edebiyat
Bazı şeyler tam böyle burada kaldı, bir sayfanın arasında, bir mektubun, bir daha hiç kimse tarafından açıklanamayacak satırında. Kalbimin o kapağının bir daha hiç açılamayacağını hissediyorum, nefessizlik gibi, susuzluk gibi. Yaşanamadı, kalp yetmezliğinden değil de, yalnız tek tarafa ait, duygu yetmezliğinden. Sevmenin provası yapılmıyordu her gün sonuçta, görünüyor gibi oldu, gözlerime inanmaktan çok, kalbime inandım, kalbim tanıdı, o ise tanırmış gibi yaptı. Sözcükleri tanıdıktı, yaptıkları yabancı olsa da… Sonrası karanlık, dolunayın kapladığı gökyüzünün simsiyah gecesi gibi karanlık, o görünen her şey görünmez oldu. Seviyormuş gibilerine inandım, sevmediğinin kanıtları dikildi karşıma, yazılı kanun gibi. Yine de belki bir şey değişir diye beklerken onca zaman geçti. Günümüzün modern ayrılıkları sessizce gerçekleşiyor, hiç acıtmadan, kırıp, etrafı dökmeden, dağıtmadan. Ama içimizde sessiz bir ağıt, her şeyi yakıp, yıkıyor. Umursamazlıklar modernleştiriyor insanları ve sevgisizleştiriyor, ben kıyamet koparmaların peşindeydim, anlamsız yaptığım onca şeyin tek bir anlamı vardı; “bitmesin” hep bu bitmesin yüzündendi her şey. Modern değildim, olamıyordum, ayrılık gibi şiddetli bir şeyi modernliğe yakıştıramıyordum, beceriksizdim.
Düşlerden öteye gidemedim, kitaplarda başka dünyaları tanıdım ama gerçekte öyle değildi ve gerçekteki dünyayı daha fazla tanımayı reddediyordum. Gerçek dünyada insanlar ya iyi bir şeye sahip olmak istiyorlar ya da onu yok etmek istiyorlar. İkisinin arasındaki o boşluktan yaralanıyorum. Dizelerim tutumsuz, ben düzensizim, düşüncelerim de… Yine bunun için suçluluk duymuyorum, herkes içindeki kötülüğe yer edindirmeye çalışıyor, birilerinin üzerine atmaya çalışıyor, oysa ben sahiplendim, dağınıklığımı, tutarsızlığımı, belirsizliğimi…
Beynime birinin yerleştirdiği hüznü, sahiplendim. Önsezimden başka bir şey değildi, kullanılmayan eşyaların peşine düşen antikacılar gibi düşmüştüm tedavülden kalkan kelimelerin peşine. Kanatlarım kırıldığında düşünmüştüm ölümü ilk kez, sokaklarda dolaşmaktan korkmuyordum artık, ne de olsa bir yanım eksikti, eksi soğuklarda artı karanlıklar üretiyordum. Boşluktan başka gidecek yerimiz yok, kaderin kanat çırpınışlarında gölgeleniyordum, kopan kanatlarımı yeniden dikmeye çalışıyordum annemin dikiş makinasıyla, hayallerimde olan ama yanımda olmayan birisi var, yazdığım, kızdığım, çizdiğim… Aklımda açık unutulmuş şarkıların mısraları, şarkı söylerken, okuyoruz kaderimizi, başka bir ağızdan yazılan. Buklemden vuruldum, daha fazla acıyamazdı. İki sayfa kitap okudum, üç sayfa içeceğim sonra sayfalar dolusu seni özleyeceğim. Hep böyle oluyor, kitap okuyacağım diye başlıyorum, sonra seni özlüyorum, sonra sayfalarca içiyorum.
Meleklere nasıl inanabilirse bir insan, öyle inanmıştım, iman etmenin altıncı şartı gibiydi ona inanışım. Boynunda uyuyabilmek için gittiğim yolun ortalarında ömrüm yetmemişti ya da o zamana ulaşabilmek için, en önemli şeyi yitirmiştim, belki de inancımı. Hayattan kalan tek anlamlı şey gibiydi, son hatıra, son masal gibi… Parmak uçlarımda çok güzel bir kelebeği kaçıracağım gibi korkar bir hisle nefes alırdım yanında, ya uçup giderse diye, saatlerce kıpırdamadan durabilirdim. Nefessizliğimin içinde bile fazladan nefes vardı sanki şimdi bomboş bir alanda tek başıma almaya çalıştığım nefeslerin bile geçmediği boynumla o zamanlar yutkunmadan durabilirdim. Bu akımın diğer duygularda geçerliliği yoktu.
Neden içim rahat benim böyle? “Seni seviyordum” geçmiş zaman eki, hiçbir kelimede bu kadar iğreti durmamıştır, bunu saklamak için birden fazla tırnak içine ihtiyaç duyuyordum. Geçmiş zaman eki, bu cümlede güzel durmuştu.
İçim rahattı, verilen sözlerin, bedelini öderken, hiçbir beklenti yer etmemişti içimde. Seni sevsem bile, en çok kendimden sorumluydum, kendi sevgimin hakkını vermem gerekiyordu, tıpkı senin de kendi sevginden sorumlu olduğun gibi, bunlar daha az senin umurundaydı, ama gitsen bile içim rahattı, sevmesen bile, bekletsen bile, ağlatsan bile yine benim içim rahattı. Ben geçmiş zamanlardaki gibi sadık kalırken birçok şeye, sen belki de yeni zamana ayak uydurdun, belki haklıydın, belki haksız. Konumuz bu değil. Ama masumca sevemeyecek kadar kirletmişti yeni yüzyıl bizi. Beklentisiz sevemez hâle gelmiştik, belki sırf bunları düşünemediğim için, içim böylesine rahattı, huzur denilen şeyi, nice hırpalanmışlıklardan sonra içimde bulmuştum, aynı huzursuzluğu da senin sevginde bulduğum gibi…
Yaşamanın nefes almayla ölçüldüğü şu günlerde, oksijenim babama yetmiyor, nefesim yaşamaya yetmiyor. Kahvelerin de iyi gelmediği zamanlar var, tıpkı güneşin bazı sabahlara iyi gelmediği gibi, midemle kavga etmek yerine ona yalvarıyorum, ne olur daha kusmayayım diye. Şoka uğramam gereken şeyler oluyor ama uğrayamayacak kadar yorgun ve uyuşuğum. Titremekten başka yapabileceğim bir şey yok. Öfkelerim affetsin beni, onlar için kendimi yerden yere vuramıyorum. Tam fincan çayı sonuna kadar bitiremiyorum, hâlsizlikten ya da unutkanlıktan, bir yerden sonra her şey soğuyor, ellerim buz gibi çünkü. Bira ile gözyaşı bir arada gitmiyor, bunu çok ağlayınca anladım, başım çatlayıp, hiç gitmeyen bir ağrı yerleştiğinde. Kendimi harap etme şampiyonluğum var benim, yine de bir şey olmuyor en azından iyi şeyler olmuyor. Çok ağlayınca kilomdan değil de, litremden eksiliyor. Tıkandığımı unutmuşum.
Uzun boylu şemsiyeler var artık aramızda, uzun süren zamanlar gibi, zamanın içinde uzayan yollar gibi ve ben tüm bu uzun şeylerin arasında bir tek kendime haksızlık ediyorum. Hatırladıklarım arasında en çok kendi hatırımı saymıyorum…
Bir gün okuduğum kitabın kaldığım yerini ters çevirip, öylece oturduğum kanepenin üzerine bırakacağım. Sanki beş dakika sonra gelip, kaldığım yerden devam edecekmişim gibi. Sanki her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ama devam edemeyeceğim, her şeyi olduğu gibi ama devam ediyormuş gibi bırakıp, gideceğim. Korktuğum, yarıda kalan rüya ve kâbuslarımı bile yarım bırakacağım, geri gelecekmişim gibi gideceğim, fakat geri dönemeyeceğim kadar uzaklarda olacağım…
Vazgeçmemin üzerinden, bir sürü yol geçti, birkaç sevme dışında yüreğim pırpır etmedi bir daha, midemde ne zaman bir daha mor kelebeklerin uçuşacağını bilmiyorum, buna rağmen ilk ve son kez seviyormuş gibiydim. Onu dosdoğru tanımanın yalanına kendimi inandırmıştım. Kendi yalanına inanmak kadar başka bir ahmaklık daha yoktur. Kirpiklerini saymaktan yorulmazdım, kaybetme korkusu tıpkı ölüm korkusuna benziyor. İkisinde de insan kendini yitiriyor.
Yirmi Altı Şubat İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut
Değerlerimiz, Sıfırın Altında Değerleniyor
Posted on 13 Ocak 2016Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.
Nevin Akbulut
Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum.
Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor?
Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan.
Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan.
Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın…
Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…
Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.
Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.
İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun…
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.
Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.
On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut