Monthly Archives:

Kasım 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Yarımca

Sadece sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip, tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum, bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.

Yorgun bir günün ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba, ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi, hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık, bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma. Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca, içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim. Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var, elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.

İlaçlar bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara, güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor, bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa, üşütmezdi sanırım.

Havadar alanda gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda, mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor, üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.

Bazı cümlelerin hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde, bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…

Tüm rahatsız ruh tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte, gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde olamam.
Açık camdan içeri giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu, gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.

Hayat; ya hiç gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç gelmeyecek olan istasyon.

Uzun zamandır bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler, bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.

Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana günah olarak yaratmıştı!

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Konforlu Yalnızlık

Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu.

Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum.

Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım… Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz.

Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre…

Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların.

Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum…

Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor…

İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor.

Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım.

Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.

Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz…

Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Hanımelinin Ojesi

Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.
Bazı zamanlar hiç akmıyordu.

İlkokula giderken, resim dersinde hep aynı sarı saçlı, hep aynı boylu, zaman zaman gözleri değişen aynı kadını çizerdim. Silgi kokusunu severdim, kurşun kalemi tutuşum hiç değişmedi yıllar sonra. Öyle sımsıkı, parmağımı acıtırcasına…

Roman yazmaya teşebbüs ettiğim o gece suçlu gibiydim, haberim olmadan hatta haberin olmadan kurgulamıştım, düşüncelerim suçluydu, kalemim masum. Belki de haberimiz olmadan Allah bizi aynı romanın içine yerleştirmişti, bunu ben yapmamıştım, düşüncemin içine belki o katmıştı, elim suçluydu daha ilk paragrafta yorulmuştu, kalem tükenmeye yüz tutmuştu, Pamuk Prenses masalları doldurmuyordu içimin odalarını, daha çok birdenbire geceleyin karşıma çıkan kâbuslar dolduruyordu. O kadar da korkunç değildi roman, başımı kitaplığa çarptığımda. Belki bu romanda tam da bu saatte ölürüm umuduyla, okuyucunun umutsuzluğunu ölçmek istemiştim, patlamış mısırla okunamayacak bir şeydi bu, film izler gibiydi hayaller, ucuz bir sahnede âşık olacaktık, buluşma saatini kaçırmasaydık ya da biraz daha beklemeyi akıl edebilseydik, gelmez diye hemen umutsuzluğa düşmeyiverseydik.

Hâlâ çıldırmadıysam düşündüğüm şeyler var demektir, birilerini haklı bulma, birilerini haksızlığın içinde bulmak gibi. Kendimi yerli, yersiz bir yerlerde olacağımı düşünmek gibi… Her gün standart acılara uyanırken, çektiğin sızının onda biri bile alışılmış değilken, değişken ruh hâlin her an biraz daha törpüleniyor, sen o yarım yamalak ruhunla hâlâ bu düzensiz düzende var olacağını mı sanıyorsun? Ah nasıl yanılıyorsun, nasıl kandırıyorlar, nasıl yanılıyorum…

Geniş zamanlı sancıların boyunu ve tarihini ölçemiyorum, konduramıyorum da bu duruma matematik hesaplarını, rakamlar kesinliği, harfler de biraz kıvraklığı gösteriyor, biraz da kırılganlığı. Mutlu olduğum yemekler yok artık, mutlu olduğum sözler gibi, mutlu olduğum kuşlar da uçtu gitti, açtığında mutlu olduğum çiçekler gibi, kahkahalar istemsizce dökülürken ağzımdan, tam zamanlı bomba gibi patlıyor gözyaşlarım. Sahi ne kadar tanıdık değil mi yanaklarıma, her gün sızan o ılıklık… Biraz bekleyince tuzun tanıdık yakması, dudakların buna tanık olması. Hâlâ çıldırmadıysam henüz ağlayabildiğim içindir ve hâlâ delirmediysem, bir gün delirip, kendimi yok etmek içindir.

Hiç yazamayacağım bir romanın en sessiz kahramanı olarak konuşuyorum burada, beni anlamalarını ummuyorum, görmelerini beklemediğim gibi. Arama, bulma ve kurtarma çabaları da yersiz artık bu satırdan sonra. Ruhaniliğimden sıkılırken birileri, ben de onların egolarından sıkıldım. İki kitap okuyarak edebiyatçı, iki manevi sohbete katılarak nirvanaya ulaşılabiliyor artık, belki de bu yüzden hiç olan yerimden, hiç kımıldamıyorum, başka sesleri taklit ederken bazıları, kendi rengimle aynı renkte kanadım, rengimi gizlemedim, yüzümü de…

Acılar elbette bir yere yerleşeceklerdi, en uygun yer gözlerimdi, büyüklerdi, izin verdim. Varoluşumdaki çaresizliğe derman bulamadım, içimdeki kelimeler biraz daha yaşasın diye buradayım. Nasıl böyle bir dizeye hâkim oldum bilmiyorum, kanatlarım var sanıyordum, uçamıyordum, mutsuzum zannediyordum, durmadan gülüyordum, insanlığımın huyunda varmış ters orantı. Yine de çok fazla kafa yormadım, ellerimi üşüdüğümden sıcak masallara göndermiştim, gözlerimi büyülü şiirlere, geriye saçma sapan bir ruhum kalmıştı, o da sıkılmıştı. Aklımda kuşlar geziyordu, tutamıyordum onları, oysa benimsediğin, çok önemsediğin bir şeye insan somut bir şekilde dokunabilmeliydi, dokunamamak laneti küçüklüğümden beri peşimi bırakmamıştı. Zamansızlığımı düşünüyordum, zamansız gelişimi, doğuşumu, büyüyüşümü, hiç birinin çözümü yoktu, sonra sızılar elle tutulur olmaya başladı, yalnız gözümde değil, elimde, kalbimde, kollarımda, sırtımdaki sızıda, her yerde büyüdüler. Ruhum çağını şaşırdı, varolduğum zamanla hiçbir zaman örtüşemeyeceğim. Şu zamana sığamadığımdan, geçmişteki zamana sığınmayı seçtim. Ama bir adım geriye gidemedim. En büyük zamansızlık aslında, anlaşılamamak ve aynı zaman haksızlık…

Hayatın başka ellerden düşme, parça parça hikâyelerden oluşan, bir kolajsa, ne yapabilirsin ki? Hangi parçanın peşine düşebilir, hangi tarafını tamamlayabilirsin? Hayatını hangi büyük cümleyle tanımlayabilir, ömrünü hikâyenin neresiyle özetleyebilirsin?

Çoğu zaman hayat değerliymiş gibi davranıyorum, ama onu avuçlarımda tutamıyorum, o beni değerli olarak görmüyor, bilmiyor ya da, tıpkı benim bazı şeyleri yaparken düşünemediğim gibi. Odamda rutubet var, sürekli var, yine de bitki çayları içiyorum, sağlıklı beslenmeye çalışıyormuşum gibi yapıyorum, oysa her dakika sağlıksız geçiyor. Nedensiz, bir şeyler beni kötü ederken, ben başka bir şeyleri iyi edebilir miyim bilmiyorum, dokunan iç içe geçen parmaklarımla, iç organlarımın yerini şaşırdığımdan beri, neyi ne kadar engelleyebilirim hiçbir fikrim yok. Ağrılarımın nedenini içimde bir yerlerde arıyorum, iyi ki içimi göremiyorum. Damarlarım yerli yerinde değil, kimisi kaymış, kimisi kurumuş, kalbimde bir tekleme, ciğerimde delik var. Buna rağmen yüzümü güzel hissettiğim, ruhumu sağlıklı bildiğim zamanlar da var, o zamanlar dünyanın değerli bir bireyiymişim gibi budala bir his yapışıyor beynime, sonra öyle olmadığını hatırlatacak muhakkak bir şey oluyor. O afili his, düğün salonunda beş saat sonra dağılan salon gibi bomboş, kirli ve mide bulandırıcı bir hisse dönüşüyor. Her şey kokuyor işte o zaman, mesela kelimeler, ismine uygun kokuyor, çiçek kokusu çok az, tükenmiş, birileri çiçek kokularını alıp, kendilerine saklamış muhakkak.

Yaşamak istemediğim zamanlarda, mevsimi geçen bir çiçek gibi, kuruyup, ölüp, kalsam öylece ve sonra başka bir bahara, upuzun bir zamana, dünya beni unutana kadar yeniden açmasam…

Hayata siyah bir ölüm masalının üzerinden tutunmak, tıpkı eldivenle gözyaşlarını silmek gibi…

Bir anlasaydınız cinnetlerimi, bir anlasaydınız nasıl bir tabutun içinde sıkışıp, kaldığımı, bir anlasaydınız gözlerimdeki hayal kırıklığının yerini artık yalnızca siyah bir ölümün perdelediğini… Bir damla mutluluğu hayat bana çok gördü, üstelik çok susamıştım. Şimdi ben kime neyin minnetini besleyeyim?

Uzun zamandır işsizim, hayalsiz kaldım. Üzüntüden düşünecek hâlim, hayal kuracak takatim kalmadı. Babamın ayakkabısıyla birlikte, bir örümcek sızıyor içeri eşikten. Yaz akşamları kızıl kokuyor buralar, hanımeliyle karışık. Ben daha çok mor kokuyorum. Hanımelinin ojesi kokuyor belki. Sonra bir tereddüt sarılmış boynuma, bazı çiçekler çok konuşkan, bazı yıldızlar çok yakışıklı. Bazı heceler, gecelerden daha derin. Bazı geceler çok üşüyorum, ağladığımdan belki, su kaybediyorum. Gözyaşlarımı biriktirip, su torbasının içine zulalamak istiyorum. Gülümsüyorum, böbreklerim bir kez daha kasılıyor, ben de katılıyorum onlara. Gülümsüyorum çünkü bazen çok kırmızı kokuyorum, hanımelinin ellerini öpüyorum. Dudaklarım hanımeli gibi gülümsüyor, çok gülüyorum çünkü bazı çiçekler çok âşık.

Bir Temmuz İki Bin On Altı 16 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Altyazıların Aynaları

Altyazılarımın aynaları, bana kendimi daha deli hissettiriyor, insanlığın son gösterimi de çok sattı, vurulduk, öldük, eksildik, zaten eksiktik. Kucağımda bir kedi uyuyor, bundan şefkatli bir şey var mı bilmiyorum. Sormak da huyum değil, bilemeyince fazladan birkaç gülümseme daha ekliyorum, anlamadığım, anlamını bilemediğim ya da algılayamadığım her şeye… Vazgeçtim uğurlu sayımdan ve günümden, vazgeçince tüm günler birbirinin devamı gibi oldu, uğurlu günlerin bile uğursuzluk getirdiği zamanlar oldu, yazık oldu, yine günsüz kaldım, güneş tepemdeyken. Bir karınca kadar bile fark edilmeyeceğim belki, bir toz kadar yerim olmayacak çölleşmiş dünyada, belki de kayboldum başka büyük tozların içinde, çöle sormak lazım ya da çölün sahibine. Avucuma bir şiir sığsın istedim, çocuklara masallar anlatayım istedim ama hiç masal bilmiyordum, hiç masalım olmadı çocukken ya da hiç masal anlatılmadı küçüklüğüme. Önceki hayatım, zamanlarım yokmuş da sanki şimdi her şeyin dehşetle farkına varmış gibiyim, yaşamak eziyetinin yolcusuyum. Bir şiir istedim avuçlarıma sığacak kadar, yalnızca bir şiir, adının geçeceği, şehrimin içinde olacağı, satır arasına kendimi de iliştireceğim, bir şiir. Ellerimi açıp, dua ederken Allah’a gösterecektim. Olmadı, bir şiir sızıp, kalmadı avucumda, oysa kalbimin her odasına yüzlerce şiir sıkıştırmıştım, ellerim o kadar küçük müydü?

Hiçbir şey yokmuş gibi yapınca hiçbir şey olmuyor, insan sadece buna inanıyor, bir şey olmadığına, olmayacağına. Kimi zaman iyi gelen kötü şeyler var, kimin uydurması, neyin tedavisi? İyileşmek her zaman iyi gelmez. Hayallerimi kimsenin un ufak edip, ezip, yemeye hakkı yok. İçim kurudu huzursuzluktan, huzursuz yaşamaya alışınca insan içini çürütüyor. Buzdolabı değil bunun çaresi. Yenilmişlik hissi, insanın neden burada olduğunu sorgulatıyor, yenilmişlik aldanmak hissiyle aynı.

Korkuların da koktuğu zamanlar olmuştu, üzerinde aynı hırkayla günler geçiren adamlar, onun için en önemli birinden gelen bir hediye, unutmamak için giyiniyordu, gerçekliğini kendine ispatlamak için belki de. Aynı elbiseyle sabahladığım geceleri unutmak istedim, elbiseler hatırlattı. Bir elbisenin giyinmek dışında başka anlamları da vardı ve beni o anlamlar hırpalıyordu.

Şu yazın gelişinde bile saçma sapan umutlu bir şey var, geçmişe özlem var ama her gününe değil. Varlığımda daha önce yaşanmışların dejavu hâli var, ayaklarım tedirgin, ellerim titrek, sesim hep çatallı ve yorgun, ruhum dingin, beni huzursuz eden asıl kalbim. Beni kaçıncı kez delirttiler, hem de hiç fikrimi sormadan, defalarca sinir ettiler, iki kez aldattılar, yüzlerce gece ağlattılar, binlerce kez hasta ettiler, beş kez kestiler, bir sürü kanadım. Kurumuş yapraklar, dudaklarımı iyi tanır, çiçekliğimi iyi bilir koca çınarlar ve bir tek onlar bilir. Defalarca aldandım, bulanık sularda yüzümü aradım, aynalar gizli satırlardan başka bir şey değildi, gözümün kalemiyle alnımın yarısını karaladım. Üç satırlık yazgıma yer bıraktım. İçimdeki tanımını yapamadığım şeyler belirginleşmeye başladıkça, ben silikleşiyorum. Üstelik azalıp, ölüyorum, azap gibi bir şey. Kalbim yalnız açılmayan pencerelere açık, ağzım akmayan musluklara, susuzluk gibi bir şey şu zamanlar, açarken kalbimi biraz daha yeniliyorum, azalıyor kalbimin odaları, beni sıkan şey kalbimin hiçbir yere sığamaması.

Akşamın oluşunda tanıdık tedirginliklerim var, yanındaki sandalyeye endişeyi de oturtuyorum. Huzursuzluk gecenin boyunu aşıyor, pencere açmak istiyorum ama dışarıdan daha çok korkuyorum, dışarının güvenliği, içerinin güvensizliğinden daha güvenli değil, tek başıma yürümeyi biliyorum, yokuş çıkmayı da, hatta yokuş inmeyi çok seviyorum, semtlerden başka semtlere, şehirlerden başka şehirlere gitmesini de biliyorum ama en çok kaybolmasını biliyorum. Camın kenarında beklerken, umut kusan içimle, hayatın karmakarışık kardığı kartları düşünüyordum, gelmediğinde bir daha karmaya çalıştığım günleri, sonrasında geçmiş günlerle gelecektekiler birbirine karıştı, yaşamadığım günler bile yaşanmış oldu. Leyla sanki bir çöl ismiydi, şefkat en çok anne ellerine yakışırdı, bütün çamaşır asan kadınlar sanki merhametliydi, kader en yakın kardeşleri gibi sokak lambasının direğinin altında bekliyordu akşam olunca. Ardından keder geliyordu, kapının altından, anahtar deliğinden selamsız giriyordu içeriye. Adım uzak bir ülkede ıslak bir semt ismi gibiydi.

Sabahın erken saatinde sahile inen insanların genellikle kimseleri yoktur, ikide bir elleri telefona gitmez, hatta o kadar zaman geçmiştir ki kimse aramayalı, telefonun varlığı bile unutulmuştur, çoğu zaman cepte olması gereken telefon muhtemelen mutfak tezgâhının üzerinde, masanın bir köşesinde ya da kitaplığın önünde unutulmuştur. Dalgaların ıslattığı sulara basarak geçiyorum, yalılara, köşklere tur düzenliyorlar, şehrimin zenginliklerini göstermek için, yalnız uzaktan bakmak şartıyla. Böyle bir eğlence anlayışında benim kafam hiç eğlenmiyor. Biz ancak o güzel yalılara demir parmaklıklar ardından bakabiliriz ya da bazı ışıltılı, pahalı romanlarda rastlayabiliriz, belki hâlimizi o anlık unutarak, hatta umut etmeye cüret ederek, kafası karışık hayaller kurabiliriz. Ne denizlerine girebilir, ne havuzunda yüzebiliriz. Oysa bir zamanlar bir masala inanmıştım, ömür boyu deniz kokacaktım, çok yüzecektim, tuzlu tenim dalgalarla yarışacaktı. Masal olacak kadar da uzak bir zaman değildi. Bazı şeylerin masal olması için ninemin zamanında olması gerekmiyordu, inanmak yeterliydi.

Şimdi yalnız sulara basabiliyor ayaklarım, her bastığım yerde ufak, ıslak izler bırakıyorum, sesimin izini bulaştıramadığım semtlere. El izimden, gözümün renginden değil de hüznümden teşhis edin beni.

Ufacık bir şeyden dolayı, hayattan bir kez daha soğudum, bir anda hem de. Soğurken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha tekrarladım kendime. İnsanların umutlu yüzleri, gülen, sarmaş dolaş halleri vıcık vıcık yapıştı yüzüme. İğrenç ve gereksizdi bunca umutlu ve kahkahalı olmak, onlardan olamadığım için de onlar beni özürlü olarak görüyor, ben de kendimi yetersiz olarak tanımlıyorum, sanırım ikisi de aynı şey, aynı anlama gelemeyen…

Çay bardağındaki küçük çiçek büyüdü, salındı, saçlarını kısacık kesti, her gün yanmayan kaloriferin üzerinde, camdan sızan güneşte güneşleniyor, pencerenin kenarından gelen rüzgârla serinliyor, saçlarını bir kez daha kısa kestirdi, artık yaz geldi, çiçek büyüdü, sigaraya başladı.

Bir semazen gibi durmadan, dönüyorum, dönünce unuturum zannediyorum çünkü dönünce düşünmeye fırsatı olmuyor insanın, zaman da izin vermiyor buna. Fırtınanın en gerisinde yapayalnız dolaşırken görüyorum kendimi, döndükçe gülüyorum, döndükçe rüzgârgülü oluyorum.

Başkalarının hikâyesindeki gölge gibiyim yazarken, olmayanı oldurmaya, olanı olduğu gibi kabullenmemeye eğilimim var. Öyle ya, bizim hikâyenin kurgusu başka yazarların eline geçmişti, bundan sonra ne yazsam inanamazdım.

On Yeni Haziran İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Sarmaşıklar Kızıllaştığında

Sabahları uyanıp, aynaya baktığımda, gözlerimde aynı şeyi sorguluyorum. Aynı yaranın yaşı duruyor orada, şah damarımı sızlatan, sürekli atan damarın bazen duracakmış gibi olması gülümsetiyor beni, korkutmak yerine. Benimle birlikte büyüyen ve hiçbir yere gitmeye niyeti olmayan o yara her ağladığımda hatırlatıyor kendini, bir çocukluk yarası, hiç tanımlanamayan bir yarımlık, benimsemeye başladığım hüzünle birlikte. Yersiz yapılan bir çocukluk şakası gibi, çocukluğunda kaybettiğin en çok sevdiğin ilk oyuncak bebeğin gibi ya da parçalanması gibi en sevdiğin ayakkabılarının… Albenili bir mecaz, bir intihar özlemi, varlığını gördüğün insanların hemen yanı başında, yokluğunla savaşın, bambaşka bir dünya, herkesin dünyası kendi içinde kalakaldı. Akıtamadığın gözyaşların içinde büyük su birikintileri oluşturdu.

 

Bir kelime için günlerce ağladığımı hatırlıyorum. O tek kelime tüm anlamları ortadan ikiye kesmişti, gözyaşlarım yanaklarıma küçücük bombalar hâlinde düşüyordu, yüzüm paramparça oluyordu. Kalbimizin kaldırdığı ağırlıkları hesaplasak, altında eziliriz, yok oluruz. Göçük altında kalan hayallerimizden umudumuzu kesemiyoruz, kendimizi kandırmakta o kadar ustalaştık ki artık, ilk söylediğimizde kendimize, inanıyoruz. Uğraştırmak istemiyoruz kendimizi, yorulmak istemiyoruz ama bazı kelimelerin ağırlığını kaldıramıyoruz ya da böyle kaldırdığımızı kendimize ispatlamaya çalışırken ince bir sızı şeklinde küçük yollar oluşuyor yüzümüzde gözyaşlarımızdan. Çocukluğumu bile özlemiyorum artık, olmayacak bir şeyi neden özleyeyim ki? Onun yerine olabilecek şeyleri özlüyorum, insan çocuk parkları yerine intiharı özler mi? Tüm salıncakları çalındıysa çocukluğunun, özler tabi. En çokta kendine inancını da yitirdiyse, hakikatin bile sahte bir dünyanın içinde yalanlarla dolu, sahtekârlıkla yoğrulmuş düzenle sürdürülebildiği gerçeğini kanıksadığıysa, özler.

 

Nasıl bir fotoğraf insanı yıllar öncesine götürür? Mutlu zamanlar yalnızca oralarda Mesela hiç unutmuyorum ilk izlediğim sinema filmini, şarkıları ilk sevmeye başladığım yılları, hiç unutmuyorum ilk heyecanımı, ağzımda kalbimin atmasını, o zaman şikâyet ettiğim her şeye şimdilerde nasıl da muhtaç olduğumu… Geçmişe gidebilmek için, fotoğraflar yetiyor bazen, orada bırakmak isterdim kendimi, en masum zamanlarımda. Özgürlük diye bir şey tutturdu yüreğim sonraları, severken kısıtladığım her şeyi ölürken özledim. Benim kuş olmakla ilgili derdim de ihtimalim de aynı orantıda…

 

Boğazımdaki düğüme kelimeleri borçluyum, o yüzden yazıyorum, çözülmedikçe… Çözemeyince güzelleşen şeyler var, özleyince biriken şeyler var. Gitmek isteyip gidemeyince cehennem, neden cenneti özleyeyim ki? Yağmurlu günlerin bezediği grilik gibi yarım kalan duydular, gittikçe siyahlaşıyor. Bir zaman sonra kelimelerine vurulduğun insanın ellerini bile unutuyorsun, sonra yüzünü ve en sonunda da gözlerini. Ama kelimeler kalıyor, onlar hiçbir yere gidemiyor çünkü cehennemi hatırlatıyor sana.

 

Olmayacak bir şeye inanmak; yalnızca zaman kaybı değil aynı zamanda anlam da harcatır insana. Pencerelerden başka dünyalara açılacak anlamlar. İnanmak çoğu zaman kısıtlamaktır kendini. Olmayacağını bilerek ilerlediğin o yol kocaman bir kısır döngüdür. Bir bakarsın ki yılların bitmiş, nefesin tükenmiş, enerjin durup durduğun yerde kendini tüketmiştir. Kalp kırıldığında, yavaşça ölmeye başlarız. Bundan sonra merhem olmaya çalışan her şey yalnızca bir süreliğine acıyı hissetmemeyi sağlar. Geçici olarak uyuşturur, iyileştirmez.

 

Aşkın varlığına inandığın anda ruhunu hırpalamaya başlıyorsun, ruhunun hiç önemi olmuyor, onu kollayamıyorsun, tıpkı masumiyetin gibi. Aşka inandığın an, her ama her şey doğru gelmeye başlıyor. Mürekkep bulaşmış elin masumiyeti, herhangi bir jiletin parlaklığının keskinliğinden daha ileri gelmesinin hikâyesi bu, bilekteki damarın yanında nasıl soluksuz ve solgun kaldığının. Utangaçlığın yanında masumiyetin iki katı arttığının çoğalması ve çağlaması, bembeyaz fayansın üzerinde güzel duran kırmızı damlalar, banyo ışığının loşluğunun altında parlaklığının keskinliğinin tüm dünyayı kesecek kadar yeterli olması ve kırmızıya boyanırken, gözkapakları bile hayret sarıyor ortalığı bu yüzden ağlanmıyor, üzülmek için doğru bir zaman değil, hiçbir zaman olmadığı gibi. Noktayı nereye koyacağımı bildiğim hâlde koyamamak gibi… Sanki sen hariç herkes ya da her şey karar verebilir buna, şu küçümsediğin yazı bile.

 

Acıyı bile dilediğin miktarda, istediğin anlarda yaşayamıyorsun. Mutluluğun bulunduğun ortama göre değişiyor, rehin. Kabın şeklini alan su gibi, içinde bulunduğun şey, seni saran durum yani dışındakiler çok şekilci. İstediğin zaman ağlayamıyorsun, senden hariç yedi milyar kafa var, bir de korkuların. Ardında pencere kenarında, korkulukların ardında biriken fesleğen cenazeleri, kuruyken bile bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ölmek için bazen bir mevsim bile yeterli. Neden vurguluyorum bu cümleyi, oysa anlatmak istediğim tamamen başka bir şeydi. Vicdan için yalnızca bir karıncanın kendinin kaç katı yük taşıdığına şahit olman yeterli. Hüzünlü akşamlara olan bağımlılığımızı kimseye yaklaştırmıyoruz, kimseyi karıştırmıyoruz bu işe, benciliz belki ama birinin yanında bile yalnız kalabiliriz. Üzülmek istiyorsun ve üzülmek için dünyada yedi milyar neden var.

 

Bahçede, ama bahçe kurumuş, bilmem kaç asırdır… Öylece, bir saksının içinde unutulmuşum ama saksı yepyeni duruyor, belki de başka bir dünyadan getirilmiştir bu bahçeye, bahçe demeye bin şahit istiyor. O saksının içinde öylece unutulmuşum, aradan uzun, upuzun zaman geçmiş, ne kadar olduğunu ben de bilmiyorum, ne kadar olduğunu bilebilmem için, önce akşamı ve sabahları saymam gerekirdi en azından ya da güneşi ama ben her gece yıldızları saydım, belki yıldızların toplamından daha çok kaldım bu bahçede. Neyse, konu bu değil zaten, unutulmam da konu değil, konu neden burada olduğum, ayna ihtiyacı hissediyorum mesela, belki bakabilsem gözlerime, ne kadar zamandır orada olduğumu yaşlarımdan bilirdim. Birisi sanki az sonra gelecekmiş gibi bırakmış orada öyle ama gelememiş, gittikten üç gün sonra ölmüş ya da birisi, tıpkı bu bahçe gibi, şimdi ben de biraz ölü sayılırım. Ölü sayın beni, ölü gibi sevin. Diğer tüm bahisleri kapatalım.

 

Kalbim ekşidi biraz, göz bulantılarım bu yüzden, bir burun bunaltısı, boğazımı kadar kaplayan. Bir göz yanılgısı, birkaç söz kandırmacası, istemediğim şeylerin tamamıyla hayatımda yer etmesi, bana daha fazla yer kalmadığını gösteriyor. Karanlık odalarda sabahlamak da işe yaramıyor, görmek istemediklerimi görmemek için. Sarmaşıkların kızıllaşmaya başladığı mevsim bu, sarmaladığı yerlere, kupkuru ruhlarını bırakıp, gitmeye başladığı zaman. Şimdilik tüm dünyalılara veda vakti, hep bir ağıtı içinde götürerek, kalbinin sürgününden kaçma vakti.

 

Dikenli tellerin sınırladığı kentler gibiyim, kendime yabancı, yakın ama yabancı. İçimde bir yerlerde saklamak zorunda kaldığım o kelimeyi söyleyemediğim için susmaya başladım. Anlatabildiğini zannettiğin cümlelerin ezikliği… Abartabildiğim tek şey susmaktı, susmaları büyütüyordum, kelimeler küçülüp, kendi hikâyesinin içinde silinip, yok oluyordu. Mevsimler gürültüsüz ama acıtarak geçiyor. Sarmaşıklar böyle kızıllaşıp, böyle güzelce ölüyor.

 

On Bir Kasım İki Bin On Altı 16 30

Nevin Akbulut