardık.

Daha ne kadar aldanıp, yanılacağız, ne kadar daha kırılma gücümüz var, bu limit nereye kadar, neden kesmiyorlar artık kırılma kredilerini? Ne kadar zaman daha acı eşiğimizi ölçmeye çalışacağız? Ve en önemlisi de, ben, ne kadar zaman neremin daha çok acıdığını bulmaya çalışacağım? Sevmeye hangi yaramdan başlayacağım ve en ilk hangi yaramı sarmaya çalışacağım, ellerim titrerken böyle, neyi, ne zaman, nasıl unutacağım?

Sözler, sözcükler, yazılamadıklarının intikamını alır gibi boynuma dolandı, boğdu ama öldürmedi. Her yağmur yağdığında şairden birkaç şiir düştü yere.

Dünya yalan oldu
Sen de doğruladın!

 

Yirmi Altı Eylül İki Bin On Altı 16 20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized

Haberde İstanbul Gazetesinde Eylül 2016 tarihli “Yukarı Yuvarlanmalar” yazım.

Allah bizi yaratmasaydı, şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Nevin Akbulut

Eylül 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Kedilerin de Saçları Var

Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına…

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne… Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden “İstem dışı kırmızı”dan sonra “hüzünlüydü çok güldüm” çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması… En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

 

Nevin Akbulut

On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00

Şiirler

Bir Yarımlık

Yaşamanın provası yapılıyor da yaşanmıyor
Yarım bırakılmış bir puro
Peçeteye sarılmış gözyaşları
Yanaklar belki de biraz bunun için yaratılmış
Ve çokça hüzün yaşatılmış
Başka hangi bir yer saklayabilir ki gözyaşlarını
Üstelik soğuktan donarken
Ama yanaklarımda
Başka birinin gözyaşlarına bile yer vardı
O kadar büyüktüler
Ve en erken zamanda devamını getirmeye niyetlenirken her şeyi
Yarımdan öteye gidememek
Yine yarım şiirler yazmaya devam edeceğim
Kedileri büsbütün seveceğim

İnsanın bazı gecelerde
Kendi hüznünden de ayağının kayıp düştüğü oluyor
Boğulmanın iki türlüsü
Boğazıma sarılan başka bir elden fazlası
Kendi elimin yarımlığı, yetememezliği
Bir sürü söz yapıştı
Uzun yıllar saklayıp, büyüttüğüm o düğümü
Dün gece bir jilet kesti
Etrafa bir sürü hayal kırıklığı fışkırdı
Büyüttüğümden fazlaydı
Küçülttüğümden de çoktu
Boğazım küçücüktü
Boğuluyordum da batıp gidemiyordum
Karanlık dehlizlere

Gündüz hayallerim dalga geçiyor
Bodrum kat balkonuna çıkıp
Ayaklarını sarkıtıp
Çekirdek çitliyor
Sanki balkon varmış gibi
Sanki balkonun demir korkulukları varmış gibi
Birçok şeylerin korkunç olduğu doğruydu
Ama korkuluk yoktu işte
Hayal hayalliğini yapıyordu yine

İnanmak için biraz daha dokunaklı şeyler olması lazım
Dokunup, acıtması gibi

Yüreğimdeki kırıkların çöplerini bile atmaya kıyamadım
Sakladım içimde
İçim biraz çürümüşlük kokuyor
Yavan sevgilerle avunamayacak kadar gerçek hayallerim
Elimin ayağımın birbirine dolaşacağı şeyler olmadı
Ellerimi unuttuğum oldu ama
Ayaklarımın da varlıklarını
Korkunçtu, hüzünlüydü, zavallıydı
Daha çok kışlara denk geldi
Gözyaşlarımın sonsuzluğuna ve buz kesen şeylerin kırılmalarına
Kesti, şekiller o kadar da güzel değildi üstelik
Yine anlam yüklenebilirdi
Bir salyangozun içten içe erimesi gibi
İçimde saklıyordum erittiklerimi

On Beş Ocak İki Bin On Altı 14 00
Nevin Akbulut

Şiirler

İmlâ Hatası

Şeytantırnaklarıma da oje sürüyordum
Hüznü ilk annem yakıştırdı bana
En çok babam
En çok cesareti dilendim içimden
Bu sessizliğim diğer sessizliklere benzemiyordu

Rakıyla sabahladığım geceler
Kaderi düşünürdüm
Silince tüm geçmişi
Kader diye bir şey kalmıyordu
Hatalarıma karşın
Beni saracak sımsıcak bir kol aradım
Saçlarım dağıldı
Kesmek istedim
Kırıldım, bir omuz aradım, ağlayacaktım
İnsan sevaplarıyla seviliyorsa
Günahlarıyla neden sevilmesindi

Kitaplara inandığım kadar
Kendine inandırabilseydin beni
Bir saniye olsun, göğsümden ayırmazdım başını
Kendi olmak istediğim yere seni koyardım
Ne çok sızlandım kendime
Bir tek kelime için
Kitaplar hem çocuğum
Hem de ben onların çocuğu
Birçok susmuşluğum, dinlemişliğim
Ama en çok da dinlenmişliğim
Canımı acıtan şeyleri haykırdığım cümlelerde
İmlâ hatası nerede
Belki tüm geceler biraz hatalı
Söyleyemediklerimden çok, söylediklerim içime dert
Gözlerimin doluluğunu onlara borçluyum
Sahiplenecek kimse yok kelimelerimi
İçimden başka
İçimin yerine bir şeyi koyabilsem
Kondurabilsem bir çift eli
El yabancı demek lügatımda
Kendi ellerim bile yabancı gibi bakıyor
Alıştım onların da yokluğuna
Bir kedi cesaretiyle ve sırasıyla unutuyorum her şeyi

Kendi kendime konuşmaktan
Ve herkesle susmaktan
İleriye gidemiyorum
Oysa geçmiş zamanda her şey farklıydı
Ama unutmuştum, silmiştim
Kader değildi artık geçmişin adı

On Üç Şubat İki Bin On Altı 10 40
Nevin Akbulut

nevinakbulut Şiirler

Hünerli ve Hüzünlü

İçimin parkı yıkıldı
Çocuklar sustu
Manzara karmakarıştı, kafam gibi
Bahçede terkedilmiş sandalyelere masal anlatıyordum
Kimsesizliğin burukluğunu yaşıyorlardı yazlık masalar
Kahvaltılar hem hünerli hem hüzünlüydü
Bazı sokakların ilhamına düşüyordum
Düşünüyordum üşüdüğümü
Üstüm başım hüzün içinde
Yalnız yağmurda çıkan salyangozların evi gibi
İçim dertli, topsuz
Oynayamıyor çocuklar

Tatlı acılar da var
Yağmurun ilk damlaları gibi
İğne gibi batıyor
Saçlarımın kesik uçlarını hatırlıyorum
Bazı hatırlamaların, hatıralarla ilgisi yok
Yüzüme vuran güzel şeyler de var
Hatırı sayılır
Ansızın gelen rüzgâr
Saçlarımı kimseye bırakmıyor
Yüreğime, yüreksizliğime dokunuyor yağmur
Çok yenilmiş bir kalp buluyorum
Eski uykumun başucunda
Yepyeni bir uyuşukluk kaplıyor içimi
Daha evvelden anımsadığım
Yabancı gelmeyen, yalan masallara inanıyorum

Ellerimin titrediği son masal bu
Sen olmasan üçüncü şiire geçemezdim
Gözkapaklarımı taşımakta zorlanıyorum
Hangi yükün telâfisi olabilirdi bu

Geceleyin eve kaçışlarımı hatırlıyorum
Sonra evden gitmelerimi
Üzerime kendimden başka bir şey almayışlarımı
Bıkkın vedalarımı
Kimseye feda edemediğim düşlerimi
Bir atlas bohçada topladıklarımı
Çekmecemin benden fazla dert yükü olduğunu
Suskunluklarımı gözlerime yüklediğimden
Anlamının ağırlığı
Anlayamamaktan geçiyor biraz da

Gözkapaklarımın ağırlığı bir kaldırım taşı etmiyor
Bir tek kaldırımlar gitmiyor evine
Yemek kokuları anneleri hatırlatıyor
Ne kadar annesiz kaldı sokaklar
Bir annesi olsaydı sokakların
Sarıp, eve götürürdü
Küçük bir çocuk yola aniden atladığında
Bir anne kızması
Ne güzel bir güvendi
Sonrası korkunun yer açtığı delikler
Tutunamayışlar, ürpertiler

Kendimi kaldırımlara attığım
Ayakta duramayışımın yorgunluğu
Akşamdan kalmalarım birikiyor gözkapaklarımda
Biraz daha beklesem bir akşam daha geçecek
Evlerin tütmeyen bacalarından keder tütüyor
Bazı şarkıları anımsatıyor, bazı şeyler
Aynı anlamlara gelemeseler de
Beklenilen şeyler var
Adımın bin bir türlüsünü görüyorum
Anlamı bozulmuş
Anlamsızlığı bir sızı olmuş
Çocukluğumun mektuplarını okuyorum
Dilimde eski şarkılar
Aynı masalların yazılmadığı bir tereddüt geçiyor içimden
Zaman endişe saçıyor
Kendimi öldürebildiğim kadar öldürüyorum.
Yirmi Bir Mart İki Bin On Altı 15 15
Nevin Akbulut

Şiirler

Paspas

Sorgu meleklerinin yazıcısı
Beynim uzun uzadıya yorgun cümlelerle dolu
Kimsesizliğimden dem durmaya başladığımda
Sabah oluyor
Yine de başka dillerde hayal kurup
Kendi dilimde delirmek isterdim

Misket isimli bir kedimiz vardı
Gözleri misket gibi olduğundan
Ve akşamları daha da duygulandığından
Paspas dilemiştim o ve tüm kediler için
Geçen akşam soğuk merdivenin köşesinde büzülmüş görünce
İçim nasıl ezilmişti
Mermerle birlikte
O gece tüm düzene bir daha düzensiz sövmüştüm
Her şeyi yanımda olmayışının kızgınlığında yoğurup
Öyle ikiye katlamak istiyordum
Artık geçmişti
Yakarışlarım yerini bulmuş
Yüküm o yönden hafiflemiş
Başka bir yanımı ağırlaştırmıştı

Pencerelerde mırıldanma sesi arayışımın içine
Huzursuz çığlıklar yerleşti
Rüyalarımda bile korkuyorum
Kapı kolunun üzerine renkli boncuklar asıyorum
Renkli olunca her şey düzelir zannediyorum
Batıl inançlarım var benim böyle

Nisan ağlamalarım da geçti
Babamın cebinde tanıştığım ilk günahla birlikte
Bir şekerin bedeli bir çocuk için günah olmamalıydı
Kendimi hapsetmek istediğim çekmecelerin anahtarı yoktu
Kırgındım kemiklerime kadar
Üstelik bilmiyorlardı, inanmıyorlardı

Ihlamur kokan sokakların arasında dolaşırken
Çıkmaz sokakta bir portakal ağacı gibiydim
Biraz zaman geçince büyüdüm
Gidebilirim zannettim
Portakal ağacına astım her bir dileğimi
Kabuklarında gizlensin istedim
Kışın sobada yakacaktım hepsini
Ev portakal ve benim hayallerim kokacaktı
Islanmasından iyiydi yanması

Aynada yüzümü incelediğim zamanlarda
Kendimi iki kez anlamadığım
Ve hiç anlaşılamayacağım için de
Farklı hissetmenin tatmini gizleniyor gülümsememde
Yükseliyorum, boş oturan yıldızların göğsüne

Zaman daha ileri gitmeye yetmiyor
Yine de insanların projeleri var, yerli, yersiz
Doğallığın üzerinden bin yıl geçti
Bir avuç çimenle yaşamak hayalleri yerleşiyor dilimize
Açık bir pencere yok, nefes yok, kapılar otomatik kartlı
Hayatı kısıtlayan ne varsa normalleştirildi
Herkesin gelecek ile ilgili maddi düşleri var
Ama gelecekte bir gelecek yok
Maneviyat sıfırın altında eksilerde
Eskiden olsa kopabilirdim

Gökyüzünde buluşabileceğim bir senaryom bile yok
Upuzun bir merdiven isterdim yalnızca
Yürüyebildiğim kadar yükseklere
Yüksek topuklarla
Hayalim bitmeyen bir çocukluktu kırlarda
Bir sabah topun peşinden koşarken
Araba ezdi
İçim bu sefer daha büyük ezildi
Adımızı yan yana yana yana yazdığım bulutlar vardı
Çoktan buhar oldu
Şimdi son kez
Bilinmeze uğurladığım anılarımı paspasın altında gizliyorum
Bu bir elvedadır masallara
Ben gidince bakarsın
Bir Haziran İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut