Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim…
Güzel bir animasyon filmi çıkardı hayatımızdan, savrulduğum yalanların ihtişamından, gözlerimi açıp, büyürken gözbebekleri, dünya küçülür, bir yaşın içine sığardı. En çok rüzgârın savurduğu kıyıları severdim, kimsesizliğimi balıklara anlatırken, maviler biraz kırmızıya dönerdi çünkü akşam güneşi batardı, hayatın ciddiye aldığım ağır zamanlarını iyimserlikle örterdim, dolu ama içimde boşa geçtiğine inandığım vakitleri hep istediğim şeyleri yaparken doldururdum. Finalde sallanan sandalyeme oturmuş, üzerimde örgülü en renkli motiflerden bir örtü, kucağımda bir kitap, burnumun üzerini acıtan gözlüğümü elime almış, biraz sıkılmış ve huysuzluğumla, ninni söylenirmiş gibi sallanırken, sonsuz uykuma dalardım. Kendi tabutumu ya da ruhumun savruluşunu izleme bahtiyarlığına erişirdim.
Huzur sadece belki de çizgi filmlerde. Biz gerçekleri yaşayarak kendimize büyük kötülükler yaptık. Kırılmış şeylerin artık bir daha olmayacağının bilincine erişmek için belki de bir âlim kadar sabırlı olmak gerekiyordu. Gecenin ızdırabı içinde hiç sabah olmayacakmış gibi gelen gecenin sonunda, kıvranırken güneşin doğması gibi basit döngülerimiz vardı, üstelik kısır değildiler. Her sabah başka bir sabaha uyandırıyordu bizi, bazen belirsizliğe, bazen dayanamadığın kötülüklere, bazen de hiç olmadığı kadar huzura, arada yorgunluğa, çoğunda duygusallığa, savruluyordun oradan oraya, üstelik savrulduğun yerler hiç sormuyordu sana. Tıpkı masum bir bebeğin ileride nasıl katile dönüştüğünü bilemediğimiz gibi, bilmediğimiz insanların arasında, bilemeyeceğimiz yerlerde hiçbir anlamı olmayan konuların içinde tartışırken buluyoruz kendimizi, yaşamak belki de biraz vakit geçirip, oyalanmaktı. İçinin dolu ya da boş olduğunu umursamadan… Çok güzel endişelenirim, önce eşele sonra endişemden öp beni.
Alışamadığım şeylerin tadına alışmaya çalışırken buluyorum kendimi, inat ve sitemle. Hem sonra kim takardı üç kuruşluk sitemimi ki benim? Acımın ağırlığıyla ezilirken, sigara yanığı parmaklarındaki sararmışlığa üzülmem, yüreğimi karartıyordu. Kendime bunca acımıyor olmamın vicdansızlığımla alakası yoktu. Gül diye gülüyordum en çok, iyi ol diye kalbimin kanatlarına saklamış olduğum melekleri de saldım gökyüzüne, benim buhranlı kalbimden daha önemli işleri vardı.
Cüreti sarhoşluğunu aşanların umursamazlığında yalpalıyordum, yıllar geçtikçe daha çok haklı olduğumu görüp, haksız göründüğüme yakınıyordum. Kapanan kapıların ardından bakakaldığımdan belki de diğer tüm açık kapılar da ilgimi çekemiyordu, belki bir cereyanla karışık fırtına çarpması gerekiyordu o açık kapıları da, ancak o zaman farklarına varabilirdim. Körlük değildi bu, hislerim uyuşması, sakinlik belki biraz da… Sanırım ölemeyeceğim ama hislerimi tüm dünyaya kapatacağım, tam da şuandan itibaren. Yoksa tüm hislerimi yitireceğim. Biliyorum saçmalıyorum, öyleyse varız çünkü başka çaremiz de yok.
Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim. Tırnak uçlarımda çoğalan saçlarım kökünden kırılmadı sanıyorum, saçlarımı geriye itelediğim avuçlarım uyuşuk ne zamandır, hemşirenin iğneyi yanlışlıkla sinirime denk getirdiği zamandan beri, bir yerimin olmayacağını düşünmeye başladım. Her şeyin nedenini içimde ararken, iliğime, kemiğime kadar, mecalsizliğim yüzünden bir yere varamayışım, gittiklerimi eklediğimde yine açıkta kalan yollarımla ve ruhumla. Ulaşamayışlarım yüzünden, hüzünlerimde diş izleri ve çürüyen her şeyi boyayışım, en çok sokakları, radyodaki cızırdayan sesleri, hep bir şey anlıyormuşum gibi yapmaktan öteye gidememekten yorgunluğum, toprak ya da deniz isteyişim. Yokluğunu anlamlarla doldurup, uzaklarda bırakışım, nice sonra durduğum yere dönüşteki bilgeliğim ve sarhoşluğum…
Hayal kırıklığının ateşli bir hastalık gibi geçeceğine inandığımız o umutlu ama halsiz zamanlarımız. Kutsal kitaplarda yer almayan ama bize çok ilahi gelen hislerimizle, acıdan bükülen dudaklarımızın sızlattığı yaralar. Gecikmiş bir telaş gibi heyecanımın içine gizlediğim gülümsemem; ne tam gülebiliyordum ne de tam somurtabiliyordum, şaşkınlığımdı karnımdaki kelebeğin uçup, gitmesi, aynı zamana denk gelmişti. Gülümsememin yersiz olduğu zamanlarda yüzümde bir ağıt gibi buruşması, sırtımdaki dev ejderhanın yanıp, durması… Hiçbir zaman olmayacağına inandığım şeylerin yalnızca benim gözümde olması, yine de olmuş olabileceği ihtimaline denk düşer. Canımın azlığının ölüyor ya da ölmüş olmak değil de eksiklik olduğunu algılayabildiğim zamanlarda içime çöken çaresizlik hissinden yazıp, yırttığım sayfalardan ölümün önemli olduğunu anladım, dahası yok olmanın bazen iyi bir şey olduğunu. Ellerimi sakladığımda, dokunduğum yerlerin bazen benim olmayışına bu yüzden öldüğümde fazla da bir şey hissetmeyeceğimi biliyorum artık. Şiirlerde bir öpüşlük canı olan kadınların ölümünü kıskandığımı, bir öpüşlük can, ne güzel çekerdi canım derken, ağlamadan ve usanan dizlerimle birlikte bileklerimi en derinine kadar yaralayarak… İçindekini merak eder gibi deşerek, dayanılmaz baygınlığımla dünyanın üzerinde kalan hafifliğimle sabaha karşı her şey bitsin istiyorum, yeni bir gün, yeni hiçbir şey başlamadan, başlayamadan. Sabah olunca çünkü yüzüme yine dünya tüm telaşını fırlatacak, yine hâlimin olmadığı yerden vuracak zaman, gitmek istemediğim yollar ayak bileklerime dolanacak ve kalabalık yine içine alıp, ezecek ruhumu. Geceden kalma ağır duygular, buruşmuş bir kokuya ve rutubetli bir topluluğa dönüşecek.
Hâlim olsa da gitsem, gitmeden önce anlatsam şu yorgunluğu, kelime dağarcığının çokluğunun da bazı acıları ve kederleri anlatmaya yetmeyeceğini, boğazıma tebelleş olan düğümleri… Bulutların içindeki yağmurun durmadan kıvranışını, arada bulutların karnının da tekmelendiğini, içimizdeki kasvetin doğmayacak şeyler yüzünden olduğunu, kanımda ölen şeylerin bendeki canlılığını, canlı olması için illâ yaşaması gerekmediğini bazı şeyleri. Beynime sıktığım kelimelerden su toplayan aklımdan vazgeçişimi. Kendimi içime hapsedemeyişimdeki beceriksizliğimden dert yansam, sonra anlamasa kimse, hem anlasa bile kimsenin işine yaramayacak laflar etsem, içime gidemeyişimden, gittiğim hiçbir yeri de benimseyemeyişimden bahsetsem. Doğarken kaybolan kabuklarımı bulsam, saklansam… İçi boşalan şeyler kimseyi ilgilendirmez ki hem sonra. Çöp kutusuna bile varamayan ayaklarımla, gitsem, uzaklaşıp, en yüksekten kendi üzerime düşsem. O zaman anlamım olurdu belki.
Otuz Ağustos İki Bin On Sekiz 16:00
Nevin Akbulut