Arada tansiyonum düşüyor, toplayamıyorum yerden, eğilemiyorum çünkü eğilsem dünyam kararacak yine, başıma bir yığın soru işareti düşüp, çarpacak. Eğilirsem, kafamı bir daha yerden kaldıramayacağım, üstelik de yukarıdakiler bu kadar kalabalıkken. Felç olmanın provasını yaşıyor beynim arada, uzun süre öyle kalıyorum. Bir şeyleri hissetmeden yaşayınca insan daha mı az yaşlanır? Sonuçta yaşamamış gibi bir şey oluyorsun. Hissizliğimle hissettiklerim sürekli kavga hâlinde, kimsenin kazandığı da yok kaybettiği de… Altına işeyen çocuğun sabah yataktan kalkamayışının rahatlığı ve rahatsızlığıyla dolaşıyorum her gün, ne yapsam olmuyor gibi, sağıma dönsem, soluma dönmek istiyorum, soluma dönsem arkamı dönmek istiyorum her şeye bir anda. Sığınağım dediğim şeylerin beni aslında iç etmek için uğraştıkları, aslında hep açıkta kaldığımı, saklandığım için pişman olduğumda, bir süre sonra saklanmadığım için pişmanlıklarım kovalıyor. Araf’ta kalmanın en güzel tereddütünü yaşıyorum şüphesiz. Gülünç hikâyelerimin içine, gizli ve hazin sonlar ekliyorum. Kimse anlamıyor gülüşümden. İşte sırf bunun için mutlu olabilir insan, o kadar lükse gerek yok.
Hayat denilen yolda epeyce acemi, ömür erkenden solmuş yıldız gibi, yaşayamadıklarım erkenden sönmüş porno yıldızı. Akşamlara sığınıyorum, teninin sıcaklığına usulca sokulur gibi. Ellerin hâlâ dosdoğru duruyorsa, cesaretini hiç bilmediğin sokaklarda yitirmişsindir. İki rakı ve çok duman, çok fazla şey var beynimi uğuldatan. O ses hiç susmuyor, nereden geldiğini bilmediğim ses, hep bağırıyor, ne dediği de anlaşılmıyor üstelik. Zihnimin en açık zamanları beni en çok yanıltan anlardı. İnsan ayık olmayınca aldatıldığını da çok umursamıyor. Beynimin oyunlarıyla kendimi oynatıyorum ve aslında herkesi. Kimse beni ayıltamadı. Etten yaratılmış duygularda mucize arayıp duruyoruz, oysa sabah olunca yıldızlar bile sönüyor. Tek mucizemiz, devamlı mucizemiz kaybetmek, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyi yitirmenin sancısı daha bir başka oluyor sahip olduklarındansa… İnançlarımız bizi cezalandırırken, yalnızlık yine göz kırpıyor. Hayat öpücüğü, sûni teneffüs şart.
“Bedenin canlı olması, ruhun cismine yüklenen anlamla sağlanıyor” gibi şeyler düşünüyorum. Gereksiz anlamlar yüklediğim şeyler ağırlık yapıyor sırtımda, kamyon yükü taşıdığımız, oysa en çok sırtımız öpülmeliydi.
Melodram hesaplaşmalardan uzak durdum hep, gayrimeşru bir çocuğun gözyaşları gibi dokundu içime ödeşmeler, ağladım. Çıplakken insan ne kadar cesursa o kadar cesurdum. Yalnızca gözlerim karaydı, bu yetiyordu içimdeki ateşi görmelerine. Düşmelerin tuzağındaki yem gibiydim, düşürmedim kendimi ödeşmelere, onun yerine içimi deştiler. Bir yığın duygum fırladı dışarıya, bir yığın duygu organım zarar gördü. Yine de hesaplaşmadım çünkü onlarla hiçbir hesaplaşma âdil olamayacaktı, affetmenin dayanılmaz yüküyle kendimi ödüllendirdim. Sırf bu yüzden bile sinirlenebiliyorlar. İçime kötü dokunan şeyler var, içimi iyice ezen şeyler var. Kendimi ne senin beni sevdiğin gibi sevdim, ne de bıraktığın gibi nefret ettim. Muhakkak gelecek bir sonu biliyormuş gibi, hikâyemizi sahiplendim çünkü içinde en çok bana ait kısmı yer alıyordu. Ilık bir yaz sabahı gibi, serin, derin ve köklü. Unutulamayacak baharların yasını tutuyorum her yaz, unutulamayacak ama bir daha da yaşanmayacak. Bir zamandan sonra da yaşandığından şüpheye düşeceğiz, zamanla böyle birisi olup, olmadığından, nokta gibi kalıncaya kadar çevremizde dolanan her harften, her kelimeden şüpheleneceğiz ve en sonunda da varlığımızdan, kendi bitmek bilmez varlığımızdan…
Hatırlamadığımız zamanları ihanet etmiş gibi bir azapla karşılıyordum. Ne çok sadıktım hikâyemize, o başka yollar çizerken kendi etrafında. Hiç kıpırdamadım bırakıldığım yerden, hiç fazladan hareket yapmadım, öylece kaldım, her şeyi olduğu gibi bırakıp, çıkacak kadar cesaretim vardı artık.
Hayatımda; yaşadıklarımı susarak, yaşayamadıklarımı da anlatarak tamamlıyorum hikâyemi. Zamanın bana biçmiş olduğu, payıma düşen hikâyeye yeni bir şey eklemek gelmedi içimden. Artık bizden yalnız iki ayrı hayat çıkardı, yeniden yazsam da hiçbir şeyin sonu değişmeyecekti. Geri dönsen de, dönmesen de hiçbir şeyin değişmeyeceği inancımdaki özgürlüğü tetikliyordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmadan durabilmek de, benim özgürlüğümdü. Bir hayatı böyle yaşanırken, yaşanmaz kılabilmek gibi yeteneğim vardı, bir hayat nasıl yaşanırdı bilmiyorum, nasıl susulur onu ezberlemiştim.
Aklımın kuşları uçup gidince, bir çiçek yetiştirdim yüreğimin en sulak köşesinde, kedilere taktığım isimleri ona da ezberlettim. Gökten sim yağsın istiyordum, yukarı fırlattığımız feryatlar dökülüyor her gün üzerimize, hüzün rengine boyanıyoruz, yüzümüz daha bir düştü, düşlere karışamayacak korkunç kâbusları yaşıyoruz her gün, yaşanacakların müsveddesini sakladım içimin raflarında, yaşanmazları hikâyelerde yazıyoruz. Kitaplar bizden daha çok yaşıyor, yıldızları söndü gecelerin… En çok da bulutların parçaladığı gökyüzü ağladı, gözümden düştü gökyüzünün yaşları, tombul kuşlar yok artık, arabalara çarpan kargalar var. Merakımı bile merak eder oldum, sustuğumdan beri. Herkes iç sıkıntısı olarak görür beni, kimseye anlatamadığım hâlde. Gökten yağan yağmura rahmet gözüyle bakmazlar artık, feryat gözüyle görünce hayra yoramayız hiçbir şeyi. Çocukların çocukluğu, hiç çocukluğuma benzemiyor, gökkuşağını yalnızca ressamların resimlerinden tanıyorum. Toz bulutu, felâket bir karabasan, kapkara ve ütüsüz günler. Alınyazımın doktor kalemiyle yazılmış reçetesi, kaderim on sekiz yaşımdan sonra da değişmedi, yirmi sekiz yaşımdan sonra da… Üstelik reçetelerin bir şeyleri iyileştirirken, başka şeyleri bozduğuna dair inançlarımla beraber iyileşirken… Böldüğüm yazıların çoğaldığı, yazamadıklarımın arttığı, gözlerimdeki ıslak nemin kalıcılığı, yeni yaşlarım bana bu nemi bağışladı. Belki de tek sorumlu rutubettir, hava alamıyordur önce ciğerlerimiz sonra da kalbimiz. Bu toz bulutu içinde takılan hortumlar da nefes aldırmıyor, gözlerim yanıyor, ama acıdan. Acı şeyler elle tutulabilecek türden de değil, elle tutulabilseydi, onun da çaresi bulunurdu.
On Bir Eylül İki Bin On Beş 17 30
Nevin Akbulut
No Comments