Monthly Archives:

Haziran 2017

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yaşayamama Hastalığı

Anlamanın verdiği ağırlığı taşıyamıyorum, beynimde sürekli bir uğultu, kulaklarımda hiç tanımadığım yabancı sesler, böyle anlatınca bir korku filmi gibi geliyor biliyorum ama aslında bu dramdan birkaç boyut ileride bir şey…

Nefesin gidip, geliyor, daralıyorsun, şu boğazındaki düğüm bir izin verse belki biraz daha yaşamak isteyeceksin. Ölmeyi dileyip duruyorsun, ama ölümün eşiğine geldiğinde yaşamak için dualar edip, yalvarıyorsun. Diğer zamanlarda belki de inanmadığından öleceğine böylesi cesur bir durumun peşine gidiyorsun. Şimdiye kadar hiç anlaşılmadığını düşünüp, eğreti dudaklarınla yamuk bir gülümseme yerleştiriyorsun dudaklarına, sigara gibi. Bundan sonra anlaşılmayacağının alaylı kanıtı bu… Anlaşılmayınca kendini yabancı ve kötü hissetmen gerekir, tükenmen gerekir fakat sen kendini sırf bu yüzden apayrı hissediyorsun. İstiklâle çıkıyorsun, göklere gidemiyorsun, Boyacıköy durağından göğe baksan bile göremiyorsun artık kuşları, bulutlar da eskisi gibi şekil yapmıyorlar, her şey çok şekilsiz oldu. Başını sokacak kadar kuytu bir köşe bulamıyorsun artık, ne kadar saklanırsan o kadar buluyorlar, ne kadar görünmek istersen o kadar görmüyorlar. Cümlemizde bir gariplik var, cümlelerimizde, yan yana dizilmeleri beraber oldukları anlamına gelmiyor, en zıt cümleler bile komşu olabiliyorlar.

Bizde bir zifirilik var ve sessiziz. Kötü geçirdiğimiz günleri ömrümüzden silmeye kalksak kaç gün kalır geriye hesaplayamıyoruz. Herkes olanca bütünlüğüyle birbirine benzerken, herkes birbirine yabancı, kalabalıkların sersemlettiği mesai sonraları, içine doldurmaya çalıştığın huzurun sen gelene kadar bitmiş olduğunu görüyorsun, gerisingeri gitmeye çalıştığında hiçbir yere varamıyorsun, sokaklar bile anlamıyor seni, bizi… Bunca insan bir yere gitmeye çalışıyorsa, kesin bir yere varılıyordur diye düşünüyorsun ama sen varamıyorsun, sanırım sorun sende, bizde…

Yalnızlığının istifini bu kalabalık bile bozamıyor, sersemliğinin kalabalıkla ilgisi yok, başka şeyler var aslında, anlamakla ilgili bu ağırlık. Yakınında yer alanlarının içine ekmeye çalıştığı endişeler hiç filiz vermedi, her şeyin ötesine geçebilince, hiçbir şeyden korkmuyorsun, nadasa bıraktığın yüreğinin hasat zamanı gelmiyor ya da ekşiyor, bayatlıyor tüm ektiğin duygular, zamanında ekilmediği veya zamansız biçildiği için. Sirkeyle şarap arasında gidip, geliyorsun, bin yıl geçmiş gibi oluyor ama aslında çok yakın, ölmeye yatmakla şu durum aynı. Gündemi konuşmanın günümüzde yaşadığın anlamına gelmiyor, açtığın kırmızı çiçekleri yiyorlar ya da üzüm sanıp, eziyorlar. Gövdesi yaralı ağaca, sokakta kalmış salyangoza ağlıyorsun. Sanki her şey çok normalde bir sen acayipmişsin gibi geliyor. En çok da bundan nefret ediyorsun. Güleç yüzlü ayçiçekleriyle konuşuyorsun, üzümlerin ezilmişliğini, incir ağacının derdini dinliyorsun. Hayretlerine çıldıracak yer bulamıyorsun, burası çok dar. İnsan ağız tadıyla deliremiyor bile. Sessizlikler beynini parçalamak istiyor, kafan bile kanamıyor. Hep başka, ama hep aynı yerden kırılıyoruz. Bunun için bile akraba sayılırız. Yüzünde beslediğin şefkatlerinde masum çocuk gülücükleri saklanırken, az daha onlar da bozulacak gibi oluyor, şaşkınlığında yapay bir buruşukluk var, ama hiç yaşlandırmayan. Oysa kırışıklıkları seviyorsun sen, büyümenin anlamını, yaşamın çizgilerini… Kırık bardak gibiyim, dolmadığımdan kimse ağladığımı bilmiyor, her gece ağlamaktan karanlıktaki gölgem yaşlanıyor. Ağaçlara içini dökesin var, yeşili üzenleri dövesin var.

Kaybolmayı istemediğimizden mi bunca yazıyoruz? Bir şair kaç yılda ölür? Hangi satırda kaybolur? Hayal kırıklıklarından yaptığımız mezar, bizi bize buldurur belki. O zaman unutuluruz, hem pek güzel tören olur bundan. Kansızlığımıza kelimesizlik diyoruz, parasızlığımıza masalsızlık. Söylesene en son hangi masala inanmıştın da bir de üzerine gerçek oldu? Kelimelerinin çıplak acizliğine uğradık, yara izi bırakıp, giden dikenleri bile unutmuyoruz, perdelerin yaz akşamları karanlıkta rüzgârla salınan müstehcen dantelleri… Geçtiğimiz sokaklarda namımız kaldı, tavan arası bile yeterdi aslında kokuşmuş duygulardan kaçıp, kurtulmamıza. Parçalanılışımıza herhangi bir tanık bulamadık, aramadık zaten, kendi eksenimizde çizdiğimiz yuvarlaktan hayat denen bir şekil oluşturduk, içinde yaşam yoktu.

Kalbimin kamaşmasına aldanıp, yırtmak istiyorum, içindeki her şeyi, sen dâhil, delip deşmek istiyorum. Beynime giden dumanlarda senin payın var. Herkes kırmızı kalpli, parlak balonları severek izliyor, kimse onları; kimin satmak için elinde tuttuğuna bakmıyor. Sıcacık bir şal istiyorum ve tüm saframı halının üzerine kusmak istiyorum. Dünya durmadan dönüyor ve bu benim başımı daha çok döndürüyor. Yersiz cesaretlerimin karşısında, sonraları gülme krizlerine giriyorum. Hatırlamamam gereken bir yığın şeyle dolduruyorum unutmam gerekenleri. Sıcağın donduracağı, soğuğun bunaltacağı, soğuk duvarlar istiyorsun. Bedeli bir nesil öncesinden ödenmiş gülmelerinde, hep ağlayan bir şey var, gözlerinde borçlu bakışlar sergiliyorsun, kaçmak istediğin dünyadan, pencereden sarkıtacağın ipi, kendi ellerimle örüyorum, ayaklarına batmasın diye çakıl taşlarının kenarlarını bir şekle sokuyorum, kendimi kendimden kaçırayım diye uğraşıyorum, hayat bana kötü şeklini yaparken…

Herkes sıradan şeyler için çıldırma nedenleri ararken, bu seni çıldırtıyor. Kendi gölgesiyle bile geçinemeyenler seni delirtiyor, biliyorum, içimden biliyorum. İçimden susmak geliyor oysa hep, yalan duyduğumda kaçıyorum, beni bir tek bu kaçırtıyor, yoksa sabırlıyım, anlayışlıyım ama yalanlar yoruyor. Güzel anlar olunca tanık sayılmıyoruz, nerede bir acı var, tanık oluyoruz. Sızılarım tepindikçe bağrımda, bağırmalarım tıkanıyor, hissetmiyorum. Yazdıkça yaşadığım duygusu beni yaşlandırıyor, kaçmak istiyorum, yürüyemiyorum. Sırnaşık ve ciddiyetsiz vedalardan bıktım, hiç duymayacak olana anlatmaya çalışmayı, anlamıyorum. Yaradılışım doğru zaman dilimi değil, bu dilimi hazmedemedim, neslimde doğmadım. Bardakların kırdığı damarlarım, şimdi ıssız, yine de aklımın içinden renkli legolar uydurmaktan geri durmuyorum, acıyla yıkanıyorum, kanadıkça paklandığımı sanıyorum. Neyin günahını ödüyor bu ağlamalarım, bilmiyorum. Gidecek yeri olmayan bir çocuk gibi sızlıyor içim, adımın yeniliği çağrıştırdığı kadar eski hissediyorum, tezatların anlamında kayıplardayım. Neden sorusunu yanlış zamanda sorduğumuzdan belki yanlış cevaplara razı olduk.

Densiz bir yumuşamanın ardından gelen gözyaşlarına hiç hazır olamadım. Gözlerimin ihanetiydi bu. Yaşayamama hastalığının bıraktığı izleri birkaç organımda buluyordum, fizyolojinin bozulması ve görevlerini yerine getirmemesi deniliyordu buna, ben rutin diye cevaplıyordum.

 

On Dört Haziran İki Bin On Yedi 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Dejavu Tedirginliği

Muhtemelen hamurum hayal kırıklığıyla yoğrulmuş. Şaşırmayı unuttum ama hayal kırıklıklarına dair bir çözüm bulamadım şimdiye kadar, kısacık bir zaman içinde tüm buraları terk edip, gidesim var. İyi olduğumu söylemek için konuşmak isterdim ama öyle bir şey de yok, daha çok yazıyorum, kötü iyi olmadığım belli olmasın diye. Elimden gelen rol buydu, yapabileceklerim bu kadardı, kızgınlık bile duyamıyorum bir yerden sonra, o sınırı aşınca, çığlık atılacak zamanları da geçtim, içimde sürekli konuşan sesi de solladım. En son hangi gerekli bir neden için ağladığımı unuttum, kaskatı bir şey oldum. İçimden geçenleri yine içimin çukuruna gömmekten başka elimden bir şey gelmiyor. İçim belki de çoktan derinlerde bir yerde öldüğünden, ölümler, yok oluşlar da yabancı gelmiyor artık. Anlatmak, eski dilde, masallara özgü bir şey, lüks bir ruh hâline mahsus. Susmak bizim en hazin, en etkileyici kelimemiz.

İntihar etmek isteyen birisine, intihar eden bir yazarın edebî kitaplarını önermek…

Bu dalıp gitmelerinin bir anlamı var sanıyorsun, belki de vardır, bilmiyorum, huzursuzluğun nasıl da tanıdık, bir dejavu tedirginliği var tutulmalarında. İnancından kurumuş bir papatyaydım, hani beyazdım, sonra kirle tanıştım, inanmak bir kere daha kirlenmek anlamına geliyormuş, biliyordun, sen biliyordun ama söylemedin. Üçüncü kez koparıldım yapraklarımdan ve defalarca kalbimden. Defalarca delirmelerimin nedenini biliyorsun, ilaçların sinir krizleriyle arkadaş olduğunu da… Her şeyi belki birlikte planladık, bu kötü dünyayı, kavuşmak için başka bir yer yoktu belki, ettiğim kavgalara gülücüklerimle cevap verdiğimden ve gülümseme artık en değersiz silah olduğundan yenildim. Öldükçe büyüyorum, büyüdükçe kirleniyorum. Bu yenilişimde tanıdık bir şeyler var, tanımadıklarımla da şimdi tanışacağım, tek başıma yürüdüğüm sokaklardan biliyorum, sigara dumanına yakıştırdığım yüzlerden ve küllerindeki tanıdık yalnızlık duygusundan. Pencerelerin çokluğu birini beklediğin değerle ölçülüyordu, kimseye mantıklı gelmeyen şeyler nasıl da sana anlamlı geliyordu. Delilik diyemediklerine mana yüklemek zorundaydın. Her rüzgârda bahçedeki ağacın sallanan yapraklarına içinin ürpertilerini de katıp, karıştırıp, o kırışan yapraklarla birlikte uzaklara giderdin, gelişini ertelemekten başka çaren yoktu. İçindeki seslere tek başına bilenirken, hiçbir müzik seni senden alamazdı, oysa en çok senin kendinden kurtulmana ihtiyacın vardı, bunu bilmiyorduk. Yalnız kalınca daha iyi olur her şey zannettik, bilirkişi raporuymuş gibi. Zamana bırakalım dedik, o da geldi bize sarıp, durdu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sorma bana, içimdeki korkuları bırakacak yer bulamıyorum. Kendimi bazen bomboş bir araba gibi alıp, bariyerlere çarpasım geliyor. Trenlerin havalanmışlarını hayal ediyorum ama hiçbir bulutu ezip, geçmiyorlar, trenler her araçtan daha merhametlidirler. Çocukken yolun karşısına kaçırdığım topları hâlâ yakalamak derdindeyim, oysa dinlediğim şarkının melodisini bile yakalayamıyorum, ayın ışığı nereye gitsem yakalıyor, saklanamadığım siren sesleri var, çarpma sesleri, kulağın dolusu metal sesleri, hepsi sinirimizi bozuyor. Gitmem lazım, daha ne olsun? Yağmur yağınca artık daha az salyangoz çıkıyor, karınca yuvaları toplu katliama uğramış gibi. Her yanımız hafriyat alanı, içimizi oyuyorlar.

Sen yine de paramparça hâlimi görürken, bütünlükten bahset, yalan söyle, belki biraz yaralarımız iyileşir. Yan yana dizilen aynı model sandalyelerin bir kısmında yalandan sigara yasağı var, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor gözüküyor, ama herkes birbirini rahatsız ediyor. Bunları söylediğim için, yine de beni aşırı bil. Hayat aşırı kötü, insanlar aşırı sıkıcı, herkes aşırı duyarsız, ben bunları dikkate aldığım için aşırı tedirgin olayım. Sustuklarım beni kusturuyor, söylemesem olmayacak ya da beni siyah-beyaz fotoğraflı zamanlara gönder, gönderemiyorsan da “gitme” deme. Anlamak gurur meselesi olmamalı ki bizim hâli hazırda pek çok meselemiz mevcut. Martılar sevilmeyen çocuklar gibi ağlıyor. Duvarımda daha evvel yapıştırdığım kartpostalın izi, söküp almış boyalarını, rutubetin yardımıyla, bunca yaşanandan sonra izden bahsetme bana. Hayatımızın çuvaldızını söktüler, ucuza yaşadığım sevgilerin bedelini ağır öderken, yalnızlığın faturasını yeni kendimize kestik.

Kendimi deniyorum, acımla dalga geçiyorum, bakalım ne kadar daha dayanabileceğim diye ilaç almıyorum. İşte böyle kendi kendime bile yenilebilirim, hem böylesi çok daha alımlı. Tam da böyle anlatamadıklarımın ortasında, hissettiğim rüküş, eskiden kalma ama nostalji olamayacak kadar değersiz duygularla birlikte. Suskunlarımın yanından geçebilseydin eğer, kalbimde çalan saatin sesini duyabilirdin. Saçlarımı artık hiç taramadığımı, kulağımın arkasına çiçek takmadığımı, uzun zamandır kırmızı fırfırlı etek giymediğimi, oldubittiye getirdiğim şeyleri, şişkinliklerimin acılardan kaynaklandığını, içimin darlığının, darlıkla bir alakasının olmadığını, tüm bunları suskunluk denilen o çukura koysam dolardı belki…
Yüzüme bakmak için uzandığım aynaların hepsi kaydı, gitti başka bir yüze, kırılmadan ama kayarak, erir gibi bir şey. Gözlerimden aşağıya sarkıttığım incilerin değerini bilebilecek sarrafı kaybettim. Şimdi neye değer biçsek yanlış ölçülüyor. Dudaklarım yabancı bir balığın dudakları, susuz ve uslu. Mucizeleri tükettim başka hayatlarda, kendime verecek olağanüstü bir şeyim kalmadı. Keşke sağanak yağmurlarla biraz daha içli dışlı olsaydım, o zaman belki giderdi susuzluğum, balığın hayatı yağmurdu ve buralarda tatlı su yoktu. Keşke biraz benliğimi hapseden duyguların dışına çıkıp, illegal yaşayabilseydim, varlığımı saklayacak bir yer bulabilseydim, böyle yok olmazdım. Saçlarımı kestiğim gibi, hayatımı ortasından kesip atabilseydim, kangren olmuş, kesmem gereken, hastalıklı yerinden, keşkelerimi saklayacak bir mezar kazsaydım sonra, ölümlü şeyler ne yakışırdı kendime, aynada ve saygısızca.

Kirlenerek geldiğimiz dünyada, temizlikten bahsetmek biraz fazla kibirlilik olmaz mı? Belki de sürekli çirkinlikten, kötülükten bahsettiğim için, tüm bu kötülükleri ruhum emdiği için, sünger gibi temiz sayılmam. Ama hiçbir kötülüğe bulaşmadan yaşayabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Her gün birileri dünyanın kirliliği hakkında yakınırken… Ki dünyayı da insanlar kirletiyordu en çok, o yüzden ilk kirlilik yine de insandan çıkmıştır. Sırf bunları bildiğim ve söylediğim için sizden daha fazla kirli olmuyorum, içinizden bağışladıklarınızı aşağıladığınızı biliyorum, o hastalıklı gururu da biliyorum. Dünya daha güzel bir yer olsaydı, biz de daha güzel olabilirdik. Hepimiz birbirimizin çirkinliğine muhtacız ve hepimiz her geçen gün birbirimizi kirletiyoruz. Kendimize özenle ayırdığımız renkler de bir işe yaramıyor, dünyanın kalıbı sökülmeli belki yerinden, boyanmıyor, boyansa da alttaki kirlilik boyayı da kirletiyor. Her şey iyi olsaydı çarpık kelimelerin peşine düşüp, teselli aramak zahmetinde bulunur muyduk? Dahası en inanılmaz şeylere bile inanma saflığını gösterebilir miydik? Kirlendiğini hisseden herkesin düştüğü o hiç bitmeyen çemberin içinden umut diye soluk alıp verir miydik? Ayrılık adına yazılmış hangi mısralar ya da sayfalar bizi avutabildi?

Öyleyse bu kirlilikte yeniden temizliği öğrenme mücadelesi, kelebek kanatları gibi geçici, kuşlar gibi pervasız, bir kar tanesi belki unutturabilirdi tüm kirleri… İnanabilsek belki o kelimelere, suçluluk ile özgürlüğün nasıl yakın olduğunu, unutabilirdik belki her şeyi, tüm yargıları…

İki Haziran İki Bin On Yedi 14 10
Nevin Akbulut