All Posts By

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Hiç Ruhsuzluktan İyi Hâllice

Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım…
Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda,  aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
On Bir Mart İki Bin On Altı 10:30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Duygu Yetmezliği

Bazı şeyler tam böyle burada kaldı, bir sayfanın arasında, bir mektubun, bir daha hiç kimse tarafından açıklanamayacak satırında. Kalbimin o kapağının bir daha hiç açılamayacağını hissediyorum, nefessizlik gibi, susuzluk gibi. Yaşanamadı, kalp yetmezliğinden değil de, yalnız tek tarafa ait, duygu yetmezliğinden. Sevmenin provası yapılmıyordu her gün sonuçta, görünüyor gibi oldu, gözlerime inanmaktan çok, kalbime inandım, kalbim tanıdı, o ise tanırmış gibi yaptı. Sözcükleri tanıdıktı, yaptıkları yabancı olsa da… Sonrası karanlık, dolunayın kapladığı gökyüzünün simsiyah gecesi gibi karanlık, o görünen her şey görünmez oldu. Seviyormuş gibilerine inandım, sevmediğinin kanıtları dikildi karşıma, yazılı kanun gibi. Yine de belki bir şey değişir diye beklerken onca zaman geçti. Günümüzün modern ayrılıkları sessizce gerçekleşiyor, hiç acıtmadan, kırıp, etrafı dökmeden, dağıtmadan. Ama içimizde sessiz bir ağıt, her şeyi yakıp, yıkıyor. Umursamazlıklar modernleştiriyor insanları ve sevgisizleştiriyor, ben kıyamet koparmaların peşindeydim, anlamsız yaptığım onca şeyin tek bir anlamı vardı; “bitmesin” hep bu bitmesin yüzündendi her şey. Modern değildim, olamıyordum, ayrılık gibi şiddetli bir şeyi modernliğe yakıştıramıyordum, beceriksizdim.

Düşlerden öteye gidemedim, kitaplarda başka dünyaları tanıdım ama gerçekte öyle değildi ve gerçekteki dünyayı daha fazla tanımayı reddediyordum. Gerçek dünyada insanlar ya iyi bir şeye sahip olmak istiyorlar ya da onu yok etmek istiyorlar. İkisinin arasındaki o boşluktan yaralanıyorum. Dizelerim tutumsuz, ben düzensizim, düşüncelerim de… Yine bunun için suçluluk duymuyorum, herkes içindeki kötülüğe yer edindirmeye çalışıyor, birilerinin üzerine atmaya çalışıyor, oysa ben sahiplendim, dağınıklığımı, tutarsızlığımı, belirsizliğimi…

Beynime birinin yerleştirdiği hüznü, sahiplendim. Önsezimden başka bir şey değildi, kullanılmayan eşyaların peşine düşen antikacılar gibi düşmüştüm tedavülden kalkan kelimelerin peşine. Kanatlarım kırıldığında düşünmüştüm ölümü ilk kez, sokaklarda dolaşmaktan korkmuyordum artık, ne de olsa bir yanım eksikti, eksi soğuklarda artı karanlıklar üretiyordum. Boşluktan başka gidecek yerimiz yok, kaderin kanat çırpınışlarında gölgeleniyordum, kopan kanatlarımı yeniden dikmeye çalışıyordum annemin dikiş makinasıyla, hayallerimde olan ama yanımda olmayan birisi var, yazdığım, kızdığım, çizdiğim… Aklımda açık unutulmuş şarkıların mısraları, şarkı söylerken, okuyoruz kaderimizi, başka bir ağızdan yazılan. Buklemden vuruldum, daha fazla acıyamazdı. İki sayfa kitap okudum, üç sayfa içeceğim sonra sayfalar dolusu seni özleyeceğim. Hep böyle oluyor, kitap okuyacağım diye başlıyorum, sonra seni özlüyorum, sonra sayfalarca içiyorum.

Meleklere nasıl inanabilirse bir insan, öyle inanmıştım, iman etmenin altıncı şartı gibiydi ona inanışım. Boynunda uyuyabilmek için gittiğim yolun ortalarında ömrüm yetmemişti ya da o zamana ulaşabilmek için, en önemli şeyi yitirmiştim, belki de inancımı. Hayattan kalan tek anlamlı şey gibiydi, son hatıra, son masal gibi… Parmak uçlarımda çok güzel bir kelebeği kaçıracağım gibi korkar bir hisle nefes alırdım yanında, ya uçup giderse diye, saatlerce kıpırdamadan durabilirdim. Nefessizliğimin içinde bile fazladan nefes vardı sanki şimdi bomboş bir alanda tek başıma almaya çalıştığım nefeslerin bile geçmediği boynumla o zamanlar yutkunmadan durabilirdim. Bu akımın diğer duygularda geçerliliği yoktu.

Neden içim rahat benim böyle? “Seni seviyordum” geçmiş zaman eki, hiçbir kelimede bu kadar iğreti durmamıştır, bunu saklamak için birden fazla tırnak içine ihtiyaç duyuyordum. Geçmiş zaman eki, bu cümlede güzel durmuştu.

İçim rahattı, verilen sözlerin, bedelini öderken, hiçbir beklenti yer etmemişti içimde. Seni sevsem bile, en çok kendimden sorumluydum, kendi sevgimin hakkını vermem gerekiyordu, tıpkı senin de kendi sevginden sorumlu olduğun gibi, bunlar daha az senin umurundaydı, ama gitsen bile içim rahattı, sevmesen bile, bekletsen bile, ağlatsan bile yine benim içim rahattı. Ben geçmiş zamanlardaki gibi sadık kalırken birçok şeye, sen belki de yeni zamana ayak uydurdun, belki haklıydın, belki haksız. Konumuz bu değil. Ama masumca sevemeyecek kadar kirletmişti yeni yüzyıl bizi. Beklentisiz sevemez hâle gelmiştik, belki sırf bunları düşünemediğim için, içim böylesine rahattı, huzur denilen şeyi, nice hırpalanmışlıklardan sonra içimde bulmuştum, aynı huzursuzluğu da senin sevginde bulduğum gibi…

Yaşamanın nefes almayla ölçüldüğü şu günlerde, oksijenim babama yetmiyor, nefesim yaşamaya yetmiyor. Kahvelerin de iyi gelmediği zamanlar var, tıpkı güneşin bazı sabahlara iyi gelmediği gibi, midemle kavga etmek yerine ona yalvarıyorum, ne olur daha kusmayayım diye. Şoka uğramam gereken şeyler oluyor ama uğrayamayacak kadar yorgun ve uyuşuğum. Titremekten başka yapabileceğim bir şey yok. Öfkelerim affetsin beni, onlar için kendimi yerden yere vuramıyorum. Tam fincan çayı sonuna kadar bitiremiyorum, hâlsizlikten ya da unutkanlıktan, bir yerden sonra her şey soğuyor, ellerim buz gibi çünkü. Bira ile gözyaşı bir arada gitmiyor, bunu çok ağlayınca anladım, başım çatlayıp, hiç gitmeyen bir ağrı yerleştiğinde. Kendimi harap etme şampiyonluğum var benim, yine de bir şey olmuyor en azından iyi şeyler olmuyor. Çok ağlayınca kilomdan değil de, litremden eksiliyor. Tıkandığımı unutmuşum.

Uzun boylu şemsiyeler var artık aramızda, uzun süren zamanlar gibi, zamanın içinde uzayan yollar gibi ve ben tüm bu uzun şeylerin arasında bir tek kendime haksızlık ediyorum. Hatırladıklarım arasında en çok kendi hatırımı saymıyorum…

Bir gün okuduğum kitabın kaldığım yerini ters çevirip, öylece oturduğum kanepenin üzerine bırakacağım. Sanki beş dakika sonra gelip, kaldığım yerden devam edecekmişim gibi. Sanki her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ama devam edemeyeceğim, her şeyi olduğu gibi ama devam ediyormuş gibi bırakıp, gideceğim. Korktuğum, yarıda kalan rüya ve kâbuslarımı bile yarım bırakacağım, geri gelecekmişim gibi gideceğim, fakat geri dönemeyeceğim kadar uzaklarda olacağım…

Vazgeçmemin üzerinden, bir sürü yol geçti, birkaç sevme dışında yüreğim pırpır etmedi bir daha, midemde ne zaman bir daha mor kelebeklerin uçuşacağını bilmiyorum, buna rağmen ilk ve son kez seviyormuş gibiydim. Onu dosdoğru tanımanın yalanına kendimi inandırmıştım. Kendi yalanına inanmak kadar başka bir ahmaklık daha yoktur. Kirpiklerini saymaktan yorulmazdım, kaybetme korkusu tıpkı ölüm korkusuna benziyor. İkisinde de insan kendini yitiriyor.

Yirmi Altı Şubat İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Burası Dünya

Burası dünya, malumunuz yuvarlak. İçinde yansıyanlara da köşesizliği yansıdı uzun zaman önce. Kimseyle yolun sonunu düşünme ve kimseye asla ve asla uzun zamanlı güvenme. Güven saati birisi tarafından ayarlanmış, zaman makinası gibi. Ömrünün sonunda yanında olacak, elimi tutacak, ne olursa olsun, beni sahiplenip, koruyacak diye umma. Burası dünya ve içindekiler illâki biraz da dünyaya benziyor, herkes biraz köşesiz, herkes biraz dönek, herkes oldukça yalancı ve herkes sevgisiz, yalın, tekdüze. Herkes biraz aldatıyor ve sen deli gibi seviyorsun diye sakın mucize falan gelecek diye bekleme. Mucizeni bile doğduğuna pişman edip, dürüp, büküp, yüreğine tıkarlar geri. Burası dünya, hiç istemezdim gelmeyi ama geldik, şimdi mühim mesele, elimizde olan bu dünyayı, tüm çirkinlikleriyle kabullenip, sevmeye çalışmak…

Çünkü başka bir dünyamız yok! 
Eğer, bu iğrençlikleri birlikte yaşayabileceğin birisi de varsa ne âlâ!
Basit şeyler soruyor, gündelik. Sanki gecelerce ben ağlamamışım gibi, onun yüzünden… “İyi misin?” diye soruyor, dolmuşta karşılaştığım tiyatrocuyu hatırlıyorum, gerçekten mi ağlıyordu, rol mü yapıyordu? Sonra herkesin biraz tiyatrocu olduğunu hissediyorum. Sanki içimdeki cevabı verebilirmişim gibi. Söylemek isteyip de söyleyemediğim şeylerin ağırlığını hafifletmek için, aklımı uçurmayı deniyorum, aklımın yağ oranı düşük belki de bilmiyorum, uçamıyorum, aklımda bir yerlere gitmiyor, tüm gün, tüm gece, hiç bıkmadan aynı şeyleri düşünmeye devam ediyorum, yarın olmasını istemiyorum çünkü yarın da aynı şeyleri düşüneceğim. Daha az giyiyorum üzerime, daha az seyrediyorum sokakları, sanki hafifleyecekmiş gibi. Ağladıklarımı gizleyemiyorum artık, olgunluğun bir başka belirtisi de bu, o başka bir şeyim var zannediyor, “neren ağrıyor” diye soruyor, sanki tek gerçek sorun buymuş gibi, diğer tüm büyük acıları soyutlaştıracakmış gibi… Üzerime titrediğini şu zamanlarda hissetmek, aslında yanımda asıl olması gereken yerde olmadığını bildiğimi hatırlatıyor. Masum rolünde kıvranmaya devam ediyor. Gözlerimi, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla aceleyle siliyorum, dudaklarımın bükülmesine engel olamıyorum. Kafamdaki çiçekleri koparıp, birer tane sakladığım şişelere yerleştiriyorum, hayatta yapılan hatalardan çok imla kurallarını düşünüyorum, okuduğum kitaplardaki dünyalara gitmek istiyorum. Kesin bu yazıldıysa, vardır öyle bir yer gibi geliyor. İnanıyorum.


On Yedi Şubat İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Rahmetli Yazılarım

Rahmetli yazılarımda rahmetsiz bir şey vardı, rahmet okunmayacaktı belki ardımdan. Az bağırdım, çok küfür ettim, çoğunlukla içimden, zaten çığlıklarımı duyacak yetenekte de kimse yoktu. Uzandım, uzayamadıkça, ağlamalarımı bulduğum her yere sürüyorum, biraz daha ağlamak kokuyor, hava ve oda. Rahmetsiz kaldığıma ağlıyorum, yağmur yağsın istiyorum, çok yağsın, yağmur rahmetmiş çünkü. Cümlenin başına almam gereken kelimeleri hep sonuna ekliyorum, konuşmakta da yeteneksizim, ayrılırken, ayıldığım şeyler vardı, içtiklerimin sonrasında olan şey, biriyle olmak, gerçekten biriyle olmak, bir miktar sarhoşluğu gerektiriyor, yoksa o kadar çok bahane ve batan şey buluyorsun ki kendine. Zaten biraz sarhoş olmadan da hiçbir şeye katlanılamıyor, ama bazı şeyler var ki sarhoş olsan da dipdiri gözlerinin önünde canlanıyor. Sarhoşken sustuklarımı, ayılınca hatırlıyorum, daha çok konuşmak için içtiğim günlerin hatırına, şuan susuyorum. Pijamamın arasına sakladığım birayla birlikte, bin bir türden pişmanlığımı gizliyorum. Biraz daha yazmak için, biraz daha uyumak için belki de istiyorum bunları, unutmak lüks artık içimde, içimin içinde hücrelerime yapışan o şeyi unutursam sanki canımdan can gidecek, etimden et gidecek, canımdan et de gitti aslında, gidiyor, etimden can da gidiyor. Sanki yaşamak daha anlamsız daha zor olacak. Oysa ben bu başlığın altına bambaşka şeyler yazmak isterdim, devasa şeyler anlatıp, gizemlice susmak isterdim, nerde tabi bende o yürek ve o ruhsuzluk? Böyle anlatabilmek kolay da, bunları kaydedebilmek ya da kaydolabildiği yerden çıkarıp, birilerinin karşına dikmek zor, sayfalar dolusu sustuklarımı, birkaç cümlede geçiştirmek haksızlık değil de nedir? Söyleyip, kaçmak, özleyip, susmak, tüm bunlar haksızlık değil mi dünyaya, sana ve bana?
Şimdi gelip, hiçbir şey olmamış gibi dikilsen karşıma… Bunun hayalini ne çok kurdum ama ne yapabileceğime dair en ufak bir fikrim bile yok, zaten benim seninle karşılaşmama dair en ufak bir fikrim olamaz ki, bilemediğim bir şey varsa hayatta, o da en çok budur işte, karşıma çıktığında ne yapabileceğim ya da ne yapamayacağım… Halledemeyeceğimiz şeyler de var, üstelik bunlar onca geçen zaman, ya da telâfi meselesi falan değil, belki de büyük bir mesele olmaması, büyük şeyleri küçültmem belki de, senin büyüttüğün yerde, her akşam kenarda biriktirdiğim birkaç şişe ile ödeşiyorum, onların içini dolduruyorum sustuklarımla, diplerinde kendimi görene kadar rahat bırakmıyorum. Kurduğum hayallerin sonunu kaybettiğim için, bir daha düşünmek istemiyorum seni. Sonuca bağlayamıyorum, asılı kalıyorum sonra, konuşur gibi yapmaktan, susar gibi ağlamaktan bıktım. Ağlarken çıkardığım seslerde, yüzümün bilmem kaç derece kızarmasında, ellerim buz gibi donarken, bir tek bunlar bile gerçek olmaya yeterdi, eğer bilebilseydin. Dünyadaki tek samimiyet belki de bu şekilde ağlamaktı, tamam ağlamak iyi bir şey demiyorum zaten. Ama yoruldum, başka bir şey yapamayacak kadar yoruldum, herkesin içinin aslında bomboş olmasından kendi içimdekileri de teknik bir hata gibi görmekten. Gelişim hatalıydı belki de, bıraktığım izler, seni geri getirmeye yeter mi bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, böylesi daha katlanılabilir. Bitince susan kalem gibi, gittiği yere kadar değil, bittiği yere kadar.
Her şey birdenbire oldu, kanatlarım hiç ummadığım anda, tam da uçmaya teşebbüs ettiğim o anda kırıldı, kanatlarımdan geriye kalan kendimin içindeki ben, bundan sonra hiç tamamlanamayacak bir yarımlığa başladı. İntihar eğilim değil, eylem gibi bir şey oldu, bir gecede birkaç sefer. Bilek uyuşuklukları ve sızlamaları, ince sıvı, bir ip şeklinde akıp gidiyordu, zaman dâhil, her şey kırmızıya boyanıyordu, usulca, sırasını bozmadan. Dünyayı sanki kıpkırmızı bir bulut ele geçiriyordu. Duran zamanın içinde, gidebilmelerin müptelası oldum, yaşarken, ölmenin özlemini tadıyordum. Gönlümün törpüsü, aklımı yiyordu, aklım beynimle bir aile olamayacak kadar uzaklardaydı, daha çok kuşlarla akrabaydı, onlar da umudu çağrıştırdığı için tam da bu satırda uçarak ölmek istiyordum. Sarılmanın içindeki saflığın boşaltılması, beynimde büyük bir travma yarattı, bu olanlardan artık kendim bile sorumlu değildim, yalnızca sorunların farkında olduğumu itiraf edebiliyordum. Bir önceki gün, sarıp sarmalaması, ertesi gün boşluğunu yaratmaktan başka bir şey değildi. Ben de başka bir yerde olamıyordum, hatta hiçbir yerdeydim. Yine de bir demlik çaya aşina bir hasret biriktiriyor insan içinde, sıcacık, donan parmaklar eşliğinde. Benzerlerimin bile bana hiç benzemediği bir dünya yalnızlıktan başka bir şey değildir, yazık ki, yazıklanamıyorum. İçime duygusal ve manevi sancıların sızması, daha büyük başka bir düşünceyle birleşti; hayal kırıklığı. Eğer ben ölürsem, anılardan ya da anısızlıktan ölürüm.
Parçalandım, parçalarımı bulamayacağım kadar uzaklarda bıraktım, bir şeyleri ararken, bir yaşama nedeninin peşinden giderken.
Tarafsız bir yarayım artık, dökülen kabuklarımı içime sakladım. Uykulu hâllerim ve uyanık zamanlarım yalnız ona ait ve aralarında pek bir fark yok düşündüklerim açısından. Yine de hiç kıpırdamadan, ölü gibi yatmak kendimi bir süreliğine ölü hissetmek, hiçbir şey yapmak zorunda olmamak, rahatlatıyor beni.
Sevdiğimiz birine herhangi bir organ lazım olduğunda veremiyor bizim gibiler, ciğer mi lazım, ciğerimi verirdim. Ama olmadı, kalbimi verdim, genellikle değmeyecek birine, üstelik geri almak istediğinde bir sürü hırpalanmışlıkla geri geliyor kalp. Benim organlarımı kabul etmiyor doktorlar, bir kere yaşadığın bir hastalığın ömür boyu izi kalıyor, oysa daha çok genç organlarım, hatta ruh yaşıma göre ölçebilirsek, oldukça genç. Az kullanılmış, çok kullanılmamış, çok yaşanmışlık var. Bazen tek bir saniyeyi anlatmaya saatler yetmiyor.
Çamaşır suyu ile yolculuk ediyorum ve artık dünyaya ait, temiz görünümlü her şeyden nefret ediyorum. Keşke tek şiddet büyük puntolu harflerle olsaydı. Şimdi hangi televizyon programı avutabilir beni, hangi dizi ya da hangi bir şey? Eve geldim, kaktüsümün suyu bitmiş, su verdim, kalorifere konulan yıkanmış çorabımın teki ebediyete kayboldu, bazı şeylerin peşinden gitmemeyi öğrendim, koşarken dizlerimden çok, yüreğimin yaralanmasından. Montumla oturdum, bütün ışıkları açtım, hol ve mutfak da dâhil çünkü korkuyorum. Yalnız kalmayayım diye çağıran komşulara da gitmiyorum, paylaşacak tek şeyin yalnızlık olması ne sıkıcı. Üst kattaki seslere alışamıyorum, onun yerine kulaklarımda saklı aşk şarkıları… Üç yemyeşil zeytin yedim, tuzlu. Beni bunlar ayakta tutabilir. O bomboş sayfayı saatlerce okudum.

Dua ediyormuş gibi açıyor ellerini, kızıyormuş gibi sürekli içinden bir şeyler mırıldanıyor, kızdığı şeyler dışa vurulamayacak kadar kötü sanki ya da o kadar fazla ki, mırıldanmasa kimsenin duyacağı da yok. Hiç gerçekten yapmak için yapamayacağı eylemlerin içinde hareketleri kısıtlanmış kalmış, yüzü bu yüzden gergin. Yanağının oradaki çene kemiği sürekli bu yüzden atıyor. Hep bir şeyleri “gibi” yapmaktan kendisi olamıyor, hiçbir zaman öfkesini dışarı vuramıyor çünkü çok kontrollü. Kendisini dizginlemesi lazım, duygularını da… Bir sürü duyguya sahip, onu köleleştiren, kendi gibi davranmasını engelleyen. Bir hayat biçimi sunulmuş da ev ödevi gibi onu yerine getiriyor, teneffüs zili ancak öldüğünde çınlayacak kulaklarında. Öfkesini ve nefretini dışarı vuramadığı için de sevgisini de hiçbir zaman anlatamayacak. Anlatamayacağını bildiği için de sevmeye üşenecek. Öfkelenen ve nefretini dile getiren insanlar her zaman daha samimidir, sessizce gülümseyenlerden… Ben kahkahaları tercih ederim, en sinirimin bozuk olduğu anlarda. Dışa vurabildiğim belki de bunlar, içime attıklarımdan çürümüş bir dünya var edebilirim belki…
Yazmak; kendi kendimle konuşmak gibi…
Dört Şubat İki Bin On Altı 11 00
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Değerlerimiz, Sıfırın Altında Değerleniyor

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

 Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Anıların Rahatsızlığı

Anıların da bir ömrü vardır, sonra kâbusa dönüşürler.
Kendimi en sakin yerde terk ettim. Bir masanın başında oturmuş, porselen kupamda son kahvemi içiyordum, bitmesini erteliyordum, her şeyin bitmesini ertelediğim gibi, zamanın geçmesi hayatıma bir hediyeydi, uzun zamandır hediye almamıştım. Dünyanın sokaklarından geçmiştim sessizce, bir sürü rüya görmüştüm, eğer böyle giderse görmeye de devam edecektim. Rüya işine son vermek istedim çünkü gerçeklerden daha fazla şey oluyordu oralarda. Kaç tane yirmi dört saatim varsa hepsini de harcadım, umutlarımın bittiği yerde, bir tek gecede tükettim her şeyi. Payıma düşen ters oturan sandalyeyle birlikte, ıslak, camdan bir şey gibi soğukluk hissettim. Acıdı, ama batar gibi bir acı değildi, o dokunan yerden başlayıp, tüm kalbimi kaplayıp, sızan bir acıydı. Bazı şeylerin izahının yetmediğini biliyorum, belki de bu yüzden eksildim.
Bu kadar zamanda en azından ufacık bir değişiklik olmalıydı içimde, en azından yaşanılabilir olmalıydı günler, geceler bu kadar uzamamalıydı. Göğsünde görünmeyen yaralarla daha fazla uzağa gidilemez, inanmışlığıma saplanmıştı, gündüzken birdenbire gece olmuş, korkmuş, hiçbir şey yapamamıştım. Dilimde en az kalbim kadar kırık bir melodi, inanmam gerekenlere bir türlü inanamıyordum. İnatçıydım, inanç duvarlarımdan zıplayıp, atlayamıyordum.
Sırtımda bir yaradan çok iki el olsun isterdim, kendi ellerim, soğuk ve kimsesiz ellerim. Kendi ellerim olsaydı sırtımdaki, hiç düşünmeden büyük bir cesaretle aşağıya atardı kendimi. Ama sırtımda iki el yok, kanat da yok, yaradan ve ciğerden başka bir şey yok. Sırf çirkin görünmesin diye yaralarımı gülümsemelerimle gizledim çünkü böyle daha güzel olacaktı, yaralar çirkinleştikçe, daha güzel gülümsedim. Değişim zamanının, zamandan daha çok değişen insanları, bir çırpıda olmuşları olmamış gibi göstermeleri, daha da yabancılaştırdı, keşke yalnız kendime değil de herkese yalan söyleyebilseydim, bir çırpıda gidebilseydim o uzaklara ya da kendimi yok etmenin bir yolunu bulabilseydim. Kandırdığım kendimdi ve ben yine hiçbir şeyi anlatamıyorum. Kör bir bıçak elimdeki, dilimi kesemiyorum, kendim de kesilmiyor. Kelimeler peşimi bırakmıyor.
Doğru delirdim ben. Doğru sustum, belki zamanı gelmemişti susmanın, ama içimdeki kelimeler yerine oturmuştu, izahı yoktu, ondan sustum. Beynime hücum eden kelimelerin kifayetsizliğiydi belki de beni susturan, inancımı birilerinin yüzüne vurmam gerekiyordu.
Hayatının satır aralarına sıkıştırırken kendimi, kaçak göçek tıkıştırırken beni, oradan oraya hırpalarken ruhumu, sen hayatımın satırlarında ana başlık gibi bir şeydin, bazı şeylerin anlamsız olması, bana anlamsız gelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Senin için ne kadar anlamsızsam, benim için o kadar anlamlıydın ve bu anlam bulduğum anlamsızlıklar yüzünden uykularım düzensizleşiyordu, hiç kimsenin aynı cevabı veremeyeceği sorular birikiyordu beynimde. Anlam bulduğum saçma şeylerin anlamsız gelmesi gerekirken, o anlamlarla (anlamsızlıklarla) yeni bir dünya kurmuştum kendime. Aslında yok olmakla ne kadar da iyi ettin, hiçbir zaman gerçek bir şeye inanamayacağımı biliyordum. Beni bu rüyadan (kâbustan) uyandırdı. İyi oldu bana.
Seni severken, birdenbire bir ömrün dışına taşmıştım, daha büyük şeyler yaşıyordum sanki daha az nefes alıp, daha büyük, mutlu zamanlar geçiriyordum. İçim, dışımdan daha büyüktü sanki sığmıyordu.
İçimdeki benden biraz daha soğudum bugün. Bazı şeylerden vazgeçebilseydim, ruhum biraz daha rahata ererdi, huzur vazgeçmektedir belki de. Niye hâlâ inat ediyorum? Üstelik bu kadar yorgunluktan bahsederken? Defalarca kendime tekrarladığım o sorulara daha yanıt bulamamışken, soruların bile yanlış olduğu düşmüyor mu aklıma? Elbette düşüyor, kucağıma, kadife eteğimin tam üzerine, elimi tuttuğumda diğer elimin daha soğuk olduğu ve dışına dokunuşum kadife hissi yaratıyor. İçimde hâlâ bir şeylerin bu kadar yumuşak kalabilmesi ve dışımın böyle başka bir şeymiş gibi durması… Uzaklaşıyorum içimden, içimin naifliğinden, yumuşaklığından, hüznümden kaçıyorum. Bir elim bile başkaysa benim, ben artık kendime bile benzeyemem.
Bir incinin içinde unutulmuş buldum kendimi ve yaşayamadığım bir hikâyenin içine hapsoldum. Daha iki parmak boşlukla başlayan satırlarım hayatımda uzunca bir sus boşluğu oluştu, üstelik parmaklarım küçücüktü, sayfalar dolusu boşluktu hikâyem. Bu kadar uzun boşluğu nasıl dolduracağımı bilemeden, sızlandım. Hayatımın başlaması için en azından birine daha ihtiyacım vardı ama paragrafın içinde yapayalnız buldum kendimi. Belki de bu yüzden kaybolmak istedim çünkü biz kendimizi kaybedemedik, birbirimizi kaybettik. Güzel günler, ölümlü faniler gibi gelip, geçiciydi. Boşlukların güzel günlerle ilgilisi yoktu, biraz yalana ihtiyacım vardı, ağzımı açamadım, kalbimi parçaladım. Kendimi yok etmeye çalıştığım yerde senin kelimelerin duruyordu, üzerine basmamak için, düşmemek için biraz daha yaşamaya kalktım, yaşadım, romanlar ucuz, hayat pahalıydı. Yaşamanın birkaç organın çalışmasından ve saat gibi çalışan, arada hızlanan ya da tekleyen bir kalpten fazlası olduğunu bilerek yaşadım, böylesine yaşamak azaltıyordu ömrümü. Yaşamak kelime içinde kullanıldığı gibi durmuyordu benim hayatımda, yaşayamamak diye yansıyordu hikâyeme.
Ondan vazgeçmen gerektiğini anladığında, ancak farkına varırsın ki, ne kadar çok şey var, vazgeçmen gereken. Bir sürü şarkı, bir sürü sokak, bir sürü anı. Bir hayat, ertelediklerine geri dönmek istediğinde artık geç kaldığını öğrenirsin. Sen aslında hiç yapamayacağın şeyleri bile onun için yapıyorsundur ve artık anlamı yoktur hiç birinin. Kendini tüm bu anıların ve hatırladıkların içinde öylesine yabancı hissedersin ve öylesine bir boşluğa yuvarlarsın ki… Hepsinden geçtin diyelim, günlük kullandığın kelimeler, kelimeleri kullanırken, onu anmaların, sırf onu hatırlattığı için, bahsettiğin şeyler, şarkılarda onun adının geçmesi ya da senin ona hitap ettiğin şekilde karşına çıkması kelimelerin. Sokakta bir çift sevgilinin, onun elini tuttuğun gibi tutması sevgilisinin elini ve onun gibi bakması, aslında bakamaması. Başkalarında gördüğün eksikliklerde bile onu anımsadığın. Her canın acıdığında onu hatırlamaların, en ufaklarında bile. Sanki o teselli edecekmiş gibi, içinden adını defalarca tekrarlamaların, iyi gelecekmiş sanki bir teselli verecekmiş gibi ona sığınmaların, gizliden, onun haberi olmadan. İçinde tüm bunlara cevap bulmaların, aslında soruların baştan beri yanlış olduğunu bilmelerin…

Büyülü sözler, zengin kelimeler, imkânsız aşklar falan da bir yere kadar, insan eninde sonunda anlaşılmak istiyor. Ben seni anlaşamadığımda da seviyordum, ama canım artık daha az şey istiyor, anlaşılmak da bunlardan birisi, hatta hiçbir şeyi istememeyi istiyorum ben. Kitaplardan bile daha az etkileniyorum, her şeyi daha az kafama takıyorum ya da hep takıyorum o taktığım şeye, ortası ya da olması gerektiği gibi olmuyor hiçbir şey. Eskiden daha çok konuşur, daha çok gülermişim, şimdilerde ise daha az konuşup, daha fazla düşünüyorum, ağladıklarımı, yanında pişmanlığın kendime olan pişmanlığımın haksızlığıyla zaman geçiriyorum. Arada midye kokan sokakları geziyorum, onu hatırlattığı için, özlediğim için. Hayır, midyeleri özlemedim. Onu özlemek, bunca şeyden sonra belki de benim midesizliğimdi. Biraz fazlaydı bedenime, ruhum doyar zannettim, bu fazlalığın kendimi çıplak zannettirip, böyle üşüteceğini bilmiyordum.  Yine de oralı olmadım, zaten hiçbir yerli değildim ben.
Yirmi Beş Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut 
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kafiyesiz ve Mutlu

Eninde sonunda her şetden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!


Eninde sonunda her şeyden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!

Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum. 

Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor? 

Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan. 

Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan. 

Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın… 

Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…

Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.

Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.

İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun… 
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.

Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.


On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

İç Döküntüsü

Artık benim bu hayattan alacağım oksijen kalmadı.

Bu hayatın bana gelişi, ağır hüzün, eski bir elden. Cesaretimi toplayacak kadar zamanım olsaydı, saçlarımı toplamak yerine, böyle kolay bitemezdi, korktuğum sensizlikti, vakitsizlik de değildi. Şu hayatta hep unutulmalarım baharlara denk geldi, ilkbaharı yaşarken, sonbaharda buldum kendimi. İnsanlar istasyonlarda genellikle sevinir ya da üzülür. Benim ikisi de aynı duyguyu barındırıyordu, sevineceksem muhakkak üzülecektim de aynı zamanda. Bir farkı yoktu, gitmenin ya da kalmanın. Yine de insan tek bir güzel an için bile gitmek istiyor, hatta her şeyini kaybedeceğini bilerek çıkıyor yola. Kaybedeceklerin hiçbir zaman fikrini değiştirmiyor. Kasım’da hep susmalarım artar. Önümden bir ömür geçiyor, ömrümden bir eylül daha düştü, düşenlerin içine düşlerimi koymayı da ihmal etmedim hiç. Aralık geliyor, temmuz susuyor, ağustos kayıplarda. Kaybolan ya da yenilen zamanın içindeyiz. Haberimiz yok birbirimizden. Tek ses ömrümüzü sallayan rüzgârın sesi, dallar sallanıyor zannediyoruz. Parmaklarım susturulmuş bir enstrüman sesini tekrarlıyor, suskunluk ömür boyu. Üşüyorum, ısınamadığım şeylere, üşüdükçe çay demleniyor, bahçede bir kaplumbağa hareketleniyor, biraz ısınıyorum, pencereye vuran güneşle bir alakam yok, kalorifer petekleriyle olduğu kadar. Hiç söyleyemediğim şarkının notaları besteleniyor, yankıları hâlâ kulaklarımda, kış günleri ansızın doğan güneşi görmüş gibi seviniyorum, benim de sevinebildiğim şeyler var henüz. Vakit erken, hem de bu vakitsizlikte. Dünya merhametini yitirmiş, bir yaratık gözümde, içindekiler de farksız. Ölümden, candan bahsetmek varken, kelimeler diziliyor boğazıma, yutkunamadıklarım büyüyor, bir gün bir canavar olup, çıkacak diye çok korkuyorum. Isınmalarım başka ülkelerde rehine kaldı belki, üşüdüğümden beri, bir parçam üşüyor da, o küçük, üşüyen parçam, tüm benliğimi sarıyor gibi, bazen büyük şeylerin bitmesine neden olan küçücük şeyler vardır.

Uzun saçlı düşlerim yok artık, öyle çok uzun boylu hayaller de kurmuyorum, ömrü de kısa umutlarımın. Bir tek rüyalarım uzun, beni ölüme yaklaştıran şeyler uzayıp, gidiyor. Gidişini de ölüme benzetiyorum bu yüzden, uzunca bir yol, uzun bir beklemek, upuzun susmak. Sevmenin se’sini bile barındıramamışken yüreğinde, kalp ağrısından bahsetmek ne kadar da yersiz. İnsafını alıp, gitmişler içindeki çocukla birlikte, büyümedik desek kim inanır yüreğimizdeki boşluğa? Üstelik gözlerimiz bu derece ağlamaya hazırken, geceleri hep yaşlı şarkılar dinlerken, tuttuğumuz yası duvarlardan başka kim bilebilir?

Ağaç diplerinde mutsuz büyüdüm ama yine de zamanımın insanlarına göre çok mutluydum, mutlu olmadan mutsuzluğuna da anlam bulamıyor insan, öğrenemiyor ne olduğunu o an için hele bir de o zamanın tam içine hapsolmuşsan… Dileklerim de yetişmedi ömrüme, diktiğim şişeler de, küfürlerim belki yetişir dedim, belki gökyüzünde önceki asırdan kalan bir isyanlar birleşip, belki birlik oluruz dedim, yağmur yağarken sevinen, yağmur ortasında mutsuz, yağmur sonunda ağlamaklı biriyim ben. Mutlu nasıl olunur bilmem, ama çok güzel hüzünlü olurum, güzel olunca mı hüzünlenirim bilmiyorum. Çağıma ayak uyduramıyorum, kimseyle iki sohbet edemiyorum, uyamıyorum ama uyuşuyorum çok güzel. Yazdıklarım hiç devam etmiyor bir öncekinin kaldığı yerden, hepsi kendine başına kelime cenazesi sanki…

Her gelmediğin gün, biraz daha büyüdü yüreğim ve uzaklaştım kendimden, sokaklarda bile bulamaz oldum, üstelik sevdiğim sahil kenarlarında, o ağaç diplerinde bile yoktum, hüzünlü ve sokağa atılmış, külleri bile kalmamış yalnız bir izmarit gibi hissediyorum kendimi, tek dudakla bir ömür. Zaman geçip de gelmeyince, günlerimi başkalarının arasına kaynaşarak geçirmeye başladım, “bu günler böyle diyordum” her seferinde, geçeceğine inanıyormuş gibi yapıyordum, kendim uzaklarda olduğum için, inanıyordum da üstelik. İnsanların arasına karışarak, onlardan biriymişim gibi davranıyordum, büyük ve hazin sonumu kabullenmiyordum bir türlü. Yıllarca aynaları hayranlıkla seyrettiğim yüzüm, bir tek saat içinde eskidi, dış görünüşüm bu kadar etkileniyorsa, kim bilir ruhumda ve o görünmez et parçası yüreğimde ne habisler dolaşıyordu.

Anımsamak ve bazı şeyleri yeniden düşünmek, beni daraltıyor, daraltıp, bir çukurun içine yuvarlıyor, onulmaz yaralarıma yenilerini ekliyor. Oysa ben büyük bir mutlulukla hafızamı bağışlardım, anımsamak isteyenlere ve öldürmek isterdim, içimdekileri. Birini öldürmenin bir sürü yolu vardır ama en güzel öldürmek içindedir, kendini yok etmenin de bir sürü yolu vardır, bazen neden başkaları tarafından öldürülmüş insanları, içimde diriltmeye çalıştığımı anlamıyorum.

Bulut gibiyim, yağmurun yağmasını bekliyorum. Kirli bir boşluk beni aşağıya çekiyor, soru işaretleri buğulu bir pencere…
Birbirimize mucize gibi görünsek de, yeryüzünün ilk insanları gibi gerçek bir hamurdanız, kolay kırılır, eğilip, bükülüp, zamanla olgunlaşırız. Üstelik seninle aynı yaşa girmeyi bekliyorum ben. Sonsuzluk diye bir şey hiç olmadı sadece insan sarhoş hissettiğinde, o sonsuz boşluğun içinde yuvarlanıyor…
Eskiciler ve yeniciler ve çoğunluğu takma kalpli…

Ne gibi olduğumu bile bilemiyorum. Sağanak yağmur sonrası terkedilmiş sokaklar gibiyim, ne okuduğumu anlıyorum şu aralar, ne de ne yazdığımı biliyorum… Tek kelime; huzursuzum, tavana kadar. Buzdan bir çölün altında bir masal gibi yatıyorum, sessizce. Fısıldadıklarım çözülmeyi bekliyor. Martılardan başka kimseyle konuşmam ben artık bu saatlerde, herkesin ya utancı eksik ya insanlığı ya merhameti. Kemikler ölmeden de sızlayabilir, bazı şeylerin olması için, bazı kurallara ihtiyaç yoktur. Ayrıca kalbin de kemiği yok ama sızlayabiliyor.

Şimdi “susacak şeyler” var aramızda, başka da bir şey yok, ama bu suskunluk tüm bir hayat hikâyesini içine alıyor, bir daha da geri vermiyor. Susuyorum, başka bir şey bilmediğimden değil, bu ağırlığı ancak susmanın anlamı kaldırabilir, o yüzden…

Yapabildiğim en güzel şeyi yapıyorum, gülüyorum. Belki de ağlanacak hâlimden miras kaldı bu bana. İnsanları anladığım ya da anlamadığım için değil, sadece bunu yapabildiğim için gülüyorum, bu bir zorunluluk değildir, sorumluluk da değildir, yalnızca içimden öyle geldiği için yapıyorum bunu. Gülüşlerimde ne öfkemi gizlemek için bir çaba var ne de gerçekten neşeli bulduğum olaylar var, hiç bir şey yok, düz bir şey gülmek benim için, yalın ve net. O kadar.
Artık bizim yakınlaşmalarımız, ancak uzaklaşmalarla ölçülebilir.

Ne zamandır içime senle alakalı yeni bir şey eklememiştim, ayıp etmişim doğrusu. Her kötülükten halliceyim, iyilikten biraz az, sorgulanamayan şeylerin kıvrımında kıvranıyorum. Tümcelerin pervazında, pervasızca gülümsemelerim ahlaksızca karşılanıyor, ahlak kime göre artık? Yazamadığım defterlerin, içimde biriken amansız cümlelerim vardı, harcayamadım, tutumluluğumu babamdan almıştım, israf etmeyi de sevmezdim. Kulağımda taşıdığım müzikler kadar, çekmecemde kalem saklıyordum, iç içe geçmiş hayallerin balkonundan aşağıya sarkıyordum, düşsem düş olacaktım, gerçeği olmayanın düşü olur mu hiç bilemedim. Gözlük kabının içinde sakladığım hatıraların, kurumuş ama eskimemiş kokusu, bir çeyiz sandığından daha değerli şeyleri de olmalı insanın, hayatta, yaşıyorsa… Yüzümü dertsiz, tasasız, adada bir sabah rüzgârına çevirmek isterdim, dört yanı denizle çevrili ada parçası, ilk defa beni sarmalasın isterdim, kendi sarılmışlığına aldırmadan, defterlerimle yazamadıklarımı doldurup, sonra kuşlara uçak yapmak isterdim. Dingin, dinlenmiş bir sandalyede öylesine otururken, sandalye sallanmasa da olur, yeterince sarsılmışlığım var üzerimde, kendi kendime de sallanabiliyorum hâlâ…

Dalgaların hâlâ tanıdık olduğuna eminim, üstelik şu fırtınaya rağmen. Dışında dalgaları olan birinin, içinde fırtına olması kadar doğal bir şey yoktur, kışın çıkan güneşin tüllerden içeriye izinsiz girmesi gibi bir şey bekliyordum, ansızın, hazırlıksız yakalansın dağınık yatağım. Hayata hazırlıksız yakalandığımdan beri, içimde haberim olmadan yerleşen o hüzün gibi bir şeyin de aniden geçmesini bekliyordum.

Yirmi Beş Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut

blog Genel

Sırtımla Yüzleşme

Yaratılırken keşke hep çocuk kalmayacağımı söyleselerdi ya da en azından sırtımı yüzüme çevirebilseydim, bebeklerim kaybolmasaydı mesela, onların kırılmasaydı kolları, bacakları ya da tüm bunlar olacaksa, güzellikle yaşamak mücadelesini bırakırdım kuvözde. Burnuma salınan o ince hortumu pekâlâ dolayabilirdim, minik pamuk ellerimle boynuma. Serçe parmağımın esnekliği kadar turkuazdı gözlerim, aynalardan korkuyordum, başka güzel bir şey yokmuş gibi sarılıyordum kendime, belki de yoktu gerçekten, herkes kendini mutlu sanıyordu etrafımda, benim ağlamama neden gülüyorlardı anlamıyorum. Çivit mavisi bir duvar, yoklukla aramda, kitap okurken aklım başımdan gidiyor, gözleri hiçbir anlamı taşıyamayan sisli düşler gibi, gri. Ben hiç olmayacak değil de olmayan birine tutkundum. Yalnızlık belki de sırf bu yüzden güzel, eğer bu kadar yalnız olmasaydım, tutulamazdım onun yokluğuna, yüreğime uyguladığım sansür, kulaklarına ulaşabilseydi keşke, uğultuyu duyup, çocukluğumu bu kadar hırpalamazdım…
Hayallerini sahiplendim, senin iyiliğin için kendi kötülüğümü seçiyordum, bu bana iyi geliyordu, seni çok sevmemdeki o dinmez huzursuzluğu, o inatçılığı hayatımın başka bir alanında hiç hissetmemiştim, o batışları her gün hissetmek bana yaşadığımı anlatıyordu. Dilim çaresizdi, tam gerçekleşeceğin anda, hayal olduğuna inanıyordum, en çokta yokluğuna, ben yokluğundan başka bir şey bilmiyordum.
Eziyetli ülkelerin birinde, masal gibi bir işkencenin içinde, belki birileri sırtlarını yüzlerine çevirip, konuşabilmeyi başarmıştır, birileri ilk defa belki arkasına güvenmiştir, birileri sırtlarıyla kucaklaşmanın sonsuz iyiliğini hissetmişleridir yüreklerinde, ama ben, öyle beceriksizim ki…
Dolanarak tam bir ömrü tamamlamış gibi yorgunum, kim yaşamıştı benim ömrümü? Kim hayatımı? Kimin bitkinliğini sahiplenmiştim bu kadar, kimin haklılığı için kendimi bu kadar suçlamıştım…
Dünya dönüyor hesapsızca. Yine de hesaplıyorlar akşamı, sabahı, kurallarına göre yaşanıyor tüm günler, gündüzlerini bitirmiş, akşamların esiri gibi bir şeyim. Geçmişten gelen ıstırapları hiçbir zaman kazanca dönüştüremedim, en değerli harcamalarım yalnız kelimelerdi, içimde bir şeyler demlendi, yaşamını tamamladı ve ne gariptir ki, senden bu kadar uzakken bile sana benzeyen hissiyatımın perdesinde, saklanıyorum, senin gözlerin bana bakamamaktan değişiyor, benim yüzümde yaşlar, uzak bir mesafeden birbirimize benziyoruz…
Kelimelerden bir rüzgâr ürpertiyormuş bizi yalnızca, laftanmış her şey, koca kelime mezarlığı…
Yeni günlerin heyecanını eski anılar sahiplendi, gökkuşağı bir telaş sarıyor rafine umutlarımızı, gizli tüm sevinçlerimi paydos ettirdim, rahatsız bir “keşke” kelimesine yenildim. Saatler geçmesin diye uyumadığım gecelerde, odamı kararttım, saati göremediğim sürece kararacaktı zaman ve duracaktı, saate bakmayınca zamanın daha hızlı geçtiğine inanmıyorum o beş dakikadan beri, geceyi kararttım. Yaralarımı sevme nedenim yaralamandı, laflarının açık ucunun durmadan batmasıydı, tazeydi bu, saatler geçse de…
Benden biraz zaman isteyenlere komple verdim tüm zamanları, iade ettim arayı açtıklarıma, o zamanı. Benden şans isteyenlere, avuçlarımı açarak gösterdim, bende artık bir şans kalmadığını, seçimlerimin yanlışlığını anlayabilirsiniz hayallerimin çıtırtılarından, betonarme apartmanlara çiçek isimleri koymanız gibi saçma her şey, bir aralık isteyenlere, tüm ayları verdim, artık verecek bir şeyim kalmadı, benden ne zaman isteyin, ne de izin…
Sen yalnızca karşıma önceden çıkan bir harftin
Hikâyeyi başkaları tamamlıyordu.
Kendi kollarımla kendime sarıldığımda, ellerini aldattığım bir yalansın, kendime sarıldığımdaki huzuru da senden çaldım, tek suçum yalnızlıktı, yoktum, yoktun. Gelip geçici düşlerden ileriye gidememiştik, kendi ellerimle seni yazdığım bir hikâyeydin, fazla uzağa gidemezdin, üstelik yalnızca benim hayallerime mâl olmuştun, sen içimin en tanıdık yabancısı, sana sensiz de yandığım olmuştur.
 
Nevin Akbulut
İki Bin On Beş Belirsiz 

 

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

İçimdeki ilhamdan müsveddeler oluştu. İçimdeki delilik öylece oturuyor, acımı çektiğimden beri, daha uslu isyankar yanlarım, sessizce makarna yapmak istiyorum, bu defa mutfağı birbirine katmadan, ama katlamak istiyorum kalbimin sivri köşelerini, sarmak istiyorum bir yumuşak toz bezi, mutfaktaki metaller hariç hiçbir şey yumuşak değil, metalik sesler bana beyaz önlüklü hastaneleri hatırlatıyor, nefret etmek için büyük nedenlerim vardı ama susuyorum, içimdeki deli gitti, oysa ne güzel bölünmüştük, kendi içimi yerken adil bir bölüşme işlemi yapmıştım, güzel payı içime düşmüştü, içimde her şeyi sezen başka bir şey olduğuna inanıyordum hep ama o bana hiçbir şey söylemiyordu. O içimde otururken, daha ne kadar susacaktık böyle… Uzun zamandır aşırı kelimeler kullanmıyorum, en ya da çok gibi. Hiçbir şey aşırı gelmiyor artık, içimdeki sezen ben, birçok şeye alıştırdı beni, hem de çok kere. Yaşadığım hayattan arta kalan, provası yapılmamış müsveddeler, zamanı kalmamış da acele çıkmak zorunda kalmış gibi kalbimin kapısı, biri çıkarken kapatmayı unutmuş. Ben uzun zamandır acıttıklarınla oyun oynuyorum.
Sekiz Ekim İki Bin On Beş 10 15