Browsing Category

Genel

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Kedilerin de Saçları Var

Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına…

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne… Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden “İstem dışı kırmızı”dan sonra “hüzünlüydü çok güldüm” çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması… En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

 

Nevin Akbulut

On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yukarı Yuvarlanmalar

Allah bizi yaratmasaydı

Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

 

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

 

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.

 

On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Türkçe Sözlü Ağır Dram

Öleceğim Çünkü…

 

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

 

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

 

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

 

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

 

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

 

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

 

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

 

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

 

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

 

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum…

 

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

 

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.

 

Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40

Nevin Akbulut

blog Genel

Sırtımla Yüzleşme

Yaratılırken keşke hep çocuk kalmayacağımı söyleselerdi ya da en azından sırtımı yüzüme çevirebilseydim, bebeklerim kaybolmasaydı mesela, onların kırılmasaydı kolları, bacakları ya da tüm bunlar olacaksa, güzellikle yaşamak mücadelesini bırakırdım kuvözde. Burnuma salınan o ince hortumu pekâlâ dolayabilirdim, minik pamuk ellerimle boynuma. Serçe parmağımın esnekliği kadar turkuazdı gözlerim, aynalardan korkuyordum, başka güzel bir şey yokmuş gibi sarılıyordum kendime, belki de yoktu gerçekten, herkes kendini mutlu sanıyordu etrafımda, benim ağlamama neden gülüyorlardı anlamıyorum. Çivit mavisi bir duvar, yoklukla aramda, kitap okurken aklım başımdan gidiyor, gözleri hiçbir anlamı taşıyamayan sisli düşler gibi, gri. Ben hiç olmayacak değil de olmayan birine tutkundum. Yalnızlık belki de sırf bu yüzden güzel, eğer bu kadar yalnız olmasaydım, tutulamazdım onun yokluğuna, yüreğime uyguladığım sansür, kulaklarına ulaşabilseydi keşke, uğultuyu duyup, çocukluğumu bu kadar hırpalamazdım…
Hayallerini sahiplendim, senin iyiliğin için kendi kötülüğümü seçiyordum, bu bana iyi geliyordu, seni çok sevmemdeki o dinmez huzursuzluğu, o inatçılığı hayatımın başka bir alanında hiç hissetmemiştim, o batışları her gün hissetmek bana yaşadığımı anlatıyordu. Dilim çaresizdi, tam gerçekleşeceğin anda, hayal olduğuna inanıyordum, en çokta yokluğuna, ben yokluğundan başka bir şey bilmiyordum.
Eziyetli ülkelerin birinde, masal gibi bir işkencenin içinde, belki birileri sırtlarını yüzlerine çevirip, konuşabilmeyi başarmıştır, birileri ilk defa belki arkasına güvenmiştir, birileri sırtlarıyla kucaklaşmanın sonsuz iyiliğini hissetmişleridir yüreklerinde, ama ben, öyle beceriksizim ki…
Dolanarak tam bir ömrü tamamlamış gibi yorgunum, kim yaşamıştı benim ömrümü? Kim hayatımı? Kimin bitkinliğini sahiplenmiştim bu kadar, kimin haklılığı için kendimi bu kadar suçlamıştım…
Dünya dönüyor hesapsızca. Yine de hesaplıyorlar akşamı, sabahı, kurallarına göre yaşanıyor tüm günler, gündüzlerini bitirmiş, akşamların esiri gibi bir şeyim. Geçmişten gelen ıstırapları hiçbir zaman kazanca dönüştüremedim, en değerli harcamalarım yalnız kelimelerdi, içimde bir şeyler demlendi, yaşamını tamamladı ve ne gariptir ki, senden bu kadar uzakken bile sana benzeyen hissiyatımın perdesinde, saklanıyorum, senin gözlerin bana bakamamaktan değişiyor, benim yüzümde yaşlar, uzak bir mesafeden birbirimize benziyoruz…
Kelimelerden bir rüzgâr ürpertiyormuş bizi yalnızca, laftanmış her şey, koca kelime mezarlığı…
Yeni günlerin heyecanını eski anılar sahiplendi, gökkuşağı bir telaş sarıyor rafine umutlarımızı, gizli tüm sevinçlerimi paydos ettirdim, rahatsız bir “keşke” kelimesine yenildim. Saatler geçmesin diye uyumadığım gecelerde, odamı kararttım, saati göremediğim sürece kararacaktı zaman ve duracaktı, saate bakmayınca zamanın daha hızlı geçtiğine inanmıyorum o beş dakikadan beri, geceyi kararttım. Yaralarımı sevme nedenim yaralamandı, laflarının açık ucunun durmadan batmasıydı, tazeydi bu, saatler geçse de…
Benden biraz zaman isteyenlere komple verdim tüm zamanları, iade ettim arayı açtıklarıma, o zamanı. Benden şans isteyenlere, avuçlarımı açarak gösterdim, bende artık bir şans kalmadığını, seçimlerimin yanlışlığını anlayabilirsiniz hayallerimin çıtırtılarından, betonarme apartmanlara çiçek isimleri koymanız gibi saçma her şey, bir aralık isteyenlere, tüm ayları verdim, artık verecek bir şeyim kalmadı, benden ne zaman isteyin, ne de izin…
Sen yalnızca karşıma önceden çıkan bir harftin
Hikâyeyi başkaları tamamlıyordu.
Kendi kollarımla kendime sarıldığımda, ellerini aldattığım bir yalansın, kendime sarıldığımdaki huzuru da senden çaldım, tek suçum yalnızlıktı, yoktum, yoktun. Gelip geçici düşlerden ileriye gidememiştik, kendi ellerimle seni yazdığım bir hikâyeydin, fazla uzağa gidemezdin, üstelik yalnızca benim hayallerime mâl olmuştun, sen içimin en tanıdık yabancısı, sana sensiz de yandığım olmuştur.
 
Nevin Akbulut
İki Bin On Beş Belirsiz 

 

Genel

Sabun

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yirmi Yedi Ağustos İki Bin On Beş 

Genel

Hakkımın Hakkında

Her gün çizgilere basmamaya çalışarak yürüyorum, yola çıktığımda yalnız kaldırımları takip ederim, ilk gördüğüm kaldırıma hemen çıkarım, kaldırımlar üzerine yazılan şiirlere güveniyorum, kaldırım taşlarına değil de… Mutfağa her gittiğimde buzdolabının kapağını açıp, dikilirim önünde, hiçbir şey almadan yine kapatırım, içeridekiler yerli yerinde mi diye bakıyorum sanırım. Bir tür teyit etmek gibi bir şey… Sabaha kadar takıldığım şarkılar var mesela, aynı şarkıyı defalarca dinleme manyaklığına tutulurum. Şarkıları kasetlerde dinleyebilme devrine yetiştiğim için de şanslı hissediyorum kendimi, o zamanlar her sokakta muhakkak doldurma kaset yapan dükkânlar vardı, şimdi hiç birisi yok. Bir de plaklarım var benim, çok eski zamanlardan miras bana, onlar da olduğu için çok şanslıyım, hepsinin kapağı eski kokuyor, şarkıların içindeki ruh halleri ve yaşanmışlıklar sanki o karton kapağa yansımış. her şarkının bir ruhu olduğuna inanırım her hikâyenin olduğu gibi, beni benden alan sesler vardır, uzaklara götüren ama her defasında yeniden olduğum yere getiriyorlar; ya trafiğin ortasına ya masamın bir köşesine veya dünyaya bakmaya çalıştığım pencereye. Her sabah ve akşam yüzümü yıkadığımda sudan çok, havlunun yüzüme batıp, acıtmasına ve bu kadar hassaslığıma sinir oluyorum. Kahvaltıda ya da akşamleyin çay yaptığımda, çayı içeriye taşırken muhakkak demliğin üst kapağını bir kere açıp kapatırım, eğer açıp kapamazsam sanki kıyamet kopacak. Bardakaltlarından nefret ediyorum, kendime ne kadar özeniyorsam insanlara da o şekilde özenirim, gece gördüğüm rüyalardan gündüzleri çok etkilenirim. Fark edemediğim ama alışık olduğum ayrıntılarım belki de beni farklı kılan, kusurlarımla, sinir olduklarım ve manyak hissettiklerimle bir bütünüm ben. İyi huyluyum diyemem hiçbir zaman, ben böyleyim dediğim zamanlarda genelde anlamaz kimse ne demek istediğimi… Küstüğüm kavga ettiğim arkadaşımla ne için küstüğümü unuturum, onlar da genelde bunu fırsat bilip, tekrar konuşmaya başlarlar, ben de küs olduğumu bilirim ama neden küs olduğumu bilemediğim için, bir şey yapamam. Kendimi haklı bulduğum zamanlarda haksız hissetmek gibi de bir özelliğim var. Kediler olmasa beni bu hayatta hiçbir şey ısıtamaz. Güvenmemeyi onlardan öğrenebilsem bir de tam olacak, her defasında “bu son artık” dediğim halde hep yine güvenirim. Çok güzel aldanırım, aldanmalarımdan bir dünya hikâye çıkar, çok iyi inanırım, kandıramazlar ben inanmayı tercih ederim. Sürekli gülerim, acı bulduğum, sinir olduğum şeylere bile hazin bir şekilde gülümserim. Bundan rahatsız olanlar oluyor, ben o zaman daha çok gülüyorum. Bir çeşit sinir oluyorum ve sinir ediyorum. Bu ayrıntılarım olmasa, ben ben değilim!
Nevin Akbulut
Eylül’ün içinden

Genel

Ölü Paragraf




Uzun zamandır kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün, böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden, henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı. Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor.  İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına, inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor, süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu kelimesizliğime, bilmiyorum.
Ölürken o son sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi, ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü. Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.
Bir daha hiç görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup, konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.
Yağmur her şeye şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık sırıtıyorlardı…
Herkesin bu kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor. Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden, teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum.  Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz, minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…
Üzümlerinizden artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.
Bedenden önce ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol, yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…
Büyürken, saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.
On sekiz yaşıma kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası, yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan, bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar, ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…


Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10

Genel

Köşesi Olmayan Yazılar



Atmayı çoktan bırakmış, daha çok ölüme müptezel, yalnızca seğirmelerden oluşan bir kalp, o da istem dışı. Nefes almak, hiçbir zaman yaşamanın kanıtı olamadı. 

Her şeyi olağanüstü güzel bulduğum günler, kötü günlerde kaldı. Senin yanında kendimi güzel hissettiğim ahmaklığı, bir daha okunamayacak kitapların dip sayfalarına sakladım. Tozlu biraz yüzüm, biraz da tuzlu. Gözyaşları ne kadar tanıdık, çirkinlik ne kadar güzel. Üstelik olduğu için iyiye giden şeyler de yok artık, olsa da olmasa da kötüye giden şeyler var. Yağmur yağmıyor mesela uzun zamandır. Herkes kendi gözyaşını biriktiriyor, kendi gökyüzünde. Hazin bir hikâye nefes almak, üstelik yıldızların sonu hiçte bizimkilere benzemiyor. Yaranın da yarası oldu, sustuğumdan beri, adını hiç anmayacaktım, dilimdeki ezberin aklına giremedim, silemedim orayı. Gittiğinden beri dünya daha büyük bir yer, birbirini bulamayacaklar listesinde en üst sıralarda görünmüyoruz, orada bile kayıbız, dünya küçük bir yerdi hani?

Zaten seninle konuşulacak her şeyi söyleyip, bitirseydim şimdi böylesine birikmezdi söyleyeceklerim. Sinema salonunda, koltukta yan yana oturduğumuzda söylemek istiyordum kulağına, şimdi söyleyeceklerimi, oysa her yerine ayrı seferlerde söylesem de anlaşılamayacak bir şey bu, ellerim şimdi daha bir kimsesiz, daha bir soğuk sanki. Söyleyebildiğim tek şey, konuşamadığımdı. Nasıl dağınıktı cümleler, nasıl kayan yazı gibi duruyordu aklımın köşesinde, zamanı tutamadığım gibi, seni de tutamadım, kelimelere bile sahip çıkamadım. Hatta kendime bile sahip olamadığım yerde söylüyorum bunları, saçlarım ellerine sahipti, ellerim dudaklarına. O kadar da kimsesiz değildim yani. 

Ellerim bolca tırnak kemirmece, bol çekmeceli, fazla çeşitli duygularım. Seni düşünürken bir anda, kahvaltıyı özlüyorum mesela, iştahlı sabahlarımı özledim, kahvaltıdan çok kokusunu, senden de çok kokunu. Heceliyorum her bir acıyı, biraz daha kalıcı her şey ve zaman artık daha yavaş geçiyor. Büyüdüm mü sahi o günlere göre? Kalbimin büyüdüğü kesindir, hani hep böyle kendi kendime konuşuyormuş gibiyim ya, aslında değil, inan yalnızlık değil bu, insan yalnızca düşünebildiği yerdedir ve hiçbir mutluluk kelimeler kadar uzun ömürlü değildir. Hüzünlü şeylere gülmeye çalıştığım kadar komikleştirebilmeyi de becerebildiğim zamanlardayım. Nasıl gülüyorum şimdi o günlerdeki acemiliğime, kendimi iyi hissetmediğim halde, güzel bulduğuma, nasıl şaşırıyorum şimdi. Yaşanan her şeyin makul bir nedeni vardı. Saçma bulduğum şeylerin şimdi hep bir anlamı olduğundan beri, saçma bile olsa yaşayamadığımı hissediyorum acıklı bir sonla. Şimdi o altını çizemeden geçtiğimiz tüm zamanların anlamının ağırlığı içinde eziliyorum. Dil tarihinde yeri yok belki anlatamadıklarımın, ama yine de anlatmaya çabalıyorum. Anlatamadıkça daha da ağırlaşıyor zaman ve cevabını bulamadıklarımın soruları büyüyor gözümde, soruların da sorunu var. Tüm bunlar içinde çıkılamaz hâl aldığında, hiç kendimi bırakamadığımda, aynı cümlede hem sana hem kendime yer vermek yerine, bizi unutamayışıma… Biraz daha uyuşuyorum, gidebildiğim kadar gittiğim uzaklıklarda, çaresi olmayan sancıyla boğuşmak yerine kaçmak daha akıllıca, telâfisini birkaç biraya bırakıyorum, şişelerin affına sığınarak, oturduğum sandalyeleri bile seviyorum, kenarlarına şiir konası kanatlarıma, bir görünüp bir kayboluyor her şey. Üzerinden geçemediklerimi bulmaya çalışıyorum, utanışım, çekinmem, gözlerin hep mi karanlık kuyu gibi çekerdi beni? Hayatımda hiçbir göz böyle anlamlı olmamıştı gözümde, babamın gözleri bile cennetten çıkmayken. 

Gittikçe yabancılaştığındaki kaygımı içimdeki derin anlamlara yüklüyorum. Herhangi bir şeyin senin yerine geçebilme ihtimallerini yok ettim, bunun senin güzelliğinle bir ilgisi yok, ancak içimdeki duyguların yersizliği olabilir. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerim gibi… Çocuk sevincimi çocuklara bıraktım, çocuklar da öldü. Sevinç denilen şey, savaşlardan önce vardı, mühimdi, parlıyordu belki. Şimdi üzeri kirlenmiş ne parlaklığı ne de varlığı bilinen ya da görünen bir şey. 

Boğazımda yanık kokusu, içimde birkaç mektup yandı ve bir hayat. Gökyüzünde çiçekler astılar kendilerini. Kuracak hayaller kalmadığında daha fazla vişne reçeli yiyeceğim, gittikçe daha az meyve suyu içiyorum. Birçok sebzeden nefret ediyorum, nedensiz. Gerçeklerle yüzleşememenin yorgunluğu çöktü içime, uzun zamandır umduğum bir şey yok, umduklarım gelmediğinden beri. Beklemeyi de unuttum. Boynumdaki benlerin beni daha kimsesiz gösterdiğine inanıyorum. Gece kâbusları en iyi umutlarla ya da en karanlık umutsuzluklarla sabaha dökülüyor, gün ortası daha yaşanılmaz bir hâlde, gece çekilir dert değil. Ölesim yoktu, gülüyordum. 

Sonsuz güvenen insanların, belirsiz zamanlı gücenmeleri var üzerimde ve acemice kırılmaları. Gereksiz yere eğildim, olmayacak yerlerim büküldü, içim daha bir büzüldü. Sonrası alışkanlık; vücudun, tenin, yüreğin hep o yanlış noktadan dosdoğru kırılması. Susmaktan başka konuşacağım bir şey yok. 

Bir kere sevdiğimde uçmuştum, uçmayı sevdiğim için, biraz daha sevdim onu. Sonra düştüm. Duygularım başka birinin hissetmesi gereken şeylermiş gibi gelmeye başladı, uçmayı sevmemeye başladım, sevmeyi de… Hoşuma giden şeylerin, gitme kısmı kaldı, hoş kısmı onlara gitti. Bölünmeyi defalarca yaşadık, parçalanmanın sesi kulaklarımda olduğu sürece, içimde bir parça eksik, bu eksiklik yer etmiş bir fazlalık. Neyin fazla, ne kadarının eksik olduğunu hesaplayamayacak kadar karıştım. Üstelik pazarları ayaklarım daha çok dinleniyor, gözlerim ve ellerim daha çok yoruluyor, en sevdiğim günlerde ağlıyorum. Açıklayamıyorum bazı şeyleri, açıkladığım hâlde. Tam yoksunluk meselesi, kazanırken kaybetmek ve aslında kime kırgın olduğunu hiç bilememek. İlla birine kızgın olmak gerekiyormuş, onların kuralları böyle söylüyor, insan nedensiz yere ağlayamazmış bir de… Kimseye kırılamadığımdan beri, kızamıyorum da. Kendim dâhil, kimseyle o derece bir yakınlığım yok.

Beni yaprakların arasına gömün, tüm yapraklara şiir yazacağım. Saçımdaki saçı başka yerlerde görmüştüm. Sizlere uzaktan ya da yakından bakabilmem, gözümdeki değerinizi değiştirmiyor, yalnızca başımı stres duvarlarına vurma nedenim. Uzaktan görebildiklerim; müthiş bir riyakârlık, yakından görebildiklerim de tamamen sahtelik. Bozdurup, harcamak istediğim dostlarım var, neyse ki dünya malına çok kıymet vermiyorum. Daha fazla yaklaşabildiklerimin becerdiği izler ve kırıklar kangrene dönüştü. Neyse ki, değişen ruh hallerim var, hiçbir şeyin üzerinde birkaç saatten fazla durmaya değer görmüyorum, vakit bu mühim bir şey, kolay harcanmamalı. Ama uzun bir süre anlatabileceğim öyküler var, “kuşlar ölmesin” diye başlayan…


Sekiz Ağustos İki Bin On Beş 11 40
Nevin Akbulut