Browsing Tag

beklemek

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Onunla ya da Onsuz Yollar

Her sevgi beraberinde şüpheleri, her güven beraberinde korkuları getirir. İnişler, çıkışlar oluyordu, olacaktı da elbet, peki ya onlara gücün? Tükenmişken bu kadar, cevabı olmayan sorularla karanlık gecelerde uzaklara dalabilirsin ama öznesi olmayan tümcelerle hiçbir yere varamazsın.

Hayatımı savunurken, yalancı efsaneleri suçluyorum. Başka bir yolunu bulamadım, savuramadım derinlerdeki o inancı. Ulaşmak istediğim şeylere kavuşmanın yolunun; peşimi bırakmayan inatçı yalanlardan geçtiğini ve hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Kendi masalının içinde sürüklenirken, olmayacak şeylere inanma derdiydi bizi ayakta tutan. Mevsimlerin hep çiçeğe döndüğü, kötülüklerin artık bittiği, kâbusların giremediği rüyalar, yeterince istediğinde ulaşacağın o şeyler olmadığında yine suçluydu masallar. Kendime karşı ilk yalancı şahitliğim, çocukluğumu inciten her şey, altüst etmek bunca şeyi, okuduğum her şeye inanışım, tahammülüm, sabrım, istediğin şeylerin hep tersi oluşu ve beklediklerinin hiç gelmeyeceği, tahminlerinin çıkmayacağı, umduklarının olmayacağı… Neye yararı vardı tüm bu olurların, olmazların? Her şey bu kadar hareket hâlindeyken, durup, beklemek istedim, yorgunluğumdan, her şey yorulduğunda da tek başıma kalkıp, harekete geçecek bir şey umdum. Henüz bulamadım, ben zaten sadece umut etmeyi biliyorum. Olsa ne yaparım bilmiyorum, bildiğim adreslerin bile konumları yok hiçbir yerde, kimsenin bilmediği, isimsiz o yerde, aidiyetten uzak, orası güvenli hissettiğim yer olabilir ancak. Mekândan, zamandan uzak, varoluş için kaçınılmaz geçicilik koşulu, bulunmaktan çok ötelerde, korkunun büyüklüğü kadar, güvenilirliğin peşinden koşmak. Çarpıp, çıktığın kapılar seni beklemediği gibi, beklese bile bir işe yaramaz bazen.

Bizim iletişimimizdeki sorun ileteşememek, birbirini anlamamak adına kurulu. Anlayınca derdi büyüyecek çünkü başka bir şey olacak. Sadece sözel iletilerden ibaret, derinlerdeki keder, umutsuzluk, hüzün bunları taşıyamıyor. Sadece salt bilinen, açıklanabilen, yüzeysel görünürlerde olan darbeleri iletebiliyor. Varışlar, yollar, sallanışlar, sanrılar, sarınışlar yok. Boğulmanın izahatı yok. Gitmenin içindeki özlemi anlatabilecek bir yol da yok belki. Sürmesini bilmediğin bisikletin pedallarıyla, kıra döke, çarparak son sürat cehennemi boylamak. Çok tekrarlayınca anlamını yitireceğinin değişmeyecek garantisi… Eski tereddütlerinden kurtulup, yeni korkularına alışabildin mi? Sükûnetini koruyup, metanetine ulaşabildin mi?

Kırılmaları ne zamandır içimde biriktiriyordum. Sanki yoklarmış, orada değiller ya da olmamışlar gibi yapıyordum. Kırıldığımda saç diplerimden, kirpik uçlarıma kadar kırılıyorum. Şüphenin olması, bulduğumuzu zannettiğimiz şeylerin, aynı hızla kaybolabilecek olması, güvenin bunca yavan ve yapay olması. Anladığımızı zannettiğimiz şeylerin aslında anlaşılamaması, kendimizi kırabilir, karşımızdakini üzebilme ihtimali. Ufacık, saçma bir sebepten her şeyin bir anda yok olabilmesi, garantisiz zamanların tek güvenilirliği bunu bilmek. Yine de buna alışmak, bu şüpheyi içine sindirmek ne güç. Beklentisiz olmak böyle bir şey mi? Hem kırılmamayı, anlaşılmayı beklemek de girer mi bu beklentisizliğin içine? Bence girmez, yolunu böyle bulamaz cümleler, sağa sola çarpar, kaybolurlar, insan böylece ne diyeceğini yitiriyor işte. Dediğimize kendimiz bile inanmamışız, neyin rolünü üstlendik böyle bilmiyorum. Sahtekârlık bu belki de, şimdi bunca olmaz dediğimiz şeyler olunca hangi yalanı çürütmüştük biz ya da hangi doğrunun içindeyiz bilmiyorum. İçim buradan kırılıyor, anlatamadığım için de kırılıyorum, anlatabilsem, anlayacağını bildiğim için de kırılıyor içim.

Bu problemler bende havuz etkisi yaratıyor. Her şeyi en başından başlamak ya da bitirmek, bitirip, yeniden doldurmak… Belki bu sefer doğru bir şekilde eklenir hikâyeler, belki bu sefer doğru şekilde yerleşir her şey yerli yerine, hayatlarımız yanlış zaman ve mekânlarda devam etmez belki. Anılar belki bu defa bir anlam bulur bir yerlerde, bir şeylerin içinde, hatırlarken, unutmuşken. Yakınlaştıkça uzaklaşan o mesafe bizim gerçeğimiz. Dokundukça kaybolan, dile döktükçe anlamsızlaşan. Anladığında bile yanlış yerlerinden anladığın, konuştuğunda susmaya meyilli o kelimeler, yanlış zamanda yanlış yere dökülüp harcanan o teşebbüsler…

Bundan sonra hatırlamasak bile unutmayacağımızı biliyorum. Her şey yeteri kadar yok olsa bile, ederi kadar bir şeyler yine kalacak. Bazı gerçeklerin, her ne kadar hayal gibi bile olsa, tamamen yok olmama gibi bir derdi var. Şimdiye kadar onca ölmeme rağmen, hâlâ bir yanım yaşıyor, tutunuyor, anlıyor, anlam kazanmaya çalışıyor. Bir küçücük yanım bazen kaç katı tükeniyor, üzülmesi gerektiği yerde üzülemiyor bazen. Aynı yerlerde yürüsek bile denk gelmeyecek, fark etmeyeceğiz biliyorum. Hem değiştiğimizden, hem de artık bir anlamı olmadığından. Görmeyeceğiz ama bileceğiz, bizim hikâyemizde tesadüfler yoktu hiç. Zamanın değil de, ölümün mü ayırması daha makbul olurdu bilemedim. Hayatın anlamsızlığına bir manasızlık da biz yükledik. Hayat bizi unuttu, gitti. Kimsenin anlatmadığı masalları, sen anlatınca toyluğumdan inandım. Nereden anlayabilirdim ki, önce masalların çürüdüğünü, sonra o inatçı inancın… Şimdi yeniden gelsek bile buralara, birbirimizin ne öldüğünü, ne güldüğünü bilemeyecek kadar uzağız artık. Tüm hikâyeler yeniden yazılsa, yeniden inanacak ne yürek var, ne de o cesaret. Tesellimiz belki de birlikte değil de ayrı yerlerde soluyor, farklı zamanlarda yandığımız, yalvardığımız gecelerde bizi bizden başkasının duymayışı. Söz dinlemez bu bilincimle nereye kadar unutacağım bilmiyorum, akıl almaz bir sancı içimde, yere göğe sığdıramıyorum, çok üzüldüğüm zamanlarda bile artık sadece uyuşuyorum, kendimi donduruyorum, kalbimi, ama belleğime bunca yitimle zincir vuramıyorum. Zaten ne zincirleri, ne de şu zamanı anlayamadım. Belki sen anlarsın bu hayatı bıraktığım bir yerden, ucundan, sonundan ama bir yerinden. Nedensizliğimi bulursun belki. Zamanın içindeki en hain akrepti bizi ayıran ve o bir türlü ulaşılamadığımız, koptuğumuz, savrulduğumuz o kıyıcı yollar.

İçindeki deliliklere anlam aramaya çalışmaktan yorulmuştu, en kötüsü de bu kadar sıkıldığını anlatamamak ve ispatlayamamaktı. Ne zaman başladığını bu bıkkınlığın artık hatırlayamayacak kadar eskilerde kalmıştı. Zaman birbirinin içine girmiş, her şey aynı bir tekdüzelikle ve yeterince hızla devam ediyordu. Rüyaları kitaplara, kitapları kendi zamanına karışmıştı, bu karmaşayı çözemediği içinde yaşadığının kaç katı yoruluyordu. Bu yorgunlukların da artık bir anlamı olmuyordu, tıpkı bıkkınlığın, zamansızlığın ve yokluğun olmadığı gibi. Anlamsızlık derin ve kalın bir sis gibi her yeri sarmıştı. Artık kurtulamayacağına ikna olmuş, belki de yok olmanın yollarını arayacak ve bulacaktı. Sanırım son umudu da bu yöndeydi.

Uçmakla düşmeyi, beklemekle susmayı karıştırdık biz. Karıştırınca kimin neyi istediği, aslında ne olduğu birbirine girdi ya da yer değiştirdi, orasını artık bilmiyorum. Ne olacağı ya da ne olmayacağı belirsizleşti böylece. Bu hikâyede kimse kimseyi anlamadı, diğer herkesin birbirini anlamadığı gibi. Bazen düşman olmak için anlamamak bile yetiyordu. Her dramdan iyi bir şey çıkacak diye bir şey yoktu, bazen hiçbir şey çıkmazdı, öyle de oldu. Ne hatıra, ne yaşanmışlık, ne hayaller. İçi boş bir şeyin patlaması gibi tuzla buz olup, yeniden birleşemeyecek kadar, parlayarak, parçalara ayrıldı. Düşünmeye artık vakit olmadığı için, düşünecek de bir şey aransa da bulunamadı. Geceleri benim görmediğim sair zamanlarda yine ev üzerime dökülecekti, yıkılmasa da… Yine gürültülü yağmurlara yağacak, herkes içindeki sessizliğe gömülecek, kulaklarını dış dünyaya kapatıp, iç kabuğundan medet umacaktı. Böylece belki biraz yenilenip, yeniden düşünme gücünü bulabildiğimizde, çıkıp içimizden, kaygılanmanın ve kederlenmenin bir yolunu bulup, ıstırabımıza bir kat daha ekleyebilecektik. Bazen günler, aylar geçse de hiçbir şey devam etmiyordu, bunu bilmek acıyla karışık bir şey, ifadesiz ve imgesiz.

06.06.2024 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Hızlanmak ve Durmak Üzerine

Yazmaya cesaret edebilmişim yıllardır, olgun bir yazabilen olabilseydim, tüm yazdıklarımı acımadan yırtardım ama hep toydu düşüncelerim. Kelimeler yanardı, canı acırdı, sonra benim de yanardı, üstelik onlar yaşanmışlıktı, yaşamı öldürmek gibi olurdu. Dahası anı seviyordum ben, tatlı, acı, tuzlu, tiksindirici anılar birikiyordu. Onları da harcamak işime gelmiyordu, bomboş olurdum çünkü. Hüznüm de anım da bitecek diye içim çıkıyordu, hoş biten bir şey de yoktu, bitseler belki biraz daha iyi hissederdim, bomboş ama iyi, en azından dopdolu hissedip, yine de boşlukta olmaktan iyiydi. Boşluktan yukarı bakmak zordu, yukarılara kadar, göğe kadar, ağzına kadar doluydu dünya. Biz de tepemize kadar doluluktan hiçbir şey yapasımız yoktu, kalkıp, bir de yukarı bakmaya teşebbüs mü edecektim… Olmazdı, oraları da çok önceleri kapılmıştı, daha meraklılar tarafından, benim merakım eksikti, merakı olmayanın, merak edecek gücü olmayanın hiçbir şeyi olmazdı, belki de bilinçli olarak seçtim meraklı olmamayı. Kendimi bile çoğu zaman merak etmiyorum artık, nasılım, iyi miyim diye sormuyorum, soramıyorum, cevabını bilip de veremeyeceğim cevaplardan boğuluyorum. Başkalarına da bu bildiğim cevapları vermek istemiyorum, çoğunda susuyorum. Neyse ki herkes yeterince meşgul ya da çağına ayak uyduracak kadar yetenekli bununla birlikte umursamaz da oldukları için, devamını araştırmıyorlar, cevap beklemiyorlar, hiçbir şeyin sonunu da düşünmüyorlardı. Her şey birdenbire olsun, bitsin isteniyordu. Herkes gittikçe hızlanırken, ben kalıp, beklemekte ısrar ediyordum kimseye çaktırmadan, kimse de anlamıyordu zaten.

Uzuyorum sonra, uzun uzadıya, gerek kalmıyor yukarıya bakmak ya da bakmamaya. Tüm şu yapmacık dolu, uydurma zamanlarda göğsümün ortasında hiç bozmadan, vermeden, dağıtmadan, kendimin bile unutacağı kadar içeride gizliyorum o şeyi. Yıllar önce gizleyecek bir şeyim olmadığını zannediyordum, hatta emindim buna, şimdi bunca şeyden, kayıptan ve başkalaşımdan sonra varmış; kalbim. İlk harflerdeki kadar yeni, bir söyleyiş isterdim hayatıma, hiç kullanılmamış taze bir nefes gibi. Bana kalsa, çoktan içimdeki istiridyeye çekilmiştim. İçimin de içi vardı, o için de içinin sızısıydı kalmak, sızıma sahip çıkmıştım, içimi kucaklar gibi.

Aşk da çöker bazen insanın üzerine, ölü bir toprak gibi, lanet gibi, kıpırdayamaz, kaçamaz, üzerinden atamaz, kimseye yaklaşıp, derdini ona bulaştıramazsın. Onarılamaz cesaretin, cahillikten değil, o kuyuya düşme isteğinden, kaybolma deliliğinden, yok olacağını bildiğin hâlde buna bile razı gelme durumundan kaynaklanır. İstekli olmasan bile gönüllüsündür artık. Seni yok edecek olan sonu istemekten başka çarenin olmadığına inanırsın çaresizce. Bir ömrü harcamaya değer göreceksin, kalbinin penceresinden görüp, okuduğum o kitabın satırlarında bir ömür sabahlamaktan bıkmazdım. Herkesin o kadar çok beklentisi ve isteği vardı ki; kimseyi bir şey beklemediğime inandıramadım. Kaktüs gibi kalmayı, değişmeden yıllarca durmayı, kalakalmayı, yok sayılmayı ama en çok da yok olmayı bekledim. Onların isteği bana lüks, benim isteklerim onlarda harabe bir ruh olarak yolunu buluyordu. Dağılmış bir bahçe, susamış bir hayvan, azap dolu bir ölü, belki daha fazlası. Oysa benim en güzel lüksümdü kaybolmak, onların basitliği, benim fazlalığımdı.

Ruhundaki o hasar artık kabuk bağladığında, senden bağımsız olur ve senden ayrılır, başkalaşır, değişirsin. Artık o yara sana ait olmaz, çıkar gider, sebep olunan durumun bir parçası olur, teninden ayrıldığında yeni bir ben çıkar ortaya ve sen artık bir daha eskisi gibi olamazsın. Yaran da senin değildir, hasar da sana ait değildir. Yaralanmak da yalnızca senin sorumluluğunda değildir.

Yıllar önce yazmak bir yolculuk gibidir demiştim ve başlamıştım kelimeleri sevmeye, sarılmaya, yazmaya…

Zaman içinde nokta sevmediğimden şüpheleniyordum, üç noktalara olan tutkumdan tanıdık geliyordu, sonsuz şeyleri seviyor olmam. Kitaplarda da nihayete erenleri değil, bir muamma ile sanki kitap bitse bile içindeki hikâye, senle ya da sensiz bir yerlerde devam ediyormuş gibi gelmesini seviyorum. Belirsizliğin gerçekliğini seviyorum, gerçeğin hayalden bile daha sahte olduğunu artık biliyorum. Bu yüzden bitişlere inanmıyorum, hoş her bitiş bir başlangıçsa ne lüzumu vardı ayrıca bitmesinin? Zaten anlaşılmadığın, anlaşılmayacağın bir hayatta kesin bir sona gerek var mıydı bilmiyorum. Hayat gibiydi bitişler, bitmeyişler bu his daha sağlam geliyordu. Bilinmezliğin uçsuz, bucaksız olmasını benimsiyorum. Hem sonra muamma kelimesi hayranlık uyandıracak kadar çekici, bağlanılacak kadar tok bir kelime, ruhu doyuran cinsten.

Sonra kenarda, köşede ya da uçsuz bucaksızlığın ortasında birkaç isteğim olduğunu şaşırarak öğreniyorum; otların ve bulutların arasında kalan küçücük bir ev istiyorum, hiçbir yerden görünmesin, kimse tarafından bilinmesin. Aydan başka kimse görmesin beni. İçinde hiçbir şey olmasın kitaplardan başka. Olmayan bir şeyin ayrılığının yasını tutuyordum, sessizce. Olmayacak şeylerin ağırlığında eziliyordum, sesim kendimden başka kimseye yetişmiyordu. Yaralanınca uyandım. Uyandığımda bulunduğum çağ sanki başka bir çağın içine geçmiş, çıldırmış gibiydi. Belki de dünyanın içine itilmek istenirken, dışına doğru düştüm. Huzursuz bir düştüm.

Aslında sadece görüyorlardı, bilmiyorlardı.

Zaten hep olmayan şeylerin mübalağası büyür, dururdu. Buradan anlamalıydım içimdeki boşluğu. Gizliden gizliye kendime bile itiraf edemediğim şu köhnemiş hayatım için bile bunca mücadele fazla geliyordu ne zamandır. Bunca yorgunluğun içinde ne ara ölmeye vakit bulabildim? Daha da doğrusu, nerede öldüm ben, nerede kaldım, nereye çekildim? Hangi çukur, boşluğa, küçücük kalbimi nereye gizledi? Hangi kelimelerle gömüldüm? Hangi karanlık sakladı beni bunca yıl? Hatıraların hatırına, hatırlanmamanın karanlığında mı yok oldum? Ondan mı gökyüzüne, yıldızlara, ayın her hâline bu kadar meftunum? Yerin bu kadar dibinde olduğum için mi? Bir daha oralara çıkamayacağım için miydi içimdeki bu suskunluk?

Tam bir miktar toparlıyorum içimde bir şeyleri, sonra yine, yeniden sil baştan oluyor her şey. Benim mücadelem de buydu belki, hiç yerinden kıpırdamadan, öylece olduğun yerde bile durmadan sarsılmak. Sarsıldığın anda içinde bir şeylerin değişmesini önlemeye çalışmak, o çok az kalan şeylerin… Tam unuttum, toparladım dediğin anda karşına çıkan, aslında unutmadığını yüzüne vuran, senin sırtını deşen, kalbini yakan o acımasız hatıralar gibi. Bazı anlar hayatın duracağını, biteceğini, yok olacağını zannediyordum çünkü öyle olması gerekirdi. Ama o çaresiz, keskin, ezik uğultudan sonra kaldığı yerden devam ediyordu her şey, bir tek sanki benim için etmiyordu, duran bir mevsimin içinde kalmış ve donmuş gibiyim.

On Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi Üç 13:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Sair

Mevsimimden vazgeçtim, baharımı bıraktım, çiçeklerimi terk ettim.

Geriye giden her şeyle birlikte, kötülükle, uçuruma sırtı dönük, sırtı güneşe dönük, gövdesi her şeye dönük, dudaklarında suskun bir gülümseme, gözleri sönük, gerisin geri atlar gibi, hayata dair yanıklar gibi, suyun içinde susamışlık gibi sevmiştim. Vişneçürüğü dudaklarının kenarı bozulmuş ve beklemiş, bir kalple, çürük organlarla birlikte, özleyen ellerimi bağışla, tutamadığım her şey için, düşürdüklerim, düştüklerim için. Yazdığım şiirlerin tüm anlamsızlıklarıyla, tutunamadığım yırtık ve yorgun zamanlarımla affet. Delik deşik rüyalarımı, seni tam görememelerimi ama tüm bunlara rağmen bilip de susmalarımı, yarım yamalak uykularımı sar. Eskiyen her şeyin eskide kalmasıyla birlikte gelen rahatlığımla, yeninin de artık iyi ki yeni olmayacağının bilinilirliği ile sevdim seni. Eskinin eskide kalması yerli yerindeydi, yeninin de bundan sonra yerinin olmayacağı çocuksu inancımı, ilk kez inanıyormuş gibi sadece bir kere sarıp, sarmala.

Fotoğraflar karşısında nasıl çocuklaştığım tüm zamanlarda beni yine de büyütme. Öldür ama büyütme, yarım kalmasın bir şeyler artık, yarı yaşanır gibi yaparken, ölemiyor insan, biliyorum. Bir paragrafta ne kadar çok artık kelimesi varsa her şey o kadar yarım kalmış ve o kadar yoksundur. Bunu bilir gibi inanıyorum, bilmesem yine inanırdım.

Dinmeyen iç kanamalarımın verdiği boşluklarımdan sızan buhranlarımın yetki ve etkisine dayanarak, çürüyorum. Dönüşemeyen her şeyin çürümesi gibi, içten ve derinden, biraz sakince, çürümenin içine bir miktar boğazdan aldığım sisle birlikte dumanı karıştırıyorum. Her şey daha fazla karışık olsun diye, içimin karmaşasından kaçıyorum. Beklemiyorum hiçbir şeyin düzene girmesini, artık kelimesiyle tamamlıyorum yarım kalan her cümleyi.

Yaşamıma dair kan kayıplarım izin vermiyor elini tutmama, kendi elimi daha çok tutuyorum. Yazdığım her şey kalemden ok gibi fırlayıp, yerine oturuyor. Dingin bir sevda gibi uzaklık, kuraklık gibi suskunluk… Kendimi geriye çekebildikçe, ölmek gibi, görünmedikçe, gömülmek gibi, ruhumda açılan yaraları sağ salim saklayabilsem, sağlıklı bir yaram olurdu, o bile olmadı. Acılar bile yaralı. Yarası olanların dokunulmazlığı olmalıydı, nasıl dokunurum şimdi söyle? Batmaz mı o zaman; yanan, çürüyen, yok olan her şey.

Neticesini kaybetmiş, sebep ve sonuçlarımdan geriye bir şey kalmadı. Tükettim, her ganimet gibi, ortalık yerde öylece kalmak, daha fazla ayakta tutamadı beni. Atlara kalırsa, hepimiz yenildik, yenilerek sevmiştim seni. Beynimdeki tetiklerle, kimin nereyi işaret ettiği belli olmayan bilinçsizlikle birlikte ama herkesten farklı işlemiştim içime. Başka vurmuş, başka yerimden vurulmuştum. Şarjör ayrı, soğuk ayrı, tetik başka yerden vuruyordu. Her şey başka kaynıyordu, başka yerlerimden kırılıyordum her seferinde. Tesadüfen çarpışan iki deli mermiydik biz, hiçbir yere varamayan. Ama hep başka yerde kaynayıp, başka yerlerde kırılmaya devam eden.

Dışarı çıktığımda artık dopdolu bir boşluk dolduruyordu içimi. İçimi yemesem yer kalmıyordu bu boşluğa, bu uca, bu uçsuzluğa. Dışarıda kalan herkesle içimden vedalaştım. İçimi dışarıda biriktirdim. Yağmur yağdığında, çıkıp, gezindiğim sokaklar adımlarımı görüyordu ama yağmur acaba o yağarken ağladığımı, o hep dökülürken yaşadığımı biliyor muydu? Toparlanıp, bir noktaya taşınmak istiyorum, sonsuza kadar susmak için. Sancıların keskin ve sevimsiz devinimleriyle uğraşırken, kendini bile unutmalıydı insan. Yaşamaya tahammül edemediğim günlerde, günü itekleyip, geceye çıkıyorum. Belki de Sartre’nin Bulantı’sı benim içimdeydi, asıl oradan çıkamıyordum, çıkıp, yerleşebileceğim bir yer bulamıyordum. Sokağı geçmek bazen uçurumlara sızacak olan boşluklardı.

İçimin terklerinden kaçacak yer arıyor bulamıyordum. Kayıp bir ayete inanır gibi geliyordum peşinden her defasında, yanılgının imanına tutulmuştum. Tutuşmuştu içimdeki çiçekler, aşılanmamış, günüme bir türlü ayarlanamamış, kurumuş ve sabaha çıkamamışlardı. Uçsuz bir seheri düşlemiştim tüm gece boyu, düşler uzun sürerdi yine de o gece çok kısaydı, daha baharında ölmüştü gece, sabaha varmadan. Gün uzun sürüyor, boşluklu soluklarımın, buğulu gözlerimde tüttürdüğü, ucu kapalı bir andı. Sonrasında yalnızlık dolu odada düşünmenin rehavetiyle, duyumsadığım tüm hücrelerimle illetli bir tutkunun onarılmaz pençesinden kurtulamıyordum. Her çıkıntı kendine bir yol buluyor, her kusur kendini örtecek bir karanlığa kavuşabiliyordu, bir ben hem ortada, hem değildim. Hem kusurlu ruhumla, hem saklanamıyordum. Her gün günlerinden sıyrılıp, gecenin kucağında sabahlıyordu, her kıvrım kavuğunu biliyor, her zaman bir sonsuzluk anı buluyordu kendine, bana kalan zamansızlık oluyordu, anların içindeki zaman bile biraz yenilmiş ve kullanılmış oluyordu. Ağlayabilmek için bile bir miktar sağlığa, en önemlisi bir nefese gerek vardı.

***

Yatağını kaldırıp, kapının önüne koydu, yere ufak bir yer yatağı serdi, yatsa da yatmasa da artık orada olacaktı. Uyuyamadığı gecelerin yerine, başka uykusuz geceler gelecekti. Kendine yetmeyeceğini bildiği birkaç kitabı da ufak sehpanın üzerine bıraktı, okusa da okumasa da orada olacaktı. Artık zaten hiçbir şey yetmemeliydi, herhangi bir şeye doyması gerekmezdi. Kanması, inanması gerekmezdi, oyalanabilirdi belki ama. Zaman içinde her rahatı bırakmıştı, bedenin rahatı, huzuru artık onun için ruhunun rahatsızlığı demekti. Rahat uyuduğu günler hep kayıptı onun için, güzel rüyalar görse de hepsini unutuyordu. Yaşamıyormuş gibi oluyor, yaşadığını zannetmiyor o yüzden hep rahatsız bir uykuya dalmaya şartlamıştı kendini. Hem rüyaların hepsi hileli ve kandırmacaydı, yalandı dahası. Uyandığında yok olmaya mahkûm bir şey nasıl talep edilebilirdi? Ama kâbuslar öyle miydi? Onlar ne bırakıyor, ne bir yere gidiyor ne de kendini unutturuyordu. Küçüklüğünden beri alıştığı kâbusları artık olmayınca nereye gidebilir ne yapabilirdi ki… Daha da azaltmalıydı her şeyi, tüm dünyayı, içini, dışını, her şeyini. Olan bitenle işi kalmamış, hep yarımlığa, dünyaya artık yama olamayacağına inandığı şeylere gereksinimi vardı. Cümleleri bile yarım olmaya başlamış, sadece kendi duyacağı kadar tek kelimeler hâlinde dökülüyordu dilinden cümleler, onları da düşürür düşürmez bin pişman oluyor söylemesem de olacaktı diye düşünüyordu.

Dışarıyı azalttıkça, içini biriktiriyor, dışarıyı hafiflettikçe içini ağırlaştırıyor ve belki de böyle tam olmaya aday olarak görüyordu kendini. Eşya da yüktü, insanlar kadar. Kelimeler bile bunca yük olmuşken bunca yıl artık konuşmasa yeriydi. İçinde biriktirdiklerini şimdi suskunlukla doldurup, kaldıracaktı. Kendini uçsuz bucaksız bir sona doğru hazırlarken, yanında hiçbir şey olmamalıydı ki, gidişi gecikmesindi. İçinde dönüp, dolaşan birkaç şiirden başka bir şey kalmasın istiyor, hırs, intikam, küçük görülme hatta hoşgörü gibi duyguların bile olmasını istemiyordu. Ancak her şey biter, sona ererse tamamlanacağını biliyordu. Bir tek beyninde kalan çınlamaya bir şey yapamıyor ve o da orada öyle bekliyordu. Ama yakında o da susacaktı, diğer tüm seslerle birlikte. Yoksa insan dediğin; geliştikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe büyüyordu, lanet gibi.

Yaşanmışlığın gölgesi kalıyordu şimdi bulunduğu odada, ondan başkasının hissedemeyeceği, göremeyeceği, belirsizliğin tavana kadar uzanan ağırlığıyla birlikte yaşamak biraz doldurabilirdi içini. Boşluğu da böyle dolduruyor, eşyasız bir karanlığın tuhaflığında kendini ait hissedebileceğine inandığı bir yer olabilirdi burası. O matlığın terk edilmiş, bırakılmış hâlini benimsiyordu. Yuvarlak dünyanın düzeninde ne çok hızla değişiyordu istek, arzu ve beklentiler. Heves denilen şeyin hızlandırılmışı, tadı ve nankörlüğü kalıyordu içinde herkesin şu vakit, bu ara, o anlar… Yaşamadan bıkılan, anlamadan istenilen, istediğini bile anlamadan sahip olmaya çabayla, aslında yaşanmayacak olup, yaşamış, sindirilmiş ve hatta tahammül edilmek durumunda kalınmış gibi, bıkkın, yorgun ve değersizleştirilen… Buna rağmen yine de doyumsuzluğun köşesinde bekliyor, tatmin uçurumunun kenarlarında dolaşıyor bir türlü düşemiyordu.

***

Kendini en çok anlattığın şeylerin yalanından vuruluyorsun, aslında öyle olmadığını, olmayacağını içinden biliyorsun ama birine benzediğini düşünmek, birine anlatmak seni yalnızlıktan kurtarıyor, en az birini inandırmak seni yüklerinden uzaklaştırıyor ve güvende hissettiriyor. O yüzden yalandan bile olsa biriyle aynı olmaya meylediyorsun. Birine benzemek bir tek senin umurunda ve isteğinde, bunu bir başkası bekliyor değil. Ama sen beklenildiğine inanmak istiyorsun. Beklenilecek kadar umursanmak ve değerli hissetmek için.

Yirmi Ocak İki Bin Yirmi Üç 11:00
Nevin Akbulut