Browsing Tag

yeni yazı

blog

Bu Tatsız Hüzün

Sen dokunmayı biliyordun ama ben dokunulmayı bilmiyordum, bir gül yaprağının döküldüğü yerden çıkardığı iç sesti bu, içliydi bir o kadar da içten bir gizdi.

Belki görmediğimizden bu sağırlık, bilmediğimizden bu ağırlık… Keşke’den artmış bir umut, kırıklıktan geçilmeyen bir ayrılık. Neyi anlatacağımı, nereden başlayacağımı bilemediğim her şeyin ortasında olduğumu zannediyordum, diplerde cebelleşirken, daha sonuçlanmamış azaplarına yeni ıstıraplar, tırnak diplerine kadar, ekleniyor. Kırılacağımızı, daha da başkalaşacağımızı, başkalaştıkça birbirimizi tanımayacağımızı en başından bilgiç bir eda ile anlamıştım. Bu kadar anlayan, bu kadar da anlamayan başka biri olamazdı, şaşırmış, nutkum tutulmuş, içim fenalaşmış, üzerime bir yorgunluk çökmüştü, bir şeyi çok beklediğinde, geldiğinde artık ne yapacağını bilememenin hırpaniliği. Kendimle geçmişim, dünya ile anlaşmazlığım vardı, uzun süren bir mesele. Bir el masalı, belki tutunma, belki huzur biraz. Umdukça neye uğradığımı şaşırdım, umut ettiğinin büyüklüğüyle ilgili bu tatsız hüzün. Uçurumlar birikiyor içimde, bize giden yollar yönsüz, arada felaketler oluyor, bir sürü korkuyla karışık dualar geçiyor kalplerden, kızıp, küsüyoruz, inciniyoruz, anlamıyoruz, çoğunlukla anlatamıyoruz. Belki bu uzaklık bile yakındır bize. Belki yakındır kopuşumuz, kesin gibidir susuşumuz. Belki kayboluşumuzda bulunuruz. Bu kuyulardı Yusuf.

Hikâyemizin üzerinden bir sürü yağmur geçti. Başımı yasladığım bu boşluk, artık okunmayan bir kitabın sayfalarıydı. İçimin bildiğini senden esirgeyemedim ama kendimde inkâra erecek bir sürü materyal buldum, elimle koymuş gibi değil, itmiş gibi, hırpalamış gibi, kalbimin içinden susarken, geçen, öyle bir güç varmış da her şeyi silip, süpürecekmiş gibi.

Belirsizlikten arta kalan zamanlarda ikilem, diğer zamanlarda da çelişkiden neyi nasıl anlatacağımızı bilememekten ve nasıl olduğumuzun dâhi izahının yapılamayacağı karmakarışık rüyalar gibi geçiyordu zaman. Bir şiir kadar ömrü olmuyor insanın, eşyalarla kıyaslamıyorum çünkü insan bir şiirle ölçülebilirdi ancak, belki. Bir anın içine sıkıştırdığımız değerlerimizle sonsuza gidip, sonsuz kalmayı umuyoruz. O tek anın üzerine yüklediğimiz şeylerin altında eziliyor, kendimize veremediğimiz cevaplarla, içinden çıkamadığımız hesaplar arasında büzülüyoruz. Okuyup, geçebileceğim bir roman değildin oysa. Çok ileri gittim böyle bu kadar okuyarak, biliyorum. Hecesiz, tek solukta, bulmuşken bir çırpıda acımadan okuyup bitirir gibiydi bu açlık. Tüketmeye deli gibi, meftun. Yokluk da bir vazgeçiştir, bazen ziyadesiyle yok olursun, kaçarsın, varlığını sığdıracak yer bulamazsın. Yokluğun bile fazla gelmeye başlar, varlığınla nereye sığabilirsin ki… Cevaplarım susmayı sağlar mı bilmiyorum, mideme bir hoşluk, kalbime bir boşluk dolar mı bilemedim. Geleceksen bas bütün zillere demiştim, atlayarak sokakları, binaları yolları, sahi kuşlara bakmak bizi güzelleştirir mi? Onları da mı geçtin? Gelmelerin bittiyse, neyim olsa kalır mı bende? Hem nereye sığarım sonra bu kadar artmayla, kimden, neyden?

Sana kalmadığımı, sana susadığım hâlde sustuğumu anlatıyorum bu yazımda, içimde yol yapan ikilemle birlikte. Denk gele gele bu kelime mi denk geldi şimdi tam da şuanda? Her şey bunca üst üste gelirken, hangisinin altında kalman gerektiğini kestiremiyorsun. Karanlıkta herkes biraz eksiktir. Bir yanında yalnızlığını taşırken, vakurdur adımları, birkaç istasyondan sonra sanki her şey daha iyi olacaktı ama zamanın hiçbir şeye ilaç ya da çare olduğu yoktu. Uzun zamandır bitmeyen bir saçmalıkla canım sıkılıyor, kendimi minyon tipli, sinirli ve huysuz ufak tefek yaşlılar gibi hissediyorum. Kimseye fazladan söyleyecek iki kelimem yok. Romantik kelimesini çıkardım dağarcığımdan, onun yerine fazladan birkaç tane daha küfür kelimesi yerleştirdim, daha büyük sorunlarım var çünkü daha büyük sorularımız var, cevapları bulunamayınca da büyüyen şeyler var. Çarklar dönerken bir yerlerime çarpıyor sürekli, her yaşımda mı böyleydi, hep mi başıma yıkılırdı dünya da altında mı kalırdım? Hatırlamıyorum ama hep böyleymiş gibi geliyor. Mutluluklarından utanmasını bilmeyen bir sürü saçmalıkla yaşamanın hazzına varan insanlarla aynı şehirde yaşıyorum. Onlar mutluluklarını insanın gözüne sokmaktan hiç çekinmezler. Bizler de mutsuzluğumuzla övünürüz. Kıyas savaşı sanki bu, yorgunum, her şeyi tek kelimeyle cevaplayıp kurtulmak istiyorum, böyle bir teknoloji olsa, söylemek zorunda kalmasam ama ne demek istediğim anlaşılsa. Biliyorum, ben de en az herkes kadar yersizim. En sevdiğim kelimelerin bir gün lanetine uğrayacağımı da biliyorum.

İtinayla suladığımız çiçekleri okşayamadan, sanki kefenin cebi varmış gibi, buradan oraya da bir hat çekilmiş gibi, her şeyi bilmiş, anlamış gibi, hayatta bize hiçbir şey bırakmadan, kendimize kendi mirasımızı bile geçiremeden, üzerimize alamadan değerimizi, bu tuzaklar, gidince ancak bulunan fırsatlar, öbür taraflarda işe yarar mı bilmeden… Sabahtan farkım, ondan daha soğuk oluşum, akşamın boşluğunu benimseyişim, gecenin karanlığını susuşum… Bozulmayan sessizliklerin ortasında öyle üşüdük ki, bir daha kimse bu kadar üşüyemez zannettik. Balta girmeyen yalnızlıkları, en baştan yoldan çıkaran mubah sancılar, uzakların yok oluşu, hayallerin artık işlemeyişi, kırıldıkça yalama olan kalpler şehri. İnancından feragat edip, rolüne bürünen bedenler, sömürülen aşklar, söndürülen mumlardan daha hızlı tükenirken, aşk hariç her şeyin adı aşk konulurken ve gece dâhil birçok şeyin adı aydınlık diye anılırken, terse işleyen zaman, ayaklarımıza dolanıp, düşünce de yüreklerimizi ezerken… Artık dönmesini istemediğim her şeyin üzerine bir kibrit de ben çakarken, gitmeler bu kadar çoğalırken, varacak da kalacak da tüm yerler kayıp. Her yeni yaşımda biraz daha ölüm döşenirken zihnime, tükettiğim vedalar, uzlaşamadığım kendim ve uzaklaştığım hislerimle birlikte belki yollara değil ama artık başka sulara, ölesiye, tükense bile soluğum, az sonra solacak olan yaşamım için, üzerine pazarlık dâhi yapmadan, öylesine, yittiğim ve bittiğim, aranızda olmayışımı seçerek, meyletmek, yeni sabahların olmayışına.

Sonra neyden susarız biraz, nelerden konuşacağımızı bilemeyerek. Issızlığın ortasında cebelleşirken, hissizliğimizi bilmediğimiz gebe topraklara gömdük, sürekli deşilen, kutsal olan her şeyin kiriyle birlikte, zamansız çoğalan yeraltları, kaybolmak için boşuna o ada, bulunmak için de beyhude çaba, boşuna zaman, boşuna varlık. İflah olmayacak bir başkalık, bir soluş, soluyuş avuçlarında, bir kuşkanadı gibi titrek, tükenen her şeyimle birlikte aşılamayacak bir azınlık. Biraz daha gücüm olsa, önce kendimden sonra senden giderdim. Ama kalamıyorum bu boşlukta, bunu bilerek, susamıyorum. Kendi yankılarım dolaşıyor her gece kulaklarımda, kendi yitimimin senaryosunu görüyorum her gece, kapısında kaldığın evdir, kapıda kalamadım, içeride de, kilitler mi çok çalışkandı, biz mi çok durgun. Bulduğumu zannettiğim her şeyde seni biraz daha yitirdiğim, çıkacak kapı bulamadığım, varacak yol bilemediğim. Her şey nasıl da çıldırıyor bir yerden sonra, içimde tüten hecelerle birlikte, bir türlü bir türkü edemedik. Aynı anda ağlayamadığımızdan, hep fazla ağladığımdan, bu rutubetli düzenin kokusundan, soluyamayışımdan, baharları gücendiren zamandan, tüm gidenler haklıydı, ölüm güzeldi, hayatın hoyratlığı yanında.

05.11.2024 15:00
Nevin Akbulut

blog

Sakit

Ne çok rüya var insanın içinde, yıllardır görüyorum bitmiyor.

İnsan ziyadesiyle kalabalık bir varlıktır ve bir o kadar da karışıktır. İçinden onun kadar konuşan, içiyle bile onun kadar tartışabilen başka bir yaratık yoktur. Dünyayı bir şey zannedip, aslında zannetmeyip, çıkmak istemeyip, zorla getirildiğim andan beri üşüyorum. Sabahları uyanır uyanmaz üzerine çöken o dert, midene bir şey girmeden daha kalbini acıtan şeylerin düşüncesi, buradaki varlığını sarsıyor artık. Ama yüzleşmeyi seçenlerdeniz, hâlbuki kaçabilmek için yüksek bir balkon ve birkaç adım yeterliydi, bayatlamış bir düşünce bu biliyorum. Zamansız cinayetin maktulü gibi susuyorum, oysa ne çok aceleye getirilmişti her şey zamanında. İçimdeki insanları bırakıyorum, kalabalığımdan kendimi ayıklıyorum. El değmemiş duyguları kolayca harcayabilen herkesi bir celseyle uzaklaştırıyorum kendimden. Yalnızlığıma kurduğum tuzak bu. Aceleye getirmiyorum hiçbir şeyi, sevmeyi de, nefret etmeyi de ve hatta beklemeyi bile. Durağanlık da bir sanattır, durabilmek, aynı seviyede, birçok ezberle birlikte, bozmadan, bozulmadan, belli belirsiz bir desen gibi kalakalmak.

Bazı sözler de bazı yüzler gibi, alelade değil, bir şeyi anımsatıyor, belki çok uzaklarda ama hatırının içinde hatırı sayılır bir duyguyu. Bu kadar yıldız sönmüş olmasaydı, bu kadar kalabalık olamazdık bana göre. O tanıdık imge bir yerlerde yanıp sönerken, birbirimizin ruhunu gözlerimiz bir yerlerden ısırırken, bilmem kaçıncı yalanda, bıkkınlığından, boş vermişliğinden sebeple ve artık mücadele de edemeyeceğin yerden soruyorsa sorularını hayat, aldanmış gibi yaparsın.

İyi oldu böyle, her şeyden vazgeçebilme özgürlüğü, buna buhran diyenler de olacaktır, o kalabalık ve kabaca uyuşukluk durumunda anlaşılamadığından. Her şeyden uzaklaşınca her şey yerli yerine oturuyor. Beynindeki soru işaretlerinin cevapları, kafanın içinde bir türlü oturamayan taşlar, yüreğinde bir yere koyamadığın her şey layığını buluyor. Durmadan yeni şeyler bulmaya çalışmak yoruyor, görmek hırpalıyor, bilmek çökertiyor, tıpkı zihnine sığıştırmaya çalıştığın isteyerek ya da istemeyerek gördüğün o yüzler gibi ve yüzlerin ortasındaki sözler gibi, ifadeler ya da ifadesizlik gibi… Kafanın içindeki pencerelerden biri açık, cereyan yapıyor. Herkes gittiğiyle kalmalı, kaldığıyla durmalı. Diğer türlüsü en başta içini acıtıyor, sonra kirpiklerine kadar buğulanıyorsun, buluyorsun ve tanıyorsun acıyı.

Birini tanımaya başlamak, tüketmeye de aynı anda başlamak gibi, öğrendikçe, bildikçe ve zamanla tüketecek de bir şey kalmayıncaya dek devam eden bir ritüel. Tanıdıktan sonra herkesin bir şekilde burnunu soktuğu zamanlarda huzur arama çabaları. Gönül, minnet borcu, yaşanmışlık safsatası, bağlılık engebeleri, paylaştıkça hayatı, paylayacak bir şeyi de kalmayınca, hayatın hızla getirdiği faturalar, ödeme makbuzları, mutfak aletleri, tencere, tava takımları, koltuk yığınlarından arta kalan mesafede ne, ne kadar ve nasıl yaşanabilecekse… İki sevgili gövdenin birleşmemeleri için gereken her şey el birliğiyle ilan edilip, yapılmış ve gönül rahatlığıyla kabullenilmiştir. Mutluluğa yanlış taraftan bakmak, ışık hızıyla yitirmek, geri kalan bunca zaman sonra hayal kırıklığındaki o boşluk, bulantı, cinnet. O sevincin uçucu olması, göz kırpması gibi kısa bir sürede bir ömür gözlerini kapalı tutman gerekecek ve belki yürek gözünün de açılmasına müsaade edilemeyecek. Cinnetlerimize uydurduğumuz hastalıklı duygular, aşkın cenaze merasiminde, ömrünü ipotek altında bıraktığın. Çabaladığın hâlde aynı yerde ve zamanda donmuşçasına hep ama her gün aynı şeyleri bıkarak yaparken, değişiklik denilen şeylerin değişmekle bağdaşmaması ve kıpırdayamamalar. Hayatını kısıtladığın, yatağını, duruşunu, biçimini, kendi şeklinden bile taviz verip, ortama uydurduğun bir dünya, herhalde o kadar da saadet içermiyordur. Ruhsuz bir anlayış, kendi içinde olmayan davranışlar, seni senden eden alışkanlıklar, en yakın yere bile giderken, en uzağı dolaşarak gitme isteği, boğazından başlayıp, tüm vücudunu düğümleyen yalnızlık, sünger gibi tüm hoşluğunu emip, yerine boşluğunu bırakan his yığınları… Hayatın matematiği yoktur bazen, matemi vardır ve birçok şeyde ortası yoktur, o ortaları biz yapay dolgularla doldururuz. İçine bizi oyalamak için uydurulmuş bir dizi oyun, uyuşukluk istifleriz, kendimizi bulma çabaları beyhudedir artık.

Bazen bulunamamakta da vardır bir iyilik, bulamamakta da vardır bir hayır, hatta belki iyice bitmeden ya da herkesin hırpaladığı yerden bir kez daha kırılmadan, yitmekte de vardır bir güzellik. İçinin bir yerlerde, bir zaman diliminde, bazen hiçbir şey olmadan bile sızlaması, o tanıdık hisler nedeniyle, hâlâ duygularının sapasağlam ayakta olduklarına delalettir. Vedasız kopuşlar çağındayızdır çünkü. Ne olduğunu bilemeyince ne olamayacağını da bilemiyor insan. Kimse kimseyle yalnızlığını yarıştıramıyor, herkesinki kendine. Aradığında bulamamakla, aradığında bulunabilmek gibi basit bir denklemi var aslında. Eskidikçe kendini yineleyen bir kayboluşu sığdırmaya çalıştığımız o suskunluk, soğumaya bıraktığımız eski bir yaranın kalbi… Diyeceklerimiz bu mesafeden duyulmuyor, ya da anlaşılamıyor, bu boşluk uzaklaştıkça yabancı, yakınlaştıkça tanınmayan, tanımlanamayan…

Dolaşmakla bir araya gelemeyen fikirlerimiz, dolandıkça karışan aklımız, neyi aradığını bilemeden başka sokaklara daldı, karşılaşılamayacak uzun yollara düştü. Bunu anlatmanın başka yolu yoktu, karşılaştırabilmenin örneği de. Acemi salınışlar, hızlı çarpışlar, anlık yok oluşlar zamanıydı. Gitmesi gereken yerlerin orası olduğunu zannetti. İnandı. Kendini unuttu, kendini unutunca geriye bulduğunu zannettiği o şey kaldı, tek gerçeği bile yalanların öğrettiği bir doğruydu, başka bir marazi maziden kalan. Kafalar gibi maziler de karışmıştı.

Sana bıraktım, kaldım sana, hem de hiçbir şeyin sonsuzluğundan emin olamayarak, içimdeki o çetrefilli çelişki ile birlikte. Sana bıraktığım hiçbir şey kalmadığı gibi; yığın, parçalar ve nankör hatırların haricinde ben de kalmadım. Bulduğumu zannettim, yitirdiğimi anladığımda. Kalbim bir günde yerinden çıkacak, dünya ile tüm varlığım sona erecek zannettim. Ezbere bildiğim ateşlerden korkmam, boğulduğum sularda bir daha kaybolmam zannettim. Artık gözyaşım yoktu ağladığımda, düşündüğümde duygularım yok, konuştuğumda yalanlar yok çünkü hepsi bir köşeye kaçışıyor kelimelerin. Beklemelerim yok, beklentilerim gibi. Konuşmalarım olsaydı, susardım, susmalarım yok. Gerçeğini kabullenseydim, masalını beklerdim, masallar yok. Kırılan her şeyin yerine tutuşturduğum ateşin içindeki hayal kırıntılarının artık incitmesini bekliyorum, batıp, bitmesini, yok oluşunu izlemek istiyorum ufuk çizgisinden itibaren, batan bir gemi gibi. Yarım da kalsalar yarımlığın da bir bitiş olduğunun bilincinde ya da deliliğinde, bekliyorum bu batışı, bu sükûneti çok görmüyorum kendime, tam zamanıdır şimdi. Susmak için bundan daha bulunmaz bir an yoktur.

18.10.2024 13:00
Nevin Akbulut

blog

Bitkin Bir Pürneşe

Adımla geldiğime bu dünyaya, emekleyerek, düş izlerini takip ederken, büyümenin büyülü bir şey olduğunu zannettiğim zamanların adımdan eski olduğunu bilmiyordum. Zaman dişliyordu kollarımı, inançlar beynimi kemiriyordu. Yarım yamalak kaldığım zamandan beri hiç tamamlayamadım şiirleri, tam anlayamadım dünya işlerini, şöyle dopdolu bir nefesi soluyamadım, içime bir yağmur, ciğerlerime bir dolu nefes, kalbime bir sen borçluydum. Zaman eskiyor, adımlarım yenilenmiyor, içim doluyor, adım eskimiyordu. Dünyanın altını üstüne getiremeyeceksem, o dipler benim hakkımdı, beni batırmaya yarayacak her şeyin peşindeydim, gemilerin, çakılların, hayallerin ve balıkların, üstelik ağırlık yapacak o taşı da yanımda getirmiştim. Adım kalabilirdi ama beni kimse tutamazdı buralarda.

İçime sahil doldurdum, gömleğimin ceplerine rüzgâr, aklımın içi tozlandı. Gelgitlerden bir araya gelmiyordu iki yakam. Sokak ve ev ayırıyor bizi sahipli, sahipsiz diye, rivayetlere meylettiğimiz kadar hidayete fırsat vermedik. Beynimin içi girdap… Bizi özenle ayıran tüm zamana kızgınlığımla birlikte, yine bir araya plansızca getiren duygular. Kimden, hangi zamandan sorabilirdik ki bunun hesabını? Bazı sesler çok gürültülü, kakofoniden kimse yanındakini duyamıyor, bazı sesler ne kadar sağır, duymak istemeyene. Tesadüf ettiğimiz seslerdi bizi yabancı olmaktan ayırıp, başka bir dünyada bekleten. Mitolojik bir hikâyeye çarptım aklımı, kahramanını sözlerinden tanıdığım… Sana renk diye geldim, tonunu ikimizin uydurup, bulduğu. İnzivaya çekilmeye niyetlensem, gidecek yerim yok. Ne âlemin dervişi, ne de mecnunu olabildim. Belki şimdi bir yerlerde aklımdan feragat edebilirdim, içinde olmayışını bulsam. Dumanla birlikte, o sisle, pusla her şeyi kaldırabiliyordu midem, ekmek ve şarabı, kötülük ve inancı, açlığı, tokluğu ve yokluğu, hele şu boşluğu. Kramplar giriyordu zihnime, yoksa mideme miydi, bilmiyordum. Bir hevesle tutunduğum her şeyin ellerimde çürümesi, ansızın ve habersizce, parmak aralarımdan hayal kırıklığı geçiyordu. Tutamadığım her şeyin içine seni yerleştirdim, kaçan, gidenler, susup, ölenler sende birikti. O hikâye böyle ancak katlanılabilirdi. İnkârı bir kenara bıraktım çoktandır, inat etmenin de âlemi yoktu ne zamandır, her şey benden daha inatçıydı ama her zaman. İntiharların içinde korku olmasa kaç kişi kalırdı şu dünyada güle oynaya? Edemediğim şeyler var, anlamlandıramadığım hislerin ortasında. Söylemeyeceğim, demek zorunda kalmadığım artık. Hesabını kendi içimde, kendimle hallettiğim meseleler var. Bir söylentiye göre çok delirmişim, kendi kendine çekişmeler yüzünden diyorlar. Ne çok şey biliyorlar, onlar kadar bilsem şurada böyle yaşayamazdım, yapamazdım da onlar gibi, kalamazdım da. Aklımdan önce kendimi kaçırırdım. Sokak lambasının altında, yağmur yağdığında kaç kelime kendini asıyordu güzelim gecelerde, bilir misin? Bilirdin, anlatabilsem bilirdin. Bir mucize daha olurdu, bir rivayete göre ölülerin İsa’dan beklediği gibi bir mucize. Sabaha kadar belki yanımda… Kimse kendini daha çok öldürmeden, yağmur dinmeden, sokak lambaları henüz daha hiç sönmeden, uydurduklarımız gerçek olurdu.

Yağmur da ıslanır, kendi kepenklerinden kurtulduğunda, karşıdan karşıya geçerken, o telaşla, yitirecekmiş gibi tüm damlalarını bir çırpıda. Anlamamak insana dâhil, umduğunu zannettiğin şeyleri ummayı bırakabilirsin artık. Hiçbir şey umduğun gibi olmuyorsa, varlığından emin olduğun şeylerin başından beri yokluğuyla sınanıyorsan. Aslında bulmayıp, kendinden olanı kaybediyorsun, uydurduğun şeyler gerçekten uydurulacak şeylermiş, uydurunca hiçbir şey gerçek olmuyormuş. Hayaller gibi.

Aslında birleşik olan kelimelerin özensizce ayrılması gibi ayrılıyoruz artık bir diğerimizden. Sen alçakça çalan bir müziktin, yalandan yamalar yaptığın ruhumda, kalbimdeki itibarını zedeledikçe, gürültüden ve mesafeden başka yerin olmayacaktı. İhtimal bu ya duymamak için kendimi, kalbimi, kulaklarımı paralarken, onlarca ettiğim yeminlerle, unutmak için o müziği tonlarca dinlediğim şarkılarla söküp, attığım yamaların yerini dolduruyordum. Kendimi eksilterek seni tamamladıklarımla, bıraktığın boşluğu böyle onarıyordum. Bir şeyi defalarca okudukça yer eden, yer buldukça bozulan ezberime zeval gelsin diye, okudukça unutuyordum. Kelimelerin hatırı büyüktü ama artık hatıra kalsın istemiyordum hiçbir kelime. Bir nokta dâhi, anlamını bulamasın, ortalıkta dolansın, konacak öykü bulamasın istiyordum, hiçbir şey henüz bitmesin diye.

Uyudum belki de buraya rüya görmeye geldim. Bunca kayıp insanın içinde kendini bulup, aslında sadece bir rüya gördüğüne kendini nasıl ikna edebilirsin ki? Üstelik seni uyandırmaya çalışan başka bir çift el yoksa. İçtenliğin de içi tükenmişti. Boğazımızda takılı kalan o yumruların içi açılabilseydi; diyemediklerimiz bulunur, içimize hapsettiklerimiz birikirdi. Konuşmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmeler bunca suskunlaştırmıştı ve hepsine de neden olan en az bir isim vardı. Aldanış ve mağlubiyetlerin yasını tutarken, içinde açan çiçekleri sulamıyorsun. Yarım kalmak da bir noktadır. Eğer ne kadar neyin içinde sıkışıp, kaldığını bilmiyorsan, ne zaman yarımlaşmaya başladığını hesaplayamıyorsan, tamamlanmak gibi bir şeyi de dert etmiyorsan artık… Kendin olmak için verdiğin tüm savaşların mağlubu, gücünün tükendiğini hissediyorsun. Artık sonsuzluk değil, son istiyorsun, o nokta, diplerine odun taşıyıp, duruyorsun son gücünle. Yettiği kadar, yetmese de. Ne zaman yok olacağını bilememenin rahatsızlığı huzursuz ediyor, herkesin yanında hep arta kalan olurken, kendi rahatlığını yadırgıyorsun. Gitmeyi özlüyor, sanki her şey çok yolundayken, bir tek sen özlemekle kalıyor, gidemiyorsun. Gidemedikçe büyüyor, ağırlaşıyor, katılaşıyor içindeki uzaklıklar. Kaldıkça eksiliyorsun biliyorsun ama belki gittikçe de dağılacaksın. Bunun tesellisindeki çelişkidesin, bir şey gelmiyor elinden, içinden başka.

Her şey olağanca saçmalığıyla devam ederken, kendi kendine sorduğun sorulardan da cevap beklemiyorsun. Gündelik meselelerin ölüm-kalım meselesine dönüşünü ve beraberinde kendini ortaya salan tahammülsüzlüğümüzü görmek yoruyor artık. Herkes hatasını anında kabullenip, yoluna gitmiyor, yıllar sonra iş işten geçtikten sonra hata yaptığını kabullenebiliyor ancak. Kıt olan aklımız, ancak dank ediyor kafamıza. Oysa herkes hatadır. Bunu en başından kabullenmek herkese iyi gelecektir. Utançların ceremesini çekeceğiz diye ruhumuz sarktı, sarardı, soldu. Öfke ve keder arasında sürünüp, duruyoruz. İyi gelecek şeylerin bile artık iyi geleceğinden emin değiliz. Bu şüpheler bizi yiyip, bitiriyor. Kendi ruhunun morguna kaldırılmış gibi bir his çoğu zaman, tüm hayatımız sanki zamansız olan iyi şeyler ve zamanlı gelen hatalardan oluşuyor, mutsuzluğumuzla cebelleşmekten, bunu değiştirememekten, yedi dilde ağlasan birinin bile kendi dilinde duyamamasından gittikçe ürküyor, çekiliyor ve nihayetinde hayalet gibi siliniyoruz. Kalbimdeki inanca, ruhumdaki sızıya alerjim var, en büyük problem belki de mutsuzluk değildir, başkalarının esas mutsuzluğuna özenmektir. Hatırlamaya çabaladığın kadar, unutmayı kabullensek daha iyi olacaktı.

Pek sayın kalbim; yeterince içimize attıklarımızı bir yerde durdurmamız ve bu tıbbî atık işini artık halletmemiz gerekiyor, hep içimden konuşacak değilim ya biraz da hazır konuşacaklarımız varken, seninle de konuşmalıyız artık ve belki de sadece seninle.

03.10.2024 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Mevsimli Mevsimsiz

Öykündüğüm tüm öykülerden azlimi rica ettim. Vazgeçmeye dünden meyilliyim. Karşılaşabileceğim hiçbir şeyin beni şaşırtmaya gücü yetmediğinin bilinciyle, susturduğum çığlığımla, kul sıkışmayınca değil de, artık sıkılmaya başlayınca biten her şeyin kabulüyle, hiçbir yere varmayarak çıktığım yollardan vazgeçmeye gidiyorum.

Nihayetinde herkesin başı göğe erdi, umduğunu buldu, kavuştu, herkes aşkından galip çıktı, başı öne, kalbi yere eğilmedi, bir tek benim başım, boyum bir yere erişemedi. Sağlık olsun dedim, her şeyin başı sağlıktır, o da pek olmadı. Umduklarımın altında kaldım. Hayallerim var dedim, umma ile hayal birbirinden uzaklaştı, ben de artık kovalamayanlardan hatta beklemeyenlerden oldum. Üşengeç değil belki biraz da korkağım, belki her ikisi de. Umut denilen şey, şansla birlikte uçtu, gitti. Şimdi hayalin tortusu kaldı elimde, acı biliyorum. Bu kadar düşünce en kısa kestirmeden en azından akıllanırım artık diye düşünüyordum ama olmadı, delilik de uçurumlar kadar güzeldi. Hiçbir yere değmeden, dokunmadan solan hayaller var, içten içe sakladığından habersizler. Marifet bu da; böyle görünürken, kaybolmak her şeyin ortasında, her fazladan bir hareket israf gibi geliyor artık. Oysa buralarda durup, beklemene bile katlanamazlar nicedir. Düşünmek mi beceri bu kadar, yoksa susmak mı? Eşyaların ömrü hızla tükenirken, herkesin sabrı yitip, giderken, sonsuz sabrı içinde tutmak mükâfatlandıracaktı sanki bizi… Onu alıp, derdimin içine bıraktım. Bize artık hiçbir şey anlatamayan zamanın dersleri de kaynadı ya da soruların cevaplarında büyük kaydırmalar yaptık. Dünya kaynadı, zaman nasıl yanmasın… Bu yangını ben başlatmadım ama üflemeye çalıştım, kalbimi kontrol edemediğim gibi onu da yoluna koyamadım. Her şeye bu kadar kolay kıyılması, harcanması, yok edilme uğraşı, umduğum her şeyi yerle bir etti. Sabrımın sonu selamet değil artık, bir yere de varılmıyor. Mağlubiyetimi kabullenip, kenara çekildim, yamaçlarda dolandım, kimsenin aklına gelmeyecek yerlerde yeniden varoluş masalları uydurdum. Tüm bunlar içimden geçmeseydi çok daha kolay yaşayacaktım, buna tüm kalbimle inanıyorum.

Herkesin birbirine benzediği, benzerken yarıştığı ama yorulmadığı bir zamanda, bazen kendime bile benzemiyorum. Var mıyım ki benzeyeyim? Kendimi kaybetmelerden geliyorum, aramalarım artıyor, bulamamalarım çoğalıyor. Onların çokluğu karşısında, benim yokluğum ne derece anlaşılabilir bilmiyorum.

Çok sularda kayboldum, buzla yol arasında. Kısa diye umduğum hiçbir şey geçip, gitmiyor. İz kalan yerin fotoğrafları da konuşmuyor. Neyi dinleyeceğimi bilmiyorum artık, nasıl inanacağımı. Düzeltmek için geciktik tüm bu yolları, Erken gidebilsek doğan güneş yakacaktı, yanmadık ama doğrulamadık da. Sarhoş olmayı hak ettiğim kadar yaşamayı hak etmiyordum sanki kim sunmuştu bunu bana? Zamanın hangi diliminde cebelleşirken, ölüm ağıtları yakarken ve özlerken kendim için, ölümlerden ölüm beğenirken yaramı vermiş yarımımı almış ve kabullenmiştim. Dünya bana göre değildi ve hiçbir yere sığamamakta, tutunamamakta hakkım vardı, kendimi biriktirip, harcamakta haklıydım, susmakta en çok kullandım bu hakkı. Her şey sanki birbirine göreydi de bir tek ben yerli yerimde değildim. Fazlalık mı, eksiklik mi çözemediğim bir denklemin içinde geceyi beklediğim tüm zamanlarda çırpınıyordum. Her yere geç kalıp, gitmeyip, kaçıp, tuttuğum tüm o kapıları, yalan çıkışlarmış gibi bir çarpıp çıkmak isteğiyle cebelleşiyordum. Yaşamadıklarım benden sorulsun istemiyordum, yaşayamadıklarım, isteyip de yapamadıklarım kimlerden sorulacaktı, hiç sormayın artık. Sevdiğim hiçbir şey diğerine benzemiyordu, nasıl bilecektim böyle sevmem gerekeni, yerlerden bir yer gibi, yuvaların içinde tek o yuvaymış gibi.

Nasıl başlayacağımı bilemediğim o bitik cümlelerin başında geliyorsun, yitip, gittiğin hâlde. Kendimi bulamamalarımı ekledim tüm kara kalem anılara, içimdeki onulmaz aşkı var edenle yok eden aynı kişiydi. Çeşitli yaşamların özeni ve özverisi takılı kalmıştı hatırımda, say ki insanı yok eden her şeyi yaşayıp, yok olamamış bir zihin. Kendine ihanetin çarpıyor en çok aklımın duvarlarına. Verdiğin ödünler, boyunu da yolunu da aşmıştı çoktan. Küllere gösterilen saygıyı, yeniden var olurken hangi duyguya rehin vermiştik? En çok kendime kavuşasım, kendimde yok olasım vardı, çiçeklerin durmadan dökülmesi, içimde bir şeyleri örseliyordu, durmadan değişiyordu her şey. Zamansız çıkmıştın benliğimden, yerimi dolduramıyordum. Sesime alışsam yeterdi, her şey önceden yazılmış bir senaryodan mı ibaretti? Bu hikâye böyle mi susacaktı? Herkes her an yanabilir, her an kızıla çalabilirdi elbiseler, her şey hemen şimdi yok olabilirdi, o vakit bizi umarsızca bağlayan neydi hiçbir yersizliğimize? Sahipsizliğimiz ya da ait olamayışın özgüveniydi bu, yaşamaya çalışmanın parolası gibi, provasız yuvarlanıyorduk acımasızca, zaman denilen deliğin içinde, delilikti bu.

Olmadığım ve hatta doğmadığım zamanların mağlubuyum, hiçbir yarışa girmedim, imrenmedim, özenmedim. Böyle dedim, böyle oldu. Geçer dedim geçti. Ama zamk gibi göğsüme yapışan sızılarla baş edemiyorum ne zamandır. Ciğerimi parçalayarak nereye varacağını zannediyor bu sızılar bilmiyorum, hayreti geçtim, bedduaları bitirdim, öyle donakaldım. Yapacak her şeyi her gün tekrar ediyor ama hiç kıpırdayamıyorum. Altı ay, bir sene falan da yetmez, kabuğuna çekilip, kışın eksi derecelerde donup, kalan kurbağalar gibi senelerce uyusam diyorum. Çare olur mu bilmiyorum, uyanınca devamı gelir her şeyin, aynı kesilmeyen, uyanıp, saatler sonra uyumaya kaldığın yerden devam ettiğinde, içeriğinden hiçbir şey yitirmeyen kâbuslar gibi. Birdenbire değil, her yolu deneyerek, her şeyi düşünerek, plansız ama mantıklı bir şekilde kof çıktı hayallerim. Boşa çıkardım hepsini. Yerleri nasılsa dolardı, her şeyin bir şekilde dolmaya çalıştığı gibi ama aklıma bir yaklaştırabilsem yeniden, burnumu sokabilsem yine bir hayalin kokusuna, defalarca prova etmiş olmama rağmen, belki…

İçimden yazdığım mektupların da hiç kimse ile ilgisi olmadı. Dudaklarını aralayamadığım yerde, tüm aralıklardan hatta mevsimlerden düşecek kadar küçüldüm. Unutmak mı, ölmek mi deseler yine ikincisini seçerdim. Bu da benim fıtratımda vardı. Hatırlamak için çıktığım aynı dağınık, uzak, başka yollar silmeye yetmedi içimdeki kederi. Her çıktığın yolculuk aynı değildi hiçbir zaman, büyük Şairler öyle derlerdi… Kim bilir içimde neleri değiştirip, yok ettim, her defasında, çabaladığım hâlde neleri değiştiremedim. Ama hiçbir şeyin inatla aynı olmayacağını sen de biliyorsun, yollar aynı olsa bile, gözlerden uzak, gidilen o yer aynı kalmış olsa bile aynı kalamayız artık, zamanın hiçbir yerinde. Gittiğimiz yer de bize benziyor gidince. Son bir karşılaşmayla silinecek hayalleri biz en başından yitirdik. Birlikteliğin ayrılığına düştük. Şimdi tekrar aynı yollara çıksak bile ulaşamayacağımız yerler var. İçimizde biraz sönmüş ama yanmamış mumlar var, hep kırık, eksik bir gülümseme. Birbirimizden ziyade, aslında kendimizi bile tanıyamadığımız o zaman diliminde verdiğimiz ziyan olacak o sözler, dağılmayacak sislerin içindeki o derin his.

Yine çıkıyorum bir şekilde yollara, ne için gittiğimi, ne yaptığımı çok bilmesem de. İnsan en iyi kendini ağırlıyor, en hafif hâliyle yine kendi ağırlığını taşıyabiliyor, gözyaşlarıyla dolu bir bavul olsa da bu. Düşlediğim o rüzgârı bulmak için, sisleri dağıtmak için, silinmesi gereken hayallerin üzerini çizip, hatta basıp, geçmek için.

Nevin Akbulut
15.08.2024 14:00

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kalbimdeki Mor Kahır

Eridik de ne oldu, başka bahçelere döküldükten sonra?
Çölü göl mü sayıyorduk?
Yoksa Denizaşırı memleketlerde, dudaklarımızda sadece kendimizin okuyabildiği mesajları mı taşıyacaktık, birbirimize iletemeden üstelik?

Deli gibi sensizliğimi koyacak yer bulamıyorum. Diyecek sözler de yetmiyor ne zamandır ya da artık benim ruhum bu edebiyatı yemiyor. Gözlerimi yumduğumda beynimde patlayan şeylerin gürültüsü kulaklarımı sızlatıyor. Her şeyi eleyip o anki hâlimden, bir uyusam diyorum, bu sefer de kalbim susmuyor. Geceye dizilen her özlem, her kırıklık hortlaklar gibi giriyor rüya gördüğümü zannettiğim zamanların içine. Dünyaya bağlanamadığımı biliyorum da, aklıma seni düşürdüğüm zamanlarda, dünyasız kalamadığımı açıklayamıyorum. Başka yollar, yıllar ve denizler de denedim, üstelik hep yalansız, olmayınca olmuyordu, yine olmadı. Karnıma giren sızıların kelimeleri yok, kocaman kelimelere de yüreğim yetmiyor, yüreksizim, çoğunu sana vermiştim. Kalanın artıklarıyla düşündüklerim içimde harp hâlinde, uzun uzadıya yollara düşüşüm, şimdi oturduğum yerden kırılıyor düşüncelerim. Kalbimden pıhtılaşamamış kan, acı, incecik damarlar ve yanmış küllerinle fırlasan şimdi nereye gidersin bilmiyorum. Soğukluğu ve sükûneti bulacağına eminim. Ölümün elinden ne seni ne de kendimi kurtaramam, bunu da istemem. Herkes ancak böyle eşitleniyor hâlâ. Bu da ölümlülerin tesellisi… Teraziyi bozacak hâlimiz yok ya. Ama senin elinden yine bir şeyler geleceğine dair sonsuz şüphelerim mevcut, en azından benim için iyi olanı içinden bildiğini biliyorum. Eski bir yanılgıyı, yeni bir kesinlik, gerçeklik ve bitişle değiştirebilirsin. Böylece herkes sağ ve salim olmasa da kendi kalbine gidebilir.

Kalbimdeki mor kahır, susamışlığı ve susmayı karıştıran aklım, bu hikâye ıslak ve soğuk bir zamana eviriliyor artık. Yorgun, eski ve buz gibi bir morgun soğukluğunda çatladığından emin olana kadar kalacak olan her bir şeyimizle birlikte. Susmanın anlamına varacağız, geç de olsa. Buradan sonra artık bir hikâye çıkmaz, boşuna yazma ve düşünme. Kıyametim böyle kopacak belki de, beynime inen o balyoz gibi düşüncelerle. Tül, rüzgâr arası güneşle, savrulurken güzelliği, bir tül gibi salınamadığıma, savrulamadığıma, hep geri çekilmelerimi sahiplik zannetmeme, yıkılsam bile dimdik durmalarıma, başka şehirlerdeki, başka pencerelere çıkamamalarıma üzüleceğim. Sonsuz buharın tuttuğu ellerim, susmanın resmini zerk edecek etrafına, kendi boğulduğum kuyumu doldururken, yaramadığım tüm o suları, boşa solan çiçekliğimi, kıyımımı, nişanımı ve şah damarımın yanlış yerimde atmasını izleyeceğim. Şuram bile diyemeyeceğim kadar yakınımdayken sen, işkence ile söküp alabildiklerini zannederlerken içimdekini, içimden gülmelerim geliyor aklıma da, her şeyin bir ölçeri varken, bu boşuna sızılarımı ölçecek zaman ve alet bulamıyorum. Dilime dökülen kelimelerin donup kalması, şapla karılmış gibi ağzımın içinde gevelediklerimi diyemiyorum. Beceriksizliğim keşke bununla sınırlı olsaydı. Dokunamam, yapamam, öpemem, gidemem derken içimdeki o mührün açarı bir yerlerde yandı, yok oldu.

Elimden gelmeyenler nedeniyle yasal tedbir koyuyorlar kelimelerime, susma mecburiyetim için özür dilerken, gözyaşlarımı suçlu gibi bol keseden atmak istemiyorum. İçimden bir sürü şeyi öldürüyorum, bazılarının yaşamasına yardım ediyorum, hak ettiklerini düşünüyorum çünkü hâlâ bazılarının. Yine de azalmıyor içimde bir yere koyamadıklarım, çöp yığını gibi hissediyorum bazen kalbimi, bu kadar acı, ıstırap, korku, anlamsız neşe, değersiz bilgi ne gereği vardı bu kadar doldurmanın? Acınılası şeyler birikiyor içimde, gülünç bulduğum ağrılar, sonsuz bulduğum yollar, gitsem şimdi birkaç vakte kadar, kendimi arayacak birini bulabilir miyim bilmiyorum. Tek valizle çıkıp, kendimi bulamamak gibi hayallerime mum diktim, her dinde ettiğim dualar da yerini bulmadı. Kendimi aramak değil de, kendime seni ararken boğulduğum suların haritasını bile sakladım bir yerlere, yeniden aynı şeyler olmasın diye, eski her şeyi biraz daha eskittim ve eksilttim. Sağanaklara denk geldim denizin ortasında, çıksam ıslak, girsem içime kadar ıpıslak, ıpıssız. Sen yağıp durdun hâlimi bilmeden, doldun, taştın, örselendin, seni saklayacak yer bulamadım, içimde aklayacak zaman da bulamadım. Artık yeni anıları olmayacak beynimin o bölgesinde felçli gibi kaldı o duygularım, devrilen her şeyin içinden sen çıkarsın diye bekliyordum, beynimde donduğunu unutmuşum. Diyorum ya o kısım tamamen çevrimdışı. Açıp, gösterebilsem, uyuştuğu için muhtemelen yerini de bulamam. Aramalarım da kurtarmalarım da bir yanıt vermiyor kendime, iflah olmaz, ne olur, ne onmaz yaralarla son sürat nereye kaçıp, gizlenebilirim? O taşı ben atmadım, bu suyu ben bulandırmadım, bu yoklukta en çok ben hırpalandım, bu gidişte en çok ben kayboldum. Çok güzel yitirildim.

Hangi uykuya uzansam, sonu ölümün kapısına açılıyor. Mengene ile sıkıştırılan alnım, kader yazımı silemiyor, düzeltemiyor da… Kendimi suçsuz yere suçlu hissettiğim zamanların gardiyanlarını ödünç yolladım çığlıklarımı yakalamaya. Yatağımda daralmışım, darılmışım, sığamıyorum zannetmişim, zannetmeler yüzünden bölünen uykularımın devamını talep ettim yeniden Yüce Makamdan. Tamiratı yok denildi, tıpkı telafisi olmayan aldanışlarım gibi, çakıldığım boşluklar gibi. İpini koparan her şey ağrı yapıyor şakaklarıma, başıma kaldı tüm habis duygular. Avcı vurduğu kuşun kalbini kaldırıp, çöpe atıyordu, bahane aradığım her yanılgım yeni bir zincir vuruyordu beynime. Uzaklardaki o şarkının bıraktığı yanılgımsın artık sen benim, yılgınlığımla dönerken eve. Bakışlarımı sana bahşettiğimden beri, akşamları tanker ağırlığıyla gözlerim, bu ağırlığı tek başıma taşıyamıyorum, uyku gönderiyor Yaradan, biliyorum ama o da bölük pörçük, gece yarısı, bir elektrik kesilmesine bakıyor fal taşı kesilmeme. Bir şeye birlikte bakabilmenin hafifliğini özledim, birbirimizi görmesek de olur. O son ağlayışında konduramadığım bir şeyler var, anlamak istemediğim. Elimden bir şey gelse, elimi tut isterdim. Boynumun en hassas yerinden hayata bağlanışım, ipotek edilen duygularım tarafından istimlak edilen tüm huylarımla birlikte, işin aslı, asır geçse anlaşamayacağımız yerden, devriliyorum ben, kökü olmayan, asırlık, kuru ağaçlar gibi. Gittiğinden beri, her şey dişleri kanlı bir canavar gibi görünüyor gözüme. Yalnızlığım kat atarak çoğalıyor, sıyrılsam yalnızlığımdan, kaç kat daha içe dönerim bilmiyorum, kafayı sıyırırım herhalde.

Anlayamadığı şeye yakınlık duyarmış insan, belki de çözemediğimden, uğraşımdaki o cesaretimden yakınlaşmıştım bir miktar, dokunduramıyoruz bazen olacak, bitecek şeyleri. Belki bakıyoruz ama göremediğimizden. Misal; bu yazıya başladığımda kardeşim dediğim, bana kimse onun gibi kardeşim diyemeyecek birisi vardı bu hayat denilen yerde, şimdi yazı bitiyor ve o artık yok. Anıları kaldı, bir miktar hediyeleri, eşyaları ama tüm eşsizliğiyle birlikte gitti. Tanker ağırlığı diye tabir ettiğim üst paragraftaki o cümle, gerçekti. Deli gibi ağlasam, hırpalasam bile geçmeyecek, gelmeyecek şeyler var hayatta. Bu yazı böyle bitmemeliydi belki. Bilmiyorum. Cesaretimin içindeki o bir miktar cehaletime verin.

Sabaha karşıların yorduğu o bedenim, süzülsün diye bir yerlerde, yıllarca beklerken, evren yanlış anlamış, sürünsün gibi duyulmuş. İpliklerim çözüldü çoktan, bazı dertlerimin dermanı da oldu, bazı yeni ağırlıklar yüklendi, yine de çözülemeyecek şeyler kaldı, kalıyor. İçimden yaptığım gizli anlaşmaları ilk kim bozdu bilmiyorum, içimde bir yerler kapandı, bazı yerleri dinlendirmeye bıraktım, dillendirmeden. Dünyanın aynaları bozuldu, ölçüsü yitirildi birçok şeyin. Olmayacak şeylere gülüyor, hiçbir şeye şaşırmıyoruz artık, ağlamalar da zaten çok yersiz ne zamandır. Soluğum bozuldu, elimdeki aynayla aram, mesafesi arttı içimdeki minnetlerin. Hiçbir şeyin boşa olmadığını, olamayacağını kabullendim nicedir. Kaç pencere açsak yetmiyor dünyayı görmeye, her pencereden başka bir ah, başka bir azot, başka bir kimya. Arama çubuğuna yeni pencere ekleyebilir gibi eklemek istiyorum pencereleri birbiri ardına, böyle bir yapı yok, yüklenici yok, akıl da yok. Sustuklarımı bildiğim kadar, kustuklarımı da biliyorum. Tek istediğim biraz cereyandı, her şeyin biraz kendine gelmesi için. Ama beni karşılamıyor ne zamandır kapılar, çaldığım kapıların da açılır yanı yok. Birinin uykusunun derinliğindeki, uyanırken unutulmuş rüya gibi dolaşıyorum şimdilik etrafta. Sürelerim sarkıyor, zamanım bozuluyor. Buradan da birkaç ah çıkar. Sevilecek şeylerin ya gömüldüğü ya da yandığı zamanların arasından geçiyorum, hâlâ. Ormanlar yanıyor, kitaplar yanıyor, bazı notlar yandıktan sonra soğuk suda lavaboya gönderiliyor. Sevilecek şeyleri sevmek niye bu kadar zor? Yananlar gittiyse, bittiyse, kalanlarla devam mı diyeceğiz? Yoksa şimdi biraz da sıra bize geldi diye biz mi yanacağız? Bu küllerin imtihanına inanmıyorum, zorbalık başka yerlerde, kötülük bizim içimizden uzak diye avunmuyorum, beni avutabilmeniz için, içimi sonsuza dek kapatabilmeniz gerekiyor, ama her yerimden, kalbimdeki kahırdan, yüzümdeki yarım gülümsemeden, soluğumun yarımlığından ve aldanışlarımdan.

21.06.2024 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Onunla ya da Onsuz Yollar

Her sevgi beraberinde şüpheleri, her güven beraberinde korkuları getirir. İnişler, çıkışlar oluyordu, olacaktı da elbet, peki ya onlara gücün? Tükenmişken bu kadar, cevabı olmayan sorularla karanlık gecelerde uzaklara dalabilirsin ama öznesi olmayan tümcelerle hiçbir yere varamazsın.

Hayatımı savunurken, yalancı efsaneleri suçluyorum. Başka bir yolunu bulamadım, savuramadım derinlerdeki o inancı. Ulaşmak istediğim şeylere kavuşmanın yolunun; peşimi bırakmayan inatçı yalanlardan geçtiğini ve hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Kendi masalının içinde sürüklenirken, olmayacak şeylere inanma derdiydi bizi ayakta tutan. Mevsimlerin hep çiçeğe döndüğü, kötülüklerin artık bittiği, kâbusların giremediği rüyalar, yeterince istediğinde ulaşacağın o şeyler olmadığında yine suçluydu masallar. Kendime karşı ilk yalancı şahitliğim, çocukluğumu inciten her şey, altüst etmek bunca şeyi, okuduğum her şeye inanışım, tahammülüm, sabrım, istediğin şeylerin hep tersi oluşu ve beklediklerinin hiç gelmeyeceği, tahminlerinin çıkmayacağı, umduklarının olmayacağı… Neye yararı vardı tüm bu olurların, olmazların? Her şey bu kadar hareket hâlindeyken, durup, beklemek istedim, yorgunluğumdan, her şey yorulduğunda da tek başıma kalkıp, harekete geçecek bir şey umdum. Henüz bulamadım, ben zaten sadece umut etmeyi biliyorum. Olsa ne yaparım bilmiyorum, bildiğim adreslerin bile konumları yok hiçbir yerde, kimsenin bilmediği, isimsiz o yerde, aidiyetten uzak, orası güvenli hissettiğim yer olabilir ancak. Mekândan, zamandan uzak, varoluş için kaçınılmaz geçicilik koşulu, bulunmaktan çok ötelerde, korkunun büyüklüğü kadar, güvenilirliğin peşinden koşmak. Çarpıp, çıktığın kapılar seni beklemediği gibi, beklese bile bir işe yaramaz bazen.

Bizim iletişimimizdeki sorun ileteşememek, birbirini anlamamak adına kurulu. Anlayınca derdi büyüyecek çünkü başka bir şey olacak. Sadece sözel iletilerden ibaret, derinlerdeki keder, umutsuzluk, hüzün bunları taşıyamıyor. Sadece salt bilinen, açıklanabilen, yüzeysel görünürlerde olan darbeleri iletebiliyor. Varışlar, yollar, sallanışlar, sanrılar, sarınışlar yok. Boğulmanın izahatı yok. Gitmenin içindeki özlemi anlatabilecek bir yol da yok belki. Sürmesini bilmediğin bisikletin pedallarıyla, kıra döke, çarparak son sürat cehennemi boylamak. Çok tekrarlayınca anlamını yitireceğinin değişmeyecek garantisi… Eski tereddütlerinden kurtulup, yeni korkularına alışabildin mi? Sükûnetini koruyup, metanetine ulaşabildin mi?

Kırılmaları ne zamandır içimde biriktiriyordum. Sanki yoklarmış, orada değiller ya da olmamışlar gibi yapıyordum. Kırıldığımda saç diplerimden, kirpik uçlarıma kadar kırılıyorum. Şüphenin olması, bulduğumuzu zannettiğimiz şeylerin, aynı hızla kaybolabilecek olması, güvenin bunca yavan ve yapay olması. Anladığımızı zannettiğimiz şeylerin aslında anlaşılamaması, kendimizi kırabilir, karşımızdakini üzebilme ihtimali. Ufacık, saçma bir sebepten her şeyin bir anda yok olabilmesi, garantisiz zamanların tek güvenilirliği bunu bilmek. Yine de buna alışmak, bu şüpheyi içine sindirmek ne güç. Beklentisiz olmak böyle bir şey mi? Hem kırılmamayı, anlaşılmayı beklemek de girer mi bu beklentisizliğin içine? Bence girmez, yolunu böyle bulamaz cümleler, sağa sola çarpar, kaybolurlar, insan böylece ne diyeceğini yitiriyor işte. Dediğimize kendimiz bile inanmamışız, neyin rolünü üstlendik böyle bilmiyorum. Sahtekârlık bu belki de, şimdi bunca olmaz dediğimiz şeyler olunca hangi yalanı çürütmüştük biz ya da hangi doğrunun içindeyiz bilmiyorum. İçim buradan kırılıyor, anlatamadığım için de kırılıyorum, anlatabilsem, anlayacağını bildiğim için de kırılıyor içim.

Bu problemler bende havuz etkisi yaratıyor. Her şeyi en başından başlamak ya da bitirmek, bitirip, yeniden doldurmak… Belki bu sefer doğru bir şekilde eklenir hikâyeler, belki bu sefer doğru şekilde yerleşir her şey yerli yerine, hayatlarımız yanlış zaman ve mekânlarda devam etmez belki. Anılar belki bu defa bir anlam bulur bir yerlerde, bir şeylerin içinde, hatırlarken, unutmuşken. Yakınlaştıkça uzaklaşan o mesafe bizim gerçeğimiz. Dokundukça kaybolan, dile döktükçe anlamsızlaşan. Anladığında bile yanlış yerlerinden anladığın, konuştuğunda susmaya meyilli o kelimeler, yanlış zamanda yanlış yere dökülüp harcanan o teşebbüsler…

Bundan sonra hatırlamasak bile unutmayacağımızı biliyorum. Her şey yeteri kadar yok olsa bile, ederi kadar bir şeyler yine kalacak. Bazı gerçeklerin, her ne kadar hayal gibi bile olsa, tamamen yok olmama gibi bir derdi var. Şimdiye kadar onca ölmeme rağmen, hâlâ bir yanım yaşıyor, tutunuyor, anlıyor, anlam kazanmaya çalışıyor. Bir küçücük yanım bazen kaç katı tükeniyor, üzülmesi gerektiği yerde üzülemiyor bazen. Aynı yerlerde yürüsek bile denk gelmeyecek, fark etmeyeceğiz biliyorum. Hem değiştiğimizden, hem de artık bir anlamı olmadığından. Görmeyeceğiz ama bileceğiz, bizim hikâyemizde tesadüfler yoktu hiç. Zamanın değil de, ölümün mü ayırması daha makbul olurdu bilemedim. Hayatın anlamsızlığına bir manasızlık da biz yükledik. Hayat bizi unuttu, gitti. Kimsenin anlatmadığı masalları, sen anlatınca toyluğumdan inandım. Nereden anlayabilirdim ki, önce masalların çürüdüğünü, sonra o inatçı inancın… Şimdi yeniden gelsek bile buralara, birbirimizin ne öldüğünü, ne güldüğünü bilemeyecek kadar uzağız artık. Tüm hikâyeler yeniden yazılsa, yeniden inanacak ne yürek var, ne de o cesaret. Tesellimiz belki de birlikte değil de ayrı yerlerde soluyor, farklı zamanlarda yandığımız, yalvardığımız gecelerde bizi bizden başkasının duymayışı. Söz dinlemez bu bilincimle nereye kadar unutacağım bilmiyorum, akıl almaz bir sancı içimde, yere göğe sığdıramıyorum, çok üzüldüğüm zamanlarda bile artık sadece uyuşuyorum, kendimi donduruyorum, kalbimi, ama belleğime bunca yitimle zincir vuramıyorum. Zaten ne zincirleri, ne de şu zamanı anlayamadım. Belki sen anlarsın bu hayatı bıraktığım bir yerden, ucundan, sonundan ama bir yerinden. Nedensizliğimi bulursun belki. Zamanın içindeki en hain akrepti bizi ayıran ve o bir türlü ulaşılamadığımız, koptuğumuz, savrulduğumuz o kıyıcı yollar.

İçindeki deliliklere anlam aramaya çalışmaktan yorulmuştu, en kötüsü de bu kadar sıkıldığını anlatamamak ve ispatlayamamaktı. Ne zaman başladığını bu bıkkınlığın artık hatırlayamayacak kadar eskilerde kalmıştı. Zaman birbirinin içine girmiş, her şey aynı bir tekdüzelikle ve yeterince hızla devam ediyordu. Rüyaları kitaplara, kitapları kendi zamanına karışmıştı, bu karmaşayı çözemediği içinde yaşadığının kaç katı yoruluyordu. Bu yorgunlukların da artık bir anlamı olmuyordu, tıpkı bıkkınlığın, zamansızlığın ve yokluğun olmadığı gibi. Anlamsızlık derin ve kalın bir sis gibi her yeri sarmıştı. Artık kurtulamayacağına ikna olmuş, belki de yok olmanın yollarını arayacak ve bulacaktı. Sanırım son umudu da bu yöndeydi.

Uçmakla düşmeyi, beklemekle susmayı karıştırdık biz. Karıştırınca kimin neyi istediği, aslında ne olduğu birbirine girdi ya da yer değiştirdi, orasını artık bilmiyorum. Ne olacağı ya da ne olmayacağı belirsizleşti böylece. Bu hikâyede kimse kimseyi anlamadı, diğer herkesin birbirini anlamadığı gibi. Bazen düşman olmak için anlamamak bile yetiyordu. Her dramdan iyi bir şey çıkacak diye bir şey yoktu, bazen hiçbir şey çıkmazdı, öyle de oldu. Ne hatıra, ne yaşanmışlık, ne hayaller. İçi boş bir şeyin patlaması gibi tuzla buz olup, yeniden birleşemeyecek kadar, parlayarak, parçalara ayrıldı. Düşünmeye artık vakit olmadığı için, düşünecek de bir şey aransa da bulunamadı. Geceleri benim görmediğim sair zamanlarda yine ev üzerime dökülecekti, yıkılmasa da… Yine gürültülü yağmurlara yağacak, herkes içindeki sessizliğe gömülecek, kulaklarını dış dünyaya kapatıp, iç kabuğundan medet umacaktı. Böylece belki biraz yenilenip, yeniden düşünme gücünü bulabildiğimizde, çıkıp içimizden, kaygılanmanın ve kederlenmenin bir yolunu bulup, ıstırabımıza bir kat daha ekleyebilecektik. Bazen günler, aylar geçse de hiçbir şey devam etmiyordu, bunu bilmek acıyla karışık bir şey, ifadesiz ve imgesiz.

06.06.2024 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sıradanlığın Istırabı

Sadece günlerin isimleri değişiyor, içindekiler aynı.

Sıradanlığın ıstıraplarının alıkoyduğu yerdesin, görülmüyor, duyulmuyorsun, ancak kendini böyle şüpheden bir miktar uzakta tutup, güven duyuyorsun. Hâl, hatır bile sorulsa tüm içini bir ürperti kaplıyor, hâlin hâl değil, biliyorsun. Devamındaki soru ve sorunlardan beynin uyuşuyor. Nasıl’ları, neden’leri bitmiyor. Sen kolayca gelmedin şu hayata ve kolay yetişmedin kendine, buralara. Ama bu çağda her şey o kadar çok basitçe ve lüzumsuzca gelişiyor ki, yine de dehşetten geçilmiyor. Herkesin yıllardır bilinmeyi dilediği şu zamanda bilinmemekten başka çaren kalmıyor. Bıktıkların artıyor, tahammüllerin tükeniyor.

Hayatımın bir nedeni vardı, yitirdim, bir yeri vardı, bulamıyorum. İçimde tarif edemediğim bir ıssızlık, yalnızlık. Her şey başka türlü olması gerekirken, böyle olmuş gibi bir hissizlik. Tüm umutsuzluklardan sonra sığınabileceğim tek yer uyku, o da tahammül edemediğim şeyler yüzünden kâbusa dönüyor. İnsan bazen en büyük kâbusunun bile peşinden gitmek ister, kaybolmak için, başka çare bulmaya da üşeniyor, bulamıyor, inanmış bulamayacağına da…

Ben de şu kış günü canımın çok istediği gibi ve istediği şekilde kış uykusuna yatan hayvanlardan biri olsaydım, hiçbir yerim ağrımaz, üşümez ve canım bu kadar sıkılmazdı. Can sıkıntısı da bir yerden sonra insanın canını yakıyor, soğuk, zehirli hava gibi. Her şeyin altında bir neden aramaktan ve hiçbir şeyin hele şimdilerde, göründüğü gibi olmamasından yoruldum. Cisimlenmeden önceki hâlimle, tüm kırgınlık ve yorgunluklarımı bir çukura bırakıp, bu dünyadan geçmek istiyorum, ardımdan bir renk; adı lazım değil, bu dünyadan geçti de demesinler gerekirse. Yeter ki gideyim, kopayım, bağım olan ve olmayan her şeyden, bağım olmasını istediklerimden, bir ilişiğim olduğu hâlde benimsemediğim, kendimi hiç kimsenin yazma bilmediği bir ülkede kalem gibi hissetmekten, değerinin bilinmediği yerlerde, alakasızca durmaktan, hiç istemediğimden, ruhuma, kalbime yakıştıramadıklarımdan… Bunca çektiğim ağrılarımın artık bir yerde, bir şeylerime telâfi olmasını istiyorum, olmuyorsa da bir daha acı çekmeyeyim, ağrı da hatta hiçbir şey. Herkes kendi zamanına göre beni yaşadığı ve bir saat gibi ayarlamaya çalıştığı için ve her şeyin de bir saatinin olduğunu sürekli kulaklarıma zerk ettikleri için zamanı durdurup, geçmişteki o zamanda bir yerde donmak istiyorum. İstedikleri her şey için bıkkınlıkla, bir miktar daha kendime gönülsüz, soğuklukla, kendimden de uzağa gitmek istiyorum, Husumetim gidemediğim yerlerle ve erişmeyi hiç düşünmediğim zamanla, muhtemelen herkes yıllar diyecek, bana göre zaman ya da an. Artık yanlış bir tren bile olsa, yollar istiyorum. Yeter ki gideyim bu zamandan, bu yerden, bu uzaklıklardan ve çürümeden, geç kalmadan yetişmek istiyorum.

Neyin kanıtıydı bunca direnç bilmiyorum, herkes kadar kırılganım ben de ama herkes kadar unutamıyorum. Belki biraz daha fazla, bunu yeniden ve hep tekrar etmek için mi bunca kırılıyordu kalbim? Kimsesiz rüyalar görüyorum, içi bomboş, ıssız, içinde kimseler yok, bazen çok yüksekten boşluğa düşüyorum ama kendim de yok, düştüğüm yerde bulamıyorum, uyanmam lazım aslında değil mi? Ama uyandığımda da düşmeye devam ediyorum ve hep sonunda kendimi yine zannettiğim yerde bulamıyorum. Kendimle bile yeterince bağlantı yok aramda, bir başkasına alışamıyor olmam tüm bunların içindeki en iyi saçmalık olurdu ama kendim, onunla bazen ne yapacağımı bilmiyorum. Saçmalamanın rahatlatan bir şey olduğu sanrısına yıllardır dayandığım için devam ediyorum, yazdığım her şeyin içinde de fazladan saçmalık buluyorum, yine de vazgeçmiyorum. İçimi açtığım yerlerde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, parçalarım sanki haksızlığa uğradığım zamanlarda kaldı ve bir daha bütünleşmemek üzere parçalara ayrıldı ve savruldum. Bozulan ya da dağılan hiçbir şey bir daha eski bütün hâlini alamazdı, bunu en çok senden öğrendim. Yanında dağıldığım zamanlardan sonra, inkâr etsem de bir daha eskisi gibi olamadım. Fizik kuralları beni ziyadesiyle zorluyor. Keşke biraz daha anlayışlı olsaydı bazı geceler, bazen. Keşke dediğim her şey için kendime biraz daha haksızlık ettiğimi anlıyorum. Herkes aynı şekilde sızlanacak diye bir şey yok ki, herkes aynı cümlelerle acısını anlatacak diye bir dert de yok. İçime doğru üzülüyorum, içime eğilip, anlatıyorum meramımı. Bolca saçmalayarak, kelimelerin içine gömerek ama içinden çıkamayarak, hatta tıkıştırarak yaşıyorum acımı, azıcık saygı olsaydı bari. İçimden vedalaştım herkesle, sessizce yine, bir eyleme gerek kalmadan bitti zaman içinde her şey. Hiçbir şeye sitem duymuyorum artık, gerek de duymuyorum. Sadece ikimize ait bir dil icat edilse diye düşünmüştüm yıllar önce, ikimizin anladığı, ikimizin kelimeleriyle olan bir dil. Zaman geçtikçe diğer pek çok şey gibi bunun da imkânsızlığına artık inandım. Daha makul şeyler bekliyorum artık, mesela çok beğendiğim bir rüyayı, uyandıktan sonra keşke sen de görsen diye geçiriyorum içimden, görmeyince eksik kalacaksın, sanki eksileceğiz gibi geliyor, görürsek tamamlanırız gibi sanki hiçbir şey bitmemiş de bir yerde kalmış gibi. Tek başıma gittiğim o rüyalardan bir gün bir bütün hâlinde geri dönemeyeceğimi hissediyorum ve herkes bizzat kendi rüyasına gider biliyorum, kimseyle birlikte uyuyamazsın. Belki de ondan tek başıma iyi rüyalar bile görmekten korkuyorum. Uykusuz ve kâbusu, aksiyonu bol gecelere katlanarak, gündüzleri de gündemden, acı ve telaşların içinden yuvarlanarak geçiyorum, bir şeyin geçtiği, gittiği yok, idare ediyorum, her defasında bir yolunu bulacağım, inancını da söküp, atamıyorum. Durup dururken olmadık şeylerden anlam çıkarıp, kafa yoruyorum, gözlerim ıslanıyor, içimde dinmeyen bir rutubet var, belki de bozuldu duygularım, yer değiştirdi, hırpalandı belki, bir daha eskisi gibi olamamakta haklılar bence, böyle giderse, ruhum pas yapacak, ne zamandır kurumanın bir yolunu bulamıyorum. Herkesin bıçağındaki elması kendine, nasıl doğrayacağı, ne şekilde, ne yöne doğru keseceği de…

İnsanın kendi eliyle kendini kaybedebilmesi ne tuhaf şey, bulamıyorum bazen hiçbir yerde, bazen de kendimden uzaklaşıp (ki yaşananlara az tahammül göstermedim aslında…) Öyle bir kuş gibi tepeden kendi ensemi izliyorum. Kafama vurup, kaçasım geliyor, belki biraz daha fazlası. Her sorunun cevabını yukarıdan ya da kendi dışımdan bakarsam daha iyi görürüm diye düşünüyorum, ama belki de olmayan cevapları bekliyorum. Bu geçicilik geçmiyor, yitiriyoruz. Çok kurcalanınca, hem de durup dururken, bozuluyor içi her şeyin, insan da, duygular da, eşyalar da öyle. Aldığı nefesten bile kuşkuya düşürüyor bu çağ bizi. Tanıdığına pişman olduklarınla, tanıdığına memnun oldukların arasındaki orantısızlığı dengelemeye gücün yetmiyor, onaramıyorsun, onaramıyoruz. Ben belki de birçok şeyde zannettiğim gibi anılarımı da yanlış hatırlıyorum. İşime geldiği gibi hatırlıyorum belki de. İstediğim olmadığında, konuyu usulca kapatacak kadar olgunluk taşıyorum artık içimde.

İçimdeki infilaka borçluydum bazı şeyleri, her patlamanın ardından yeni bir dünya başlamıyordu zihnimde maalesef. Yeni çatlaklar, başka kırıklar, ortaya dökülen pişmanlıklar dolanıyordu zihnimde. Sıradanlıktan geçilmiyordu günler. Her yeni başlangıç başlamak olmuyordu, çoğu başkalarının sürdüremediği, arta kalan hülyalar gibi geliyordu artık bana. Hayatı mı biliyordum artık, yoksa; “daha ne yaşanabilir ki”nin saflarına mı geçmiştim? Beynimden geriye kalan zerreciklerden ses çıkmıyordu, tüm soruların ağırlığı da kendine getiremiyordu anlamsız kelimeleri. Arada kalmışlığın, onulmaz kararsızlığın ve hiç gitmeyen ürkünç sersemliğiydi üzerimdeki. Hiçbir şeyin cevabı yoktu çünkü bir eyleme neden olacak güç tükenmişti, hiçbir şeyin sorusu olmak durumunda da değildim. Öylece kalsındı sorular, anlamsız hayatlar gibi aramızda boy göstermeye devam etsindi. Herkes bir diğeri için tehdit oluşturduktan sonra, verebileceğin hangi cevap sağlıklı olurdu? Susmak verebileceğim tek cevaptı. Bu kadar kusursuz kim yaralayabilirdi ki başka?

Keşke yetseydi aldığı tüm nefesler, hakkını verebilseydi ciğerlerinde dolaşan oksijenin, o zaman belki yarım kalmazdı bir şeyler, en azından bir hikâyenin devamını merak eder, hevesini yitirmez, yaşamaya devam edebilirdi. Havadan itibaren, her şey kirliydi, içi de tüm bunlara uyum sağlıyordu, titizlikle. Ödünç aldığı nefesi, bir borçlu gibi hızlıca geri bırakıyordu. Modern çağın, modern olmayan köleliğinden istifa etmek için, canını dişine takıp, durmadan çalışıyordu. Çalıştıkça borçlanıp, borçlandıkça köleleşiyordu. Bir insan ancak bu kadar hapiste olmayıp da bunca tutsak olabilirdi. Çürümeye bağışıklık kazanıyorduk günden güne, anlık yıkım eylemlerinden sonra.

30.01.2024 Salı 11:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Bir Bulut Sancısı

Bir bulut sancısıydı benim gökyüzüm. Kimseyi beklemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmayacağını çoktan kabullendim. Sırf bu bile artık buraya ait olmadığımın en belirgin kanıtı.

Camın önünde oturduğu koltuktaki iz gibiydi varlığı, yokluğu demek daha doğru olurdu, kendi belirginliğinden vazgeçmiş, belleğini içindekilerle birlikte yitirmeyi göze almıştı. Cam bir şeyleri bekleyenler içindi bir de canı sıkılanlar için, akşamları yağmur yağarken, sokak lambasını seyretmek içindi. Camla derdi yoktu, koltukla olduğu kadar. Kendini bir şekilde söküp, almalıydı oradan, tüm ışıklar ve seslerden. Oluruna bırakmakla, umursamazlık arasında kendini yiyip, bitirmekle geçiyordu çoğu zaman. Daha ne kadar sessizleşebilir ve nasıl biraz daha kaybolabilirim diye düşüyordu. Yokluğun da bir sınırı vardı, tıpkı varlık gibi, hiçbir şey ebediyete kadar yok olamıyordu. Sadece azalıyor ya da eksiliyordun, varlığını anlamsızlaştırarak, yokluğa biat ediyordun. O uçsuz bucaksızlıkta kendine ayrılan zamanı da reddediyordu, hiçbir şeye sahip olmazsa harcayacak bir şeyi de olmazdı. Her harcama sonunda muhakkak bir üzüntü vesilesi olurdu, bunca sıkkınlık varken daha da burulmanın hiç gereği yoktu.

Bu delikten kaçmak, bu deliliği kabullenmek, hatta sarıp, sarmalamak, başka kurtuluş yoktu bizler için. Hayal kırıklığından başka gidecek yerimiz yok! Dışarıdaki gürültülerden şikâyet ederken, asıl kendi içi susmuyordu, hele o kafasındaki sesler, puslar, çığlıklar… Gündüz canlı ve ayık gördüğüm tüm kâbuslar rüyalarımı da ele geçirdi, çağımdan şikâyetçiyim, ömrümü istemiyorum, yaşadığımdan sıkıldım.

Sinirlerimin bile sinirlendiğini, koşturduğunu hissediyorum bazen. Zamansız bir yarayım, belki de yarasız ve yararsız bir zaman. Yıllar önce Denemeyi Denemek diye bir yazı yazmıştım. Şimdilerde de değişen bir şey yok pek fazla, yine deniyorum, her şey denemeye dönüşüyor bir yerden sonra, yazmaya kalktığım ne varsa. Şiir diye yola çıktıklarım da kendini denemekten ileri gidemiyor. İçinden başka yollar, başka denemeler çıkıyor, onu yazmaya devam edeyim derken, ucunu kaçırıyorum, uçurumlarla boğuşuyorum, dolambaçlarda kayboluyorum. Bu sefer bomboş bir ormanda, öyle yol bilmeden gidiyormuşum gibi belki buradan ana caddeye çıkarım ya da şuradan bir sokağa dalarım diye uğraşırken, bir sürü yol yani yazı çıkıyor önümde. Daha sonra upuzun bir metin olunca, içinden ilk yazmaya çalıştığıma dair olanları almaya çalışıp, yeniden onun üzerinden devam ediyorum, tamamlamaya çalışıyorum. O anki iştahla yazınca bitecek gibi olan bir şey belki başka bir zaman o hâl olmadığından günlerce sürüyor, nihayet bittiğinde, geri kalanlar da, artan demek istemiyorum çünkü artık değil, diğerleri de başka bir yazının ya da denemenin konusu oluyor. Bir anda bazen üç yazı birden yazıyorum. Kısaca denemeyi denemekten hâlâ kurtulamıyorum. Kendime göre beğendiğim, kusursuz bulduğum yerleri ayıklayıp, koca yazılardan, alıyorum. Diğerleri genelde hiç yazılmayacak bir yazının ya da kitabın bekleyeni oluyor.

Henüz nokta konulmadı diye bitmedi sanıyorsun. Oysa yıllar önce hiçbir şey söylemeden ya da bitirmeye dair bir eylem olmadan, bitmişti. Sürdüğüne içinden inanarak, bir yere varacağını zannediyorsun, bitse de herkes gibi bitecekti, o aynı sonla, aynı buruklukla ama herkes gibi sona ermediği için, bitmedi zannediyorsun. Herkesin bitmişi kendine göre, içindedir. Herkes her şeyi farklı bitirir kafasında, herkesin bitişi de susuşu da kendine özeldir. Ben de kendi bildiğim gibi sustum. Çünkü tatlı rüyalarla gelmedim ben bu dünyaya.

Bazı günler gereksiz bir coşku kaplıyor içimi, nedensiz, az sonra solacakmış gibi bir neşe. Kırılgan en az içim kadar. Kederin içinde kendini oraya ait hissetmeyen, yapay bir sevinç… Ve kederine sığınma derdi, hiçbir şeye bir daha bu kadar yakın hissedemeyeceğinin de bilincinde. Kalbimi kıran şeylerin başında geliyor bu saçmalık, nereye koyacağımı bilmediğim o uçucu coşku, sonrasında hırpalıyor beni, derdine alışıyor insan, kederini benimsiyor, içini biliyor çünkü. Yakın hissediyor, ruhunun, damarlarının ezberinde. Ama neşeler öyle değil, o uçuculuk hiçbir zaman sahip olunamayacağını hissettiriyor. Sonsuzluğu olmayan, hevesten öte gitmeyen durumların içinde bulunmak, dünyadan kayıp, gittiğini hissetmek gibi bir şey.

Bu neşeye de, övgüye de, zamansızlığa da lâyık değilsin. Buraya ait değilsin, cezalı gibi duruyorsun, tek ayak değilsin ama yüreğin ağzında bekliyorsun. Bunun çaresi yok. Düşünen suçlu artık, bunu öğrettiler, bilen huzursuz, hele anlayan yandı, ömür boyu hapis bu hayatta. İçinin huzursuzluğundan gidebileceğin tek yer cehennemdir.

Başkalarının iyi olduğuna kendimizi inandırmamız, kendi iyiliğimize inanmak için gerekiyor, içimizdeki kötülükten korkuyoruz ve bundan kaçmak için iyiliğe sığınıyoruz. İyiliğin derinine indiğimizde ya çekingenlik vardır ya da korku. İyilik yapmak için iyi olamıyor çoğu. Kendi iyiliğimizi öne çıkarmak için başkalarını över, göklere çıkarırız, iyimserliğin içine sığınarak, gerçekçilikten kaçınırız çünkü zor ve acı, bir şeyleri olduğu gibi ortaya çıkarmak, dökmek, buna kendini kötülemek de dâhil. Bu yüzden doğal ve içten değiliz, iyilik yaparken bile kişi kendi menfaati üzerine planlar yapar, hiçbir şey yapmasa bile o kibir göğsünü kabartır, mütevazılıktan kendine bir taht kurar, herkesten üstün gördüğü bir taht, indirmez kendini oradan. Dolayısıyla; içten içe bildiklerimizden kaçmak, unutmak, üstünü örtmek her zaman daha kolay olmuştur.

Anı defterinden bazı sayfaları hiç yaşanmamış gibi silip, atmak istersin hayatından, kendini kendine olan ihanetinle yargılarken, korkularınla kendine hak verirsin. Birinin okuması değil, kendi okumana bile katlanamaz, kendin yaşamaya katlanamadığın şeyleri birilerinin gözüne sokmanın lüzumsuzluğunu düşünüyorsun ne zamandır. O özlemle acı arası, uzakla yakın arası, varla yok arası, uykusuzlukla sersemlik arası zamanları bir çırpıda unutmak, belleğinin güven mekanizmasına kendini bırakmak istersin. Ama vardır, öyle bir şehir, öyle bir ülke, uzaklardaki sarıp, sarmalayan o dağlar, toprak yollar, bomboş araziler, sonsuz kere yalnız bulutlar. Her şeyiyle, taşıyla, toprağıyla sevdiğin, yokluğuna bile kendinin bile bilmediği, anlamadığı şekilde tapındığın o zamanlar rüya kadar uzakta da olsa yaşandı. O bölgeden, sana artık çok uzak olan o mesafeden duyduğun haberler, haritada bulmaya çalıştığın o yeri her anımsadığında, gökteki o parlak, tek başına yıldız sana selam gönderiyor gibi hisseder, boğazın düğümlenir, ürpertiyle hissedersin. Tam ortasında kalmışsındır o uzaklığın, suskunluğun, yokluğun, unutulacak yarınların tümünün… Eninde sonunda çukuruna belki varacaksın ama daha önce en derinine çekileceksin. Bu da şuradaki saçma bulduğun varlığının, sonsuz tesellisi olmalı. Ağlayabildiğin sürece yıkanacağın, yıkandıkça bulaşacağın ve hiç yakınmadığın, kaçamadığın o eski, en sahici duygularla çepeçevre sarındıklarınla, tüm içini duman gibi kaplayan, o bulutlu, seni sarsan efkârınla varsın, sevincinle değil.

05.01.2024 Cuma 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

İçten Bağıranlar

“Seni bildiğim kadar kendimi bilseydim böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum” diye yıllar öncesinde yazdığım bu cümle ile şimdilerde tek başıma ve yine birçok şeyle olduğu gibi tek taraflı tartışmalara giriyorum, dert buluyorum, içime sindiriyorum bu derdi. Tabi içimden, hesaplaşıyorum belki, telaşlanıyorum, yeni sezgiler ekleniyor derdime, kendime yaptığım haksızlıklara karşı ve rağmen. Bildiğimiz tüm doğrular unutuldukça, yerine yeni bağlanacağımız yalanlara yer açıyoruz. İhtiyacımızın ve güvenilirliğin bu olduğunu zannederek… Yalanın rahatlığındaki konfora muhtaçlık hissediyoruz, gerçekte olduğu gibi ruhun irdelenmesi, belleğin dürtüklemesi ilgilendirmiyor bizi çoğu kez, ta ki o hafızamızdaki dürtüler, bizi rahatsız edinceye kadar. Tüm unutulmayan o yaşanılanlar unutulmadığını kanıtlamak için bir yerde hatırlamak gerekiyor.

İyiyim dedikçe iyi olacağındaki inancını gönder bana, sıradan tüm Cumartesi’leri gibi bir günün biten solgunluğunda, önce saçlarımdan başladığımda silinmeye, en son gülümsemem silinirken, uyumdan uzak, merhamete yakın, beklemeler ertesi gibi bir günde tüm düşündüklerini olmasa da en çok düşündüğün şeyleri yolla bana. Solgunluğumuzdan kaçak bir hikâye çıkaracaktım, az daha kalsak öylece. Her an yitmeye teşne, hâlâ hayal ile gerçeği karıştırıyorum seni bulmak için, başka yapacak bir şeyim yok ki… Sıcaklığının uçuk kokusunda, olmamışlığın içinde, hiç olmayacaklarla birlikte imkânsızlığındaki süregelen sonsuzluğu gönder bana.

Bunaltıdan da bulantıdan da çok iyiydi bulanık olmak. İstediğinde silebilirdin, banyoda sıcak suyla buharlaşmış aynadan siluetini siler gibi. Aşk öğretildiği gibi değildi ya da kitaplarda yazdığı gibi, herkes kendi aldatmacasını kendi içinde safça yaşıyordu. Sabahleyin uyandığında gerçekliğini kendine ispatlamak için yanını kontrol eder gibi, içini yoklarsın. Bulamazsın hiçbir yerde, anlık gördüğün rüya gibi yok olur her şey, hatta o kadar çok yok olur, o kadar inkâra kalkışır ki her şey kayıtsızca… Sonunda ya hiç yaşamadığına inandırılırsın ya da hayalden ibaret olduğuna, sadece senin anladığın bir his, yalnızca senin duyumsadığın bir hayal gibi kalır içinde bir yerde o boşluk. Kendi sıcaklığından, onun dudaklarındaki sıcaklıktan bile şüpheye düşersin zamanla, böyle olmasa zaten nasıl katlanılabilirdi ki… Ortada bir inkâr varsa gereği yapılmalıydı, hem de hemen. Kendi içinde sürekli kaybolan birini bulsan ne olurdu ki? Sadece bulduğunu zannederdin, o kaldığı yerden kaybolmaya devam ederdi, edecekti. Yeni bir şeyin başladığı yok, sadece unuttuğun geçmiş, tekrar çıkınca yeni zannediyorsun. Yaşadıkların yaşayacaklarının teminatı gibi, oradan bir yere gidemiyorsun. Gelecek diye beklediklerin geçmişte bir yerlerde oldu ve bitti. Sen kendi noktalarından sorumlusun. Başladığını zannettiğin şeylerin başı yok, başlığı yok. Ortalarda, ucundan bucağından yakalarsan ne âlâ…

Parlaklığından sıkılmıştı, durmadan parlayıp bir zaman dilimi içinde birdenbire bir kıvılcım gibi sıçrayıp yok olacağının ayırdına varıp, kendi parlaklığını kendi elleriyle yok etmek istemişti.

Anlamsızlıklar bir sürü muamma biriktirdi içimde, kötülük edepsizce günyüzüne çıkarken, dize getirilen hep iyilikler oldu. Kaza kurşununa gitti ebediyete gizlediğim her şey. İçimdeki tedirginlikler de boyunun ölçüsünü aldı hâliyle, tıpkı benim gibi. Çözüldükçe manasızlaşan her bir anlam çivi gibi saplanıyordu zihnimin karanlığına, içimdeki inisiyatif alma cesaretlerim böylece değersizleşti, başkalaştı. Zaten hep bir şeylere bir miktar fazladan ilgi gösterdiğimde kendimle aramdaki uçurum açılıyordu, yabancılığıma başkalık ekleniyor, kendimi bilinmez bir yerlerde buluyordum. Demek ki her şey yerli yerinde değildi ya da istediğimiz zaman ya da durumlarda olamıyorduk veya hâlimizden memnun değildik ki, masallara inanıp, hayaller kuruyorduk, tüm bunlar için en cafcaflı kelimeleri seçiyorduk. Tamamen kusurlarla dolu birer varoluşsaldık, kendimi ne kadar daha yaşamaya ikna edebilecektim, kendimin ruhu azalmış, gücü tükenmek üzere olan, içinde sabır namına kırıntı belki azıcık kalan, kötü bir versiyonu gibi dolaşıyorum gün içinde. Yeniden doğmak, var olmak, baştan başlamak, küllerinden doğmak bana göre değil. Kişisel gelişim zırvalarını kati şekilde reddediyorum, biz gelişemiyoruz, bizim kusurumuz bu belki de, herkes kusurunu karşısına alıp, bunu kabullenmeli, belki o zaman biraz gelişiriz, gelişebilsek bunca kötü niyet rahatlıkla aramızda dolaşamaz, fesatlıktan beslenenler kolaylıkla varlığını sürdüremezdi. Başkalık ile aynılığı farklı yerlere koyabildiğimizde ancak gerçek duyarlılığı anlayabiliriz. Noktalardan yanayım, hadi biraz da virgül olsun hayatımızda, her şey tekrardan ibaretse, yeniden diye bir şey yok ve yeniden başlamak değil, eskinin devamı olacak. Bir paragrafı dosdoğru devam ettirdiğim için karamsar ya da kötümser zannediliyorum. Oysa sadece gerçeklerden yana olacak kadar cesaret taşıyorum içimde, belki herkesten biraz daha fazla. Görüyorum, gördüklerimin hakikatinden yanayım, tecrübenin içine katılan sahtelikten kaçınıyorum.

Kendi içindeki oyuna katılarak, inanıp, gerçeğin değil kurmacanın peşinde kaybolarak, yaşadığımızı varsayıyoruz, açık yüreklilikle söylenilen hiçbir şeyin cezasız kalmadığını, bedeliyle anlamış olduk. Hayatla kurgu birbirine karıştı, yapaylıkla yoğrulup, hakikati teğet geçiyoruz. İmkânlarımızı yitirip, olanaksızlığı başköşeye yerleştirdik. Sihirli sözcükler bile kurtaramıyordu artık bizi içimizin boşluğunda uçmaktan. Çoğumuz bu uçmadaki rotayı şaşmayı bekliyordu, kaybolmak için. Sonsuz hayali duyguların hayaletlere dönüşüyorken, hayat denilen hatanın içinde, arsızlığımızca varlığın hapsine kapanıyoruz.

Suskunluk benimle başlayan her şeyin başında geliyordu, bazen nereye sakladığımı bulamasam da. Bu yoğun soğuklukta kendi isteğimle, kendi ellerimden kaçmak istiyorum, bu soluklukta kendi suratıma yüz çeviriyorum.

Zamanın bir yerinde kurulmuş cümleler… Yıllar sonra bile bir araya geldiğinde hâlâ bir hikâye etmiyordu.

Sevmediğin, hatta kötü diye bildiğin kişiden bile bir şeyler öğreniyor insan yıllar içinde. Okunmuş, rastgele eline geçen bir kitapta, itinayla üzerinden geçilmiş, altları çizilmiş o cümlelerde ararsın bazen gerçeği, ne duygularla, hislerle çizilmişti, ne düşünülerek, ne yaşanılarak vurgulanmıştı o cümleler… Herkese başka şeyler hissettiren o kelimeler, acaba senin hissettiğinden daha fazlasını mı hissettirmişti ona? Dayanamamış, çizmiş, belirginleştirmiş, belki de bir çerçevenin içine almıştı, saklamak istemişti, içine almak, bağrına basmak, kalbine yakın bir yere koyup, bırakmak istemiş, en çok da içine dokunmuştu. Hikâye okuduğunu zannederken, belki de bambaşka bir öykü çıkıyordu hikâyenin içinden. Evet yıllar önce onun da söylediği gibi altı çizili satırlar, sonradan okuyan birinin dikkatini o cümlelerde yoğunlaştırmak için, bencilce yapılmıştı belki de, biz de gerçekten okurken o cümlelerin içindeki hikâyeye kapılıyor, düşünmeden edemiyor, kitapların bütün varlığından farkında olmadan uzaklaşıyorduk belki de… Hikâyenin içindeki hikâyeyi keşfetmeye çalışırken bir yandan da bunu düşünmeyi öğrenmiştim. Tüm bu boşluklar, iyileşememekler yaşanılanlardan değil, hikâyesizlikten oluyordu. Hayalsiz hikâyeler yaşıyor, hikâyesiz hayaller kuruyorduk. Birbirine bağdaşmayan her şey gibi; kırılıp, yok olup, onulmaz boşluklar birikiyor, mesafeler genişliyordu.

Birçoğu olamayacağı kişilere dönüşmeye çalışıyordu, asla üzerinde durmayacağı karakterlere bürünüp, dış dünyayı etkilemeye çalışıyorlardı. Kendine baktırmak, iyi ya da kötü ilgi çekmek tek odak noktaları idi. Ama bu zekâsız yapaylıkta kendilerinden neler kaybettiklerini, karakterlerinin bir daha hiç düzelemeyecek şekilde ucuzladığını hesaba katacak, duygu, düşünce, his ve sezgi yoktu. Bunları algılayacak tüm duyu organları sonsuza dek kapanmıştı.

Beynimde bir şeyler kırılıyordu, gecenin o sessizliğinde duyuyordum. Kalbimden sonra sıra beynime de gelmişti. Sonrası uyuyamamak, uyumadığın yaşayamamak… Yaşamamaya iyileşirken başladım, tam tersi olmalıydı biliyorum ama insan büyük bir marazdayken hiçbir şeyin ayırdına varamıyor, farkında olamıyor, o rahatsızlığın size bahşettiği sersemliğe gönül rahatlığıyla yaslanmaktan başka elden bir şey gelmiyor. Acı çekmekten, acının içinde devinmekten başka yapacak bir şey kalmıyor kimseye. Durup, geçmesini bekliyorsun, çoğu zaman geçmiyor. O yüzden birçok şeyin bilincine de tam iyileşme sırasında varıyorsun, çoğu bu durumu yeniden doğmak gibi değerlendirip, klişe kelimelerle süsleyip, teselli bulma ümidindeler biliyorum. Oysa eskiden yeni olmayacağı gibi az kullanılmış bir hayattan da yeni bir hayat doğmaz, çıkmaz artık anlıyorum. Boş ama biraz da gerekli tesellimiz bu laflar.

Bunca yıl yaşadığın hâlde hâlâ bağışıklık kazanamadığın ve kazanamayacağın şeyler var. Her kâbusun karşısında yine acemi, yine dünkü çocuk gibisin. Sabahlara kadar bildik kalp çarpıntıları, nerede yavaşlayacağını bilmeyen aksiyonlu kâbuslara karıştı. Dünya bu kadar korkunç bir yer olmasaydı, kâbuslarımız da bunca gerçek olmazdı, belki de hiç olmazdı kötü düşler. Onların olmadığı bir hayat artık yok. Sonuç yorgunluktan bir türlü arınamayan, kendini sürekli güvensiz hisseden bir ruh, savaştan çıkmış gibi bir hâl, içinde içten içe söylenmeler, yakınmalar, bulanmalar, içinden çıkamayacağın şeylerin içinde hapsolmak… Yine de hiçbir şey olmamış gibi yeni sabaha hazırlanmak. Herkesin kaygılandığı miktarca umuda ihtiyacı var. Yoksa o sabah olmazdı.

30.10.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut