Browsing Tag

veda

blog

Sakit

Ne çok rüya var insanın içinde, yıllardır görüyorum bitmiyor.

İnsan ziyadesiyle kalabalık bir varlıktır ve bir o kadar da karışıktır. İçinden onun kadar konuşan, içiyle bile onun kadar tartışabilen başka bir yaratık yoktur. Dünyayı bir şey zannedip, aslında zannetmeyip, çıkmak istemeyip, zorla getirildiğim andan beri üşüyorum. Sabahları uyanır uyanmaz üzerine çöken o dert, midene bir şey girmeden daha kalbini acıtan şeylerin düşüncesi, buradaki varlığını sarsıyor artık. Ama yüzleşmeyi seçenlerdeniz, hâlbuki kaçabilmek için yüksek bir balkon ve birkaç adım yeterliydi, bayatlamış bir düşünce bu biliyorum. Zamansız cinayetin maktulü gibi susuyorum, oysa ne çok aceleye getirilmişti her şey zamanında. İçimdeki insanları bırakıyorum, kalabalığımdan kendimi ayıklıyorum. El değmemiş duyguları kolayca harcayabilen herkesi bir celseyle uzaklaştırıyorum kendimden. Yalnızlığıma kurduğum tuzak bu. Aceleye getirmiyorum hiçbir şeyi, sevmeyi de, nefret etmeyi de ve hatta beklemeyi bile. Durağanlık da bir sanattır, durabilmek, aynı seviyede, birçok ezberle birlikte, bozmadan, bozulmadan, belli belirsiz bir desen gibi kalakalmak.

Bazı sözler de bazı yüzler gibi, alelade değil, bir şeyi anımsatıyor, belki çok uzaklarda ama hatırının içinde hatırı sayılır bir duyguyu. Bu kadar yıldız sönmüş olmasaydı, bu kadar kalabalık olamazdık bana göre. O tanıdık imge bir yerlerde yanıp sönerken, birbirimizin ruhunu gözlerimiz bir yerlerden ısırırken, bilmem kaçıncı yalanda, bıkkınlığından, boş vermişliğinden sebeple ve artık mücadele de edemeyeceğin yerden soruyorsa sorularını hayat, aldanmış gibi yaparsın.

İyi oldu böyle, her şeyden vazgeçebilme özgürlüğü, buna buhran diyenler de olacaktır, o kalabalık ve kabaca uyuşukluk durumunda anlaşılamadığından. Her şeyden uzaklaşınca her şey yerli yerine oturuyor. Beynindeki soru işaretlerinin cevapları, kafanın içinde bir türlü oturamayan taşlar, yüreğinde bir yere koyamadığın her şey layığını buluyor. Durmadan yeni şeyler bulmaya çalışmak yoruyor, görmek hırpalıyor, bilmek çökertiyor, tıpkı zihnine sığıştırmaya çalıştığın isteyerek ya da istemeyerek gördüğün o yüzler gibi ve yüzlerin ortasındaki sözler gibi, ifadeler ya da ifadesizlik gibi… Kafanın içindeki pencerelerden biri açık, cereyan yapıyor. Herkes gittiğiyle kalmalı, kaldığıyla durmalı. Diğer türlüsü en başta içini acıtıyor, sonra kirpiklerine kadar buğulanıyorsun, buluyorsun ve tanıyorsun acıyı.

Birini tanımaya başlamak, tüketmeye de aynı anda başlamak gibi, öğrendikçe, bildikçe ve zamanla tüketecek de bir şey kalmayıncaya dek devam eden bir ritüel. Tanıdıktan sonra herkesin bir şekilde burnunu soktuğu zamanlarda huzur arama çabaları. Gönül, minnet borcu, yaşanmışlık safsatası, bağlılık engebeleri, paylaştıkça hayatı, paylayacak bir şeyi de kalmayınca, hayatın hızla getirdiği faturalar, ödeme makbuzları, mutfak aletleri, tencere, tava takımları, koltuk yığınlarından arta kalan mesafede ne, ne kadar ve nasıl yaşanabilecekse… İki sevgili gövdenin birleşmemeleri için gereken her şey el birliğiyle ilan edilip, yapılmış ve gönül rahatlığıyla kabullenilmiştir. Mutluluğa yanlış taraftan bakmak, ışık hızıyla yitirmek, geri kalan bunca zaman sonra hayal kırıklığındaki o boşluk, bulantı, cinnet. O sevincin uçucu olması, göz kırpması gibi kısa bir sürede bir ömür gözlerini kapalı tutman gerekecek ve belki yürek gözünün de açılmasına müsaade edilemeyecek. Cinnetlerimize uydurduğumuz hastalıklı duygular, aşkın cenaze merasiminde, ömrünü ipotek altında bıraktığın. Çabaladığın hâlde aynı yerde ve zamanda donmuşçasına hep ama her gün aynı şeyleri bıkarak yaparken, değişiklik denilen şeylerin değişmekle bağdaşmaması ve kıpırdayamamalar. Hayatını kısıtladığın, yatağını, duruşunu, biçimini, kendi şeklinden bile taviz verip, ortama uydurduğun bir dünya, herhalde o kadar da saadet içermiyordur. Ruhsuz bir anlayış, kendi içinde olmayan davranışlar, seni senden eden alışkanlıklar, en yakın yere bile giderken, en uzağı dolaşarak gitme isteği, boğazından başlayıp, tüm vücudunu düğümleyen yalnızlık, sünger gibi tüm hoşluğunu emip, yerine boşluğunu bırakan his yığınları… Hayatın matematiği yoktur bazen, matemi vardır ve birçok şeyde ortası yoktur, o ortaları biz yapay dolgularla doldururuz. İçine bizi oyalamak için uydurulmuş bir dizi oyun, uyuşukluk istifleriz, kendimizi bulma çabaları beyhudedir artık.

Bazen bulunamamakta da vardır bir iyilik, bulamamakta da vardır bir hayır, hatta belki iyice bitmeden ya da herkesin hırpaladığı yerden bir kez daha kırılmadan, yitmekte de vardır bir güzellik. İçinin bir yerlerde, bir zaman diliminde, bazen hiçbir şey olmadan bile sızlaması, o tanıdık hisler nedeniyle, hâlâ duygularının sapasağlam ayakta olduklarına delalettir. Vedasız kopuşlar çağındayızdır çünkü. Ne olduğunu bilemeyince ne olamayacağını da bilemiyor insan. Kimse kimseyle yalnızlığını yarıştıramıyor, herkesinki kendine. Aradığında bulamamakla, aradığında bulunabilmek gibi basit bir denklemi var aslında. Eskidikçe kendini yineleyen bir kayboluşu sığdırmaya çalıştığımız o suskunluk, soğumaya bıraktığımız eski bir yaranın kalbi… Diyeceklerimiz bu mesafeden duyulmuyor, ya da anlaşılamıyor, bu boşluk uzaklaştıkça yabancı, yakınlaştıkça tanınmayan, tanımlanamayan…

Dolaşmakla bir araya gelemeyen fikirlerimiz, dolandıkça karışan aklımız, neyi aradığını bilemeden başka sokaklara daldı, karşılaşılamayacak uzun yollara düştü. Bunu anlatmanın başka yolu yoktu, karşılaştırabilmenin örneği de. Acemi salınışlar, hızlı çarpışlar, anlık yok oluşlar zamanıydı. Gitmesi gereken yerlerin orası olduğunu zannetti. İnandı. Kendini unuttu, kendini unutunca geriye bulduğunu zannettiği o şey kaldı, tek gerçeği bile yalanların öğrettiği bir doğruydu, başka bir marazi maziden kalan. Kafalar gibi maziler de karışmıştı.

Sana bıraktım, kaldım sana, hem de hiçbir şeyin sonsuzluğundan emin olamayarak, içimdeki o çetrefilli çelişki ile birlikte. Sana bıraktığım hiçbir şey kalmadığı gibi; yığın, parçalar ve nankör hatırların haricinde ben de kalmadım. Bulduğumu zannettim, yitirdiğimi anladığımda. Kalbim bir günde yerinden çıkacak, dünya ile tüm varlığım sona erecek zannettim. Ezbere bildiğim ateşlerden korkmam, boğulduğum sularda bir daha kaybolmam zannettim. Artık gözyaşım yoktu ağladığımda, düşündüğümde duygularım yok, konuştuğumda yalanlar yok çünkü hepsi bir köşeye kaçışıyor kelimelerin. Beklemelerim yok, beklentilerim gibi. Konuşmalarım olsaydı, susardım, susmalarım yok. Gerçeğini kabullenseydim, masalını beklerdim, masallar yok. Kırılan her şeyin yerine tutuşturduğum ateşin içindeki hayal kırıntılarının artık incitmesini bekliyorum, batıp, bitmesini, yok oluşunu izlemek istiyorum ufuk çizgisinden itibaren, batan bir gemi gibi. Yarım da kalsalar yarımlığın da bir bitiş olduğunun bilincinde ya da deliliğinde, bekliyorum bu batışı, bu sükûneti çok görmüyorum kendime, tam zamanıdır şimdi. Susmak için bundan daha bulunmaz bir an yoktur.

18.10.2024 13:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Pek Gereksiz Taslağı

Sanata dönüştürebileceğim bir sürü yara izim vardı, eğer ölmeseydim. Zaman iki olay arasındaki zırva, ölümle yaşam arası, iki maaş arası gibi, aradaki birçok şey anlamsız, tenimdeki iyot kokusu belki de senden hatıraydı ya da yokluğuna dayanmak için bunu kalbim uydurmuştu, bunun varlığınla bir münasebeti olduğu kesindi. Yıllar önce bir şeye birden fazla anlam yüklüyordum, şimdi birçok şeyin bir tane bile anlamı yok. Bilmenin verdiği cehalet gibi…

Herkes bir şeyleri anlamadığı hâlde, yalnızca kendi çıkarına göre dinleyip, şekillendirirken, birçok şeyin acemisi olduğumuz hâlde ustasıymış gibi bir görüntü, tüm gerçekliğin sihrini bozuyor.

Kendimle tutuştuğum iddiaları sürekli kaybediyorum, gecenin yarısında gözlerimin artık batıştığı yerde, bulanıklaşıp, göremediğim zaman bile capcanlı görülebilen şeyler var, deli olmanın yenilmişlikten geçtiğini tam da bu zamanlarda öğreniyorum, tıpkı kaybedecek bir şeyi olmayanların kendine has cesareti, inatçılığı ve umursamazlığı gibi.

Bu sefer ciddi bir şekilde deliriyorum, sanrılara, yanılgılara ve yanılsamalara yer yok, düpedüz deliriyorum. Her korkunç günü atlatırken geçmeyen bir şey kaldı mı diye umut bulurdum kendimde, bu sefer bulamıyorum. Çıldırmamanın kendime çok büyük sahtekârlık olduğunu ve haksızlık olacağını artık biliyorum. Şimdi bu benim yaptığım intihar eden birine, veda mektubunun ardından cevap yazmak gibi bir şey, karşılıksız, bedelsiz, sahipsiz havaya uçan satırlar. Boşluğa seninle birlikte gömülen hayaller, ancak yokluğu derinlemesine anlamlandıran mevzular, yazarak, anlatmaya çalışarak durumu sindirmeye, belki de basite indirgemeye çalışıyorum. Şu çıldırdığım anları eğer atlatabilseydim, zamanı da belki ileri sarabilirdim, o zaman her şeyi atlatmış olurdum, bununla yaşamayı içime sindirebilirdim belki, hayatın yüzsüzlüğüyle birlikte.

İlerleyen, geçip giden zamanın peşinden koşmayacağım çünkü değişen hiçbir şey olmuyor, zaman geçse de yaşanılanlar, yaşanılacaklar hep aynı yerde kalıyor. Birisi bacağını kırdı diye, kalbin kırılıyor, biri öldü diye sen buralarda kalamıyorsun, birileri büyük kötülükler yaparken senin için rahat değil artık. Dünyanın kirini tanıdığından beri kendini temiz hissedemiyorsun, yaşamak için, yaşayabilmek için belki de en çok bu gerekliydi. İçimden gelen bu cinneti daha fazla bastırmayacağım ve teklifini geri çevirmeyeceğim. Geceleyin duyduğum hayaletin sesleri yüzünden kalbimin nidalarını duyamıyorum, bunca mutsuzluğu gören birisi için artık bir ümit olduğunu zannetmiyorum, hayatta en çok istediğim şey bile olsa artık mutlu olamam. Savaşmaktan vazgeçmek yenilmek anlamına gelir birçokları için, benimki sonu kabullenmek, mutlu ya da mutsuz. Yaşadığı şoktan aklımı kurtarmaya çalışırken, aslında hiçbir şeyin ancak bu kadar öyle olmayacağını anlıyordum, sırf bunun için bile bir geri dönüş olamazdı.

Kendimi yıkık, aşırı yorgun hissettiğim günlerin birinde zihnimin nasıl da bu kadar berrak ve dinlenmiş olduğuna anlam veremesem de bir şeylerin artık en azından içimden netleştiği için seviniyorum. Hiçbir insanla mutlu olunamayacağı gibi, hiçbir şeyle de mutlu olunamıyor, olunsa zaten bu diğerlerine haksızlık olurdu. Herkesle eşit şekilde mutsuzum. Kendime yenilmesem belki birilerinin hayatı için vazgeçilmez olacağım ya da mahvedeceğim onların hayatını. Bu iki seçenek ne kadar birbirine uzak olursa olsun bu iki ihtimal yüzünden hep bir diğerinden korktuğumdan, olasılıkları otomatik olarak sürekli kalbimden hesapladığımdan ama kendime veremediğim hesaplar yüzünden vazgeçiyorum. Bir şeyleri mahvetmek değil, mahvetmeden bitirmek niyetim. Benimle mutsuz olunacağına, bensiz mutlu olunsun istiyorum.

Geri dönebilme ihtimalini yok edene kadar uğraşıp, başkası kadar uzağa bırakıyorum kendimi, ihtimaller umurumda değil de kendime bunca yakın olup, bu kadar uzaktan bakmak, kendini artık başkası gibi kabullenmek, herhangi bir organı ya da içinde seni yiyip, bitiren bir hastalığı kabullenmemeye de benzemiyor bu, doğrudan yabancılaşmak. Güzel şeyleri kolay yok edemediğimizden, kendimizi planlı bir oyunun içinde mahvetmeye çalışıyoruz, karşılıklı anlaşma bir nevi, yazısız, imzasız. Bu ıssızlığa hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. İçimden kopan, aşınan şeylerin yerini artık başka parçalarla tamamlayıp, yama yapmamak için, sonsuza kadar yarım kalan şeyler için bu defa yarımlığı sonlandırıyorum.

Şimdi bu satırları yazarken belli bir zaman geçtikten sonra, benim için o kadar önemli olsa da neyi ne için yazdığımı unutmakla birlikte ömrümün belki de en budala zamanlarını yaşıyorum. Mutluluk yaşadıklarını unutmakla başlıyormuş, ben onları koyacak yer bile bulamadım ki unutayım… Yine de dillenmeyen ama hissedilen şeyler var anlamakta ve anlatmakta güçlük çektiğim; boğazıma dokunan bıçak darbeleri, organlarımı delip geçen zehirler, içime dokunan teşhisler, ciğerime dokunan şiirler, masalıma dokunan gerçekler vardı, gerekçesiz olduğu için sadece öyle ama tüm bunlardan ders almışa benzemiyorum, ruhum hâlâ yaramaz bir çocuğu andırıyor. Ömrüme sığdıramadığım ve sığdıramayacağım kelimelere veda borcum vardı, sığdıramadıklarımın affına sığınarak.

Yorgunluğumuza çokça anlam yüklediğimiz şu zamanlarda, durmadan ağladığımda, yanağından süzülerek, apansız dudaklarından içeri süzülen o tuzlu yaşın tadının yarı yarıya soğumuş etkisinin içe verdiği garip huzur.

Dünyayla aramda asla uyuşmayacak şeyler var, kendimin kendime yetmesi gerekirken, fazla geliyorum. Kendi sesime yabancılaşırken, diğer ölümlülerin anlattığı hikâyelere gülerken huzuru bulduğumu sanıyorum. Yeryüzünde bunca kötü şey olduğunu bildikten sonra iyi şeylere sevinmek aptalca bir iyimserlik gibi geliyor artık bana, neşelenmek ve umut da öyle. Bilincin zihnime veren o incecik ama büyük sancısını çekiyorum. Şimdi sanki tüm kötülükler bitti, tüm sorunlar, tüm haksızlıklar çözüldü de mi sevineyim? Niye sevineyim, neden neşeleneyim?

Kendi sesimin yalancısıyım, sesim yabancılıktan yalancılığa terfi etti. İçimdeki hayallere bahane uydurmaya başladığımdan beri gerçeğe de yalan gözüyle bakıyorum. Yazıp, sakladığım, kıyamadığım her şeyi harcamaya karar verdim. Değmeyeceğini anladım, kıymetin yalnız içimde olduğunu onun da hapisten farksız olduğunu öğrendim. Dışarıda aramın iyi olduğunu zannettiğim her şey zamanla kötü olmaya başladı, içimde de durum aynı. Israrın anlamı yoktu ve tüm yenilmişler gibi sızlanmak istemiyordum. Sızlanırsam daha çok sevecektim bu durumu, sevdikçe daha çok kabullenecek daha fazla sızlanmaya devam edecektim, anlamsız ve yersiz bir kısırdöngüden başka bir şeye yaramayacaktı bu. Daha fazla devam ederse bu gelecek bir küfürden farksız olacakmış gibi geliyor, şimdi belki bu çılgınlığa bir kılıf uydurabilirim belki şuan buna yeteneğim var ama aklımın o kadar çalışmayacağı zamanlarda ne yapacağımı bilmiyorum. Hatırlamamakla unutmak arasındaki büyük oyuktan nefes almaya çalışıyorum. Başkaları buna direnmek diyebilir belki de hiçbir şey yapmamaktır. Ucunun nereye gittiği, havanın nereden geldiği önemli değil artık. Aklımın kabullendiği şeyleri kalbime de kabul ettirmek için bu boşluğa ihtiyacım var.

Yirmi Sekiz Haziran İki Bin On Dokuz 11:00
Nevin Akbulut