Browsing Tag

edebiyat dergisi

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yergi

 

Yanıma dilediğin kadar yaklaşabilsen de, içimi anlayamadığın bir alfabeydim ben senin lügatinde. Uzaktan görülmeyen, yanına gelince de pek anlaşılmayan, görmeye çalıştıkça seçilemeyen, yaklaştıkça dağılan, bozulan, değişen bir harftim. Gizil bir imge, anlamını derinlere saklamış bir yergi, olduğu yerin başka tarafında var olduğunu zanneden bir kelime. Denizin kenarındaki kumlarda kendini kaybeden, dilediğinde ulaşılamayan, bulunamayan, kendine bile saklanan bir isim. Güzellikle de olacak şey değildi artık buralarda kalmak, kafam hoş değildi iyiliklerle de. Gayretten başka yolum yoktu, hayatta ruhuma rahat yoktu, bir de ölünce de mi devam edecekti bu azap? Onu da deneyecektim. Katlanılamazdı ama katlanıyordum, gereğinden fazla kendimi oradan oraya kat kat katlıyordum. Neyin yitimiydi içimdeki tam olarak, bulacaktım. Kıyameti kopmuştu uçuşların, sıra susuşlara gelmişti, başımın hoş olmadığı her şey başımı döndürüyordu, döndükçe ben yitiyordum, evlerden, sokaklardan, yollardan, şehirlerden.

Akşamın akşam gibi olmadığı, gecenin yıldızdan geçilmediği o yerlere düşen yolları arıyorum hâlâ. Anlatmaya değer bir şey kalmadığı için o hikâyede, kimseye yolları da sormuyorum. Sorduğum yolu öğrenirler diye korkuyorum, kendi öğrenmemden çok bundan çekiniyorum. Sorsam devamı gelecek çünkü. Herkes ya tek soruyla yetinecek gibi değil ya da hiç cevabı olmayacak kadar üşengeç. Ortada bir yerlerde olmak yalnızlıktan başka bir şey değil, belki de en derin yansızlık bu.

Kimsenin artık kimsenin hayatına saygısı olmadığı gibi hikâyesine merakı da yok. Böylece öğreniyoruz işte sus pus olmayı. Dilin olduğunu zannettiğin yerde dilsizleşmeyi, cevabını çok güzel verebileceğine inandığın durumlarda, o cevapları bile isteye içine tıkıştırmayı, tahammülümüz böyle tahammülsüzleşti işte. Kalbinden çıkacağına bir türlü inanmadığın sevgiliden ayrılmış gibi bir yılgınlık, fabrikadan çıkış zili gibi bir yorgunluk, işportacı kaçamağı gibi koşturmacası bol hayatın anlatılacak pek bir tarafı da yoktu ama üzülecek taraf bulabilirdik gayet, bakabilseydik eğer… Ne kaldı içimizdeki güce dair savaşmaktan başka? Her şeyle ama her yerle harp hâlindeyiz, aslında harap hâldeyiz. Kendi içimizle bile. İçimizi görmeyenlere düşmanız, anlamayanlara bozuk, anlatamadıklarımızla da kavgalıyız. Bizi yoran gidemediğimiz yollar değil, geçirdiğimiz yıllar da değil, belki biraz yaşayamadıklarımız bir de bitmek bilmeyen savaşlarımız.

Hayallerimizin içinde ne hayatlar sabahlardı, unuttum. Şimdi sabahı zor buluyorum, zor kavuşuyorum sevdiğim zamanlara. Bayağı bir saçım döküldü son zamanlarda, kederden değil, birkaç on telden ne çıkar ki, lafı bile olmaz. Yine de birkaç gitar teli çıksın isterdim, sanatlı, melodili bir duruma konu olsun, bir anlamı olsun isterdim bu dökülmelerin. İnsan kendi döküğünü bile öyle olduğu gibi çöpe atmaya kıyamıyor, o bile manalı, manasız ama bir şekilde bir uyumu, hikâyesi olsun istiyor. Başkalarının hikâyelerini umursamadıkça, kendi öykümüzün bencili olduk. Çıkamaz olduk bu girdaptan. Gönlümce olamadım ben bu dünyada, kalamadım da. Dilediğimce yapamadım, o şiirin içine de gönülsüzce sızdım, gerçekten sızdım yani, kaldım öyle, çıkamadım. Elim, kolum kalkmadı. Daha ne olursa şaşırırım diye düşünürken geçiyor günler, şaşıracak şey bulamıyorum artık, şaşırma yetim bir yerde topluca unutulmuş gibi, şaşırmayı hatırlamak istiyorum, şaşırılması gereken bir olayda öylece kalayım, gerçekten şaşırıyormuş gibi yapayım istiyorum, bu bile birkaç saniyeden öteye geçmiyor.

Birçok şey yitirdik bunca zamanda, masumiyet de dâhil, ama en manasızı meraktı. Kalbimi örseleyen şeylerin başında geliyor artık, merak etmeye değecek herhangi bir şeyin olmayışı. Bir harfe onlarca yüklediğim anlam nereye gitti ya da nerede dondu bilmiyorum. Bu başkalığa hazır mıydım onu da hiç öğrenemeyeceğim. Ama bu eksikliğe de gitgide alışıyoruz, giderek, kalarak, dolaşarak, susarak, sormayarak, bu kabulleniş bizi durmadan soğuttu her şeyden. Bol uzun vadeli, taksitlerle vazgeçtim dokusu olan, dokunası gelen her şeyden, tüm o kelimelerden, özlemden, uzakların varlığından. Geriye bu akıbetin olgusu kaldı.

Tanıdık bildik karanlığın içindeki o güvenli ıstırabından mesutsun şimdilerde. Çember gibi çevreledi seni, enine boyuna. Tüm başka kötücül duygulardan, yoksunluktan. Fedakârlıkla heba yan yanaydı sanki artık, bir şeye olan inancın ziyandan geçiyordu, bir şeye kendini feda ettiğinde her ne olursa olsun, ister eylem, ister inanç ya da biri olsun, kitap olsun ya da heba olup, gidiyordu bu çağda. Hiç dinlenilmeyecek cümlelere gönlümü kaptırdım, virgül zannettiğim bir noktanın peşinde heba oldum, bir kere bile okunmayacak kitaplar yazdım, hiç basılmayacak o kitabı hem yazdım hem de okudum. Bazen beğendim, bazen yok edesim geldi. Uzayda bir yerde birikirdi nasıl olsa tüm cümleler, haklı da olsalar, haksız da, değseler de, dokunmasalar da kimselere. Bu kadar tasarruflu teselli bulmayı nereden öğrendik biz acaba?

Istıraplara madem çare bulunamıyorsa, bari bir anlamı olsaydı. Bu bakışlar, susmaları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Biten her öykünün peşini bıraktım, koşmadım. Heveslerim de bir tek susmalarda birikiyordu sanırım. Ertelendi bir başka güzel ömre kadar. Hem uyuyor, hem de uyuyamıyorum gibi geçiyor uzun zamandır gecelerim. Saatlerce, tonlarca, günlerce susabilirdim. Soyut nedenlerden dolayı da yorgun düşebilirdi çünkü insan, ruhu yorulur, gücü tükenir, yüreği susardı, beden böyle acı çeker, böyle başkalaşır, böyle bir atar, bir atmaz kalp, bozulurdu, anlaşılamazdı.

Hevesten biraz daha fazlası gerekiyor yaşamak için, tüm bu monoton hayat, koşturma, emek karşılığının alınamaması, boşuna çektiğini hissettiğin, sürekli ağırlaşan o kürekler, herkesin birbirinin üstüne çıkmaya çalışması, karşısındakini hep küçük görüp, kendini en olmaz şeyler yaptığında bile yüceltme durumları… Kibir, öfke, haksızlık, doymaz bir açgözlülük, bencillik, sıradanlık ve dinlenememek, ruh yorgunluğu. Tüm bunların arasından sıyrılıp, hayatını yaşamak, nefes almak, geçinmek, bir yol bulmak inanılmaz zor ve hatta imkânsız artık bu çağda. Oblomov bu zamanda yaşasaydı, belki de utanırdı bulunduğu ya da hissettiği durumdan. Bir kitapta okusam bunları, başımı üzüntüden kaldıramazdım, kalbim sıkışırdı ama şimdi biz hep içindeyiz bu durumların, bu absürt masalın ya da masalsızlığın… Yeterince üşendiysek artık biraz daha gidip, hayal kurayım ben. Çünkü görünmeyeni seviyoruz, dilediğimiz gibi hayal edebilmek için. Kimse karışmasın, hatta içine de dâhil olmasın diye. Nerede başlar, nerede devam eder bilmeden, sona yaklaşıyoruz, bunu da tükettik diye ağlayarak susturabilir miyim bu boşluğu, bu açlığı bilmiyorum. Hayal kurmaya aşina olduğum kadar kırıklıklarına da mecalim var mıydı, sahip çıkabilecek miydim bunu da bilmiyorum. Çabucak ısınan ve buz gibi olan kalbim acılarına sahip çıkmıştı hep, bir sözcük bulmak, bilmek, anlamak heyecanına birkaç saniye kalaydı.

Şimdi bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış, dünyalar başımıza yıkılmamış, başka hayatlarda kaybolmamış, kendimizden hiç vazgeçmemiş gibi geri dönsen buralara yine ve yeniden, ne fark eder ki? Yedi dünyayı boşlayıp gelsen, okyanuslar açsan ne çare? Bende sana verecek tek bir damla dâhi kalmadı artık. İçimdeki sensizliğe alıştırdın beni, yersizliğime, dengesizliğime alıştım, onlarsız yapamıyorum artık.

Nevin Akbulut
14.02.2024 Perşembe 14:30

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Bin Nefes Geriden

Gökten düşmese hiçbir şey, bu kadar da dipten çıkmazdı.

Çok ağlayınca yanağına konan o kıpkırmızı gülü senden başka kimse fark etmiyor, yumruk yemiş gibi oluyorsun bildiklerinden. Başını aynaya çevirdiğinde alnın, son yüz yılın bilmişliğiyle birlikte, sanki akşamları yanan soba gibi, aydınlık ve sıcak. Kimseyi ısıtmayan ancak sahibine keder ve ateş olan, dert etmeyi ertelemiş dingin uyanacağına her defasında inanarak uyuttuğun gövden, hayal kırıklıklarınla değil de kâbuslarınla dağlanan o kalbin. Bin nefes geriden gelirken tüm susamışlığıyla, büyüyen bir uğultuyla kulakların, gözlerinse artık sadece inanmaz. Çığlıkların içinde büyüttüler sessizliğini, umursamaz yanın buradan geliyor. Sana seni kimse anlatamıyor, oysa herkes biliyor gibi. Onlar ne kadar bildiğine inanıyorsa, sen o kadar biliyorsun, bilmediklerini. Susmalar büyüyor burada, çocukların yerine. Çarmıh gibi her sabah biraz daha gerilirken dünya, ortasında ayakta ve dimdik durmaya çalışıyorsun. Yıkılmak ayıp çünkü…

Bir sus birikti içinde, bin yıl uzaktaki seslere. Ateş renkli böceklerin iziyle yolunu bulurken, hiçbir şey eskimiyor, her şey yıpranırken. Kaybolmak travmandaki en lüks kelimeydi, kenarlarını yoklukla süslediğin. Süslü bir cinayet olabilirdi bu bildiklerinle, istekli bir ölüm, yalnız bir cenaze. Kalbin kimseye benzemiyordu, herkes birbiriyle bunca karışmışken. Bunun için yalnızlıktan yakınmaya hiç gerek yoktu. Kendini bıraktığın hayat, belki de seni tutmayı becerememişti, belki artık tutan yerleri sızlıyordu, onun da evet, onun da ağrıları vardı bin yıllardır.

Düzmece şu cennet, hayatı iftiralarla sunar. Hayat tecrübesi falan istemiyorum, ne kadar az kötülük görsem o kadar iyi, hatta hiç görmesek daha iyi ama o imkânsız. Sahte cennetin, kurmaca hikâyeleri… Yaşama karışmak, hayale bulaşmak, telaşa kapılmak diye bir mesele attın ortaya, adına hayat dedin. Bir gün nasıl olsa unutacağın, boş vereceğin ya da artık beklemeyeceğin gerçeğini bildiğimden belki de durdum. Unuttum zannediyorsun ama o his bir ömür içinde bir yerlerde. En kötüsü de kendini artık böyle idare ediyorsun ve etmeye de devam edeceksin. Büyük laflar bile seni kendine getirmiyor. Alışılmış bir ezberin içinde öylece kayıyorsun durduğun yerde, aslında kaymıyorsun, zaman akıyor.

Kırılmış bir bardağın ya da başka bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını adın gibi biliyorsun, kabulleniyorsun, en iyi yapıştırıcıların bile tamir edemeyeceği gerçeğini. “Gittiği yere kadar” diyorsun, “iyi böyle” diye teselli buluyorsun. Değiştirmeye çalışmıyorsun. Sen de o milyonlarca ruhun içinde sakinlemiş ve alışmaktan başka bir şey yapamamışların içine karıştın, gönüllü olarak yazıldın. Bu kabulleniş, seni senden artırıp, taşırmış gibi. Öfkelenmek bile yoruyor, belli bir çaba sarf etmiş olacaksın çünkü. Şaşırmaktan büsbütün vazgeçtin. Kırılmıyor, hayret etmiyor, hiçbir şeye alınmıyorsun, aslında alınacak kadar da yakın değilsin kimseye. Dert etmiyorsun dert olsa da birçok şey. Esas hikâyenin derinliğindeki o hissizlikteki telafisizliğini fark ediyorsun ama uğraşmıyorsun. İçinde yaşadığın ve bunca zaman anı diye sakladığın o şeyleri taşıyıp, götürebileceğin güvenli bir yerin yok. Daha kötüye gitmiyor, daha iyi de olmuyor hiçbir şey. Öyle bir durağanlık, hafiflemiyor, ilerlemiyor. Gerilemiyor, büyümüyor, küçülmüyor, seninle birlikte, aynı hizada öylesine zamanın içinde akıp, gidiyor.

Muamma, belki de şu zamanın özeti. Hiçbir şey olamıyoruz, her şeyden biraz yarım yamalak kalıyoruz. Yine’lere son verme vaktin geldi de geçiyor, hayat aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için uzun değil. Formülünü ezberlesen bile, yapamadığın şeyler var şu hayatta. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak isteği yok, bunları dert edemiyorum artık, insan içine içine böyle kıvrılıp, alışıyor işte. Karanlıkta görmeden, karanlığı yazmak, en sahicisi bu olurdu. O karanlıkta dakikalarca aynı duvara karşı durup, gözlerini hiç kırpmadan, dikerek bakmak. Duvarla kurduğun bu temas onu rahatsız etmez mesela. Dalmıyorum, bizzat hiç durmadan bakıyorum. Bir şey görüp, görmediğim de mühim değil. Belki sadece önemli olan bakışlarımı sabitlemektir. Bir zaman sonra insanı nasıl da hiç olmadığın birine bu kadar kolay dönüştürebiliyorlar? İradesizlik de değil, başka türlüsünü yapamamak, çaresizlik. Dilediğince emek ver, bazı şeyler olmayınca olmuyor, sürmeyince sürmüyor, yürümeyince yürümüyor. Emeksizlik değil, şu çağın umarsızlığı, ruhsuzluğu, basitliği ve anlamsızlığı. Zamanın içindeki değerin noksanlığı ve tamamlayamama korkusu, yetersizliği…

Anlamını bilmediğin şeylerin manasızlığında çırpınırken, içinde kendine has övünçlerin ve kibrinle önce kendine yapılan haksızlıkları hesapladın, sonra kimseyi özlememeyi öğrettin kendine, en sonunda da kendin hariç kimseyi sevmemeyi. Böylesi senin için daha güvenli ve umutluydu, gerisi huzursuzluktu. Soluk dünyadan apar topar soluk soluğa kurtulmak istiyorum. Donuk ve miyop dolu, sis ve sızı dolu tüm günlerden uzağa gitmek istiyorum. Bunun için iyi bir kurguya ihtiyacım var, şimdiye kadar bulamamış olabilirim ama hiç bulamayacağım anlamına gelmez. Renkli ve dümdüz bir arazide en son ne zaman yürüdüm hatırlamıyorum. İçimin renksizliğinden büzüşürken, köşem diyebileceğim bir dünyaya çekilmek hatta kendimi itelemek istiyorum. Hayalet kokulu sabahlara uyanmak ve orada kalmak istiyorum. Ozon boyunca mavi renkli bir ışık huzmesinde boğulmak, önce içimi dinlemek sonra da kendimde dinlenmek… Oysa çağımızın içi çoktan geçmiş, zaman boşlukta sallanıyor, insanın kendine gelmesi için ciddi bir yumruk daha yemesi gerekiyor. Yaşıyoruz dediğimiz şey artık kopyanın kopyası, gerçekle ilgisi olmayan tatsız, sentetik, doğallıktan uzak, asparagastan ibaret ve hiç yakamızı bırakmayan bir önemsizlik hissi. Fiziksel acıların, ağrıların, sızıların var olduğumuzu kanıtlamasını hiç kimse inkâr edemez. Karadeliklerin bile içi boş değilmiş, yokluk diye bir şey yokmuş, ben niye o zaman bu kadar yoksun hissediyorum? Sürekli boşluğa yuvarlandığımı duyumsuyorum?

Zamanında bir noktaya bile fazladan anlam yüklediğimizden, şimdi cümlelere yükleyecek anlam kalmadı, tükettik, güzellerine bile. Doğruların peşinden gidecek kadar aklının başında olması elbette cezalandırılırdı. Herkes delilik istiyor, aklının başından gitmesini, hayaller âleminde sadece kendine yer açabileceğine inanıyor. İnsanlar uyuşukluk istiyor, uyuşmak buna rağmen o kadar da uyuşmazlar ki. Sanki tüm bunları yazamıyorsun da, söylediğin sert ama doğru bir kelimenin açıklamasını yapıyorsun sayfalarca. Biraz daha kendimi kaybedersem, belki gelirim sana, tüm bu içinden çıkamadığım şeylerin içinden. İçimin aslında neresinden gelerek, yazdığımı bilmeden yazıyorum şimdi bunları. O bulduğumuzu sandığımız güçlü ve naif kelime de yetmedi, yarım kalan bu hikâyeyi tamamlamaya.

Şimdi bin masal geriden bile gelsem, bilemeyeceğim şeyler var burada, inanmamam gereken onca neden varken, içimden dışıma kadar inanmıştım. Şimdi de inanmak için bir sürü zemin varken, inanmıyorum. O zeminden nasıl olsa bir yerde, sonuna varamadan kayıp, düşeceğimi adım gibi biliyorum. Erken inananlar, inancını elbette kaybeder. Büyüdükçe; ama’ları, belki’leri bir tarafa bırakıyorsun, daha net kelimeler istiyorsun, yetse de yetmese de. O kelimeler kimsesizler parkı gibi olsa da. Tüm bunlardan sonra o kadar meraksız oluyorsun ki; önüne sunulabilecek hiçbir bilgi ilgini çekmiyor, evrenin başını, dünyanın sonunu merak etmiyorsun, herkesle aranda böyle uçurumlar oluşuyor, onlarla aynı şeylere üzülmediğin gibi aynılarını da merak edemiyorsun. Sendeki eksiklik ya da onlardaki fazlalıktan kaynaklanmıyor bu, içinden öyle geldiği için, artık böyle olmak istediğin için her şey.

On Sekiz Şubat İki Bin Yirmi Bir 13:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tenhalık

Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.

Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.

Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.

İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.

Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.

Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?

Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.

Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.

Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.

Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hüzünlüydü Çok Güldüm

Beni mutsuz etmek öyle kolay değildi, mutlu olacak ufacık nedenlerim vardı, bulurdum. Ama ağlamak için hiç zorlanmazdım. Birilerinin zorla aldığı gözyaşlarım da olmuştur, renkleri şeffaf değil, koyuydu, tuzlu su değil, günahtı, ahtı, yaranın rengiydi, acıydı.

O yanımdayken “bizi bir şiirin içine ittiler” diye düşünürdüm, yaşadığımız şiirden çok kovalamalı polisiye romanlarını aratmazdı, kıskançlık gibi basit ve insanî şeylerin yüzünden günlerce küs kalırdık, birbirimize yaparken her şeyi yine de onun üzerinde arayamazdım bunun sorumlusunu, bulamayacağımı bilirdim, yüzü sorunsuzdu, onun dışında herkes sorunluydu, ben bile, suçu ya kendi üzerime ya da başkalarının üzerine yüklerdim, ona konduramazdım. Sonra o yanımdan gidince de “bizi başka hikâyelerin içine attılar” demeye başladım. Hiç onda aramıyordum iyiliği ya da kötülüğü, hep başkaları suçlu, iyi ya da kötü oluyordu gözümde, o çünkü bunların hepsinin üstünde ayrı bir yerdeydi. Ona bu tür sıfatları yükleyip anlamlandırmak, çok anlamsız olacaktı, ona hiçbir anlam yükleyemedim, böylece tüm anlamlarını kapsayan kocaman bir şey oldu içimde.

**
Sen olmadığın zamanlarda, kaç kere üşüdüm hatırlamıyorum, kaç kere soğuk aldım, kaç gece uyumadan sabahladım, ilaç kutularım birbirine karışıp, çoğaldı, yeni şeyler de eklendi hayatıma, daha umursamaz olmayı öğretecek türden şeyler… Çok hastalandım, çok ağladım, ama beklemedim, tüm bunların nedeni gelmeyeceğini bildiğim içindi, geleceğine ait en ufak bir umut kırıntısı besleseydim, o büyürdü, onu kendi ellerimle öldürdüm. Sen benim hormonlarımın en tehlikelisine denk gelmiştin, aşk hormonuna, hastaydım, aşka âşıktım. Kendim için değil ama başkaları için tehlike arz ediyordum, farkında değildim gözlerimin bu kadar ışıldadığının…

Yüreğimin buruşturduğu tek ortalı ilkokul defterimi dirseklerimin düzeltmeye çalışması daha çok yıprattı defterimi, dizlerim acıdı, dirseklerim acıdı, herhangi bir şeyi eklemenin, ataçlamanın da faydası olmadı hiç, daha fazla ağırlık yaptı üzerimde, eksilen bir boşluğu başka şeylerin doldurmaya çalışması ancak yıpratır…

Ama bazen yıpranmak iyi de gelebilir, o anlık sadece, diğer sızıyı hafifletmenin belki de tek yolu budur.

Tüm yaşamın boyunca belki yüzlerce insanla tanışabilirsin ama yalnız birisini sevgili gibi görebilirsin, herkesle evcilik oynasan da yalnız birisinin evine yuva yapabilirsin ya da gönlüne yalnızca bir kişi sığabilir. Sevgili olsan bile bazen sevgilin gibi hissedemezsin, çünkü o his yerleşememiştir içine, yalnızca takma adı “sevgili” diye geçer, ne yapsan hata gibi gelir, kaçmak kaçınılmazdır.

Sadece bir kere sevgili gibi hissettim, deli gibi bir şey oldum, her şeyimi onunla paylaşacak kadar yakın hissettim, o yakınken her şey çok uzak geliyordu, o uzaklaştığında ben de kendimden uzaklaştım ve bir daha kimseyi o konuma oturtmak istemedim, orası tek kullanımlıktı, tek oturumdu, bir daha başka bir oturum açılamayacaktı gönlüme, pencereleri sonuna kadar açık olsa da bir daha kuş uçmayacaktı, içeride kalanlar da ölü bulundu, ben şimdi yüreğimi sığdıramıyorum, sığdırmak için bedenime sıkıştırmam gerekiyor ve bunun için yeni boşluklar, yeraltında yeni çukurlar kazmalıyım, daha derine gitmeliyim, yüzümdekileri unutabilmek için, gömülmeliyim.

Duygusal çöküntülerimin nedeni; kalbimde oluşan o amansız delik, delilik yaratıyor içimde, ruhumda devam eden çatlaklarım, beni hayata karşı biraz daha kırıyor, her şeyin bir nedeni olsa da nedensiz yere savruluyorum zaman içinde, içimin içime sığmadığı zamanlarda içimin kıvılcımları yakıp geçiriyor bulunduğum her ortamı, ortalamalarım sıfıra eş değer, diğer yarım kayıplarda. Ruhumdan başlayan, içten içe büyüyen kronik rahatsızlıklarım var benim, biraz da bulaşıcı, bulaşacağı tek yer gövdem, kemiklerime kadar sirayet eden, ağaçta sallanmak gibi, salıncaksız.

Ama siz niye rahatsınız bu kadar anlamıyorum!

Benden uzaklaşmadan önce nezaketten uzaklaşmış, gittikçe bunu daha da iyi anladım. O gittikçe hırpalandım. Nezaketsizlik acı verici. En azından giderken yüreğime verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemesini isterdim, daha birçok şey beklerdim ondan, iyilikle beklerdim, onun yapabileceği ama yapmayacağı… Sadece beklerdim.

Şöyle uzun uzadıya bir sessizlik olsa keşke, her şey sussa, böcekler bile sussa, o zaman belki kalbimizin sesini duyabiliriz, herkes bu kadar lüzumsuz konuşmasa belki o zaman gerekli şeyleri duyabilir kulaklarımız. Keşke hayat gürültüden ibaret değil de, sevdiğimiz şarkının sözlerinden ibaret olsa…

En çok o iki parmağımın hâli kalmadı, en çok onlar yoruldu, onlar üzüldü. Diğer parmaklar üzerindeki tüm yükü o iki parmağıma yükledi, bazı insanlar gibi. En çok o iki parmağım gitmek istedi her şeyi bırakıp, gözlerim gibi. En çok o iki parmağım dinledi içimi, yazmak için kaleme tutunurken, en çok onlar ağladı, kâğıdın üzerine sinen içimden yeryüzüne inen ince bir ağıttan başka bir şey değildi, vücudumda bir şeyler bölündü, içimde bir şeyler öldü, ama bazı şeyler hâlâ büyük hayretlerim arasında yaşamaya devam ediyor…

Ama parmaklarım, öyle uyuşuk ki, ölmeden önce de böyle mi oluyordu? Böyle mi kalınıyordu hareketsiz?

Yanımdaki kalabalığa aldandığım anda anladım yalnızlığımı, ben hep böyleydim, bir şeylere inanır, aldanırdım, yalnız kalırdım…

Gidişine çok şey borçluyum, inan bana öyle…

Sen gitmeseydin bu kadar şey hissedemezdim, bunca sağlam hikâye sığamazdı hiçbir yere, tüm hislerim sağırmış meğer gidişinle canlanmış, gidişine çok şey borçluyum, ilk defa kendimi bu kadar iyi hissediyorum, sen gitmeseydin sonra bu kadar anlamlı olmazdı her şey, özgürlüğümü bilemeyecektim, daha doğrusu beni o kapattığın güzel kutunun içinden hiçbir şey hissedemeyecek ve göremeyecektim, ama sen bana bir şey borçlu değilsin ve hiçbir zaman benim hissettiklerimi hissedemeyeceksin…

Çünkü ben hiç gitmedim!

Unuttum seni, öyle böyle değil hem de, içimde sana dair bir parça arıyorum şimdi, bulamadığım her yerde, sızlanıyorum. O kadar uğraşmıştım, o kadar yorulmuştum ki seni unutmak için, sensiz bir ben hayal etmek için, sensiz bir şeyler var etmek için, yokluğunun olduğu her yerde, sanki çiçekler susuzdu, hayallerim kâbusa dönerdi, sonrasında, sessizlik, alışıyor insan olmadığın şeylere ve onlarla yaşamak artık o kadar da zor değil. Birden oldu, bir anda unuttum seni, ummadığım anda, biliyorum tahmin etmiyorum şuan ama o tahmin edemediğim anların birinde yine gelip bozacaksın seni unutmaya çalıştığım her yeri, yine yıkılacak kumdan kalelerim, bir kum saatine bağlı her şey, sonra yine dağılacağım, yine toplayamayacağım kendimi…

Az biraz topuklu giyiyorum, sonra boyum uzuyor, birazcık, başım yerde, topuklu giyince yukarılara bakamam çünkü utanmam gerekiyormuş gibi gelir, sonra kısa etek giyerim, uzun uzun yürürüm, yağmurda şapka takmam, şemsiyeden de hoşlanmam, ama upuzun seyrederim yağmuru, güneşin batışını, sokakları, insanların yüzüne bakamam, hepsinin hikâyesinde acıklı bir şey var, insanların yüzleri bana hiç güven vermez, hiç doğru söylemez gözleri, cansız şeylere bakmayı severim, mesela oyuncakları, ölü taşları ya da, üzerinde yaşanmışlıklar ararım…

Öyle sert ki taşlar, yaşanmışlıkları üzerine kazıyamadık belki de çok az yaşadık bir hikâye olamadık, sert dalgalara yenildik ya da bir fırtınaya… Sonra öyle kocaman saatler geçer ki aramızdan, seni unuttuğumu bile anlatamam ben, önemsiz şeylere sararım, hayatın gerçekleri, benim yalanlarımla yer değiştirir, göz ardı ederim unutmak istediklerimi. Yoksul bir hüzün çöreklenir akşamüzerleri, ikindi deyince sapsarı güneşi beklerim, ikindi bir tek baharda olurmuş gibi gelir, beraberinde yeşillik gelir, masaya sipariş vermişim gibi olur, ama hiç biri gerçekten gelmez.

On Üç Mart İki Bin On Beş 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Pek Gereksiz Taslağı

Sanata dönüştürebileceğim bir sürü yara izim vardı, eğer ölmeseydim. Zaman iki olay arasındaki zırva, ölümle yaşam arası, iki maaş arası gibi, aradaki birçok şey anlamsız, tenimdeki iyot kokusu belki de senden hatıraydı ya da yokluğuna dayanmak için bunu kalbim uydurmuştu, bunun varlığınla bir münasebeti olduğu kesindi. Yıllar önce bir şeye birden fazla anlam yüklüyordum, şimdi birçok şeyin bir tane bile anlamı yok. Bilmenin verdiği cehalet gibi…

Herkes bir şeyleri anlamadığı hâlde, yalnızca kendi çıkarına göre dinleyip, şekillendirirken, birçok şeyin acemisi olduğumuz hâlde ustasıymış gibi bir görüntü, tüm gerçekliğin sihrini bozuyor.

Kendimle tutuştuğum iddiaları sürekli kaybediyorum, gecenin yarısında gözlerimin artık batıştığı yerde, bulanıklaşıp, göremediğim zaman bile capcanlı görülebilen şeyler var, deli olmanın yenilmişlikten geçtiğini tam da bu zamanlarda öğreniyorum, tıpkı kaybedecek bir şeyi olmayanların kendine has cesareti, inatçılığı ve umursamazlığı gibi.

Bu sefer ciddi bir şekilde deliriyorum, sanrılara, yanılgılara ve yanılsamalara yer yok, düpedüz deliriyorum. Her korkunç günü atlatırken geçmeyen bir şey kaldı mı diye umut bulurdum kendimde, bu sefer bulamıyorum. Çıldırmamanın kendime çok büyük sahtekârlık olduğunu ve haksızlık olacağını artık biliyorum. Şimdi bu benim yaptığım intihar eden birine, veda mektubunun ardından cevap yazmak gibi bir şey, karşılıksız, bedelsiz, sahipsiz havaya uçan satırlar. Boşluğa seninle birlikte gömülen hayaller, ancak yokluğu derinlemesine anlamlandıran mevzular, yazarak, anlatmaya çalışarak durumu sindirmeye, belki de basite indirgemeye çalışıyorum. Şu çıldırdığım anları eğer atlatabilseydim, zamanı da belki ileri sarabilirdim, o zaman her şeyi atlatmış olurdum, bununla yaşamayı içime sindirebilirdim belki, hayatın yüzsüzlüğüyle birlikte.

İlerleyen, geçip giden zamanın peşinden koşmayacağım çünkü değişen hiçbir şey olmuyor, zaman geçse de yaşanılanlar, yaşanılacaklar hep aynı yerde kalıyor. Birisi bacağını kırdı diye, kalbin kırılıyor, biri öldü diye sen buralarda kalamıyorsun, birileri büyük kötülükler yaparken senin için rahat değil artık. Dünyanın kirini tanıdığından beri kendini temiz hissedemiyorsun, yaşamak için, yaşayabilmek için belki de en çok bu gerekliydi. İçimden gelen bu cinneti daha fazla bastırmayacağım ve teklifini geri çevirmeyeceğim. Geceleyin duyduğum hayaletin sesleri yüzünden kalbimin nidalarını duyamıyorum, bunca mutsuzluğu gören birisi için artık bir ümit olduğunu zannetmiyorum, hayatta en çok istediğim şey bile olsa artık mutlu olamam. Savaşmaktan vazgeçmek yenilmek anlamına gelir birçokları için, benimki sonu kabullenmek, mutlu ya da mutsuz. Yaşadığı şoktan aklımı kurtarmaya çalışırken, aslında hiçbir şeyin ancak bu kadar öyle olmayacağını anlıyordum, sırf bunun için bile bir geri dönüş olamazdı.

Kendimi yıkık, aşırı yorgun hissettiğim günlerin birinde zihnimin nasıl da bu kadar berrak ve dinlenmiş olduğuna anlam veremesem de bir şeylerin artık en azından içimden netleştiği için seviniyorum. Hiçbir insanla mutlu olunamayacağı gibi, hiçbir şeyle de mutlu olunamıyor, olunsa zaten bu diğerlerine haksızlık olurdu. Herkesle eşit şekilde mutsuzum. Kendime yenilmesem belki birilerinin hayatı için vazgeçilmez olacağım ya da mahvedeceğim onların hayatını. Bu iki seçenek ne kadar birbirine uzak olursa olsun bu iki ihtimal yüzünden hep bir diğerinden korktuğumdan, olasılıkları otomatik olarak sürekli kalbimden hesapladığımdan ama kendime veremediğim hesaplar yüzünden vazgeçiyorum. Bir şeyleri mahvetmek değil, mahvetmeden bitirmek niyetim. Benimle mutsuz olunacağına, bensiz mutlu olunsun istiyorum.

Geri dönebilme ihtimalini yok edene kadar uğraşıp, başkası kadar uzağa bırakıyorum kendimi, ihtimaller umurumda değil de kendime bunca yakın olup, bu kadar uzaktan bakmak, kendini artık başkası gibi kabullenmek, herhangi bir organı ya da içinde seni yiyip, bitiren bir hastalığı kabullenmemeye de benzemiyor bu, doğrudan yabancılaşmak. Güzel şeyleri kolay yok edemediğimizden, kendimizi planlı bir oyunun içinde mahvetmeye çalışıyoruz, karşılıklı anlaşma bir nevi, yazısız, imzasız. Bu ıssızlığa hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. İçimden kopan, aşınan şeylerin yerini artık başka parçalarla tamamlayıp, yama yapmamak için, sonsuza kadar yarım kalan şeyler için bu defa yarımlığı sonlandırıyorum.

Şimdi bu satırları yazarken belli bir zaman geçtikten sonra, benim için o kadar önemli olsa da neyi ne için yazdığımı unutmakla birlikte ömrümün belki de en budala zamanlarını yaşıyorum. Mutluluk yaşadıklarını unutmakla başlıyormuş, ben onları koyacak yer bile bulamadım ki unutayım… Yine de dillenmeyen ama hissedilen şeyler var anlamakta ve anlatmakta güçlük çektiğim; boğazıma dokunan bıçak darbeleri, organlarımı delip geçen zehirler, içime dokunan teşhisler, ciğerime dokunan şiirler, masalıma dokunan gerçekler vardı, gerekçesiz olduğu için sadece öyle ama tüm bunlardan ders almışa benzemiyorum, ruhum hâlâ yaramaz bir çocuğu andırıyor. Ömrüme sığdıramadığım ve sığdıramayacağım kelimelere veda borcum vardı, sığdıramadıklarımın affına sığınarak.

Yorgunluğumuza çokça anlam yüklediğimiz şu zamanlarda, durmadan ağladığımda, yanağından süzülerek, apansız dudaklarından içeri süzülen o tuzlu yaşın tadının yarı yarıya soğumuş etkisinin içe verdiği garip huzur.

Dünyayla aramda asla uyuşmayacak şeyler var, kendimin kendime yetmesi gerekirken, fazla geliyorum. Kendi sesime yabancılaşırken, diğer ölümlülerin anlattığı hikâyelere gülerken huzuru bulduğumu sanıyorum. Yeryüzünde bunca kötü şey olduğunu bildikten sonra iyi şeylere sevinmek aptalca bir iyimserlik gibi geliyor artık bana, neşelenmek ve umut da öyle. Bilincin zihnime veren o incecik ama büyük sancısını çekiyorum. Şimdi sanki tüm kötülükler bitti, tüm sorunlar, tüm haksızlıklar çözüldü de mi sevineyim? Niye sevineyim, neden neşeleneyim?

Kendi sesimin yalancısıyım, sesim yabancılıktan yalancılığa terfi etti. İçimdeki hayallere bahane uydurmaya başladığımdan beri gerçeğe de yalan gözüyle bakıyorum. Yazıp, sakladığım, kıyamadığım her şeyi harcamaya karar verdim. Değmeyeceğini anladım, kıymetin yalnız içimde olduğunu onun da hapisten farksız olduğunu öğrendim. Dışarıda aramın iyi olduğunu zannettiğim her şey zamanla kötü olmaya başladı, içimde de durum aynı. Israrın anlamı yoktu ve tüm yenilmişler gibi sızlanmak istemiyordum. Sızlanırsam daha çok sevecektim bu durumu, sevdikçe daha çok kabullenecek daha fazla sızlanmaya devam edecektim, anlamsız ve yersiz bir kısırdöngüden başka bir şeye yaramayacaktı bu. Daha fazla devam ederse bu gelecek bir küfürden farksız olacakmış gibi geliyor, şimdi belki bu çılgınlığa bir kılıf uydurabilirim belki şuan buna yeteneğim var ama aklımın o kadar çalışmayacağı zamanlarda ne yapacağımı bilmiyorum. Hatırlamamakla unutmak arasındaki büyük oyuktan nefes almaya çalışıyorum. Başkaları buna direnmek diyebilir belki de hiçbir şey yapmamaktır. Ucunun nereye gittiği, havanın nereden geldiği önemli değil artık. Aklımın kabullendiği şeyleri kalbime de kabul ettirmek için bu boşluğa ihtiyacım var.

Yirmi Sekiz Haziran İki Bin On Dokuz 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Benim Kendim Yok

Kötümserlikle masal arası gidip, geliyorsun, bazen yıllarca düşündüğün şeyi, birkaç saniye içinde yaparsın, gitmen gereken bir yere gitmek için o kapıyı çarpıp, çıkarsın. Dünyada sanki başka hiçbir duygu yokmuş gibi, bir kırılmak kaldı elimizde, birbirine küsmüş, başka yönlere akmaya çalışırken, yitip, giden nehirler gibiyiz şimdi.

Bir şeye inanmak ne zamandır defolu davranış olarak kabul görüyordu? Yapamadığın tercihler yüzünden, hakkını onlara devrediyormuşsun gibi, yerine karar verirler, onların istediği olurken, sen hayallerine biraz daha uzaklaşırsın. Kusurlara yelken açmayı dilerken, düzgün görünme zorunluluğu içinde boğulursun. Sanki kendini bulunduğun çevreye ait hissetmen için, herkese benzemen gerekmektedir ve eğer onlara benzemezsen, oraya ait olamazsın. Arkadaşlarının olması için, onların dediklerini yapıp, hep samimi olduklarına gözün kapalı inanıp, senin sadece ve sadece iyiliğini istediklerine emin olman gerekir. Eğer onlara benzemezsen, dünyaya da benzeyemezsin, kendin olmana izin verilmez, dünyada olmak istiyorsan çevrendeki herkes gibi olmak zorundasındır biraz. Kendin olmak için yaktığın gemiler görünmez, duyulmaz, içinde her gün suladığın çiçeğin tohumu, boyunu aşsa bile görmek istemezler. Senin eskide kalmışlığın hiçbirinin umurunda olmadığı gibi sürekli seni değiştirmeye çalışırlar, içini yerler sırayla, aralarında paylaşırlar, içini tüketirler. Bazen o kadar üzerine gelirler ki, sen kendin olduğuna pişman eder, bin lanet okursun, üstelik bunu seni sevdikleri için yaptıklarına inandırırlar, onlar sevdiği için, sen kendini sevemezsin. Üstelik öyle güzel dostundur ki, kendi kusurlarını güzel bir kapatıcıyla çekinmeden kapatırken, senin küçük bile olsa, açıklarını hep görünür hâle getirir. Açık verdiğin her şey açıktadır artık, iyi arkadaşların sayesinde. Özrü kabahatinden büyük olurken, sen özrüne kabahat uyduramazsın. Kabahatiyle boy ölçüşemezsin, özrüne özür beğendiremezsin.

Günü geldiğinde üzülmek üzere çıkardığın kederinin üstüne bir de tuz döker, içinden geçen bir anlık da olsa her şeyin, aklının bir köşesine değer her düşüncenin bir gün bu şekilde karşına çıkacağı aklına gelmiştir elbet, ama bir türlü inanmadan geri kalmayan, akıllanmayan ve büyümeyi hep reddeden yüreğine anlatamamışsındır. Kurulan pusulara, sen kolayca, muhakkak akıl edemediğin için yakalandığında, sevinenlerin kuyruğuyla yol alırsın. Seni hiç düşünmedikleri hâlde, düşündüklerini düşünüp, inanırsın. Çocukçadır bu, su katılmamış duyguların saflığında kendine yer bulmaya çalışırken, belki de artık onların dünyasında yerin olmadığını anlarsın. Artık herkesin iyilikle başlayan cümlelerine kuşkuyla yaklaşıyorum, iyilikle tuzak kuruyorlar, iyilik adı altında kurnazlık yapıyorlar, iyiliğin kötülüğü bu. İnsanın kendi eliyle mutsuzluğu, yaradılışından, bizim büyük yetkisizliğimiz.

Berbat filmlerden bile bir anlam çıkardığın zamanlardı, anlamsız her şeye fazlasıyla anlam yüklediğinden belki de şimdi yükleyecek bir anlam bulamıyordun. Ölsen bile ölümsüz kalacaktın, buna inanıyorduk. Gerçekler yüzüne çarptığında geç kalmıştık, zaten zamanında olabilen ne vardı ki? Her şey ya hiç gelmezdi ya da geç gelirdi, şaşkınlığının içindeki kederden seçtin, içine yerleşen hayal kırıklığını, bunu tanıyordun çok öncelerden, belki ta çocukluktan. O zamanlar bile daha çok inanırdın bir şeyleri değiştirebileceğine, şimdi ölümsüzlük kadar imkânsız her şey. Kelimelerin gücündeki güçsüzlüğe, kusurlu yalnızlığa ve kirlenmiş zamandaki el izlerine güveniyordun. Rüyalarımı unutmanın kabahatini çekiyordum, kalbinin dışında kalmışım gibi, ezikliğini yaşıyordum. İçimdeki sırrı bir tek sen biliyordun da sen de unutmuşsun artık gibi geliyordu. Sanki birbirimizin içinde birbirimizi unutmuş gibiydik, bizi ayıran sınırlar vardı, çizgiler çekiyorlardı aramıza, unutmanın hafifliğinde rahatlıyorduk. Zaman da dengesini çoktan yitirdi bence, kime nasıl davranacağını bilemiyor, iyilik bir yerden bir yere bulaşmıyor, kalıyor orada, bu tarafa geçemiyor.

Beynimin duvarlarına çarparak öldürsün beni bazı şarkıların yankıları ve bazı sözler. O zaman hakikati bulabilir ruhum, sarılabilir, kendim yok olduğumda ancak bazı şeyler var olabilir. Bir yara izinden hayata başlıyorum. Başladığım yer acıyor, iyileştirsem o yarayı belki hayat diye de bir şey kalmayacak, başlangıç o. Aradaki zamanı unutmuş ya da yok saymış olabilirim ama başlangıcı biliyorum, yanlış ve zamansız bir hikâyenin içindeyim, doğru ve yanlışın anlamını yitirdiği, uzak ile yakının hükmünün kalmadığı, erken ile geçin aynı olduğu…

Yeterince nefret etmem gereken şeyleri yapmışlardı aslında, ama ben unutuyordum, bir türlü yeteri kadar nefret edemiyordum. Duyduğumuz büyük sözcüklerin yeri nerede tamamlanıyor, tam anlamıyorken bile içimizde yeri sabit duran şeyleri ne kadar daha biriktireceğiz? Kırıkların birikme payı neydi ve ne kaç yüzyıl daha devam edebilirdi böyle? Büyük harfle başlayan kelimeleri hep daha fazla önemsedik, belki de sessiz, sakin duran bir kelime daha çok şey anlatıyordu, kim ezberletmişti bunu bize? İçimize sormadan kim ekmişti bu tohumu? Mürekkebin görkemine mi iman ediyorduk? Mürekkebin koyu tarafı kaderine denk geldikçe kedere boğuluyordun ve kararıyordu gözlerin, mürekkebin sıvısıyla yarışıyordun. Okuduğun kitaplardaki hikâyeleri hayatınla karşılaştırıp, kelimeleri aşındırırken, özü kayboluyordu bir şeylerin, içine yer etmiş hayatlardan biliyordun bunu. Unutacağını bilerek, inatla ezberlemeye çalışıyordun, öğrensen yetecekti oysa bir kere inansan bir daha inanmaya gerek de kalmayacaktı. İnanmadan bilmeyi seçtiğinden belki de yarım yamalak oluşun. Bazen durmadan konuşmak istiyorsun, sonra ağzını açmaya çalıştığında yine hep aynı kelimeler düşecek ağzından diye korkuyorsun. Öyle ya, başka kelimeleri nereden bulacaktın, “yine” kelimesine bunca bağımlıyken, “yeni” kelimesinin yanından bile geçemezsin.

Bizi uzaklara sürükleyen kelimeler de bir zamanlar birilerinin dilinden dökülmemiş miydi? Neydi bu acemiliğimiz ve acımız? Hiçbir zaman merhem olacağına inanmadığımız yaralarımıza başka biri gibi gülüp, geçiyoruz, yoksa katlanılmazdı, felâketimize anlam yükleyemezdik dahası bir kelimesi, bir adı da olmazdı. Şimdi biz varız, buradayız, şu yapaylığın içinde, aslında olmayan şeylerle teselli bulmak için doktorlara gidip, ilaçlara sığınıyoruz. Varlığımız yaramızın anlamı demek, acımızın adı demek, felâketimizin sanı demek.

Bir yeri hiç kırılmayanların, sanırım kalpleri çok fazla kırıldığından kırılamıyor. Kemiklerim o kadar güçlüymüş ki, taş olsa çatlayacağı yerlerde bile kemiklerim eğilip, büküldü ama hiç kırılmadı, bedenimin bana tek kıyağı buydu belki de ama burkulduğunda, içim gidiyordu ve inanılmaz ağrılar ekleniyordu yağmurlu gecelerde, gezen romatizmalarıma. Hatta bir keresinde bileğim ters döndü, daha evvel de olmuştu, yine dedim, kemiklerim çok sağlam benim, kırılmaz biliyorum. Kalp kırılmasından biliyorum çünkü bileğin kırılmayacağını. Daha bir yaşımda bile yokken, kundaklanıp, sandalyeye bırakıldığımda (yatağım ya da beşiğim henüz yokmuş, sandalye ile idare ediyormuşum) bizimkiler uyuduktan sonra gecenin bir körü nasıl olduysa sandalyeden kayıp, burnumun üzerine yere düşmüşüm. Tabi ben feryat figan, burnumun kenarındaki morluktan başka bir şey olmamış, dümdüz duruyor, oysa esnek olmasına rağmen, başka küçük bir burun olsaydı, muhtemelen kıkırdakları kırılırdı, hem de zevkle, yamulurdu ama hiçbir şey olmamış. Hayatın zatıma lâyık gördüğü büyük kazalardan kolayca yırtıp, genellikle küçüklerine kafa yoruyordum. Herkesin korktuğu şeylerle benim korktuklarım arasında fark vardı, mesela onlar büyük kazalardan korkarlardı, ben küçüklerden, küçüğün belirsizliği büyüktü çünkü ya da atlatılabileceğinden emin olamıyordum ama büyüğü ya atlatırdım ya da atlatamazdım. Hastanelerin acıyı morluklarla değil de sadece kırıklarla ölçmesi ne büyük talihsizlik bizler için.

Kırılmamayı öğrenmek belki de küçük yaşlardan başlıyor, öyle ya en yakınların bile sen düştün diye bir de onlar kızarken, bir de kırılsa bir yerin kim bilir ne yaparlardı… Küçükken sürekli bahçede düşüp, dizlerimi yara yapardım, yediğim azar boyumu geçer, bir de canım yanarken, onlar için ağlardım. Çoraplarım yapışırken yaralı tenime, bir de onlar çıkarılırken ağlardım, öyle ya o kadar çok ağlanacak şey vardı ki bir de bir yerimi kırıp, onunla uğraşamazdım, hem kimseyi de uğraştıramazdım. Morluklardan büyük kavgalar vardı bizim hayatımızda, o zaman onların panikle kızdıklarını anlamaz hep suç işlemiş olduğumu düşünerek kızdıklarını zannederdim. Ama hâlâ anlayabilmiş değilim, bu yaşa gelsem bile, zaten ağlayan bir çocuğa niye bağırılır ki? Zaten ağlıyor, sussun diye bağırıyorsan, imkânı yok susmaz, daha çok ağlasın diye bağırıyorsan, o zaman doğru yoldasın ama buna da hiç ihtimal vermiyorum. Biz belki de büyürken neyi ne zaman yapacağımızı şaşırdık, karıştırdık, durmamız gereken yerde koştuk, bu yüzden kanadı dizlerimiz, koşmamız gereken yerde de durduk, bu yüzden kırıldı kalbimiz.

İçimde sürekli bir yerler kırılırken, dışıma hiçbir şey olmaması belki de şansımdı, hep ayakta kalmak zorunda olanlara bağışlanan bir tür prim, yıkılacak yeri olmayanlara sağlanan imkânsızlıktan doğan imkân. Ufak tefek sıyrık ve çatlaklarla kurtulmak şu hayattan belki gerçekten şahsıma uygun görülen ödül, gerçekten kırılmanın verdiği rahatlıkla hiçbir şey yapmama lüksüm olmadığından kırılamıyorum. İçimle dışım bölünmüştür belki de yanlışlıkla, zaman beni ortadan ikiye ayırmaya çalışırken, içten dışa bölünmüşümdür.

Dokuz Mayıs İki Bin On Dokuz 15:20

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dejavu’lar Renkli Olmaz ki…

Şimdi yaralarımdan sorumlu kaç kişi varsa eğer, kaldırım taşları şahittir, güvendiğim tüm sokaklar çıkmaza çıktığı zaman, gidemediğim zamandan kalma, hasret ve özlemlerimle kucakladım hayalleri. Bu çağa ait olmadığımdan yeterince hatıram yoktu, o yüzden daha çok hayal vardı, her yerdeydiler. Üstelik kimseyi küçümsemeyecek kadar da yüce gönüllülerdi. Oysa benim başım yapılan imla hatalarıyla beladaydı. Bildiğim imlâ kuralları dünyadaki hiçbir hatayı düzeltmeme yardımcı olmadı…

Kendi içinden bir yere hiç gidememiş insanları nerede görseniz tanırsınız, kendi olmaktan başka hiçbir şey yapmayı beceremeyen insanları, dönüp yüzlerine baktığınızda içinde bir yeri tanıyormuş gibi, hemen gözleri dolar, zaten genelde doludur gözleri, ürkektir duygusunun bir tarafı açılıp da ucu görünecek ve tüm içindeki sıvı dökülecek gözlerinden diye korkarlar. Çokta haklıdırlar kaygılanmakta, tüm hayat boyunca incindiği için, sanki ruhundan özür diler gibi bakarlar herkese, dünyaya gelmenin rahatsızlığından dolayı bir telafi gibidir onlara göre bu durum. Hayatta hiç başrolde olmayıp, hatta bunu reddedip, hep yedekte oyundaki sürenin dolmasını beklerler, oynayasıları yoktur hiç. Yıldızları sayıp her akşam, uzaklara gitmenin hayalini yaşarlar, bulutlara şekil uydurup, hava muhalefetinden çeşitli anlamlar çıkarırlar. Adımlarını çizgilerin üzerinden atlayarak geçirirler, eğer basarlarsa bir felaket olacağına inanırlar, olur olmaz zamanlarda gülümsemekten geri durmazlar, bu içlerindeki acının olgunlaşarak dışavurumudur. Huzurdan ya da keyiften değil de kederden attığı kahkahaları vardır, dış dünyaya kapandıklarından içeri açılan yerin genişliğinin rahatlığıdır belki bu, etrafındakileri umursamamalarının delilidir, sizin huzur gördüğünüz onların kederidir. Varlığına içten içe her gün lanet okuyup, dışarıya “hayırlısı” derler, olumlu gibi görünen tüm kelimeler aslında birer iç çekiştir, izahı yapılamayan bir tür isyandır. Siz kendinize yabancı olduğunuz kadar onlar da dış dünyaya yabancıdır.

Yanındayken, yer çekimi diye bir şey yoktu sanki sonra saçmalığına emin olarak anladım zamanın acımasızlığını, bir şeyleri başka bir şeylerin içine tıkıştırırken, zamanın içinde büzülüp, kalmıştık. Çığlıklı şarkıların anlamsızlığı da çözemiyordu içimizdeki arapsaçını. O kadar da imkânsız görünmeyen şeylerin önünde kendi imkânsızlığımızda boğuluyorduk. Bunca yaşanmışlığımıza rağmen hâlâ aynı yerden kırılıyorduk işte. Uykusuz onca geceye, ağlamaktan şişmiş gözlere, yine huzursuz kalp çarpıntılarına rağmen yeniden ne kolay inanıyorduk, ne çabuk aralıyorduk yüreğimizin kapısını? Artık bir daha aynı duyguları tadamayacağız, kalbimiz bir daha aynı şeyleri hissedemeyecek diyeydi belki de korkumuz, ondandı bu çocukça kanamalara rağmen inanmamız. Yalnızlık değildi korkumuz, sıradanlıktı, acı değildi kaygımız, ruhsuzluktu. Yaşam bir alıntıdır, ölmek ise acemi bir ezber…

Eski cümlelerde bırakılan, şuan kullanılmayan, unutulan kelime gibi duruyorum. Mükemmel olsaydım, muhteşem şeylerin farkına varamazdım. Deliliğimi başkaları almasın diye en derinime sakladım. Ancak delilikle akraba olanlar tanıyabilir onu. En kötüsü de bu boşluğu anlatamıyorum, anlatmaya çalıştığım her şey daha da derinleştiriyor. Yazmak bazen de eksiklikten içindeki bir şeylerin olmayışından kaynaklanır. Doldurmak istersin boşluğunu, yazarak… Senli hayallerimi yüreğimin içine kilitledim. Saçlarını kulaklarının arkasına savuştururken, yüzündeki o hoşnutsuz ifade. Allah’ım daha ne kadar esirgeyip, bağışlayabilirsin ki beni? Dile düşmesi yaşamaktan daha zormuş, yaşanılanı beynin bir şekilde yok sayıp, unutulanların içine atabiliyor, zaman geçiyor üzerinden ama söylenilince, bu içine yapılan itiraf sayılıyor, unutulmuyor. Boğazımdaki düğümde, içimin eksikliğindesin.

Şimdi git gidebilirsen bu sokakların içinden, şu nemden, onunla dolaştığın kasvetli akşamlardan, sabahına her şeyin iyi olacağına inandığın pencerelerden, ay ışığının odandaki duvara yansıyıp, yaptığı şekillerden. Sesinin yankısında kaybolan sessizliğinden, kimsesizliğinin korkusundan, korkma istersen. Kaldırımlarda yürürken, bir arabanın ansızın kaldırıma çıkıp, sana çarpıp altına alabileceğini düşünmeden, yürürken baktığın vitrinlerin camında aradığın yüzünü unut unutabilirsen. Kıyısında ağladığım deniz, hep başka kayasına düşen gözyaşlarım… Bitmesine üzülerek okuduğum kitapları bitirdim. Renklerin bitmesine üzülerek daha çok renk katmak istedim dünyaya. İlk sigaram, ilk sahilde tek başıma yürüyüşüm, ilk dertlenişim, çocukluğumun biteceğine üzülerek büyüdüm. Nasıl küçüktü kederim, büyütüyordum. Kelimelerin bir gün bir yerde sona ereceğinden korkarak sustum. Düştüm, düş kalacaktım gerçekler canımı sıktıkça. Gözyaşlarımın bir şekilde tükeneceğinden korkarak, gülmeyi öğrendim, olur olmaza güldüm, deliliğe sığındım. Daha aynı yerimin ne kadar acıyacağını bilemeden ezberlediğimi zannettim, her seferinde hazırlıksız yakalanıyordum…

Hayallerimin hep aynı yerinden kırılmasına alıştığım için, hayal kurmayı bıraktım. Geçmişten aldığım acıyla karışık ilhamı, gelecekten kendimle birlikte koparmayı başardım. Hayretlerim hep başka şeylere yöneldi. İnancımı perçinleyen doğallığın doğasını bırakmadılar. Düşürdüm inancımdaki hacmi. Aldığım radyasyonlarla başka bir boyuta geçerim diye umuyordum, elimde kadeh, dilimde keder, yüzümü döndüm yalnızlığa, sırtımı unutulduklarıma, Bu benim ruhumun eskiliği değil, içimin kayıtsızlığıdır. Dünyayı sana feda edeceğim zamanlar geçti, henüz erkenken vakit daha çok sarılmalıydık. Koca ülkeleri gezebileceğimize inanırken, şimdi yanı başımdaki şehir bile uzak oldu. Sabah olacak diye uyumadığım gecelerde bitkinlik nedir bilmiyordum, şimdi gündüz bile uyumak istiyorum. Üstelik şu durumdaki halsizliklerime dünyayı ortak edip, yaşıma suç buluyorum. Her şeye anlam aramaktan üşenir oldum, üstelik hayat böyledir deyip, geçip, gidiyorum. Bir şeylerin eksikliğini kararan zamanlardan anladım, biraz yokluğundan, biraz benim içimde ölen şeylerden, gelsen bile aydınlanmayacak ışıkların yasını tuttum, karanlıklarda… Akşamüstü vakitlerinin hüznü en çok geceleri vurur oldu, bu sene uyumayı belki de en çok bundan sevdim. Sabaha yakın yerlerinin ağırlığı hüznümü geceden bile koyu renge boyadı. Üstelik güneşin doğuşu da pek bir şeyi değiştirmedi, çocukluktan kalan kalın perdelerim, pencerenin hemen oraya dikilen yeni bina, özlediğim rüzgâr, beğenmediğim her şeyi, zamanla somutlaştırıp, normalmiş gibi görmeye başladım.

Gidebildiğim tüm yollar beyhude, başlangıca gitmemin ya da sona varmamın teorik olarak bir anlamı yok. Kesinlik yok, hiçbir şey yok. Sadece yürüyorum, varmak için değil, belki sadece olduğumu anlamak için, ayaklarımın varlığını kanıtlamam için. Büyüdüğüm sokaklar bir yerden sonra ayaklarımda büyüyor, zaman daraldıkça. Kendi oluşturduğum melankoliye hapsoldum. Raif Efendi gibi bir babam olsaydı, bence o kitap da bir masaldan ibaretti, düş olamayacak kadar uzaktı o babalar, üstelik ne aileleri, ne yakınları ne de kendi çocukları tarafından kıymetleri bilinmeyen… Kendi inançlarımdan yarattığım hastalığın pençesindeyim şimdi, olmayacak şeylerin hayaliyle var olacağımı zannediyorum, hayret edemiyorum. Herkesin söylemeyi istediği şeyleri içimde doldurmuş da bekliyormuş gibiyim. Şaşırtmıyor artık hiçbir şey, gördüğümü zannettiğim dejavu’lar hariç.

Nevin Akbulut
On Yedi Ağustos İki Bin On Sekiz

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hiçbir Şey Anlatmayan Yazı

Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.

Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.

Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.

Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.

Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.

İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.

Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…

Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.

Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.

Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.

Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut