Monthly Archives:

Mayıs 2017

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Son Ada (Rüyası) – Zülfü Livaneli

20170528_132913

 

Kütüphanemde değişik ne okusam diye bakınırken, yıllar önce alıp, beklettiğim bu kitaba rastladım. Her kitabın okunma zamanı vardır ki, bu da tam zamanına denk gelmişti. Doğrusu Yaşar Kemal’in açıklayıcı önsözünü okusam da yine bu derece etkileneceğimi hiç düşünmüyordum. Ama okuduğum andan beri beni içine çekti, olumlu ya da olumsuz anlamda. Gerçek anlamıyla tam olarak artık o Son Ada’nın içindeki evlerden birinde, herhangi bir numarada oturuyordum.

Adaya gelen eski Başkan tarafından, kendi menfaatleri doğrultusunda, adanın eski huzuru, güveni ve doğallığını bozmaya başlıyor, felaketler silsilesi tam da başkanın geldiği zamanlara denk geliyor. Doğayı bozmanın cezasını tüm ada sakinleri çekmeye başlıyor. Huzursuzluk, katliam ve vahşet, tümü de artık adada bulunuyor. Herkes huzuru bulmak için gittiği adada huzurdan eser kalmıyor, kimse kimseye güvenmiyor, doğaya da güvensizlik başlıyor. Başkan kendi çıkarları doğrultusunda, insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. Ada sakinlerinin bir kısmı adadan uzaklaşıp, eski şehirlerine gitme düşünceleri doğsa da bunu yapamıyorlar. İçlerinden birkaç kişi durumlardan şikâyetçi olsa da çoğu başkanın tarafında yer alıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, eski huzurlu günlerini bile unutmuş oluyorlar.

Okuyup uyuduğum, uyuyup okuduğum bir hafta sonunda, adadaki o vahşeti o kadar kafama takmış olacağım ki, daldığım rüyadan daha doğrusu kâbustan, seri hâlinde birkaç kitap çıkardı. Bu kâbusların kitapla alakası var mı bilemem ama bildiğim tek şey çok gerçek olduklarıdır. Kâbustan kâbusa atlarken, ilkinde kalabalık bir yerde silahlar patlıyor ve inşaat gibi bir yerden üzerimize betonlar dökülüyor, birçok insan yaralanıyor, bizleri de bir araca doldurup, uzak bir yere götürüyorlar, ama felaket tüm şehri sarmıştı. Götürüldüğümüz yerde de sıraya dizilip, bir sandalyede oturtuyorlar bizi. Benim sırtımı bir kurşun yalayıp, geçiyor ama yaram öyle çok ağır değil. Yine de acı çekiyorum ki bunu tüm hücrelerimde gerçekten hissediyorum, kanın ılık ıslaklığı sırtımı ürpertiyor. Sıraya dizilmiş bizlerden mor saçlı bir kadın sırf yazdığı için, sorguya çekiliyor ve çeşitli hakaretlere uğrayarak dalga geçiliyor, anladığım kadarıyla bizleri yazdığımız için toplamışlar o felaketten. Sıra bana doğru gelirken, (kalbim tabi bu arada müthiş atıyor, uyandığımda duracak seviyeye gelmişti neredeyse) o arada bir motor, bot gibi bir şeye bindiriyorlar, güya tanıdıkmış onlar ama tanımıyorum, bir felaketten kaçarken diğerine tutulacağımı tahmin etsem de, o felaket türünü bilemediğim için gitmek durumunda kalıyorum. Kapkaranlık bir gecede, karanlık bir denizde yol alıyoruz, sallanarak. Sonra beni o saldırının ilk olduğu yere doğru götürürken, deniz beni içine çekiyor ve ben bu durumdan hiç şikâyetçi değilim, öleceksem bile böyle ölmeliyim diyerek, denize bırakıyorum kendimi. Ama o bıraktığım yerde bir sürü suyun yüzüne çıkmış öylece duran cesetlerle karşılaşıyorum, yüzemiyorum, kolumu attığım yerde bir şeye çarpıyor ellerim. Çok korkuyorum tabi, tek çare belki de kendimi dibe vurmak diye geçiriyorum içimden. İnsan ölülerini tıpkı denizin üzerinde vurulan bembeyaz martıların suyun üzerindeki cesetlere benzetiyorum.

Soluk soluğa ve kocaman bir kalp gümbürtüsüyle uyanırken, gördüğüm şeyin gerçek değil de kâbus olduğunu görmek de rahatlatamadı beni. Keşke bazı şeyler gerçek olmasa, okumaya dayanamazken, yaşanılanlar var. Gözlerimi açtığımda hayatın kaldığı yerden devam etmesi hiç ama hiç rahatlatmadı yüreğimi.

Martılar bizden önce de bu kıyıların sahibiydi, kendi çıkarların uğruna doğadaki düzeni yok etmeye çalışırsan, en büyük zararı kendin görürsün, başta küçük sanılan, büyük günahların hikâyesi bu.

Bir vahşetten kurtulmak için, daha büyük başka bir katliamla karşılaşıyor ada ve sakinleri. Kanla beslenen bir millet hâline geliyor çoğu, lanetli adada insanın içindeki canavarlık ve gerçek dostluk sorgulanıyor. Bunca hırs ve öfkeye rağmen hiç kimse kazanmıyor, herkes ettiğinin cezasını acı bir şekilde çekerken, bu duruma karşı çıkanlar da aynı sonuçlara maruz kalıyorlar. Masumiyet ya da suçluluk bazen fark etmiyor, kötülüğün çok olduğu yerlerde. Zenginlikle kandırılmaya izin vermiş olmanın ve açgözlülüğü huzura tercih etmenin kefaretini ödüyorlar. Bencillik, diktatöre boyun eğme, körü körüne inanmanın vermiş olduğu rahatlık, küçük hırslardan oluşan menfaat duygusu ve cehalet cennet gibi güzelim adayı cehenneme çevirip, herkesin hayatını yerle bir ediyor. Yasemin kokular ve çam fıstıkları olan adada artık yalnızca lanet, bir sürü katliam, is kokusu ve kocaman bir sis kalıyor geriye. Yanıkların bunca büyük olduğu hayatlarda bir daha hiç kimse toparlanamıyor.

O korkunç rüyadan sonra, uyandığımda bir an önce bunları yazmam lazım diye geçirdim içimden.

 

Otuz Bir Mayıs İki Bin On Yedi 15 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

İçimizin Kırıklarının Toplamı

Belki de söyleyemediğin kelimeler başka dilde başka anlama geliyordur. Gecenin bir yarısı hiçbir yere bağlanamayan bir muhabbetin tam ortasındayken düşünmüştüm bunu, bir yere varmayan kelimelerden aslında en güzel kelamlar çıkıyor. Dudaklarının yarını hissetmediğinden mi yarım gülümsüyorsun? Hediye ettiğin o melodinin an’ına sığın. Sığındım zorlandığım vedalardan koşup geldim. İnsanlığın eksildiği zamanlarda daha çok insan olmak gerekirdi, hüzün olarak kaldım, yarım ruhlu olarak geldiğim dünyada. Kendi sessizliğini tamamlayabiliyorsan, sınavını vermişsin demektir. Yalnızlığın ihtişamını kimselere bırakma, bunalımının da… Kimse kimsenin bunalımında değil, kimse bir diğerinin bunalımından kendini sorumlu tutmuyor buna rağmen o bunalımdan menfaat çıkar sağlamayı iyi düşünebiliyorlar… Yenilginin cazibesi ve gururu bu, adının yazılı olduğu alfabenin bazı harfleri eksik, yarım ağızla söyleyebilme ihtimalinden uzak duruyorum, birazdan dağılır bu bulutlar, biraz daha yalnızlaşırsın, öfken kabarır denizköpükleri gibi, parlar ay ışığında çünkü yarımlığımla bütündün. Kayıplarım naifti ama zarif değildi. Yüreğimde beslediğim umutları, ceplerime doldurduğum taşlarla ezdim, ağırlığımca. Hepsini geri cebime doldurdum, daha çabuk yok edebilmek için diğer yarımımı. Melodi kahroldu, ayakkabılarının altından yollar kaydı, kayan şeyler iyiydi, zaman gibi, bazen beyninin önce uğuldayıp, sonra kayması gibi, bir tek ellerinin elimden kayması normal değildi, saçmaydı. Gitmedi istedim çünkü öyle olması gerektiğini biliyordum, bilinçsizdim, harcayacak gözyaşlarım vardı ve nereye harcayacağımı bilmiyordum. Zaman içimde büküldü ve eridi, eremedim ateşin külüne, yanıkların soğumasını bekledim olay çıkarmadan. Küçük yolculuklarıma, büyük yokluklar ekliyorum, kaybetmenin daha büyüğünü yaşarsam eğer, o kayıp küçük gelir, dar gelir içime diye umuyorum. Hayallerimi hızlı giden bir trenin camından fırlatıyorum, eziliyor rayların üzerinde, bir kazaya daha kurban gidiyorum, hayalleri olmayan birisi daha fazla ileriye gidemez. Usulca bakışlarını gözlerimin ardına sakladım, saçlarımı da örttüm üzerine ama her rüzgâr gelip, dağıttı, sonunda büyük ve kaçınılmaz fırtına geldi. Yağmur saçlarımı yaktı, daha fazla acısın diye bu sefer kesmedim.

Üzüntülerimi neyle ölçeceğimi bilmiyorum, ayazın beklediği kapılarda tüm avazım çıktığı kadar gelmeni bekliyorum. Görmeyişlerin büyük kalp kırıklığı, büyük günah oluyor. O sevincim son hırsızlığımdı hayattan, bunca sevilmeyi hak etmeyişim, inansa, dudaklarımdaki kana, kanayan kelimeler yüzünden boğazımın düğümlendiğini, konuşamadığımı ama içimden sürekli haykırdığımı… Daha kaç kere yenilebilirim ki aynı savaşta, kaç kere düşebilirim aynı ölçülerdeki çukura? Bir defa kimsesiz kalınca bir daha da kimsen olmuyor. Kaç defa daha yanlış anlaşılabilirim aynı kelimelerle? Derdim yanlış anlaşılmak da değildi oysa o kelimelerdi. Sanma ki bir daha deneyeceğim, sanma ki bakışlarının düştüğü ormanda kaybolacağım. Hüzünlü ninnilerle uyutmasını da bilirim kalbimi. Avunmak sözlerden geçiyor, inan ki yaraların izleri hep var, iyileşmek için biraz daha büyük yaraya ihtiyacımız var, içimizin kırıklarının toplamından köklü bir kare çıkabilir ya da kocaman bir daire, kümelerine ayırabilsek…

Gözlerimi sımsıkı kapasam bile ezberlediğim şeyler var, geçmeyen, üzerindeki solgun ifadenin güneş çıktığında daha çok belirginleştiği, günün hiçbir solukluğu affetmediği, yüzünü soldurmana aslında bu kadar gerek olmadığını… Hiç vazgeçmeyeceğini düşündüğün şeylerin bile bir gün unutulduğuna dair masallar dinliyorsun ya, aslında onlarla senin masalların aynı şeyleri anlatmıyor. Gözlerinin ötesine gidebilseydin, bir kalbin derinliğine yuvarlanacaktın usulca, belki biraz korktun, belki çok uzak geldi orası, ama gidemedin, o soğukluğu görünmez ama elemli bir sıcaklığa tercih ettin. Tüm şiirleri neden bunca imzasız yazıyorum zannediyorsun? Adının anlamları silindi, alfabedeki vazgeçilmez harfler unutuldu. Türkçe’yi kötüye kullanmak istemem ama son zamanlarda aklımdan çok kötü şeyler geçiyor ve sen iyi ki bunları hiç bilmiyor, hiç okumuyorsun. İmzasız bir mektubu neden okuyasın ki, hem hiçbir şeyi üzerine alınmama gibi bir yeteneğin de vardı…

Kalbimin yarısıyla yaptığım savaşları kaybettim, diğer yarısı biraz daha hesapçı çıktı. Aynada her sabah aksimle boğuşmaktan yoruldum, kaçırdığım gözlerimin anlamlarını zedeledim. İnci kere incindik. Kırışacak bir şey kalmamıştı geriye, yarım yürekli, yarım dudaklıydık. Sanki bir felakete ramak kalmış gibi, iğreti duruyorum dünyanın bir köşesinden çeyrek kala düşeceğim gibi de o son saniye hiç gelmiyormuş gibi, gökkuşağında kuşlar asılı kalmış gibi, yüzün pencerede takılı kalmış gibi… İşkenceyi uzatmanın bin bir çeşidi var. Hiç beddua edemedim, ama dualarımda çok sabahladın. Bunu bilirim, bir de bizimle ilgili her şeyin vakitsiz olduğunu, içimizin kırıklarının toplamından bir mezar bile tamamlanmadı, sözler gibi yarımdık. Yarım ve zamansız.

Hayatın yeni versiyonuna alışmaya çalışmak karmakarışık bir şey, kırışan, uzlaşılmaz bir durum. Yeni şekilleriyle karşılaştığımız, duygusuzlukta bayağı ilerlediğimiz, buna karşın, bileşik, tuhaf, yalıtkan, akışkan ve dağılan bir şey. Bilinmezlik dalgalarından yarattığımız yeni titreşimler bizi olduğumuz durumdan uzaklaştırıyor, sahte bir sığınma, yine de bu şekil şekilsizlikten fazlası değil.

Hiç geçmeyen ağrıların sabahında artık “çekeceğimi çektim” cümlesinin dudaklarına yer ettiği bir umursamazlıkla dökülüyorsun sokağa, ağrılarına kaç hikâye sığardı kim bilir bu kadar üşenmeseydin. Aldığın onca vitamine rağmen ruhunun bunca güçsüzlüğü, her rüzgârda fırtına görmüş gibi sallantıları sana kıyameti hatırlatıyor. Biraz bıkkınlığından, biraz da buradaki varlığından sıkıldığından dünyanın sonunu özlüyorsun. Ne zamandır sevdiğin şairlere okumaya çekiniyorsun, sanki suçlu gibi, içindeki o amansız cümleleri fark edip, seni anlayacaklar ya da seninle birlikte suç ortağı olacaklar gibi geliyor, sevdiğin şeylerden uzaklaşmanın dünya nimetlerinden kaçmanla hiçbir ilgisi yok. Anlayan anlardı, anlamayana anlatılmazdı. Karıncaların bile göremeyeceği yerlere saklanmak isterdim, titrek ellerimin de tutunduğu şeyler vardı, güzel bir çocuk yüreği, bunca saf göremezdim yoksa dünyayı, bunca saydam ve yaşanılası. Atmosferimizi fazladan kirletmişti büyükler, dudaklarımın arasından çıkan dumanları suçlayamazdım, geldiğimde daha mı az kirliydi her şey? Tahta masa öyküleri yazmıyoruz ne zamandır, bu kadar uzaklaştık mı gerçekten? Her hâlinden şikâyetçi, “özgür değiliz artık” naraları atan insanlara sormalıydı bir kerede, bir başkasının travmasında nefes alabiliyor muyduk? Kemiklerim sarhoş yuvalarında sızarken, aklımdan geçen en güzel imgeleri kaybederdim her gece. Beynimi hapsetmeliyim sırf bu yüzden, bu tornavida tıkırtıları, hiç geçmeyen burnumun dibindeki matkabı andıran ses. Bardak diplerinde hepsini sırayla içtiğim içeceklerin pıhtıları, aslında tüm bardak dipleri içimize benziyor.

Ellerinde tuttuğun çiçeklerin kokusu kalacak zannediyorsun, ah nasıl da yanılıyorsun, o ellerinle yalan tuttun, o ellerinle yalandan dokundun, yalancıktan sarıldın, bir daha da çiçek kokmaz ellerin.

On Mayıs İki Bin On Yedi 16 40
Nevin Akbulut