Monthly Archives:

Eylül 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Bir Çığlık Karabasanı

Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.

Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?

Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.

Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?

Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.

Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?

Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!

O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.

Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.

Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.

En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.

 

Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Gündüz Sayıklamaları

Uykudan yoksun gözlerine sızdım, biraz alkollüydü. Uyuşurum diye düşünmüştüm. Gerçek değil zannettim, yüzmeye başladım, sandalım bile yoktu, beni koruyacak. Tam da bu sırada boğuldum. Gerçekliğinden emin olamayacağın bir şeye çok daha kolay kanıyorsun. Yüreğimde boş salıncaklar sallandı, çoğunun demirleri paslıydı. Dişlerim gıcırdıyordu. Gözlerimle konuşuyordum, sürekli ıslaktı baktığım yer. Pasta tadında susuyordum, anlaşılmak için biraz pastacı olmak gerekiyordu. Oysa hamurdan yüreklerle konuşmaya çabalıyordum. Konuştukça alabildiğine şekil, sustukça alabildiğine kabarmış. Söz verdim içime, kapattığım hiçbir parantezi açmayacaktım. Kırmızı sustuğumla kalacaktım. Açınca çünkü kırmızı kelimeleri, kurdele değil de acı dökülüyordu uçlarından. Sözcükler anlamlıydı fakat hiçbir işe yaramıyordu. Sonuçta hepimizin boğulduğu bir yer vardı ve zamanın bu işe pek gönüllü olduğu gerçeği… Hepimizin sustuğu yaraları vardı ve çoğumuzun anlamadığı…

Bir kuş tüyünün düştüğü yerden kanıyor olması, bazen başımıza kan yağıyor da gökyüzünden, yine de başka renk görebiliyor gözlerimiz, kuş tüylerinin ahını çok aldık.

Gün geliyor, kalbinde inandığın gerçeklerin bile ihanetine uğruyorsun, önce çevren, sonra sevdiklerin ve en sonunda da kalbin bir yalana dönüşüyor, buz gibi yalana. Karanlıkta sorduğun soruların cevabını aydınlıkta doğru alamazsın, bunu ispatlayabilirim, güneşe sorarız, uyumaya gitmeden önce, gözlerini sil, başka bir renk çıkacak içinden, başka bir renk çıkana kadar da inanma aynaya, egonu biraz daha uzaklara terk et, kalabalığa karış, seni kabullenmeseler de… Yaşama sebebimi unuttuğumdan beri, neyi neden yaptığımı hesaplamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum ya da unutmaya, unutamadıkça hatırlamak zorunda olmak canımı sıkıyor, bir harfi neden sakladığımı bulamıyorum mesela, bir sinema biletini neden çekmecenin altlarına gizlendiğimi, unutmuyorum ama amacını yok sayıyorum. Kalbime sapladığın ağrıların hesabını da sormayı unuttum mesela, yalnızca o ağrıyı hatırlıyorum, onun neden oraya yerleştiğini bilemiyorum. Haklıydım ama bunu anlatamayacak kadar yorgundum. Sonrasında bu ağır adımlarla yürüdüğüm haksızlığım olacaktı. Biraz daha içime kapanacaktım, yalancı kalabalığın tecrübeleri bulaşacaktı adımlarıma. Durmayan suların peşinden giderken ayaklarım yorulacaktı, tam da bu yüzden kalbimdeki ağrıyla birlikte ilk bulduğum boşluğa kendimi sallamak istemeyecektim, bir kuş tüyü gibi düşecektim, amaçsız, yerli, yersiz, zamansız, düşerken başka bir şeye dönüştüğümü zannedecektim, oysa düşünce saçma bir yığından fazlası gelmiyor insanın elinden. Uçarken bile hafifleyemiyorum, öyle ağır ki kelimeler, üstelik de kanıtlanamamış, anlatılamamış, yabancı, soluk soluğa.

İnsanlığın olmadığı şehirlerde, ne kadar kalabalık olursa olsun, ölmek bile basitleşiyor çünkü herkes ölüyor, çoğu zamansız ve sevgisiz. Ağrılarıma acımıyorum, ağırlıyorum onları kalbimin ağırlığınca, umutların böyle yokmuş gibi olması en fazla ağlatıyor beni, oysa alışkınım ben dökülen her şeye. Nereden uyduruyordum bunları, kalbimden mi yoksa başka bir hayalden mi?

Uyuyup da, rüya görmek için uyuyamıyorum, huzurlu uykular asırlar öncesine yol aldı, gidiyor. Derin bir uyku ancak çok fazla yorgunlukla mümkün oluyor. Sonra beni neyin uyandırdığını bilmeden uyanıyorum. Gördüğüm kâbustan çok, dışarıdaki hayatın zorluğu korkutuyor beni. Uyandığım halde kâbus görmem o yüzden. Belki birinin rüyasını yaşıyorum belki başka birinin kâbusundan uyanmaya çalışıyorum ya da birinin duası çıktığım bu yol, arşa varana dek, arsızca. Üzerime yağmur batıyor, eteklerimde gülkurusu desenler, sanki biraz önce öldürülen gülün yüzünü asması gibi, bağırdığım kâbuslar duyulmuyor, henüz yazılmamış kâbuslarım da var, iyi ki görmediğin rüyadayım şimdi, kötülüğüne iyi bakanlar cenneti burası, herkes kendi bedeninin acısı içinde, kötülükten titriyor, yıldızlara sevdalanmam, yılsızlığım mıydı?

Hayatlar parsellendi, hayaller dağıtıldı, sıra rüyalara geldi. Ruhunun bile kendine ait olduğuna inanamıyorsun, en yakınların da başkalarına ait ve herkes bambaşka yalanlara inanıyor. Görünmüyor gözlerindeki hüzün, ağlamaların hissedilmiyor, ağız, burun çizilmemiş bir yüzün var ortada, ifadesiz, kendini ifade etmen için gereken tüm ihtiyaçlarını aldılar elinden, sessizsin, oysa her dakika bağırıyorsun. Olmayan hayallerini anlatıyorsun, olmadıkları için daha çok. Bir hatırayı saklar gibi seviyorsun onları. Hatıralar sevilirken, acıtırlar, hayaller batıyor şah damarına, kanadığını göstermemek için kırmızı giyiniyorsun, herkes seni iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor, senin ne olduğunu bilmekten yoksun, elinde ne yapacağını bilemediğin kelimelerin var, sana ait olduğuna inanıyorsun, ama hikâyeni tanımıyorsun, bir hikâyenin içine karıştıramıyorsun o kelimeleri, kendi gözlerini göremiyorsun. Aynada yüzün asık, az önce idam edilmiş gibi.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

Yaptıklarının hesabını yazacak kâğıt arıyorum, tartamıyorum, akıl işi değil bu, kıvranılası, şaşırılası bir şey. Ancak yağmurun gebe olduğu bir rüzgâra bırakabilirim bunu, tüm her yere dağılırsa belki tartılabilir bu, hafifleyebilir. Rüzgârlı akşamlarda bunu içime atmaktan, içime atmaya çalışmaktan daha çok üşümekten, daha çok yalnızlıktan usandım. Mercanı bol sular hayal ediyorum, hâlâ hayallerin çalıştığı beynime şaşıyorum. Oysa kötülükler yemişti beynimi ya da yanmıştı, kızıl bir yangında. Hep aynı melodinin ince sızısındayım, hep aynı inanç ya da inanılmazlık; kuşlar hâlâ uçuyor ama yalnızca gitmek için.

Bizim eksikliğimiz belki de fazlalığımızdı, fazlaca hisliydik. Kimsenin sendromunda değilim. Neden her sabah uyandığımda son dayağını yemeyi yeni tamamlamış ıslak bir sokak köpeği gibi hissediyorum kendimi? Her gece hangi rüyalarım dövüyor düşlerimi? Yeterince korkum varken, düşlerden alacağım kalmış olamaz mı? Kaçıncı kattaki gökyüzünün lanetini yaşıyorum sessiz ve umursamazca? Çok hatırlayınca insan bir şeyi artık o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor, hatırlamak ön planda oluyor, çok hatırlamak, o şeyi unutmaya delalettir ve artık eskisi kadar etkisi sürmemektir. İçimdeki tereddüde roman yazarken, hâlâ kesinliğinden emin olamadığım şeylere çıldırıyorum. Aynı renk elbiseleri giyebilince, kendimizi eşit hisseden çocuklardık.

Daha ne kadar aldanıp, yanılacağız, ne kadar daha kırılma gücümüz var, bu limit nereye kadar, neden kesmiyorlar artık kırılma kredilerini? Ne kadar zaman daha acı eşiğimizi ölçmeye çalışacağız? Ve en önemlisi de, ben, ne kadar zaman neremin daha çok acıdığını bulmaya çalışacağım? Sevmeye hangi yaramdan başlayacağım ve en ilk hangi yaramı sarmaya çalışacağım, ellerim titrerken böyle, neyi, ne zaman, nasıl unutacağım?

Sözler, sözcükler, yazılamadıklarının intikamını alır gibi boynuma dolandı, boğdu ama öldürmedi. Her yağmur yağdığında şairden birkaç şiir düştü yere.

Dünya yalan oldu
Sen de doğruladın!

 

Yirmi Altı Eylül İki Bin On Altı 16 20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized

Haberde İstanbul Gazetesinde Eylül 2016 tarihli “Yukarı Yuvarlanmalar” yazım.

Allah bizi yaratmasaydı, şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Nevin Akbulut

Eylül 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Kedilerin de Saçları Var

Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına…

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne… Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden “İstem dışı kırmızı”dan sonra “hüzünlüydü çok güldüm” çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması… En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

 

Nevin Akbulut

On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00