Browsing Tag

edebiyat

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yergi

 

Yanıma dilediğin kadar yaklaşabilsen de, içimi anlayamadığın bir alfabeydim ben senin lügatinde. Uzaktan görülmeyen, yanına gelince de pek anlaşılmayan, görmeye çalıştıkça seçilemeyen, yaklaştıkça dağılan, bozulan, değişen bir harftim. Gizil bir imge, anlamını derinlere saklamış bir yergi, olduğu yerin başka tarafında var olduğunu zanneden bir kelime. Denizin kenarındaki kumlarda kendini kaybeden, dilediğinde ulaşılamayan, bulunamayan, kendine bile saklanan bir isim. Güzellikle de olacak şey değildi artık buralarda kalmak, kafam hoş değildi iyiliklerle de. Gayretten başka yolum yoktu, hayatta ruhuma rahat yoktu, bir de ölünce de mi devam edecekti bu azap? Onu da deneyecektim. Katlanılamazdı ama katlanıyordum, gereğinden fazla kendimi oradan oraya kat kat katlıyordum. Neyin yitimiydi içimdeki tam olarak, bulacaktım. Kıyameti kopmuştu uçuşların, sıra susuşlara gelmişti, başımın hoş olmadığı her şey başımı döndürüyordu, döndükçe ben yitiyordum, evlerden, sokaklardan, yollardan, şehirlerden.

Akşamın akşam gibi olmadığı, gecenin yıldızdan geçilmediği o yerlere düşen yolları arıyorum hâlâ. Anlatmaya değer bir şey kalmadığı için o hikâyede, kimseye yolları da sormuyorum. Sorduğum yolu öğrenirler diye korkuyorum, kendi öğrenmemden çok bundan çekiniyorum. Sorsam devamı gelecek çünkü. Herkes ya tek soruyla yetinecek gibi değil ya da hiç cevabı olmayacak kadar üşengeç. Ortada bir yerlerde olmak yalnızlıktan başka bir şey değil, belki de en derin yansızlık bu.

Kimsenin artık kimsenin hayatına saygısı olmadığı gibi hikâyesine merakı da yok. Böylece öğreniyoruz işte sus pus olmayı. Dilin olduğunu zannettiğin yerde dilsizleşmeyi, cevabını çok güzel verebileceğine inandığın durumlarda, o cevapları bile isteye içine tıkıştırmayı, tahammülümüz böyle tahammülsüzleşti işte. Kalbinden çıkacağına bir türlü inanmadığın sevgiliden ayrılmış gibi bir yılgınlık, fabrikadan çıkış zili gibi bir yorgunluk, işportacı kaçamağı gibi koşturmacası bol hayatın anlatılacak pek bir tarafı da yoktu ama üzülecek taraf bulabilirdik gayet, bakabilseydik eğer… Ne kaldı içimizdeki güce dair savaşmaktan başka? Her şeyle ama her yerle harp hâlindeyiz, aslında harap hâldeyiz. Kendi içimizle bile. İçimizi görmeyenlere düşmanız, anlamayanlara bozuk, anlatamadıklarımızla da kavgalıyız. Bizi yoran gidemediğimiz yollar değil, geçirdiğimiz yıllar da değil, belki biraz yaşayamadıklarımız bir de bitmek bilmeyen savaşlarımız.

Hayallerimizin içinde ne hayatlar sabahlardı, unuttum. Şimdi sabahı zor buluyorum, zor kavuşuyorum sevdiğim zamanlara. Bayağı bir saçım döküldü son zamanlarda, kederden değil, birkaç on telden ne çıkar ki, lafı bile olmaz. Yine de birkaç gitar teli çıksın isterdim, sanatlı, melodili bir duruma konu olsun, bir anlamı olsun isterdim bu dökülmelerin. İnsan kendi döküğünü bile öyle olduğu gibi çöpe atmaya kıyamıyor, o bile manalı, manasız ama bir şekilde bir uyumu, hikâyesi olsun istiyor. Başkalarının hikâyelerini umursamadıkça, kendi öykümüzün bencili olduk. Çıkamaz olduk bu girdaptan. Gönlümce olamadım ben bu dünyada, kalamadım da. Dilediğimce yapamadım, o şiirin içine de gönülsüzce sızdım, gerçekten sızdım yani, kaldım öyle, çıkamadım. Elim, kolum kalkmadı. Daha ne olursa şaşırırım diye düşünürken geçiyor günler, şaşıracak şey bulamıyorum artık, şaşırma yetim bir yerde topluca unutulmuş gibi, şaşırmayı hatırlamak istiyorum, şaşırılması gereken bir olayda öylece kalayım, gerçekten şaşırıyormuş gibi yapayım istiyorum, bu bile birkaç saniyeden öteye geçmiyor.

Birçok şey yitirdik bunca zamanda, masumiyet de dâhil, ama en manasızı meraktı. Kalbimi örseleyen şeylerin başında geliyor artık, merak etmeye değecek herhangi bir şeyin olmayışı. Bir harfe onlarca yüklediğim anlam nereye gitti ya da nerede dondu bilmiyorum. Bu başkalığa hazır mıydım onu da hiç öğrenemeyeceğim. Ama bu eksikliğe de gitgide alışıyoruz, giderek, kalarak, dolaşarak, susarak, sormayarak, bu kabulleniş bizi durmadan soğuttu her şeyden. Bol uzun vadeli, taksitlerle vazgeçtim dokusu olan, dokunası gelen her şeyden, tüm o kelimelerden, özlemden, uzakların varlığından. Geriye bu akıbetin olgusu kaldı.

Tanıdık bildik karanlığın içindeki o güvenli ıstırabından mesutsun şimdilerde. Çember gibi çevreledi seni, enine boyuna. Tüm başka kötücül duygulardan, yoksunluktan. Fedakârlıkla heba yan yanaydı sanki artık, bir şeye olan inancın ziyandan geçiyordu, bir şeye kendini feda ettiğinde her ne olursa olsun, ister eylem, ister inanç ya da biri olsun, kitap olsun ya da heba olup, gidiyordu bu çağda. Hiç dinlenilmeyecek cümlelere gönlümü kaptırdım, virgül zannettiğim bir noktanın peşinde heba oldum, bir kere bile okunmayacak kitaplar yazdım, hiç basılmayacak o kitabı hem yazdım hem de okudum. Bazen beğendim, bazen yok edesim geldi. Uzayda bir yerde birikirdi nasıl olsa tüm cümleler, haklı da olsalar, haksız da, değseler de, dokunmasalar da kimselere. Bu kadar tasarruflu teselli bulmayı nereden öğrendik biz acaba?

Istıraplara madem çare bulunamıyorsa, bari bir anlamı olsaydı. Bu bakışlar, susmaları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Biten her öykünün peşini bıraktım, koşmadım. Heveslerim de bir tek susmalarda birikiyordu sanırım. Ertelendi bir başka güzel ömre kadar. Hem uyuyor, hem de uyuyamıyorum gibi geçiyor uzun zamandır gecelerim. Saatlerce, tonlarca, günlerce susabilirdim. Soyut nedenlerden dolayı da yorgun düşebilirdi çünkü insan, ruhu yorulur, gücü tükenir, yüreği susardı, beden böyle acı çeker, böyle başkalaşır, böyle bir atar, bir atmaz kalp, bozulurdu, anlaşılamazdı.

Hevesten biraz daha fazlası gerekiyor yaşamak için, tüm bu monoton hayat, koşturma, emek karşılığının alınamaması, boşuna çektiğini hissettiğin, sürekli ağırlaşan o kürekler, herkesin birbirinin üstüne çıkmaya çalışması, karşısındakini hep küçük görüp, kendini en olmaz şeyler yaptığında bile yüceltme durumları… Kibir, öfke, haksızlık, doymaz bir açgözlülük, bencillik, sıradanlık ve dinlenememek, ruh yorgunluğu. Tüm bunların arasından sıyrılıp, hayatını yaşamak, nefes almak, geçinmek, bir yol bulmak inanılmaz zor ve hatta imkânsız artık bu çağda. Oblomov bu zamanda yaşasaydı, belki de utanırdı bulunduğu ya da hissettiği durumdan. Bir kitapta okusam bunları, başımı üzüntüden kaldıramazdım, kalbim sıkışırdı ama şimdi biz hep içindeyiz bu durumların, bu absürt masalın ya da masalsızlığın… Yeterince üşendiysek artık biraz daha gidip, hayal kurayım ben. Çünkü görünmeyeni seviyoruz, dilediğimiz gibi hayal edebilmek için. Kimse karışmasın, hatta içine de dâhil olmasın diye. Nerede başlar, nerede devam eder bilmeden, sona yaklaşıyoruz, bunu da tükettik diye ağlayarak susturabilir miyim bu boşluğu, bu açlığı bilmiyorum. Hayal kurmaya aşina olduğum kadar kırıklıklarına da mecalim var mıydı, sahip çıkabilecek miydim bunu da bilmiyorum. Çabucak ısınan ve buz gibi olan kalbim acılarına sahip çıkmıştı hep, bir sözcük bulmak, bilmek, anlamak heyecanına birkaç saniye kalaydı.

Şimdi bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış, dünyalar başımıza yıkılmamış, başka hayatlarda kaybolmamış, kendimizden hiç vazgeçmemiş gibi geri dönsen buralara yine ve yeniden, ne fark eder ki? Yedi dünyayı boşlayıp gelsen, okyanuslar açsan ne çare? Bende sana verecek tek bir damla dâhi kalmadı artık. İçimdeki sensizliğe alıştırdın beni, yersizliğime, dengesizliğime alıştım, onlarsız yapamıyorum artık.

Nevin Akbulut
14.02.2024 Perşembe 14:30

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sıradanlığın Istırabı

Sadece günlerin isimleri değişiyor, içindekiler aynı.

Sıradanlığın ıstıraplarının alıkoyduğu yerdesin, görülmüyor, duyulmuyorsun, ancak kendini böyle şüpheden bir miktar uzakta tutup, güven duyuyorsun. Hâl, hatır bile sorulsa tüm içini bir ürperti kaplıyor, hâlin hâl değil, biliyorsun. Devamındaki soru ve sorunlardan beynin uyuşuyor. Nasıl’ları, neden’leri bitmiyor. Sen kolayca gelmedin şu hayata ve kolay yetişmedin kendine, buralara. Ama bu çağda her şey o kadar çok basitçe ve lüzumsuzca gelişiyor ki, yine de dehşetten geçilmiyor. Herkesin yıllardır bilinmeyi dilediği şu zamanda bilinmemekten başka çaren kalmıyor. Bıktıkların artıyor, tahammüllerin tükeniyor.

Hayatımın bir nedeni vardı, yitirdim, bir yeri vardı, bulamıyorum. İçimde tarif edemediğim bir ıssızlık, yalnızlık. Her şey başka türlü olması gerekirken, böyle olmuş gibi bir hissizlik. Tüm umutsuzluklardan sonra sığınabileceğim tek yer uyku, o da tahammül edemediğim şeyler yüzünden kâbusa dönüyor. İnsan bazen en büyük kâbusunun bile peşinden gitmek ister, kaybolmak için, başka çare bulmaya da üşeniyor, bulamıyor, inanmış bulamayacağına da…

Ben de şu kış günü canımın çok istediği gibi ve istediği şekilde kış uykusuna yatan hayvanlardan biri olsaydım, hiçbir yerim ağrımaz, üşümez ve canım bu kadar sıkılmazdı. Can sıkıntısı da bir yerden sonra insanın canını yakıyor, soğuk, zehirli hava gibi. Her şeyin altında bir neden aramaktan ve hiçbir şeyin hele şimdilerde, göründüğü gibi olmamasından yoruldum. Cisimlenmeden önceki hâlimle, tüm kırgınlık ve yorgunluklarımı bir çukura bırakıp, bu dünyadan geçmek istiyorum, ardımdan bir renk; adı lazım değil, bu dünyadan geçti de demesinler gerekirse. Yeter ki gideyim, kopayım, bağım olan ve olmayan her şeyden, bağım olmasını istediklerimden, bir ilişiğim olduğu hâlde benimsemediğim, kendimi hiç kimsenin yazma bilmediği bir ülkede kalem gibi hissetmekten, değerinin bilinmediği yerlerde, alakasızca durmaktan, hiç istemediğimden, ruhuma, kalbime yakıştıramadıklarımdan… Bunca çektiğim ağrılarımın artık bir yerde, bir şeylerime telâfi olmasını istiyorum, olmuyorsa da bir daha acı çekmeyeyim, ağrı da hatta hiçbir şey. Herkes kendi zamanına göre beni yaşadığı ve bir saat gibi ayarlamaya çalıştığı için ve her şeyin de bir saatinin olduğunu sürekli kulaklarıma zerk ettikleri için zamanı durdurup, geçmişteki o zamanda bir yerde donmak istiyorum. İstedikleri her şey için bıkkınlıkla, bir miktar daha kendime gönülsüz, soğuklukla, kendimden de uzağa gitmek istiyorum, Husumetim gidemediğim yerlerle ve erişmeyi hiç düşünmediğim zamanla, muhtemelen herkes yıllar diyecek, bana göre zaman ya da an. Artık yanlış bir tren bile olsa, yollar istiyorum. Yeter ki gideyim bu zamandan, bu yerden, bu uzaklıklardan ve çürümeden, geç kalmadan yetişmek istiyorum.

Neyin kanıtıydı bunca direnç bilmiyorum, herkes kadar kırılganım ben de ama herkes kadar unutamıyorum. Belki biraz daha fazla, bunu yeniden ve hep tekrar etmek için mi bunca kırılıyordu kalbim? Kimsesiz rüyalar görüyorum, içi bomboş, ıssız, içinde kimseler yok, bazen çok yüksekten boşluğa düşüyorum ama kendim de yok, düştüğüm yerde bulamıyorum, uyanmam lazım aslında değil mi? Ama uyandığımda da düşmeye devam ediyorum ve hep sonunda kendimi yine zannettiğim yerde bulamıyorum. Kendimle bile yeterince bağlantı yok aramda, bir başkasına alışamıyor olmam tüm bunların içindeki en iyi saçmalık olurdu ama kendim, onunla bazen ne yapacağımı bilmiyorum. Saçmalamanın rahatlatan bir şey olduğu sanrısına yıllardır dayandığım için devam ediyorum, yazdığım her şeyin içinde de fazladan saçmalık buluyorum, yine de vazgeçmiyorum. İçimi açtığım yerlerde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, parçalarım sanki haksızlığa uğradığım zamanlarda kaldı ve bir daha bütünleşmemek üzere parçalara ayrıldı ve savruldum. Bozulan ya da dağılan hiçbir şey bir daha eski bütün hâlini alamazdı, bunu en çok senden öğrendim. Yanında dağıldığım zamanlardan sonra, inkâr etsem de bir daha eskisi gibi olamadım. Fizik kuralları beni ziyadesiyle zorluyor. Keşke biraz daha anlayışlı olsaydı bazı geceler, bazen. Keşke dediğim her şey için kendime biraz daha haksızlık ettiğimi anlıyorum. Herkes aynı şekilde sızlanacak diye bir şey yok ki, herkes aynı cümlelerle acısını anlatacak diye bir dert de yok. İçime doğru üzülüyorum, içime eğilip, anlatıyorum meramımı. Bolca saçmalayarak, kelimelerin içine gömerek ama içinden çıkamayarak, hatta tıkıştırarak yaşıyorum acımı, azıcık saygı olsaydı bari. İçimden vedalaştım herkesle, sessizce yine, bir eyleme gerek kalmadan bitti zaman içinde her şey. Hiçbir şeye sitem duymuyorum artık, gerek de duymuyorum. Sadece ikimize ait bir dil icat edilse diye düşünmüştüm yıllar önce, ikimizin anladığı, ikimizin kelimeleriyle olan bir dil. Zaman geçtikçe diğer pek çok şey gibi bunun da imkânsızlığına artık inandım. Daha makul şeyler bekliyorum artık, mesela çok beğendiğim bir rüyayı, uyandıktan sonra keşke sen de görsen diye geçiriyorum içimden, görmeyince eksik kalacaksın, sanki eksileceğiz gibi geliyor, görürsek tamamlanırız gibi sanki hiçbir şey bitmemiş de bir yerde kalmış gibi. Tek başıma gittiğim o rüyalardan bir gün bir bütün hâlinde geri dönemeyeceğimi hissediyorum ve herkes bizzat kendi rüyasına gider biliyorum, kimseyle birlikte uyuyamazsın. Belki de ondan tek başıma iyi rüyalar bile görmekten korkuyorum. Uykusuz ve kâbusu, aksiyonu bol gecelere katlanarak, gündüzleri de gündemden, acı ve telaşların içinden yuvarlanarak geçiyorum, bir şeyin geçtiği, gittiği yok, idare ediyorum, her defasında bir yolunu bulacağım, inancını da söküp, atamıyorum. Durup dururken olmadık şeylerden anlam çıkarıp, kafa yoruyorum, gözlerim ıslanıyor, içimde dinmeyen bir rutubet var, belki de bozuldu duygularım, yer değiştirdi, hırpalandı belki, bir daha eskisi gibi olamamakta haklılar bence, böyle giderse, ruhum pas yapacak, ne zamandır kurumanın bir yolunu bulamıyorum. Herkesin bıçağındaki elması kendine, nasıl doğrayacağı, ne şekilde, ne yöne doğru keseceği de…

İnsanın kendi eliyle kendini kaybedebilmesi ne tuhaf şey, bulamıyorum bazen hiçbir yerde, bazen de kendimden uzaklaşıp (ki yaşananlara az tahammül göstermedim aslında…) Öyle bir kuş gibi tepeden kendi ensemi izliyorum. Kafama vurup, kaçasım geliyor, belki biraz daha fazlası. Her sorunun cevabını yukarıdan ya da kendi dışımdan bakarsam daha iyi görürüm diye düşünüyorum, ama belki de olmayan cevapları bekliyorum. Bu geçicilik geçmiyor, yitiriyoruz. Çok kurcalanınca, hem de durup dururken, bozuluyor içi her şeyin, insan da, duygular da, eşyalar da öyle. Aldığı nefesten bile kuşkuya düşürüyor bu çağ bizi. Tanıdığına pişman olduklarınla, tanıdığına memnun oldukların arasındaki orantısızlığı dengelemeye gücün yetmiyor, onaramıyorsun, onaramıyoruz. Ben belki de birçok şeyde zannettiğim gibi anılarımı da yanlış hatırlıyorum. İşime geldiği gibi hatırlıyorum belki de. İstediğim olmadığında, konuyu usulca kapatacak kadar olgunluk taşıyorum artık içimde.

İçimdeki infilaka borçluydum bazı şeyleri, her patlamanın ardından yeni bir dünya başlamıyordu zihnimde maalesef. Yeni çatlaklar, başka kırıklar, ortaya dökülen pişmanlıklar dolanıyordu zihnimde. Sıradanlıktan geçilmiyordu günler. Her yeni başlangıç başlamak olmuyordu, çoğu başkalarının sürdüremediği, arta kalan hülyalar gibi geliyordu artık bana. Hayatı mı biliyordum artık, yoksa; “daha ne yaşanabilir ki”nin saflarına mı geçmiştim? Beynimden geriye kalan zerreciklerden ses çıkmıyordu, tüm soruların ağırlığı da kendine getiremiyordu anlamsız kelimeleri. Arada kalmışlığın, onulmaz kararsızlığın ve hiç gitmeyen ürkünç sersemliğiydi üzerimdeki. Hiçbir şeyin cevabı yoktu çünkü bir eyleme neden olacak güç tükenmişti, hiçbir şeyin sorusu olmak durumunda da değildim. Öylece kalsındı sorular, anlamsız hayatlar gibi aramızda boy göstermeye devam etsindi. Herkes bir diğeri için tehdit oluşturduktan sonra, verebileceğin hangi cevap sağlıklı olurdu? Susmak verebileceğim tek cevaptı. Bu kadar kusursuz kim yaralayabilirdi ki başka?

Keşke yetseydi aldığı tüm nefesler, hakkını verebilseydi ciğerlerinde dolaşan oksijenin, o zaman belki yarım kalmazdı bir şeyler, en azından bir hikâyenin devamını merak eder, hevesini yitirmez, yaşamaya devam edebilirdi. Havadan itibaren, her şey kirliydi, içi de tüm bunlara uyum sağlıyordu, titizlikle. Ödünç aldığı nefesi, bir borçlu gibi hızlıca geri bırakıyordu. Modern çağın, modern olmayan köleliğinden istifa etmek için, canını dişine takıp, durmadan çalışıyordu. Çalıştıkça borçlanıp, borçlandıkça köleleşiyordu. Bir insan ancak bu kadar hapiste olmayıp da bunca tutsak olabilirdi. Çürümeye bağışıklık kazanıyorduk günden güne, anlık yıkım eylemlerinden sonra.

30.01.2024 Salı 11:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Bir Bulut Sancısı

Bir bulut sancısıydı benim gökyüzüm. Kimseyi beklemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmayacağını çoktan kabullendim. Sırf bu bile artık buraya ait olmadığımın en belirgin kanıtı.

Camın önünde oturduğu koltuktaki iz gibiydi varlığı, yokluğu demek daha doğru olurdu, kendi belirginliğinden vazgeçmiş, belleğini içindekilerle birlikte yitirmeyi göze almıştı. Cam bir şeyleri bekleyenler içindi bir de canı sıkılanlar için, akşamları yağmur yağarken, sokak lambasını seyretmek içindi. Camla derdi yoktu, koltukla olduğu kadar. Kendini bir şekilde söküp, almalıydı oradan, tüm ışıklar ve seslerden. Oluruna bırakmakla, umursamazlık arasında kendini yiyip, bitirmekle geçiyordu çoğu zaman. Daha ne kadar sessizleşebilir ve nasıl biraz daha kaybolabilirim diye düşüyordu. Yokluğun da bir sınırı vardı, tıpkı varlık gibi, hiçbir şey ebediyete kadar yok olamıyordu. Sadece azalıyor ya da eksiliyordun, varlığını anlamsızlaştırarak, yokluğa biat ediyordun. O uçsuz bucaksızlıkta kendine ayrılan zamanı da reddediyordu, hiçbir şeye sahip olmazsa harcayacak bir şeyi de olmazdı. Her harcama sonunda muhakkak bir üzüntü vesilesi olurdu, bunca sıkkınlık varken daha da burulmanın hiç gereği yoktu.

Bu delikten kaçmak, bu deliliği kabullenmek, hatta sarıp, sarmalamak, başka kurtuluş yoktu bizler için. Hayal kırıklığından başka gidecek yerimiz yok! Dışarıdaki gürültülerden şikâyet ederken, asıl kendi içi susmuyordu, hele o kafasındaki sesler, puslar, çığlıklar… Gündüz canlı ve ayık gördüğüm tüm kâbuslar rüyalarımı da ele geçirdi, çağımdan şikâyetçiyim, ömrümü istemiyorum, yaşadığımdan sıkıldım.

Sinirlerimin bile sinirlendiğini, koşturduğunu hissediyorum bazen. Zamansız bir yarayım, belki de yarasız ve yararsız bir zaman. Yıllar önce Denemeyi Denemek diye bir yazı yazmıştım. Şimdilerde de değişen bir şey yok pek fazla, yine deniyorum, her şey denemeye dönüşüyor bir yerden sonra, yazmaya kalktığım ne varsa. Şiir diye yola çıktıklarım da kendini denemekten ileri gidemiyor. İçinden başka yollar, başka denemeler çıkıyor, onu yazmaya devam edeyim derken, ucunu kaçırıyorum, uçurumlarla boğuşuyorum, dolambaçlarda kayboluyorum. Bu sefer bomboş bir ormanda, öyle yol bilmeden gidiyormuşum gibi belki buradan ana caddeye çıkarım ya da şuradan bir sokağa dalarım diye uğraşırken, bir sürü yol yani yazı çıkıyor önümde. Daha sonra upuzun bir metin olunca, içinden ilk yazmaya çalıştığıma dair olanları almaya çalışıp, yeniden onun üzerinden devam ediyorum, tamamlamaya çalışıyorum. O anki iştahla yazınca bitecek gibi olan bir şey belki başka bir zaman o hâl olmadığından günlerce sürüyor, nihayet bittiğinde, geri kalanlar da, artan demek istemiyorum çünkü artık değil, diğerleri de başka bir yazının ya da denemenin konusu oluyor. Bir anda bazen üç yazı birden yazıyorum. Kısaca denemeyi denemekten hâlâ kurtulamıyorum. Kendime göre beğendiğim, kusursuz bulduğum yerleri ayıklayıp, koca yazılardan, alıyorum. Diğerleri genelde hiç yazılmayacak bir yazının ya da kitabın bekleyeni oluyor.

Henüz nokta konulmadı diye bitmedi sanıyorsun. Oysa yıllar önce hiçbir şey söylemeden ya da bitirmeye dair bir eylem olmadan, bitmişti. Sürdüğüne içinden inanarak, bir yere varacağını zannediyorsun, bitse de herkes gibi bitecekti, o aynı sonla, aynı buruklukla ama herkes gibi sona ermediği için, bitmedi zannediyorsun. Herkesin bitmişi kendine göre, içindedir. Herkes her şeyi farklı bitirir kafasında, herkesin bitişi de susuşu da kendine özeldir. Ben de kendi bildiğim gibi sustum. Çünkü tatlı rüyalarla gelmedim ben bu dünyaya.

Bazı günler gereksiz bir coşku kaplıyor içimi, nedensiz, az sonra solacakmış gibi bir neşe. Kırılgan en az içim kadar. Kederin içinde kendini oraya ait hissetmeyen, yapay bir sevinç… Ve kederine sığınma derdi, hiçbir şeye bir daha bu kadar yakın hissedemeyeceğinin de bilincinde. Kalbimi kıran şeylerin başında geliyor bu saçmalık, nereye koyacağımı bilmediğim o uçucu coşku, sonrasında hırpalıyor beni, derdine alışıyor insan, kederini benimsiyor, içini biliyor çünkü. Yakın hissediyor, ruhunun, damarlarının ezberinde. Ama neşeler öyle değil, o uçuculuk hiçbir zaman sahip olunamayacağını hissettiriyor. Sonsuzluğu olmayan, hevesten öte gitmeyen durumların içinde bulunmak, dünyadan kayıp, gittiğini hissetmek gibi bir şey.

Bu neşeye de, övgüye de, zamansızlığa da lâyık değilsin. Buraya ait değilsin, cezalı gibi duruyorsun, tek ayak değilsin ama yüreğin ağzında bekliyorsun. Bunun çaresi yok. Düşünen suçlu artık, bunu öğrettiler, bilen huzursuz, hele anlayan yandı, ömür boyu hapis bu hayatta. İçinin huzursuzluğundan gidebileceğin tek yer cehennemdir.

Başkalarının iyi olduğuna kendimizi inandırmamız, kendi iyiliğimize inanmak için gerekiyor, içimizdeki kötülükten korkuyoruz ve bundan kaçmak için iyiliğe sığınıyoruz. İyiliğin derinine indiğimizde ya çekingenlik vardır ya da korku. İyilik yapmak için iyi olamıyor çoğu. Kendi iyiliğimizi öne çıkarmak için başkalarını över, göklere çıkarırız, iyimserliğin içine sığınarak, gerçekçilikten kaçınırız çünkü zor ve acı, bir şeyleri olduğu gibi ortaya çıkarmak, dökmek, buna kendini kötülemek de dâhil. Bu yüzden doğal ve içten değiliz, iyilik yaparken bile kişi kendi menfaati üzerine planlar yapar, hiçbir şey yapmasa bile o kibir göğsünü kabartır, mütevazılıktan kendine bir taht kurar, herkesten üstün gördüğü bir taht, indirmez kendini oradan. Dolayısıyla; içten içe bildiklerimizden kaçmak, unutmak, üstünü örtmek her zaman daha kolay olmuştur.

Anı defterinden bazı sayfaları hiç yaşanmamış gibi silip, atmak istersin hayatından, kendini kendine olan ihanetinle yargılarken, korkularınla kendine hak verirsin. Birinin okuması değil, kendi okumana bile katlanamaz, kendin yaşamaya katlanamadığın şeyleri birilerinin gözüne sokmanın lüzumsuzluğunu düşünüyorsun ne zamandır. O özlemle acı arası, uzakla yakın arası, varla yok arası, uykusuzlukla sersemlik arası zamanları bir çırpıda unutmak, belleğinin güven mekanizmasına kendini bırakmak istersin. Ama vardır, öyle bir şehir, öyle bir ülke, uzaklardaki sarıp, sarmalayan o dağlar, toprak yollar, bomboş araziler, sonsuz kere yalnız bulutlar. Her şeyiyle, taşıyla, toprağıyla sevdiğin, yokluğuna bile kendinin bile bilmediği, anlamadığı şekilde tapındığın o zamanlar rüya kadar uzakta da olsa yaşandı. O bölgeden, sana artık çok uzak olan o mesafeden duyduğun haberler, haritada bulmaya çalıştığın o yeri her anımsadığında, gökteki o parlak, tek başına yıldız sana selam gönderiyor gibi hisseder, boğazın düğümlenir, ürpertiyle hissedersin. Tam ortasında kalmışsındır o uzaklığın, suskunluğun, yokluğun, unutulacak yarınların tümünün… Eninde sonunda çukuruna belki varacaksın ama daha önce en derinine çekileceksin. Bu da şuradaki saçma bulduğun varlığının, sonsuz tesellisi olmalı. Ağlayabildiğin sürece yıkanacağın, yıkandıkça bulaşacağın ve hiç yakınmadığın, kaçamadığın o eski, en sahici duygularla çepeçevre sarındıklarınla, tüm içini duman gibi kaplayan, o bulutlu, seni sarsan efkârınla varsın, sevincinle değil.

05.01.2024 Cuma 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

İçten Bağıranlar

“Seni bildiğim kadar kendimi bilseydim böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum” diye yıllar öncesinde yazdığım bu cümle ile şimdilerde tek başıma ve yine birçok şeyle olduğu gibi tek taraflı tartışmalara giriyorum, dert buluyorum, içime sindiriyorum bu derdi. Tabi içimden, hesaplaşıyorum belki, telaşlanıyorum, yeni sezgiler ekleniyor derdime, kendime yaptığım haksızlıklara karşı ve rağmen. Bildiğimiz tüm doğrular unutuldukça, yerine yeni bağlanacağımız yalanlara yer açıyoruz. İhtiyacımızın ve güvenilirliğin bu olduğunu zannederek… Yalanın rahatlığındaki konfora muhtaçlık hissediyoruz, gerçekte olduğu gibi ruhun irdelenmesi, belleğin dürtüklemesi ilgilendirmiyor bizi çoğu kez, ta ki o hafızamızdaki dürtüler, bizi rahatsız edinceye kadar. Tüm unutulmayan o yaşanılanlar unutulmadığını kanıtlamak için bir yerde hatırlamak gerekiyor.

İyiyim dedikçe iyi olacağındaki inancını gönder bana, sıradan tüm Cumartesi’leri gibi bir günün biten solgunluğunda, önce saçlarımdan başladığımda silinmeye, en son gülümsemem silinirken, uyumdan uzak, merhamete yakın, beklemeler ertesi gibi bir günde tüm düşündüklerini olmasa da en çok düşündüğün şeyleri yolla bana. Solgunluğumuzdan kaçak bir hikâye çıkaracaktım, az daha kalsak öylece. Her an yitmeye teşne, hâlâ hayal ile gerçeği karıştırıyorum seni bulmak için, başka yapacak bir şeyim yok ki… Sıcaklığının uçuk kokusunda, olmamışlığın içinde, hiç olmayacaklarla birlikte imkânsızlığındaki süregelen sonsuzluğu gönder bana.

Bunaltıdan da bulantıdan da çok iyiydi bulanık olmak. İstediğinde silebilirdin, banyoda sıcak suyla buharlaşmış aynadan siluetini siler gibi. Aşk öğretildiği gibi değildi ya da kitaplarda yazdığı gibi, herkes kendi aldatmacasını kendi içinde safça yaşıyordu. Sabahleyin uyandığında gerçekliğini kendine ispatlamak için yanını kontrol eder gibi, içini yoklarsın. Bulamazsın hiçbir yerde, anlık gördüğün rüya gibi yok olur her şey, hatta o kadar çok yok olur, o kadar inkâra kalkışır ki her şey kayıtsızca… Sonunda ya hiç yaşamadığına inandırılırsın ya da hayalden ibaret olduğuna, sadece senin anladığın bir his, yalnızca senin duyumsadığın bir hayal gibi kalır içinde bir yerde o boşluk. Kendi sıcaklığından, onun dudaklarındaki sıcaklıktan bile şüpheye düşersin zamanla, böyle olmasa zaten nasıl katlanılabilirdi ki… Ortada bir inkâr varsa gereği yapılmalıydı, hem de hemen. Kendi içinde sürekli kaybolan birini bulsan ne olurdu ki? Sadece bulduğunu zannederdin, o kaldığı yerden kaybolmaya devam ederdi, edecekti. Yeni bir şeyin başladığı yok, sadece unuttuğun geçmiş, tekrar çıkınca yeni zannediyorsun. Yaşadıkların yaşayacaklarının teminatı gibi, oradan bir yere gidemiyorsun. Gelecek diye beklediklerin geçmişte bir yerlerde oldu ve bitti. Sen kendi noktalarından sorumlusun. Başladığını zannettiğin şeylerin başı yok, başlığı yok. Ortalarda, ucundan bucağından yakalarsan ne âlâ…

Parlaklığından sıkılmıştı, durmadan parlayıp bir zaman dilimi içinde birdenbire bir kıvılcım gibi sıçrayıp yok olacağının ayırdına varıp, kendi parlaklığını kendi elleriyle yok etmek istemişti.

Anlamsızlıklar bir sürü muamma biriktirdi içimde, kötülük edepsizce günyüzüne çıkarken, dize getirilen hep iyilikler oldu. Kaza kurşununa gitti ebediyete gizlediğim her şey. İçimdeki tedirginlikler de boyunun ölçüsünü aldı hâliyle, tıpkı benim gibi. Çözüldükçe manasızlaşan her bir anlam çivi gibi saplanıyordu zihnimin karanlığına, içimdeki inisiyatif alma cesaretlerim böylece değersizleşti, başkalaştı. Zaten hep bir şeylere bir miktar fazladan ilgi gösterdiğimde kendimle aramdaki uçurum açılıyordu, yabancılığıma başkalık ekleniyor, kendimi bilinmez bir yerlerde buluyordum. Demek ki her şey yerli yerinde değildi ya da istediğimiz zaman ya da durumlarda olamıyorduk veya hâlimizden memnun değildik ki, masallara inanıp, hayaller kuruyorduk, tüm bunlar için en cafcaflı kelimeleri seçiyorduk. Tamamen kusurlarla dolu birer varoluşsaldık, kendimi ne kadar daha yaşamaya ikna edebilecektim, kendimin ruhu azalmış, gücü tükenmek üzere olan, içinde sabır namına kırıntı belki azıcık kalan, kötü bir versiyonu gibi dolaşıyorum gün içinde. Yeniden doğmak, var olmak, baştan başlamak, küllerinden doğmak bana göre değil. Kişisel gelişim zırvalarını kati şekilde reddediyorum, biz gelişemiyoruz, bizim kusurumuz bu belki de, herkes kusurunu karşısına alıp, bunu kabullenmeli, belki o zaman biraz gelişiriz, gelişebilsek bunca kötü niyet rahatlıkla aramızda dolaşamaz, fesatlıktan beslenenler kolaylıkla varlığını sürdüremezdi. Başkalık ile aynılığı farklı yerlere koyabildiğimizde ancak gerçek duyarlılığı anlayabiliriz. Noktalardan yanayım, hadi biraz da virgül olsun hayatımızda, her şey tekrardan ibaretse, yeniden diye bir şey yok ve yeniden başlamak değil, eskinin devamı olacak. Bir paragrafı dosdoğru devam ettirdiğim için karamsar ya da kötümser zannediliyorum. Oysa sadece gerçeklerden yana olacak kadar cesaret taşıyorum içimde, belki herkesten biraz daha fazla. Görüyorum, gördüklerimin hakikatinden yanayım, tecrübenin içine katılan sahtelikten kaçınıyorum.

Kendi içindeki oyuna katılarak, inanıp, gerçeğin değil kurmacanın peşinde kaybolarak, yaşadığımızı varsayıyoruz, açık yüreklilikle söylenilen hiçbir şeyin cezasız kalmadığını, bedeliyle anlamış olduk. Hayatla kurgu birbirine karıştı, yapaylıkla yoğrulup, hakikati teğet geçiyoruz. İmkânlarımızı yitirip, olanaksızlığı başköşeye yerleştirdik. Sihirli sözcükler bile kurtaramıyordu artık bizi içimizin boşluğunda uçmaktan. Çoğumuz bu uçmadaki rotayı şaşmayı bekliyordu, kaybolmak için. Sonsuz hayali duyguların hayaletlere dönüşüyorken, hayat denilen hatanın içinde, arsızlığımızca varlığın hapsine kapanıyoruz.

Suskunluk benimle başlayan her şeyin başında geliyordu, bazen nereye sakladığımı bulamasam da. Bu yoğun soğuklukta kendi isteğimle, kendi ellerimden kaçmak istiyorum, bu soluklukta kendi suratıma yüz çeviriyorum.

Zamanın bir yerinde kurulmuş cümleler… Yıllar sonra bile bir araya geldiğinde hâlâ bir hikâye etmiyordu.

Sevmediğin, hatta kötü diye bildiğin kişiden bile bir şeyler öğreniyor insan yıllar içinde. Okunmuş, rastgele eline geçen bir kitapta, itinayla üzerinden geçilmiş, altları çizilmiş o cümlelerde ararsın bazen gerçeği, ne duygularla, hislerle çizilmişti, ne düşünülerek, ne yaşanılarak vurgulanmıştı o cümleler… Herkese başka şeyler hissettiren o kelimeler, acaba senin hissettiğinden daha fazlasını mı hissettirmişti ona? Dayanamamış, çizmiş, belirginleştirmiş, belki de bir çerçevenin içine almıştı, saklamak istemişti, içine almak, bağrına basmak, kalbine yakın bir yere koyup, bırakmak istemiş, en çok da içine dokunmuştu. Hikâye okuduğunu zannederken, belki de bambaşka bir öykü çıkıyordu hikâyenin içinden. Evet yıllar önce onun da söylediği gibi altı çizili satırlar, sonradan okuyan birinin dikkatini o cümlelerde yoğunlaştırmak için, bencilce yapılmıştı belki de, biz de gerçekten okurken o cümlelerin içindeki hikâyeye kapılıyor, düşünmeden edemiyor, kitapların bütün varlığından farkında olmadan uzaklaşıyorduk belki de… Hikâyenin içindeki hikâyeyi keşfetmeye çalışırken bir yandan da bunu düşünmeyi öğrenmiştim. Tüm bu boşluklar, iyileşememekler yaşanılanlardan değil, hikâyesizlikten oluyordu. Hayalsiz hikâyeler yaşıyor, hikâyesiz hayaller kuruyorduk. Birbirine bağdaşmayan her şey gibi; kırılıp, yok olup, onulmaz boşluklar birikiyor, mesafeler genişliyordu.

Birçoğu olamayacağı kişilere dönüşmeye çalışıyordu, asla üzerinde durmayacağı karakterlere bürünüp, dış dünyayı etkilemeye çalışıyorlardı. Kendine baktırmak, iyi ya da kötü ilgi çekmek tek odak noktaları idi. Ama bu zekâsız yapaylıkta kendilerinden neler kaybettiklerini, karakterlerinin bir daha hiç düzelemeyecek şekilde ucuzladığını hesaba katacak, duygu, düşünce, his ve sezgi yoktu. Bunları algılayacak tüm duyu organları sonsuza dek kapanmıştı.

Beynimde bir şeyler kırılıyordu, gecenin o sessizliğinde duyuyordum. Kalbimden sonra sıra beynime de gelmişti. Sonrası uyuyamamak, uyumadığın yaşayamamak… Yaşamamaya iyileşirken başladım, tam tersi olmalıydı biliyorum ama insan büyük bir marazdayken hiçbir şeyin ayırdına varamıyor, farkında olamıyor, o rahatsızlığın size bahşettiği sersemliğe gönül rahatlığıyla yaslanmaktan başka elden bir şey gelmiyor. Acı çekmekten, acının içinde devinmekten başka yapacak bir şey kalmıyor kimseye. Durup, geçmesini bekliyorsun, çoğu zaman geçmiyor. O yüzden birçok şeyin bilincine de tam iyileşme sırasında varıyorsun, çoğu bu durumu yeniden doğmak gibi değerlendirip, klişe kelimelerle süsleyip, teselli bulma ümidindeler biliyorum. Oysa eskiden yeni olmayacağı gibi az kullanılmış bir hayattan da yeni bir hayat doğmaz, çıkmaz artık anlıyorum. Boş ama biraz da gerekli tesellimiz bu laflar.

Bunca yıl yaşadığın hâlde hâlâ bağışıklık kazanamadığın ve kazanamayacağın şeyler var. Her kâbusun karşısında yine acemi, yine dünkü çocuk gibisin. Sabahlara kadar bildik kalp çarpıntıları, nerede yavaşlayacağını bilmeyen aksiyonlu kâbuslara karıştı. Dünya bu kadar korkunç bir yer olmasaydı, kâbuslarımız da bunca gerçek olmazdı, belki de hiç olmazdı kötü düşler. Onların olmadığı bir hayat artık yok. Sonuç yorgunluktan bir türlü arınamayan, kendini sürekli güvensiz hisseden bir ruh, savaştan çıkmış gibi bir hâl, içinde içten içe söylenmeler, yakınmalar, bulanmalar, içinden çıkamayacağın şeylerin içinde hapsolmak… Yine de hiçbir şey olmamış gibi yeni sabaha hazırlanmak. Herkesin kaygılandığı miktarca umuda ihtiyacı var. Yoksa o sabah olmazdı.

30.10.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut Şiirler yeni şiir

Geçmiş Anılar Ülkesi

D/oluyor bazen öyle şeyler…

Uzun bir yola çıkmaya teşebbüs etmiştik
İlk kim fedasını sundu bilmiyorum ama fazla oldu
Kısa kestik, uzun konuşulması gereken her şeyi
Uzaklık merkezli mutlulukları parçalayıp, böldük
Ferahlık bildik
Yakınları uzaklaştırdık
Bir hikâye daha böyle anlaşılmaz oldu
Ederi belki de ulaşılmazlığındaydı

Rehindi ruhumda, sana anlatamadıklarım
Adını telaffuz ettiğim anda
Bozulup, susacaktı tüm öykü
Biraz da böyle yarım kalacaktık.
Boğuldu nefesim içimde
Nerede olduğunu kestiremeyince
Bir düş oldu kafamdaki tüm kırmızı renkler

Uzaklarda sirenler, yakınlarda mezarlar
Bulutlardan bile anlam kapıp, korkar olmuştuk
Yıkımlardan kopya çekiyorduk
Bir kül rengiydi bizim hayallerin içleri
Bir köz renginde, sabaha karşı susmuştu saçımdaki renkler
Saçmalıktı, ıssızlıktı, ürküntüydü
Dolu gibi, ölü gibi, kimsesiz gibi
Rüzgâr ve ölüler hep susturuyordu
Peki biz nereye kadar soyunacak,
Nereye kadar çıplak gidebilecektik anıların içine?

Bir ömür beklediğin vuslat neredeydi ki
Sana değmeden geçip, gitti
Geçmiş anılar ülkesi, bizim dilimizde kalan her hikâye
Tüm olmazların, olmuyorlar, olmayacakların nedenlerine
Kestirme yolu bulmuştun
İmkânsızlıkla yoğrulmuş, olamazlarla yıkanmıştın
Çıplaklığın buradan geliyordu

Rica ederim, sen yine de üzerine alınma bu şiiri
Kendini o kadar ulaşılmaz da bilme ama ol
Benim için ol,
Şu mükemmel hüzün için,
Uzak hikâyeleri biriktirmek için ol
Ve tüm olacak şeylerin karışık hüznü ile
Kalbinin bir yerinde kalan o onulmaz susuşlarınla birlikte
Dol ve git demeye dilim varmıyor ama yola çık.

Öleceğine sevdi herkes, çok ile süsledi
Ben de seveceğime öleyim istedim
İzahı olmayan şeyleri ölüme yaklaştırır
Ölüm gibi derdik ya ben de öyle yaptım
Ölüm gibiydi hepsi.

Aslında bu hikâye herkesin kendini bulduğu
Ama anlatamadığı, anlamadığı
Ve asla hak etmediği bir ülkenin kenarından geçiyordu
Öylece susuyordu önce periler
Sonra tüm renkler.

02.09.2023 16:30
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Gerçekle hayali karıştırdığım gibi, artık doğru da yoktu
Ya da sen o doğrunun içinde değildin, hayaldin, uzaktın
Sendeki doğrunun gerçek bir tanımı yoktu.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Bir Aldanıştı

Yokluk bahçesinden her geçtiğinde, geceye biriken tüm susuşların
Yazın ortalarındaki o yağmurla birlikte öpmüştüm seni
Solumda ağlayışını saklamıştım ağrılarıma
Issız sokaklarda akşam güneşi batarken o koyda
Kısacık saçlarının gölgesiydi boynumu büken, büzülen, eksilen
Şeyler vardı aramızda. Gelmeyen sabahların hastalıklı haykırışıydı gecenin çığırtkanlığı
Kurtulamadığımız. İnadına her defasında denediğimiz, acemi çocuk heyecanlarıyla
Bir susuşta bitiremediğimiz o yokluğa, bir sunuşta bitirebilmekti tek soluklu hikâyeyi
Daha kaç gidiş sığdıracaktık
Yolların artık kırgınlıklarla dolduğu dikenli yollardan geçiyorduk
Hayata dair her söylem kendimizi kanatıyordu, bir aranıştı ellerimizdeki dokunmaya beş kala
Yollarından, yoksunluklarından, kalabalığından, ıstıraplarından bir yere geçilmiyordu
Geçilmeyen sen değildi, yorgunluğun, zamansızlığın, bu manasızlığın içinde
Neyin anlamıydı yük ettiğimiz
Beni her defasında özenle kırarken, kendine kıymandı
Parçalansın ve bir nihayete ersin istemiştim aramızdaki kırılan her şey
Oysa gecenin bir körü tüm o sulardan kaçıp, karanlığı yarıp, izi bile olmayan
Bir şeyin peşine düşüp, gelmiştim, kayıp sokaklardan. Bir aldanıştı
Gözlerindeki çukur kadar uzak, karanlık ve yabancı

Akreplerin kemirdiği içinden bana bir şey kalmamıştı
Su sesi, cehennemi hatırlatıyordu, biz olmayan çağın hatıralarına sığınıyorduk
Kirli taşların üstünde, iğrenç kokulu caddelerde, sahipsiz böcekler gibi sabahlıyorduk.
Birbirimizin şah damarından bir kuytu yaratıp, her defasında oraya, beslenmeye
Seslenmeye, sessizliğe, barınmaya gidiyorduk
Evrendeki tüm umutları sökmüşlerdi göğsümden, kuşlar kırılmıştı
O mavi masal atları uzak bir heyecanla gitmişti bu susuzluğun içinde tozu dumana katıp
Çölün sıcağından beterdi, omzundaki yangınlar
Serinlemek için yanlış sulara yüzmüş, yanlış kelimeleri susmuş
Benim olmayan başka savaşları kazanmıştım
Kendi aşkımı gömmüş, başka aşkların çukuruna saplanmıştım
Günlerden, gemilerden, evin sessizliğinden, yolların soğuğundan özenle kaçıyordum
Bir yerde duracak, burulacak ve vurulacaktı bu onsuz tat
Kaçak kelimelerin, yüreğime göçtüğü bir sızılı bir dünyadaydım
Dahası yoktu, kayıp, soluk ve aldanıştı.

Gidişine yıkıldı tüm köprüler, sessizliğine sustu kelimeler
Unuttum bunca zamanı, olmayan ve olan tüm anları birbirine karıştırdım
Beklemek dediğiniz şey unutulan, eski bir sandığın dibindeki küflü bir mecaz
Telaşı bitmedi hayatın ama ben yoruldum, oyun bana göre bitti
Uzayan yalnızlıkların gölgesinde, hiç değmeyecek şeylere dokundun
Uzaklaştıkça sevindin, dokundukça küçüldün, kaçtıkça kurtulurum zannettin
İşte bir kuru söz gibi kaldı adın, ıslatamadık, boş verdik
Ne korna sesleri ilgilendiriyor beni artık, ne makine sesleri
Uzak bir sessizlik yapıştı kulaklarıma, tüm rahatsızlıklara inatla
Bırakmadı uğultular kulaklarımı. Dilimizde hep övündüğümüz
Aşkın tadına paslı bir zincir bulaştı, tasalı
Böylece onun da hakkından geldik, sonra bir daha hiçbir şeyden gidemedik
Bundan böyle ne an kollarım artık yaşamak için, ne gitmek için bir yol ararım
Sadece bahanelere sığınır, fırsat veririm akreplere, böceklere
Birbirine benzerken daha da uzayan günlere, boğmasına
Hatta o suyun buz sesine, soğuğuna bile alışırım yeraltında.

Nevin Akbulut

Bir Haziran İki Bin Yirmi Üç 14:00

Şiirin hikâyesi: 

İçimde cızırdayan bir şeyler var.

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kayboluş

En güzel ses; sessizlik…

Kendi derinime batmaktan bir yere çıkamadım, çıksam da varamadım bir yere. Dünyaya böyle geldim, batık bir gemiden düşer gibi, düşsem de toparlamadım, öyle istedim, durmayı, sakinliği, kaybolmanın içindeki yokluğu sevdim. Bulunduğum yerde sürekli kötücül, korkutmayı amaç edinmiş, çürümüş ruhların, bozuk namlularındaki sözler isabet ediyordu içime. Bulunmamalı, bilinmemeliydim. Vurulsam, kaçacak yerim de yoktu, düşerdim, kaçmaya gücü olmayanların bir yerde ne olursa olsun, gidememesi, takılı kalması gibi. İstemediğim zamanda doğmanın, hazır olmamanın huzursuzluğuydu bu. İçini ev bilip, kimseye gidememek, bir yere varamamak, anlayamadığım şeyleri çözmeye de uğraşmak işime gelmezdi, uğraşamadım aklınızdaki düğümlerle, yapamadım yanınızda olmayı, beceremedim kimseye yük olup, nefes almayı. Bir kişiyi daha kaldıramazdı yüreğim, kendime kadar yer vardı. Artık çok geç bunca eskiyken, yeniden başlamak için. Yeni diye bir şey yok, ismimle tezat,

Hoşça kal’ı sığdıramadım hiçbir yere, o hoş kelimesi kaldı içimde, hoş olan bir şey yokken, niye hoşluktan bahsedecektim ki?

Söz sevinçleri, sızıları paylaşabildiğimiz bir şey değildi artık, hiçbirinin sözü bir diğerine benzemiyor, benzese çünkü biraz anlaşılırdı bunca laf. Söz; uçurumun kenarında son gücünle tutunduğun, gecenin bir yarısı sana en yabancı kâbusların arasındayken, içinde birikenler, derinindeki en yüce saydığın performansınla dile getirebileceğini bildiğin ama artık hiç bir harfi harcamaya değer görmediğin yerlerde biriktirdiğindi.

Bunca yıl sonra olanlar gerçekten olmuş muydu, bana mı öyle geliyordu? Öyle ya kimsede olanların olduğuna dair bir etki, bir işaret yoktu. Çok sonraları o zamanları uzak ve soğuk bir rüya, bir izlenim gibi hissediyorum. Kendime bile uzak, ayrı beklenilen olmayan bir sonradan çıkma bir eklem gibi. Artık her şey silik ve önemsiz olacak kadar uzaklaşmışken, kaç gözü vardı insanın, gördüğünü göremiyor, gördüğünü bilemiyor, bildiğini anlayamıyordu. Kaç gözle daha bakması gerekiyordu, görebilmek için… Onlara benzemiyor ama anlıyordun, her zamanki uzaklıkların doldurduğunu zannettiğin boşlukların, neden olduğu hep aynı ağrılar. Değişmenin cezası gibiydi değişememek, değişmeyecekti.

Hayatın manası ancak kendime kadar, kimse anlam arayıp, bulamaz bende. Eskiden anlamalarına ihtiyacım olduğunu zannettiğim şeyleri, şimdi hiç bilmemelerini tercih ediyorum. Hayatla uzlaşırdım belki, içindekiler olmasa. Denize hazırlıksız yakalanıp, düştüğüm o gece yarısı, beni boş verip, içimi de beraberinde dibe çökertip aynı zamanda suyun kaldırma kuvvetini bir kenara bırakıp, beni kaldırmayan denizi olmayan suya da aşk olsun.

Zamanın içinde olmaması gereken anlar vardır, geç kalmalar gibi, o anın aslında orada olmaması gerekiyor da tesadüfen oradaymış gibi, bulunduğu zamana ait olmayan ve olamayacak anlar. İşte ben de dünyanın içinde, o olmayacak an gibi duruyorum. Kimyamız yarı tereddüt, ikilem diğer yarımız da hezeyanlardan oluşuyor. Bir bilinmeyen, belirsiz de çok az bir kısmımız var, onu biz bile bilmiyoruz, bir şey olduğunda, önemini hissettiğimizde ya da farkında olmadan bir olaya hazırlıksız yakalandığımızda ortaya çıkan, bizim bile tanımadığımız o yan, tanıyamayacağımız… Heyecan bizi boş vereli çok oldu, on yıl mı, on gün mü? Dün gece o rüyada mı terk etti bilmiyorum. Kendimi yine kendimle avutuyorum, kimsenin kandırmasına gerek duymadan. Gidemeyeceğim bir yerdeyim, çıkıp, gitsem geri gelemeyeceğimi biliyorum.

Nefret ya da kin barınamıyor içimde, hiç. Başkalarının sebep olduğu durumlar karşısında bile bir miktar haklı bir nefret barındırmam gerekirdi belki, bundan sonrakiler için kendimi korumak adına. Ama hiç yapamadım, yapmadım. Belki üşendim, belki öyle güçlü duygularım olmadı hiç. Şerefsizlere, söz verip tutmayanlara, duygularımı sömürenlere karşı tavrım; onları oldukları yere havale etmek, öyle de yaptım. Sessizliğe aldım kendimi, sessizce geçtim dünyanın sokaklarından, böyle rahatladım, belki üşendim, belki hissimi körelttim ama bence en huzurlusu, kendim için en doğrusu buydu.

İçsiz bir zamanın içinden geçip, gidiyoruz. Anlamak isteyen, uzaktan da anlardı, anlatmadan da. Her şey sona ermek üzere olduğunda, hiçbir şey yapma gereği duymuyorsun. Hep kitaplardaki yazarların hayatı, filmlerdeki romanlar ilgini çekti ama artık her şeye birden, aynı derecede uzaksın. Perec’in Kayboluş’u anlattığı o boşluğu özlüyorsun çünkü o kayıp tam sana göre, senin sonsuz kere yukarı yuvarlanmalarındaki boşluğuna ancak böyle bir yer bulunur, böyle bir son olurdu. Bir sigara olsa, hep dışarıdan herhangi bir eşya da ya da maddeyle kocaman şeyler o ufacık nesnelerle düzelecek gibi geliyor. Hiçbir şey yapamadığın zamanlarda bolca saçmalıyor ve buna zaaf gibi tutunuyorsun. Bir şey yapmaktan, neden olmaktan, senden sebep herhangi bir şeyin yeri olması, yer değiştirmesi, değişime uğraması ya da var olması seni korkutuyor. Hiçbir şeye sebep olmak istemiyor, kendi sebebinden feragat edip, kurtulmak istiyorsun. Hayata hâlâ neyle, hangi bağla tutulduğunu bilmiyorsun, bulamıyorsun da. Sevdiğin şeylerden dolayı olamaz ki onları bile yeterince sevemediğine inanıyorsun. Bu nedeni, bağı da bulmuyorsun çünkü bulsan o bağı da ortasından kesip, yok edersin. Herhangi bir sebep, çıkıp, yapışsın, tutunsun, nedenin olsun o bağla istemiyorsun. Atlamak istediğin tuzaklara kendi ayağınla gidiyorsun, kaymak, kaybolmak arası bir şey oluyor o zamanlarda ama tamamen yok olamıyorsun, diğer her şey gibi, her şey gibi bir yerin var, istemesen de, anlamasan da, tutunmak istemesen de, tuzakları özleyip, uzaklara meylin olsa da…

Bunca denizde olup da bunca acılı, derin ve kederli aynı zamanda da anlamlı bu kadar şeyi nasıl yazıyorsun bilmiyorum. Gözlerimi gözüne açtım, her yer sınırsız denizdi, yokluk gibi, hiçlik gibi. Boğulmak istedim, ben zaten hep eskiden beri, kimseye sormadan yok olmak isterdim. Dünyalarca uzaklık var şimdi aramızda, köklü, ölü ve sisli. Birkaç hayat, biraz gerçeklik ve çokça soğukluk girdi araya, iliklerine kadar hissettiren. Zaman sanki bizi koparıp, başka yerlere yapıştırdı, hayat kendine yer ettirmek istedi içimizde, iç yoktu, kendi suyunun bile dışında kalıyorsan, nasıl inanabilirdik bir iç olduğuna, iç olsa bile tüketen bir şeydi, bitiren. Hiçbir şeyin içi yoktu, olsa olsa sadece bir kalp çarpıntısı oluyordu, yaşamaya dair. İç olsa gidebilir, saklanabilirdim, benim içim beni dışarı atmıştı, kendimin bile bulmayacağı bir iç olsa inanırdım içlere. Giderdim o zaman içe, gidebilirdim.

Düşünerek farkına vardığım şeyleri, susarak unutmayı yeğliyorum. Hissedebildiğim tek ve yoğun duygu; bıkkınlık. Yorgunluk da değil, onu bile uyuşturmasını becerebiliyorum ama bıkkınlığımın hiçbir çaresi yok çünkü her şeyden her an bıkabilirim. İsteyebileceğim hiçbir şey yoktu, akıp, giden zamandan başka. Terkedilmiş rüzgâr diye bahsedilen o rüzgârın kimseye ihtiyacı yoktu, kendini kutluyor her fırsatta, dalgalar da eşlik ediyordu. Güçlendikçe bir şeyleri savuruyor, bir şeyler ona katılıyor, bazı şeyler ona kendini bırakıyordu, o da elinden geldiğince savuruyordu, onun buradaki hükümranlığıydı sorgusuz.

Nevin Akbulut
Yirmi Sekiz Aralık İki Bin Yirmi İki 11:00

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kor

Artık bunca olan şeyden sonra; birlikte yeşeremeyeceğiz biliyorum, ama belki beraber çürüyebiliriz!

Gülmekle ağlamak arasındaki o uyuşukluk durumu, kalıp gibi yapıştı ruhuma. Hiçbir şeye gerektiği gibi ve yeteri kadar tepki veremiyorum ya da her şeye aynı tepkisizliği gösteriyorum. Vedalaşamıyorum içime attıklarımla, tutarsızlıklarımla, atıp, tutamadıklarımla. Beni kendimden ayıran belki de buydu. Bana eziyetlerin en kıdemlisini seçmişsiniz, hiç zorlanmadan, sanki yıllardır bunu bekliyormuş gibi, öyle olağan ve bir o kadar da bilmişlikle. Canı yanmanın ateşle bir ilgisi olduğunu o kadar iyi anladım ki, ateş düşüyor çünkü canına insanın. Salt acıyla ilgili yok yanmanın, en çok ateşle ilgisi var, belki de insan kendi cehennemini içinde taşır derken bunu kastediyorlardı. Hasretten ölmezdik belki ama o ateşten ölebilirdik, kolayca. Kendini yakma cesaretinde bulunanların içinde de o ateş olduğundan belki bu kadar kolay cesaret edebildiler. Kendimi iyi hissetme denemelerim yine başarısızlıkla sonuçlandı, odaklandığım her şey buhar gibi uçup gitti, uçan bir balon kadar yer etmedi hiçbir şey içimde, o ateşten başka, hoş oraya ne düşse yanardı, ondan belki de düşüremedim.

Düşünmeden yaptığım ya da yapamadığım bazı şeyler bulunduğum durumu kendiliğinden kolaylaştırdı, böyle olması gerekiyordu çünkü bir de onlarla uğraşamazdım. Bu hikâyeyi de beceremedim, bu saatten sonra hikâye yaşamak değil, ancak yazmak gelirdi elimden, daha çok yaşamadığını yazabilmeli bence insan, yaşayamadıklarını anmak için. İkiye bölünen her şeyin içinden büsbütün acı ve sıcak bir gözyaşı döküldü, yüzümü atlayıp, çakıldı yere, beni her şey atlayıp geçebilirdi, hatta kendim bile. Kendimi bölüp, parçalayamadığım, aynı zamanda bütünleyemediğim için de yarımdı her şey. Acil bir çıkışım olsa, kaçıp, kurtarsaydım kendimi benden. Sarıldığım her şey kayıp giderken, arkalarından sessizce el salladım, o çarpık gülümsememle, tutunduğum her şey bir tık daha o sondaki sonuca yaklaştırdı beni. Alkışladım hem de tüm yüreğimle. Hani canıma ot tıkasalardı, kesin o otlar da tutuşur, yanardı. Çevirip, üzerinden atladığım bir sayfa gibi görünüyor olabilirsin ama bıraktığın kalem izi o kadar acıtarak ve iz bırakarak yazmış ki; tüm diğer sayfalara da geçti.

Anlamlar bazen hiçbir manaya gelmez! Başka bir film izleyecekken, salonları karıştırıp, yanlışlıkla girdiğim filmde bile bir miktar anlam bulurdum, şimdi planlı, programlı olan şeyler bile oldukça anlamsız geliyor. İnancım yüksek ama cahilmişim, oldukça abartmışım. Şimdi karanlık bir acı var içimde, ama sahici, gerçek, dumanlı değil, sisli hiç değil, gün gibi, her gün yaşadıkça varlığını hissettiğim, çıkaramadığım, bir yere bırakıp, kaçamadığım, bırakamadığım… Tüm mümkünlerin eşiğindeyim…

Manasız bir suskunluğun içinde kendime çıkardığım manalarla tersine çevirmek isterdim her şeyi. Neyi anlatsam yersiz, neyi savunsam haksız, neyi sevsem yarım olacaktım. Anlaşılabilirliğin zaten dolan kapasitesinden yararlanacak değildim. Yarı söyleyip, yarı susmalarımla geçip, giden günleri kurtarmaktı niyetim, bir işe yaramayacağını bilerek. Kimsenin duymayacağı kelimeleri söylemek, bilinmeyen bir dilde konuşmak gibi bir yabancılıktı. Onları yabancı sıfatında tanımlamaktansa, kendime uzaklaşmam daha yerinde gibi geliyordu. Şehirlerden geçiyorsun, bir yere varamıyorsun. Kilometre ile ölçülemeyecek uzaklıklar yaşıyorsun. Zamanında canını dişine takıp, anlattığın her şey için pişmansın, sen anlattıkça mesele sendeymiş gibi hep reçete sunmaya çalıştılar. Oysa birkaç temiz, sorunsuz iyi gün yeterdi, artardı bile.

Neyin vardı ya da nelerin yoktu da bunca gelmiyordun yanıma? Ayakların, mesela kalbin? Yürek mi demeliydim, daha içsel bir şeydi belki de. Tüm zamanların en güzel anını giyinmiş, bekliyorken ben böyle burada… Yalnız çıktım tüm merdivenleri, koridorları yalnız geçtim, odalarda yalnız başıma korktum, bekledim. Pencereye çıkmak bile bir tık daha ileri ümit vadettiğinden yapmadım. İyi olacağım ümitlerini hep kendimle birlikte, içimden artırarak biriktirdim. Herkese yetecek kadar umuttu bendeki, fazlasıydı. Yalnız uyudum, içindeki yataklarda sürekli değişen ve yok olan yüzlerin olduğu koğuşta. Yalnız ama ışıksız uyuyamadım. Sorsalar korkuyorum zannedersin, hiçbir şeyi unutmamak ve beynim dâhil her şeyi tekrar uyandığımda yerli yerinde bulmak için. Gözlerin mi eksikti yoksa ben her şeyi bunca bulup, görmek isterken. Görmeyi istememekti belki de sendeki eksiklik, gözlerinin koyu çukuru değil de artık katranlanmış gayretsizliğindeki soğukluktu.

Olurdu ya, uyandığımda kendimi orada bulamamaktı korkum, uykular yarı ölümse, ben tam ölüme bu kadar yaklaşmışken. Narkoz anında, siyah yumuşak, kadife bir kuyuya yavaşça ve itinayla düşüyorsun, ama sonra o siyahlığı ve boşluğu mürekkep gibi bir şey yutuyor, karalıyor. Ama renkli de değil, renksiz, sis gibi yoğun bir şey. Aldığım her narkozda biraz daha kendimi yerimde bulamıyordum. Seni de bulamamaktan kaynaklanıyordu bu, zaman da yaramadı. İçimden alabildikleri o birkaç gram beni azaltmadı, aksine büyüttü, çoğalttı, üstüne bir de parçalara bölüp, dağıttı. Şimdi kim daha eksik, fazla ya da iyi bilinmez. Hiçbir şey okumamış, iki kelime etmemiş, bir virgül bile koymamış gibiyim şimdi. Bir şeyler henüz olup, bitmemiş, hiç başlamamış, ara verilmemiş gibi, oyun gibi uykuya dalmaya çabalıyorum geceleri, ışıklı bir odada. Uyanınca nefes alıp, yeniden yaşıyormuşum gibi yapıyorum. Sol elime bıçağı alıp, sevdiğim sebzeyi doğruyorum, doğruca. Bıçak kayıyor bazen, solum güçlü, biliyorum. Bıçak biraz daha kaysa…

Böyle kalsın, olabildiğince kuru ve yavan. Yere düşüp, yok olan bir yaprak, bir gün bir kitabın satırları arasında yeniden ortaya çıkar çünkü biz inanmaya çoktan hazırız, özellikle gerçek olmayan şeylere. Okunmasın diye boşluğa yazdıklarım, boşluğu bezdirdi. Aklımda sürekli sıkılma biçimleri, saklanma ve kaçma hâlleri, kalbimin ucuna gelip, hiçbir şey olmamış, sanki içeride sıkılmamış da çıkmayacakmış gibi kaçışan kelimeler, aklımın ucunun da uçtuğunu sanıyorum. Hiçbir şeyi, başka bir şeyle ölçemediğim ve yerine koyamadığım için dolmuyor boşluklar. Sarhoşluklar ve inançlardan geriye kalanlar hiçbir şey etmiyor, bir etkisi de yok. Ucunu kaçırdığım her cümlenin sonunu başka yarım bir cümle ile birleştiriyorum. Üşengeçliğim, ayrıca yarımları tamamlamaya yetmiyor.

Zamanın ruhuna uygun, abartacak güç yok bende, o yüzden zamanın ve tüm o gereksizliğin dışındayım. Tüm bunları bilsem, bildiklerim israf olacak, bunca israfın içinde duygularıma bunu yapamazdım. Açıklanabilir bir şey değil, izahatı yok belki ama tesadüflerin içine sıkıştırdığımız, biriktirip, teselli bulduğumuz şeyler de vardı, rastlaşmalar gibi, denk düşmeler gibi. Zaten zamanın bu hızında bu karşılaşmalar olmasa nasıl yetecekti ki hayat bize? Islak yağmur kokusu alıyoruz birbirimizden, ezberlerime hayret ediyorum en çok, unutmanın bunca kolay olduğu şu zamanda, tüm bilincimle sesleniyorum içime, her geçen gün her şeyin birbirine benzediği zamanlarda. Ezberimden bulup çıkarıp, bakıyorum, yerinde. Unutmakla, ezberin arasındaki o büyük boşlukla bağlanmıştım sana. Yarım bıraktığım her şeyin adına, tamamlar gibi sarılmıştım. Bütünlenmeye teşebbüstü benimkisi sadece, gizliden gizliye bir niyet gibi, çok eski bir özlemin hatırına, anımsanması gibi.

Bazı uzayıp, giden, olağanmış gibi görünen şeylerin o an ile ya da o hikâye ile bağlantısını kuramıyorum. Yeteneksizliğimi biliyorum ama bazı kitaplar sonsuza dek sürsünler istiyorum, bazı hikâyeler gibi. Anlayışsızlığımın anlayışına sığınıyorum.

Yirmi Üç Eylül İki Bin Yirmi İki 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Tekinsiz Vakitler

Endişeli günlerin geleceği, kâbuslu gecelerden bellidir. Kaygı; yaşadığın saatlerin belirsizlik ve değersizleştirilmesidir.

Deneyim, eşi olmayan bir ucubeye dönüştü. Varlığın yerini bambaşka bir dünya aldı. Anılar toz bulutuna dönüştü, artık başka bir yıldızın sömürgesindeydi hayat. Yarı hayalet yarı canlı varlıklarla dolaşıp, duruyorduk. Tıpkı dünyadaki hâliyle; yaşarken ölü olup, öldükten sonra bile bazılarının hâlâ yaşıyor olması gibi. Bir türlü yok olduktan ya da bir değeri kalmadığı hâlde, gömmeyi beceremediğimiz zamanlarımız gibi. Eski imparatorlukların ruhlarının saklı olduğu evrene yatay geçiş yapmıştık. Başka, eski ama yeni yüzlerle saklanan ama bilinene gerçeklerin gölgesinde yolculuk ediyorduk. Her şey kahrolası bir metalik zamandaydı, sanki sesler tiz çıkıyor, gıcırtıdan öteye geçmiyordu, güzel ses denilen bir şey yoktu. Müzik susmuştu. Beyin uğultularımızla haberleşiyor ya da anlaşabiliyorduk.

Yaşanılabilir bir hayattı ama çekilesi değildi. Sinir bozucu, boğuk, kaba ve kasvetliydi. Keşke her şey bitmeden önce yok olmayı becerebilsek, bu kadar ölümsüz olmayıp, devamlılığı sağlayabilseydik. Varlığımız dâhil, dünyamızın kıymetini gerçekten bilebilseydik, çıldırmasaydık bunca. Güzel hayallere değil de, anlamsız hayaletlerin peşinde sürünmeseydik, her şey bitmeden önce.

Ölüm soğukluğuna akraba olduğumuz gecelerde, yorgandaki kuşlar tekinsizce cıvıldıyor. İçimde ısıtıp söylediğim buz gibi şarkılar dilimin ucunu uyuşturuyordu. Mermer tenin soğukluğu ölüme ait hissettiriyordu. Üşümekten moraran elleri ve kelimeleri nereye taşıyacağımı bilmiyordum. Bu ellerle olmazdı taşımak, tutunma yetisini kaybetmiş gibi. Ölüme uzak rüyalar görüyordum, ıstırapla uyuduğum gecelerde. Isınınca daha çok yaralanan şeyler vardı, hatırlamak gibi, umutlanmak gibi. Güneşi bu kadar hayal etmek, onu getirmiyordu. Bir şeyi her gün unutmayı dilemek, onu her gün hatırlamak demekti. Şair şiirin içinden çıktı, özne varlığındaki anlamını yitirdi. Geriye kalan yüklem, hiçbir şeyi toparlayamadı, eylemler de pek işe yaramadı.

Bakışlarım boşluktaydı, sen en büyük göz yanılmam oldun. Bunu izaha cüret edemediğimden, kelimeleri haybeden harcamış oldum. İnanmak diye peşine düştüğün her kelime ruhuna tuzak. Aldanmak her defasında, bile isteye kurduğun tuzaklara yine kendinin yakalanması. Yıllar önce ezbere bildiğin o şiiri yıllar sonra bir yerde görüp okuyunca, hissettiğin o değişiklik, işte yaşanılanlar, yaş alınanlar, değişenler, geçen zamanın dışarı doğru dönüp, durması.

Herkes yok oluyor, yok oldu. O kadar sessiz oldu, bitti ki her şey, hiçbir şey yapamadım, bir şey de diyemedim. Ama dağıldım, durup, kaldığım yerde ufalandım. Gürültüden biraz sıyrılsak, iç sesimiz boğacak bizi. Bazı sabahların olmasına bu yüzden gerek yokmuş gibi geliyor. Biraz zaman geçsin öyle yapayım dediğin her şey, ertelediğin o zamanda sana aynı duygularla geri dönmüyor. Harcamış oluyorsun. Doğru zaman yok, sadece ne yaşanılması gerekiyorsa o yaşanıyor. İleride şu kitabı okuyacağım diyerek, şimdiki zaman ve bulacağın anlamlara güvenmediğin için ertelediğin o kitap, zamanı geldiğine inanıp, okuduğunda sana şimdiki hissettiklerini hissettiremeyecek. Aynı duygularla hissedemeyeceksin hiçbir şeyi. Tıpkı şuan benim bu cümleleri dökerken, aslında çok daha güzellerini içimden geçiriyor olduğum ama buraya dökene kadar kayboldukları gibi.

Binlerce yalanın içinde kendine gerçek bir hikâye arıyorsun, bulamazsın. Sen de biraz yalan olacak, çokça kanacak ve yalanlarla birleşeceksin. Bilinmeyen ve görülmeyecek, gerçekliğini yitirmiş umutların hücumundan, ne kadar sakınsan da kurtaramayacaksın kendini. Üstelik sana bedelsiz de sunulmayacak hiçbir umut, hepsinin bir karşılığı olduğu hâlde, senin tüm ümitlerin yine boşa çıkacak. Giden her zaman olduğu gibi senden giderken, kendin azalacaksın.

Yeteri kadar birikse, bir yerde taşıp, bırakmaz mıydı kendini her şey? Taş olsa… Neyin sabrı ve neyden dolayı bunca dayanıklıydı içimiz? Salmamız gereken yerde, tutunacak ne bulduk da arsız, inatçı bir yapışkan gibi hiç bırakamadık yaşamayı? Kabullendik mi her şeyi? Korkak olduğunu yeni mi öğreniyorsun? Bir şeylerin bittiğini biliyorum içimde, bunu olmadığını hissettiğimde artık duyamadığım rahatsızlıktan anladım. Asıl eksik hissettiren bu hissizlik ve zamanında arayıp da bir türlü bulamadığım umarsızlık.

Tüm bunları hak ettiğine inandığındaki, o teslimiyetten yıkılacaksın. Bu sefer başka bir şeye teslim olacaksın, bir diğer esaretten kurtulmak için zaten bambaşka bir tutsaklık gerekirdi. Umduğum fırtınalar hep ummadığım anda gelmişti, o yüzden zaten fırtına diye tanımlıyordum. Ne kadar sıkıcı olduğumu yıllardır hep aynı yerde beklediğimden anladım. Sıkılmıyordum ama sıkıcıydım. Herkes gelip, gidiyor, gelip, geçiyor, gelmeden gidiyordu, ben hiçbir şey yapmıyordum. Külün hikâyesi ateşten daha çoktu ve daha çok yerli yerindeydi, ateş gibi uçmuyordu, oturaklıydı. Varlığım yok mu olsun yoksa sürüp, gitsin mi bilmiyorum, bu cümledeki yoksa kelimesinin melankolisini taşıyorum, nişan gibi, meftunuyum. Kemiklerim gibi kalbim de o kadar sağlammış ki, bir türlü tam dibine kadar kırılacak bir şey bulamadım kendime, kökten kırılacak ve sonsuza kadar gidebilecek.

Göğe doğru yükselen gökdelenlerden sonra göğe uçan çamaşırları, uçup, kaçan ve dönmeyen balonları özlüyorduk. Şiir gibi anlatılıyordu her şey ama şiirden uzak, evhamlı bir romanı andırıyordu. İnsanlardan çok yerleri özlüyordum, uzun süre bir şeyi bekledikten sonra, artık o süreyi doldurduğundaki karanlık huzurdan bahsediyorum. Doldurdun, tamamladın ve kapattın, artık beklemeyeceksin.

Kanatlarının aldığı kadar yükünle, toparlanıp, gidemedin şuralardan. Gitmek kolaydı belki de, toparlanmayı beceremedin. Yeni bir berrak sayfaya başlamak hem zoruna hem de ağrına gidiyordu, kabullenmek gerekirdi artık bir saatten sonra, eski sayfaların aslında ne kadar da kirlendiğini. Ölemedim çiçekler gibi, soldukça. Hasret duyduğun her şeyi o şekilde ve tam orada dondurup, bıraktın. Yeni özlemler de duymuyorsun artık, kendini de dondurdun, dolman gereken yerde, bıraktın önceyi ve daha sonrayı. Hiçbir paragrafı tam olarak bitiremiyorum son günlerde, içimin sıkıntısından teselli bulduğum kelimeler de bir işe yaramıyor artık. Kalbimin ucuna kadar gelip de diyeceğim diye çırpınmalarım da sustu artık, çaba harcamamayı da öğrendim, kendimden yiye, bitire.

Ortalıkta dolaşan, hayalî bir karakter olsaydım, virgül gibi bir hayatım olsaydı, ne de olsa yarım yamalaktı her şey, uyumlu olurduk, hazır içim de bu kadar hayal doluyken, gerçek olmak çok acımasız ve zor. Kara bir haber gibi dolaşıyor şimdilerde kendi gölgem, kendime yabancıyken, gölgeme nasıl yakınlık duyabilirdim ama gittiğim, gördüğüm, bildiğim şeylerin bir kanıtı olmalıydı, kendimi gölge yerine koyup, gölgeyi kendimin bir paralel uzantısı gibi sahiplendim. Zifiri bir kuyuya paraşütsüz düşer gibi günler geçirdim, biraz yüreğimiz de kabaracak ve kararacaktı tabi, hayalî karakter olamamanın bir uzantısı bu da bence. İçinde bir türlü barındıramadığın iç içe geçmiş duygularla; kaygı, belirsizlik ve umursamazlık ne yapacağımı bilmiyorum.

Birçok şeye “kader” deyip geçiyorsunuz. Herkes kendisi edip, kendisi buluyor, sonra da bunu kaderin üzerine atarak, o tembellikteki uyuşukluğa sarılıyor. Bir şeyleri bilmektense, belirsizlikteki kaostan beslenmek daha iyi geliyor çünkü sıradanlık yormaz, üzmez ve kırmaz zannediyor, uyuşukluk ve bitkinlik tam da bu, ardından da hissizlik getiriyor. Herkese uyum sağlamaya uğraşırken, kendiyle bir türlü geçinemiyor, kendinden uzaklaşıyor hissizleştikçe. Her şey bu kadar tekrardan başka bir şey değilken, hepimiz düzmece bir umutla finalde bir sürpriz bekliyoruz.

18.03.2022 14:20
Nevin Akbulut