Kötümserlikle masal arası gidip, geliyorsun, bazen yıllarca düşündüğün şeyi, birkaç saniye içinde yaparsın, gitmen gereken bir yere gitmek için o kapıyı çarpıp, çıkarsın. Dünyada sanki başka hiçbir duygu yokmuş gibi, bir kırılmak kaldı elimizde, birbirine küsmüş, başka yönlere akmaya çalışırken, yitip, giden nehirler gibiyiz şimdi. Bir şeye inanmak ne zamandır defolu davranış olarak kabul görüyordu? Yapamadığın tercihler yüzünden, hakkını onlara devrediyormuşsun gibi, yerine karar verirler, onların istediği olurken, sen hayallerine biraz daha uzaklaşırsın. Kusurlara yelken açmayı dilerken, düzgün görünme zorunluluğu içinde boğulursun. Sanki kendini bulunduğun çevreye ait hissetmen için, herkese benzemen gerekmektedir ve eğer onlara benzemezsen, oraya ait olamazsın. Arkadaşlarının olması için, onların dediklerini yapıp, hep samimi olduklarına gözün kapalı inanıp, senin sadece ve sadece iyiliğini istediklerine emin olman gerekir. Eğer onlara benzemezsen, dünyaya da benzeyemezsin, kendin olmana izin verilmez, dünyada olmak istiyorsan çevrendeki herkes gibi olmak zorundasındır biraz. Kendin olmak için yaktığın gemiler görünmez, duyulmaz, içinde her gün suladığın çiçeğin tohumu, boyunu aşsa bile görmek istemezler. Senin eskide kalmışlığın hiçbirinin umurunda olmadığı gibi sürekli seni değiştirmeye çalışırlar, içini yerler sırayla, aralarında paylaşırlar, içini tüketirler. Bazen o kadar üzerine gelirler ki, sen kendin olduğuna pişman eder, bin lanet okursun, üstelik bunu seni sevdikleri için yaptıklarına inandırırlar, onlar sevdiği için, sen kendini sevemezsin. Üstelik öyle güzel dostundur ki, kendi kusurlarını güzel bir kapatıcıyla çekinmeden kapatırken, senin küçük bile olsa, açıklarını hep görünür hâle getirir. Açık verdiğin her şey açıktadır artık, iyi arkadaşların sayesinde. Özrü kabahatinden büyük olurken, sen özrüne kabahat uyduramazsın. Kabahatiyle boy ölçüşemezsin, özrüne özür beğendiremezsin. Günü geldiğinde üzülmek üzere çıkardığın kederinin üstüne bir de tuz döker, içinden geçen bir anlık da olsa her şeyin, aklının bir köşesine değer her düşüncenin bir gün bu şekilde karşına çıkacağı aklına gelmiştir elbet, ama bir türlü inanmadan geri kalmayan, akıllanmayan ve büyümeyi hep reddeden yüreğine anlatamamışsındır. Kurulan pusulara, sen kolayca, muhakkak akıl edemediğin için yakalandığında, sevinenlerin kuyruğuyla yol alırsın. Seni hiç düşünmedikleri hâlde, düşündüklerini düşünüp, inanırsın. Çocukçadır bu, su katılmamış duyguların saflığında kendine yer bulmaya çalışırken, belki de artık onların dünyasında yerin olmadığını anlarsın. Artık herkesin iyilikle başlayan cümlelerine kuşkuyla yaklaşıyorum, iyilikle tuzak kuruyorlar, iyilik adı altında kurnazlık yapıyorlar, iyiliğin kötülüğü bu. İnsanın kendi eliyle mutsuzluğu, yaradılışından, bizim büyük yetkisizliğimiz. Berbat filmlerden bile bir anlam çıkardığın zamanlardı, anlamsız her şeye fazlasıyla anlam yüklediğinden belki de şimdi yükleyecek bir anlam bulamıyordun. Ölsen bile ölümsüz kalacaktın, buna inanıyorduk. Gerçekler yüzüne çarptığında geç kalmıştık, zaten zamanında olabilen ne vardı ki? Her şey ya hiç gelmezdi ya da geç gelirdi, şaşkınlığının içindeki kederden seçtin, içine yerleşen hayal kırıklığını, bunu tanıyordun çok öncelerden, belki ta çocukluktan. O zamanlar bile daha çok inanırdın bir şeyleri değiştirebileceğine, şimdi ölümsüzlük kadar imkânsız her şey. Kelimelerin gücündeki güçsüzlüğe, kusurlu yalnızlığa ve kirlenmiş zamandaki el izlerine güveniyordun. Rüyalarımı unutmanın kabahatini çekiyordum, kalbinin dışında kalmışım gibi, ezikliğini yaşıyordum. İçimdeki sırrı bir tek sen biliyordun da sen de unutmuşsun artık gibi geliyordu. Sanki birbirimizin içinde birbirimizi unutmuş gibiydik, bizi ayıran sınırlar vardı, çizgiler çekiyorlardı aramıza, unutmanın hafifliğinde rahatlıyorduk. Zaman da dengesini çoktan yitirdi bence, kime nasıl davranacağını bilemiyor, iyilik bir yerden bir yere bulaşmıyor, kalıyor orada, bu tarafa geçemiyor. Beynimin duvarlarına çarparak öldürsün beni bazı şarkıların yankıları ve bazı sözler. O zaman hakikati bulabilir ruhum, sarılabilir, kendim yok olduğumda ancak bazı şeyler var olabilir. Bir yara izinden hayata başlıyorum. Başladığım yer acıyor, iyileştirsem o yarayı belki hayat diye de bir şey kalmayacak, başlangıç o. Aradaki zamanı unutmuş ya da yok saymış olabilirim ama başlangıcı biliyorum, yanlış ve zamansız bir hikâyenin içindeyim, doğru ve yanlışın anlamını yitirdiği, uzak ile yakının hükmünün kalmadığı, erken ile geçin aynı olduğu… Yeterince nefret etmem gereken şeyleri yapmışlardı aslında, ama ben unutuyordum, bir türlü yeteri kadar nefret edemiyordum. Duyduğumuz büyük sözcüklerin yeri nerede tamamlanıyor, tam anlamıyorken bile içimizde yeri sabit duran şeyleri ne kadar daha biriktireceğiz? Kırıkların birikme payı neydi ve ne kaç yüzyıl daha devam edebilirdi böyle? Büyük harfle başlayan kelimeleri hep daha fazla önemsedik, belki de sessiz, sakin duran bir kelime daha çok şey anlatıyordu, kim ezberletmişti bunu bize? İçimize sormadan kim ekmişti bu tohumu? Mürekkebin görkemine mi iman ediyorduk? Mürekkebin koyu tarafı kaderine denk geldikçe kedere boğuluyordun ve kararıyordu gözlerin, mürekkebin sıvısıyla yarışıyordun. Okuduğun kitaplardaki hikâyeleri hayatınla karşılaştırıp, kelimeleri aşındırırken, özü kayboluyordu bir şeylerin, içine yer etmiş hayatlardan biliyordun bunu. Unutacağını bilerek, inatla ezberlemeye çalışıyordun, öğrensen yetecekti oysa bir kere inansan bir daha inanmaya gerek de kalmayacaktı. İnanmadan bilmeyi seçtiğinden belki de yarım yamalak oluşun. Bazen durmadan konuşmak istiyorsun, sonra ağzını açmaya çalıştığında yine hep aynı kelimeler düşecek ağzından diye korkuyorsun. Öyle ya, başka kelimeleri nereden bulacaktın, “yine” kelimesine bunca bağımlıyken, “yeni” kelimesinin yanından bile geçemezsin. Bizi uzaklara sürükleyen kelimeler de bir zamanlar birilerinin dilinden dökülmemiş miydi? Neydi bu acemiliğimiz ve acımız? Hiçbir zaman merhem olacağına inanmadığımız yaralarımıza başka biri gibi gülüp, geçiyoruz, yoksa katlanılmazdı, felâketimize anlam yükleyemezdik dahası bir kelimesi, bir adı da olmazdı. Şimdi biz varız, buradayız, şu yapaylığın içinde, aslında olmayan şeylerle teselli bulmak için doktorlara gidip, ilaçlara sığınıyoruz. Varlığımız yaramızın anlamı demek, acımızın adı demek, felâketimizin sanı demek. Bir yeri hiç kırılmayanların, sanırım kalpleri çok fazla kırıldığından kırılamıyor. Kemiklerim o kadar güçlüymüş ki, taş olsa çatlayacağı yerlerde bile kemiklerim eğilip, büküldü ama hiç kırılmadı, bedenimin bana tek kıyağı buydu belki de ama burkulduğunda, içim gidiyordu ve inanılmaz ağrılar ekleniyordu yağmurlu gecelerde, gezen romatizmalarıma. Hatta bir keresinde bileğim ters döndü, daha evvel de olmuştu, yine dedim, kemiklerim çok sağlam benim, kırılmaz biliyorum. Kalp kırılmasından biliyorum çünkü bileğin kırılmayacağını. Daha bir yaşımda bile yokken, kundaklanıp, sandalyeye bırakıldığımda (yatağım ya da beşiğim henüz yokmuş, sandalye ile idare ediyormuşum) bizimkiler uyuduktan sonra gecenin bir körü nasıl olduysa sandalyeden kayıp, burnumun üzerine yere düşmüşüm. Tabi ben feryat figan, burnumun kenarındaki morluktan başka bir şey olmamış, dümdüz duruyor, oysa esnek olmasına rağmen, başka küçük bir burun olsaydı, muhtemelen kıkırdakları kırılırdı, hem de zevkle, yamulurdu ama hiçbir şey olmamış. Hayatın zatıma lâyık gördüğü büyük kazalardan kolayca yırtıp, genellikle küçüklerine kafa yoruyordum. Herkesin korktuğu şeylerle benim korktuklarım arasında fark vardı, mesela onlar büyük kazalardan korkarlardı, ben küçüklerden, küçüğün belirsizliği büyüktü çünkü ya da atlatılabileceğinden emin olamıyordum ama büyüğü ya atlatırdım ya da atlatamazdım. Hastanelerin acıyı morluklarla değil de sadece kırıklarla ölçmesi ne büyük talihsizlik bizler için. Kırılmamayı öğrenmek belki de küçük yaşlardan başlıyor, öyle ya en yakınların bile sen düştün diye bir de onlar kızarken, bir de kırılsa bir yerin kim bilir ne yaparlardı… Küçükken sürekli bahçede düşüp, dizlerimi yara yapardım, yediğim azar boyumu geçer, bir de canım yanarken, onlar için ağlardım. Çoraplarım yapışırken yaralı tenime, bir de onlar çıkarılırken ağlardım, öyle ya o kadar çok ağlanacak şey vardı ki bir de bir yerimi kırıp, onunla uğraşamazdım, hem kimseyi de uğraştıramazdım. Morluklardan büyük kavgalar vardı bizim hayatımızda, o zaman onların panikle kızdıklarını anlamaz hep suç işlemiş olduğumu düşünerek kızdıklarını zannederdim. Ama hâlâ anlayabilmiş değilim, bu yaşa gelsem bile, zaten ağlayan bir çocuğa niye bağırılır ki? Zaten ağlıyor, sussun diye bağırıyorsan, imkânı yok susmaz, daha çok ağlasın diye bağırıyorsan, o zaman doğru yoldasın ama buna da hiç ihtimal vermiyorum. Biz belki de büyürken neyi ne zaman yapacağımızı şaşırdık, karıştırdık, durmamız gereken yerde koştuk, bu yüzden kanadı dizlerimiz, koşmamız gereken yerde de durduk, bu yüzden kırıldı kalbimiz. İçimde sürekli bir yerler kırılırken, dışıma hiçbir şey olmaması belki de şansımdı, hep ayakta kalmak zorunda olanlara bağışlanan bir tür prim, yıkılacak yeri olmayanlara sağlanan imkânsızlıktan doğan imkân. Ufak tefek sıyrık ve çatlaklarla kurtulmak şu hayattan belki gerçekten şahsıma uygun görülen ödül, gerçekten kırılmanın verdiği rahatlıkla hiçbir şey yapmama lüksüm olmadığından kırılamıyorum. İçimle dışım bölünmüştür belki de yanlışlıkla, zaman beni ortadan ikiye ayırmaya çalışırken, içten dışa bölünmüşümdür. Dokuz Mayıs İki Bin On Dokuz 15:20 |
blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı