Monthly Archives:

Mart 2016

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Alt Satırdaki Noktalar






İyi ki aklımdan geçenleri yazamıyorum.
Huzursuzluğumdan başlasam yazmaya, hiç bitmeyen bir romanın birkaç cildini art arda bitirebilirim, huzuru hak etmediğimi düşünüyorum, ne zaman sevinsem az, sevinmeyi hak etmediğimi düşündüğüm gibi, kabullenmiş duygusu öncelikle yenilmekten geçiyor, ben bu konuda master yapmış bulunuyorum. Tüm hayatım, kaybettiklerim ve yarım kalmışlıklarım üzerine kurulu. Tabi böyle bir hayattan tastamam bir ömür beklemek doğru olmaz. Başıma gelen her şeyden kendim sorumluymuşum gibi, başkasını sorumlu ya da sorunlu tutabilecek kadar, kimseyi yaklaştırmıyorum. Cümlelerin doğru anlamlarının, doğru manalara da gelmesini beklemiyorum artık. Gönüllü acı çekenler grubunun daimi müdavimiyim. El birliğiyle çok güzel yerleştirdiler içime; elimi, eteğimi çekmeyi, yaşayamamayı, içimdeki umut kırıntısını yok etmeyi, iyi becerdiler. (Alt satırdaki kelimelere mensup noktaların üst satırları da etkileyebildiği bir dünya…)

Yapacak başka bir şey yoksa ve bu da kader gibi yazılmışsa, yine yapacak bir şey yok. Acını sevmeyi öğreneceksin sonra da ona alışacaksın daha sonra da huzuru bir gün eğer bulursan, tanıyamayacaksın ve kaçacaksın. O huzurdan huzursuzluk duyacaksın. Birisi sana iyi davrandığında “neden acaba?” diye soracaksın kendine. Canlı olan her şeyin aslında cansızlaştığı, canlı yayınların bile. Yıllar içinde Zeki Müren ya da Orhan Veli gibi bir ses kaydım olmayacak, Ben Nevin Akbulut diyemeyeceğim, adımı bile bana vermiyorlar, adım bile adım değil belki, isimsizlikten kendimi kayıp ilanlarında görmek isterdim. İsmini ya da kendini kaybeden birini bulmak için özel kayıp arama ekipleri kurulmalıydı. Hiçbir şeyim belli değil şu durumda, yaşadığım bile. Ama kayıplığımın peşine düşecek kimse olmadığını biliyorum, olsa zaten kaybolmama izin verilmezdi. Sessiz sedasız çekip gideceğim, bir çay buğusu gibi. Adımı bile almadan, zamanla pürüzlenen yanaklarımla ve dudaklarımı da almadan, kırık tırnaklarımı bile düzeltmeden, hatta şiirlerimi bile, yazılarımdaki tırnak içindeki cümleleri bile. Kitaplarıma kıyamazdım ya en çok, onları bile almadan gideceğim. Bu dünyada yeteri kadar yüklendiğim yüklerden, taşıyamadıklarımdan kurtulacağım. Orada tek yüküm günahlarım olacak, belki Allah yaşamadıklarımı da katar hesaba, belki o günahlarımdan düşer yaşayamadıklarımı…
Otuz Mart İki Bin On Altı 16 20
(Umarım en kötü yazım bu olur) 
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Bol Tuzlu Az Tozlu Zamanlar

Eskiden güzel gülerdim
Çünkü gülecek güzel şeyler olurdu.
Küçücük tesadüflerin, büyüttüğü bir hikâyeyiz biz artık ve hikâyemizin içinde boğulduk, önce küçüldük, sonra da yok olduk. Bizi artık büyük tesadüfler bile kurtaramaz. Bu dünyaya değil bir çocuk, bir kahkaha, bir kedi, bir köpek, bir kırmızı bile getirmek istemiyorum. Ancak kelimeler var, onlar da elimde değil, kalbimde. Pek sayın kalbimde.
Zamanın içinde sanki bir zaman daha var; belirsizlik. O zamanın içinde kayboluyorum yavaşça, hissedilir bir şekilde. Hayatımdan söktüğüm sözler vardı, hayatında, almakla çalmak arasındaki o ufacık fark ile kalbine giden yolun üzerinde ayaklarım akraba olmuştu cam kırıklarıyla. Kalbim sürekli konuşuyor, dilim anlatmaktan yorulmuştu, gözlerimse hâlâ anlatıyordu, geçmiş zaman ekli mutlulukları…  “Eskiden böyle miydik?” diye şarkı sözleri yazıyordu ellerim, en güzel cümleleri yerinden koparan elim, günler pırıltısını yitirdi, yıldızlar çok uzaklarda yanıp, sönüyor. Dilim, muğlak, her şeye istemsizce gülen -mutluluktan değil- bir dinleyici, hayat garip bir komedyan, üzeri tozlu, yazılan tüm şiirleri iade etmek istiyorum, yerini bulamadıkları için ve yersizliğimi yüzüme bir tek onlar vurabildikleri için. Sokaklar kadar alıştım kimsesizliğime, kendi beşiğimi kendi ayaklarımla sallamaya, dudaklarımdaki gönülsüz gülümsemeye…
Elimin tersiyle ittiğim kâğıtlarda, ağıtlarım birikiyor, bir çingene sigarası dudağımdaki gülümsemenin yerini sahipleniyor. Toza alışığım ben, dumana da alışıyorum, mürekkebi içime çektiğim gibi, kâğıda dökülen yerlerinden tutuşuyorum, bu kadar tutuştuktan sonra, tutunamamak, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı anlamını çoktan içeriyor. Gözüme kaçan tozun ağlattığı gözyaşlarımla sarhoşluğumu biriktiriyorum, akşamüzeri, sahile dökmek için. Tuzla tuzu kavuşturmak için, birleştirmek için, diğer tüm ayrılıklar adına, yarayla yarayı iyileştirmek gibi bu, yoksa şu sızı, susuz böyle ebediyete kalırdı.
Nasıl anlatayım koklamadan, yaşanılan tüm o yılları bir günde silebilecek güce sahibim. Beni bu güce iten şeylere, sonsuz kaygılarımı sunuyorum, tasalarımı kenara atıyorum, yüzümdeki endişeyi donduruyorum, beraberinde bir gülümseme ekliyorum, o hep var, o hep varmış gibi, o hep olacakmış gibi, gülüyorum. Aklıma geldiğinde en çok beni ne güldürüyorsa, günlük uğraşların içinde, gülmek için tekrar onu aklıma getirmeye çalışıyorum, hep yeni bir şey oluyormuş da, hep gülüyor gibiyim.
Bazılarının yüzüne bir dakikadan fazla baksam, içlerindeki kötülüğü görecek gibi oluyorum. Kimsenin kalbi şeffaf değil, buna rağmen, üstelik o çirkin et parçası, bizi nasıl da çıkmazlara sokuyor. Bazı hayallerimi gerçek hayatta görsem, büsbütün soğuyacağım yaşamaktan. Bazılarının karşıma çıkmasını istediğim hâlde, çıkmamalarına sevinmem, üşengeçliğimden değil de, ileriyi biraz daha geriden görebilmemdir. Gece gölgelerini katlayıp gidiyor, sokaklar öksüzlerin çıplaklığı, korkularımız daha da katlanıyor, üzerimde bir tek kırmızı manto, ellerim ceplerimde, tüm yalnızlar gibi ve yanlış yürüyenler gibi. Ellerim gündüzden kalma, yavru köpek kokularını seviyor. Bazılarını bu karanlıkta görsem, dayanamam biliyorum. Kelimeler peşimi bırakmıyor, türlü anlamlar yüklüyorum olmayışına, varlığını intihar ettiğim yerde ağlarken buluyorum. Bir dil yetmiyor lügatime, beni anlamaların bitmiş, durduğun süs, varlığın yokluk, başka bir şey değil bu karanlık. Kıyıya bıraktığım bira köpükleri, sahildeki köpüklerle dalga geçiyor, en ağladığım şeyi hatırlayıp, bir daha ağlıyorum, anlamıyor ne gece, ne de gecenin içine karışanlar.
Kelebek kanatlarından ödünç alıp, yaptığım kalbimin gece vakti yaşama süresi dolduğunda, bir mürekkeple can bulacağına inanışlarım, yaşayacağını zanneden diğer tüm şiirler gibi kendimi yaşayacak zannetmem… Oysa pulla tuzun, tuzla tozun yer değiştirdiği zamanlarda bir tek zerrecik kadar bile olamayışım, noktadan hesap sormalarım, yine de kalbime sızmalarım, ölü bir kelebek gibi.
Her şey artık çok fazla geldi bana, kimsenin göremeyeceği yerlerde ağladım, ağladım sayılmazdı bu, kendimi hırpalamadım ama ruhumu, bir kuyunun içinde oradan oraya vurdum, herkes iyi şeyleri yok etmeye çalışırken, en çok ruhum zedelendi. Kuyuda bile susuzdum ve beni artık bir tek Yusuf anlardı. Ani bir ölüm düşledim hep, bir trafik kazası, kalp krizi ya da intihar. Kanseri saymıyorum, o ani değildi, yıllar içinde yine öldürememişti beni. Tüm dünya üzerime geliyor sanki bir sen gelmiyorsun. Gittikten sonra, bu şehir üstüme yıkılır zannettim, olmadı, görünürde hiç kötü bir şey olmadı, mucizelere inanmayı küçükken öğrenmiştim. İşte bu inandığım şeyler de olmadı, mucize gerçekleşmedi, gelip sarılmadı bana, yaralarımı da sarmadı, beni en iyi Eyüp anlardı. Beni anlamayıp, anlamaya çalışanlar kalabalıktan başka bir şey yapmadılar, sıkıcıyım, duygusal ve yağmurluyum. Ölümü düşünüyorum daha çok intiharla ve iftiharla. Belki biraz günah işliyorum. Yorganı başıma çeksem hatta yatağı komple kafama geçirsem de yağmurlu gecelerden korkumu engelleyemedim kulaklarıma. Basit öykülere inandım, güzel şarkılar dinledim, güzel sözler ezberledim, mükemmel şiirlere âşık oldum, yazanlara değil. Her yazıyı yarım bırakıp, kendimi tamamlamaya çalışıyorum, bir kere kayboldum, bu yüzden bir daha kaybolma ihtimalim de yok. Bulamıyorum, şiirimdeki en önemli, en hüzünlü ve en sevinçli imgeyi, ölmek istiyorum bu yüzden, tertemiz bir nefes alırken, kocaman bir nefes, ciğerlerime kıyamete kadar yetecek bir nefes. Ölümden başka bir şeye inanmıyorum, inançlar hayal kırıklığı yaratıyor. Yaşıyorum ben oysa ölür gibi, hayal gibi, bazen yeniden doğar gibi.
İnsan hatırlamak istediği şeyleri, unutmamak için anlatır. Ben uzun zamandır bir şey anlatamıyorum. Hayata dair sağlanacak tolerans kalmadı, biraz daha kaygılanayım…
Ağlıyordum, herkes sesim nemli zannediyordu, kalbim rutubetliydi, küçüklüğümden beri ya da büyüyemediğimden beri. Gözlerimi şişiren yaşların, gözkapaklarımı kalabalıklaştırdığı günlerde, bacası tüten eski bir eve saklasam hatıralarımı, dokunulmasalar, gözkapaklarım gibi, dokunulmaz olsalar. Çiçekleri akışına bıraksam, dünyayı değil, akmıyor dünya, zaman da akmıyor, sadece biz bize ayrılan sürenin sonuna geliyoruz, kendi vaktimizden tükeniyoruz, kırmızı çiçekler aşkına. Ne zaman izlesem Yeşilçam filmlerini bir ağlamak tuttururum, duman gibi, ellerim titrer, hiçbir şeyin beni teselli edemeyeceğini bildiğim hâlde, bir kavuşma sahnesi olur mutluluk. Demek ben çoktan alışmışım zamanın içindeki zamansızlığa ve ilgisizliğime, konumumu bildiremiyorum, çok zamansız, az yerliyim buralarda. Ayaklarım gidici gibi, bir salyangoz kadar, sahibim sokaklara, onun parlak izinde yürüyorum, az gidiyorum, sonra gidemiyorum. Kırıklarımı bıraksaydım gitmeye çalıştığım yollara, kolayca bulunurdum, ama bırakmıyorum, onları da götürüyorum peşim sıra. Tüm nefeslerimin bedelini peşin ödemiş gibiyim, bunca kırıklıkları taşımama rağmen, yine de hafifledim, kendime gelememek gibi meziyetlerim var, belki bir tozla bir tuza karışırım, belki bir gözyaşı olurum yine kalbimde, süzülürüm, kâğıtlarını kopardığım güzel cümlelerin içinden.

On Altı Mart İki Bin On Altı 12 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Hiç Ruhsuzluktan İyi Hâllice

Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım…
Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda,  aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
On Bir Mart İki Bin On Altı 10:30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Duygu Yetmezliği

Bazı şeyler tam böyle burada kaldı, bir sayfanın arasında, bir mektubun, bir daha hiç kimse tarafından açıklanamayacak satırında. Kalbimin o kapağının bir daha hiç açılamayacağını hissediyorum, nefessizlik gibi, susuzluk gibi. Yaşanamadı, kalp yetmezliğinden değil de, yalnız tek tarafa ait, duygu yetmezliğinden. Sevmenin provası yapılmıyordu her gün sonuçta, görünüyor gibi oldu, gözlerime inanmaktan çok, kalbime inandım, kalbim tanıdı, o ise tanırmış gibi yaptı. Sözcükleri tanıdıktı, yaptıkları yabancı olsa da… Sonrası karanlık, dolunayın kapladığı gökyüzünün simsiyah gecesi gibi karanlık, o görünen her şey görünmez oldu. Seviyormuş gibilerine inandım, sevmediğinin kanıtları dikildi karşıma, yazılı kanun gibi. Yine de belki bir şey değişir diye beklerken onca zaman geçti. Günümüzün modern ayrılıkları sessizce gerçekleşiyor, hiç acıtmadan, kırıp, etrafı dökmeden, dağıtmadan. Ama içimizde sessiz bir ağıt, her şeyi yakıp, yıkıyor. Umursamazlıklar modernleştiriyor insanları ve sevgisizleştiriyor, ben kıyamet koparmaların peşindeydim, anlamsız yaptığım onca şeyin tek bir anlamı vardı; “bitmesin” hep bu bitmesin yüzündendi her şey. Modern değildim, olamıyordum, ayrılık gibi şiddetli bir şeyi modernliğe yakıştıramıyordum, beceriksizdim.

Düşlerden öteye gidemedim, kitaplarda başka dünyaları tanıdım ama gerçekte öyle değildi ve gerçekteki dünyayı daha fazla tanımayı reddediyordum. Gerçek dünyada insanlar ya iyi bir şeye sahip olmak istiyorlar ya da onu yok etmek istiyorlar. İkisinin arasındaki o boşluktan yaralanıyorum. Dizelerim tutumsuz, ben düzensizim, düşüncelerim de… Yine bunun için suçluluk duymuyorum, herkes içindeki kötülüğe yer edindirmeye çalışıyor, birilerinin üzerine atmaya çalışıyor, oysa ben sahiplendim, dağınıklığımı, tutarsızlığımı, belirsizliğimi…

Beynime birinin yerleştirdiği hüznü, sahiplendim. Önsezimden başka bir şey değildi, kullanılmayan eşyaların peşine düşen antikacılar gibi düşmüştüm tedavülden kalkan kelimelerin peşine. Kanatlarım kırıldığında düşünmüştüm ölümü ilk kez, sokaklarda dolaşmaktan korkmuyordum artık, ne de olsa bir yanım eksikti, eksi soğuklarda artı karanlıklar üretiyordum. Boşluktan başka gidecek yerimiz yok, kaderin kanat çırpınışlarında gölgeleniyordum, kopan kanatlarımı yeniden dikmeye çalışıyordum annemin dikiş makinasıyla, hayallerimde olan ama yanımda olmayan birisi var, yazdığım, kızdığım, çizdiğim… Aklımda açık unutulmuş şarkıların mısraları, şarkı söylerken, okuyoruz kaderimizi, başka bir ağızdan yazılan. Buklemden vuruldum, daha fazla acıyamazdı. İki sayfa kitap okudum, üç sayfa içeceğim sonra sayfalar dolusu seni özleyeceğim. Hep böyle oluyor, kitap okuyacağım diye başlıyorum, sonra seni özlüyorum, sonra sayfalarca içiyorum.

Meleklere nasıl inanabilirse bir insan, öyle inanmıştım, iman etmenin altıncı şartı gibiydi ona inanışım. Boynunda uyuyabilmek için gittiğim yolun ortalarında ömrüm yetmemişti ya da o zamana ulaşabilmek için, en önemli şeyi yitirmiştim, belki de inancımı. Hayattan kalan tek anlamlı şey gibiydi, son hatıra, son masal gibi… Parmak uçlarımda çok güzel bir kelebeği kaçıracağım gibi korkar bir hisle nefes alırdım yanında, ya uçup giderse diye, saatlerce kıpırdamadan durabilirdim. Nefessizliğimin içinde bile fazladan nefes vardı sanki şimdi bomboş bir alanda tek başıma almaya çalıştığım nefeslerin bile geçmediği boynumla o zamanlar yutkunmadan durabilirdim. Bu akımın diğer duygularda geçerliliği yoktu.

Neden içim rahat benim böyle? “Seni seviyordum” geçmiş zaman eki, hiçbir kelimede bu kadar iğreti durmamıştır, bunu saklamak için birden fazla tırnak içine ihtiyaç duyuyordum. Geçmiş zaman eki, bu cümlede güzel durmuştu.

İçim rahattı, verilen sözlerin, bedelini öderken, hiçbir beklenti yer etmemişti içimde. Seni sevsem bile, en çok kendimden sorumluydum, kendi sevgimin hakkını vermem gerekiyordu, tıpkı senin de kendi sevginden sorumlu olduğun gibi, bunlar daha az senin umurundaydı, ama gitsen bile içim rahattı, sevmesen bile, bekletsen bile, ağlatsan bile yine benim içim rahattı. Ben geçmiş zamanlardaki gibi sadık kalırken birçok şeye, sen belki de yeni zamana ayak uydurdun, belki haklıydın, belki haksız. Konumuz bu değil. Ama masumca sevemeyecek kadar kirletmişti yeni yüzyıl bizi. Beklentisiz sevemez hâle gelmiştik, belki sırf bunları düşünemediğim için, içim böylesine rahattı, huzur denilen şeyi, nice hırpalanmışlıklardan sonra içimde bulmuştum, aynı huzursuzluğu da senin sevginde bulduğum gibi…

Yaşamanın nefes almayla ölçüldüğü şu günlerde, oksijenim babama yetmiyor, nefesim yaşamaya yetmiyor. Kahvelerin de iyi gelmediği zamanlar var, tıpkı güneşin bazı sabahlara iyi gelmediği gibi, midemle kavga etmek yerine ona yalvarıyorum, ne olur daha kusmayayım diye. Şoka uğramam gereken şeyler oluyor ama uğrayamayacak kadar yorgun ve uyuşuğum. Titremekten başka yapabileceğim bir şey yok. Öfkelerim affetsin beni, onlar için kendimi yerden yere vuramıyorum. Tam fincan çayı sonuna kadar bitiremiyorum, hâlsizlikten ya da unutkanlıktan, bir yerden sonra her şey soğuyor, ellerim buz gibi çünkü. Bira ile gözyaşı bir arada gitmiyor, bunu çok ağlayınca anladım, başım çatlayıp, hiç gitmeyen bir ağrı yerleştiğinde. Kendimi harap etme şampiyonluğum var benim, yine de bir şey olmuyor en azından iyi şeyler olmuyor. Çok ağlayınca kilomdan değil de, litremden eksiliyor. Tıkandığımı unutmuşum.

Uzun boylu şemsiyeler var artık aramızda, uzun süren zamanlar gibi, zamanın içinde uzayan yollar gibi ve ben tüm bu uzun şeylerin arasında bir tek kendime haksızlık ediyorum. Hatırladıklarım arasında en çok kendi hatırımı saymıyorum…

Bir gün okuduğum kitabın kaldığım yerini ters çevirip, öylece oturduğum kanepenin üzerine bırakacağım. Sanki beş dakika sonra gelip, kaldığım yerden devam edecekmişim gibi. Sanki her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ama devam edemeyeceğim, her şeyi olduğu gibi ama devam ediyormuş gibi bırakıp, gideceğim. Korktuğum, yarıda kalan rüya ve kâbuslarımı bile yarım bırakacağım, geri gelecekmişim gibi gideceğim, fakat geri dönemeyeceğim kadar uzaklarda olacağım…

Vazgeçmemin üzerinden, bir sürü yol geçti, birkaç sevme dışında yüreğim pırpır etmedi bir daha, midemde ne zaman bir daha mor kelebeklerin uçuşacağını bilmiyorum, buna rağmen ilk ve son kez seviyormuş gibiydim. Onu dosdoğru tanımanın yalanına kendimi inandırmıştım. Kendi yalanına inanmak kadar başka bir ahmaklık daha yoktur. Kirpiklerini saymaktan yorulmazdım, kaybetme korkusu tıpkı ölüm korkusuna benziyor. İkisinde de insan kendini yitiriyor.

Yirmi Altı Şubat İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut