Anlamanın verdiği ağırlığı taşıyamıyorum, beynimde sürekli bir uğultu, kulaklarımda hiç tanımadığım yabancı sesler, böyle anlatınca bir korku filmi gibi geliyor biliyorum ama aslında bu dramdan birkaç boyut ileride bir şey…
Nefesin gidip, geliyor, daralıyorsun, şu boğazındaki düğüm bir izin verse belki biraz daha yaşamak isteyeceksin. Ölmeyi dileyip duruyorsun, ama ölümün eşiğine geldiğinde yaşamak için dualar edip, yalvarıyorsun. Diğer zamanlarda belki de inanmadığından öleceğine böylesi cesur bir durumun peşine gidiyorsun. Şimdiye kadar hiç anlaşılmadığını düşünüp, eğreti dudaklarınla yamuk bir gülümseme yerleştiriyorsun dudaklarına, sigara gibi. Bundan sonra anlaşılmayacağının alaylı kanıtı bu… Anlaşılmayınca kendini yabancı ve kötü hissetmen gerekir, tükenmen gerekir fakat sen kendini sırf bu yüzden apayrı hissediyorsun. İstiklâle çıkıyorsun, göklere gidemiyorsun, Boyacıköy durağından göğe baksan bile göremiyorsun artık kuşları, bulutlar da eskisi gibi şekil yapmıyorlar, her şey çok şekilsiz oldu. Başını sokacak kadar kuytu bir köşe bulamıyorsun artık, ne kadar saklanırsan o kadar buluyorlar, ne kadar görünmek istersen o kadar görmüyorlar. Cümlemizde bir gariplik var, cümlelerimizde, yan yana dizilmeleri beraber oldukları anlamına gelmiyor, en zıt cümleler bile komşu olabiliyorlar.
Bizde bir zifirilik var ve sessiziz. Kötü geçirdiğimiz günleri ömrümüzden silmeye kalksak kaç gün kalır geriye hesaplayamıyoruz. Herkes olanca bütünlüğüyle birbirine benzerken, herkes birbirine yabancı, kalabalıkların sersemlettiği mesai sonraları, içine doldurmaya çalıştığın huzurun sen gelene kadar bitmiş olduğunu görüyorsun, gerisingeri gitmeye çalıştığında hiçbir yere varamıyorsun, sokaklar bile anlamıyor seni, bizi… Bunca insan bir yere gitmeye çalışıyorsa, kesin bir yere varılıyordur diye düşünüyorsun ama sen varamıyorsun, sanırım sorun sende, bizde…
Yalnızlığının istifini bu kalabalık bile bozamıyor, sersemliğinin kalabalıkla ilgisi yok, başka şeyler var aslında, anlamakla ilgili bu ağırlık. Yakınında yer alanlarının içine ekmeye çalıştığı endişeler hiç filiz vermedi, her şeyin ötesine geçebilince, hiçbir şeyden korkmuyorsun, nadasa bıraktığın yüreğinin hasat zamanı gelmiyor ya da ekşiyor, bayatlıyor tüm ektiğin duygular, zamanında ekilmediği veya zamansız biçildiği için. Sirkeyle şarap arasında gidip, geliyorsun, bin yıl geçmiş gibi oluyor ama aslında çok yakın, ölmeye yatmakla şu durum aynı. Gündemi konuşmanın günümüzde yaşadığın anlamına gelmiyor, açtığın kırmızı çiçekleri yiyorlar ya da üzüm sanıp, eziyorlar. Gövdesi yaralı ağaca, sokakta kalmış salyangoza ağlıyorsun. Sanki her şey çok normalde bir sen acayipmişsin gibi geliyor. En çok da bundan nefret ediyorsun. Güleç yüzlü ayçiçekleriyle konuşuyorsun, üzümlerin ezilmişliğini, incir ağacının derdini dinliyorsun. Hayretlerine çıldıracak yer bulamıyorsun, burası çok dar. İnsan ağız tadıyla deliremiyor bile. Sessizlikler beynini parçalamak istiyor, kafan bile kanamıyor. Hep başka, ama hep aynı yerden kırılıyoruz. Bunun için bile akraba sayılırız. Yüzünde beslediğin şefkatlerinde masum çocuk gülücükleri saklanırken, az daha onlar da bozulacak gibi oluyor, şaşkınlığında yapay bir buruşukluk var, ama hiç yaşlandırmayan. Oysa kırışıklıkları seviyorsun sen, büyümenin anlamını, yaşamın çizgilerini… Kırık bardak gibiyim, dolmadığımdan kimse ağladığımı bilmiyor, her gece ağlamaktan karanlıktaki gölgem yaşlanıyor. Ağaçlara içini dökesin var, yeşili üzenleri dövesin var.
Kaybolmayı istemediğimizden mi bunca yazıyoruz? Bir şair kaç yılda ölür? Hangi satırda kaybolur? Hayal kırıklıklarından yaptığımız mezar, bizi bize buldurur belki. O zaman unutuluruz, hem pek güzel tören olur bundan. Kansızlığımıza kelimesizlik diyoruz, parasızlığımıza masalsızlık. Söylesene en son hangi masala inanmıştın da bir de üzerine gerçek oldu? Kelimelerinin çıplak acizliğine uğradık, yara izi bırakıp, giden dikenleri bile unutmuyoruz, perdelerin yaz akşamları karanlıkta rüzgârla salınan müstehcen dantelleri… Geçtiğimiz sokaklarda namımız kaldı, tavan arası bile yeterdi aslında kokuşmuş duygulardan kaçıp, kurtulmamıza. Parçalanılışımıza herhangi bir tanık bulamadık, aramadık zaten, kendi eksenimizde çizdiğimiz yuvarlaktan hayat denen bir şekil oluşturduk, içinde yaşam yoktu.
Kalbimin kamaşmasına aldanıp, yırtmak istiyorum, içindeki her şeyi, sen dâhil, delip deşmek istiyorum. Beynime giden dumanlarda senin payın var. Herkes kırmızı kalpli, parlak balonları severek izliyor, kimse onları; kimin satmak için elinde tuttuğuna bakmıyor. Sıcacık bir şal istiyorum ve tüm saframı halının üzerine kusmak istiyorum. Dünya durmadan dönüyor ve bu benim başımı daha çok döndürüyor. Yersiz cesaretlerimin karşısında, sonraları gülme krizlerine giriyorum. Hatırlamamam gereken bir yığın şeyle dolduruyorum unutmam gerekenleri. Sıcağın donduracağı, soğuğun bunaltacağı, soğuk duvarlar istiyorsun. Bedeli bir nesil öncesinden ödenmiş gülmelerinde, hep ağlayan bir şey var, gözlerinde borçlu bakışlar sergiliyorsun, kaçmak istediğin dünyadan, pencereden sarkıtacağın ipi, kendi ellerimle örüyorum, ayaklarına batmasın diye çakıl taşlarının kenarlarını bir şekle sokuyorum, kendimi kendimden kaçırayım diye uğraşıyorum, hayat bana kötü şeklini yaparken…
Herkes sıradan şeyler için çıldırma nedenleri ararken, bu seni çıldırtıyor. Kendi gölgesiyle bile geçinemeyenler seni delirtiyor, biliyorum, içimden biliyorum. İçimden susmak geliyor oysa hep, yalan duyduğumda kaçıyorum, beni bir tek bu kaçırtıyor, yoksa sabırlıyım, anlayışlıyım ama yalanlar yoruyor. Güzel anlar olunca tanık sayılmıyoruz, nerede bir acı var, tanık oluyoruz. Sızılarım tepindikçe bağrımda, bağırmalarım tıkanıyor, hissetmiyorum. Yazdıkça yaşadığım duygusu beni yaşlandırıyor, kaçmak istiyorum, yürüyemiyorum. Sırnaşık ve ciddiyetsiz vedalardan bıktım, hiç duymayacak olana anlatmaya çalışmayı, anlamıyorum. Yaradılışım doğru zaman dilimi değil, bu dilimi hazmedemedim, neslimde doğmadım. Bardakların kırdığı damarlarım, şimdi ıssız, yine de aklımın içinden renkli legolar uydurmaktan geri durmuyorum, acıyla yıkanıyorum, kanadıkça paklandığımı sanıyorum. Neyin günahını ödüyor bu ağlamalarım, bilmiyorum. Gidecek yeri olmayan bir çocuk gibi sızlıyor içim, adımın yeniliği çağrıştırdığı kadar eski hissediyorum, tezatların anlamında kayıplardayım. Neden sorusunu yanlış zamanda sorduğumuzdan belki yanlış cevaplara razı olduk.
Densiz bir yumuşamanın ardından gelen gözyaşlarına hiç hazır olamadım. Gözlerimin ihanetiydi bu. Yaşayamama hastalığının bıraktığı izleri birkaç organımda buluyordum, fizyolojinin bozulması ve görevlerini yerine getirmemesi deniliyordu buna, ben rutin diye cevaplıyordum.
On Dört Haziran İki Bin On Yedi 16:00
Nevin Akbulut