Browsing Tag

kasvet

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yergi

 

Yanıma dilediğin kadar yaklaşabilsen de, içimi anlayamadığın bir alfabeydim ben senin lügatinde. Uzaktan görülmeyen, yanına gelince de pek anlaşılmayan, görmeye çalıştıkça seçilemeyen, yaklaştıkça dağılan, bozulan, değişen bir harftim. Gizil bir imge, anlamını derinlere saklamış bir yergi, olduğu yerin başka tarafında var olduğunu zanneden bir kelime. Denizin kenarındaki kumlarda kendini kaybeden, dilediğinde ulaşılamayan, bulunamayan, kendine bile saklanan bir isim. Güzellikle de olacak şey değildi artık buralarda kalmak, kafam hoş değildi iyiliklerle de. Gayretten başka yolum yoktu, hayatta ruhuma rahat yoktu, bir de ölünce de mi devam edecekti bu azap? Onu da deneyecektim. Katlanılamazdı ama katlanıyordum, gereğinden fazla kendimi oradan oraya kat kat katlıyordum. Neyin yitimiydi içimdeki tam olarak, bulacaktım. Kıyameti kopmuştu uçuşların, sıra susuşlara gelmişti, başımın hoş olmadığı her şey başımı döndürüyordu, döndükçe ben yitiyordum, evlerden, sokaklardan, yollardan, şehirlerden.

Akşamın akşam gibi olmadığı, gecenin yıldızdan geçilmediği o yerlere düşen yolları arıyorum hâlâ. Anlatmaya değer bir şey kalmadığı için o hikâyede, kimseye yolları da sormuyorum. Sorduğum yolu öğrenirler diye korkuyorum, kendi öğrenmemden çok bundan çekiniyorum. Sorsam devamı gelecek çünkü. Herkes ya tek soruyla yetinecek gibi değil ya da hiç cevabı olmayacak kadar üşengeç. Ortada bir yerlerde olmak yalnızlıktan başka bir şey değil, belki de en derin yansızlık bu.

Kimsenin artık kimsenin hayatına saygısı olmadığı gibi hikâyesine merakı da yok. Böylece öğreniyoruz işte sus pus olmayı. Dilin olduğunu zannettiğin yerde dilsizleşmeyi, cevabını çok güzel verebileceğine inandığın durumlarda, o cevapları bile isteye içine tıkıştırmayı, tahammülümüz böyle tahammülsüzleşti işte. Kalbinden çıkacağına bir türlü inanmadığın sevgiliden ayrılmış gibi bir yılgınlık, fabrikadan çıkış zili gibi bir yorgunluk, işportacı kaçamağı gibi koşturmacası bol hayatın anlatılacak pek bir tarafı da yoktu ama üzülecek taraf bulabilirdik gayet, bakabilseydik eğer… Ne kaldı içimizdeki güce dair savaşmaktan başka? Her şeyle ama her yerle harp hâlindeyiz, aslında harap hâldeyiz. Kendi içimizle bile. İçimizi görmeyenlere düşmanız, anlamayanlara bozuk, anlatamadıklarımızla da kavgalıyız. Bizi yoran gidemediğimiz yollar değil, geçirdiğimiz yıllar da değil, belki biraz yaşayamadıklarımız bir de bitmek bilmeyen savaşlarımız.

Hayallerimizin içinde ne hayatlar sabahlardı, unuttum. Şimdi sabahı zor buluyorum, zor kavuşuyorum sevdiğim zamanlara. Bayağı bir saçım döküldü son zamanlarda, kederden değil, birkaç on telden ne çıkar ki, lafı bile olmaz. Yine de birkaç gitar teli çıksın isterdim, sanatlı, melodili bir duruma konu olsun, bir anlamı olsun isterdim bu dökülmelerin. İnsan kendi döküğünü bile öyle olduğu gibi çöpe atmaya kıyamıyor, o bile manalı, manasız ama bir şekilde bir uyumu, hikâyesi olsun istiyor. Başkalarının hikâyelerini umursamadıkça, kendi öykümüzün bencili olduk. Çıkamaz olduk bu girdaptan. Gönlümce olamadım ben bu dünyada, kalamadım da. Dilediğimce yapamadım, o şiirin içine de gönülsüzce sızdım, gerçekten sızdım yani, kaldım öyle, çıkamadım. Elim, kolum kalkmadı. Daha ne olursa şaşırırım diye düşünürken geçiyor günler, şaşıracak şey bulamıyorum artık, şaşırma yetim bir yerde topluca unutulmuş gibi, şaşırmayı hatırlamak istiyorum, şaşırılması gereken bir olayda öylece kalayım, gerçekten şaşırıyormuş gibi yapayım istiyorum, bu bile birkaç saniyeden öteye geçmiyor.

Birçok şey yitirdik bunca zamanda, masumiyet de dâhil, ama en manasızı meraktı. Kalbimi örseleyen şeylerin başında geliyor artık, merak etmeye değecek herhangi bir şeyin olmayışı. Bir harfe onlarca yüklediğim anlam nereye gitti ya da nerede dondu bilmiyorum. Bu başkalığa hazır mıydım onu da hiç öğrenemeyeceğim. Ama bu eksikliğe de gitgide alışıyoruz, giderek, kalarak, dolaşarak, susarak, sormayarak, bu kabulleniş bizi durmadan soğuttu her şeyden. Bol uzun vadeli, taksitlerle vazgeçtim dokusu olan, dokunası gelen her şeyden, tüm o kelimelerden, özlemden, uzakların varlığından. Geriye bu akıbetin olgusu kaldı.

Tanıdık bildik karanlığın içindeki o güvenli ıstırabından mesutsun şimdilerde. Çember gibi çevreledi seni, enine boyuna. Tüm başka kötücül duygulardan, yoksunluktan. Fedakârlıkla heba yan yanaydı sanki artık, bir şeye olan inancın ziyandan geçiyordu, bir şeye kendini feda ettiğinde her ne olursa olsun, ister eylem, ister inanç ya da biri olsun, kitap olsun ya da heba olup, gidiyordu bu çağda. Hiç dinlenilmeyecek cümlelere gönlümü kaptırdım, virgül zannettiğim bir noktanın peşinde heba oldum, bir kere bile okunmayacak kitaplar yazdım, hiç basılmayacak o kitabı hem yazdım hem de okudum. Bazen beğendim, bazen yok edesim geldi. Uzayda bir yerde birikirdi nasıl olsa tüm cümleler, haklı da olsalar, haksız da, değseler de, dokunmasalar da kimselere. Bu kadar tasarruflu teselli bulmayı nereden öğrendik biz acaba?

Istıraplara madem çare bulunamıyorsa, bari bir anlamı olsaydı. Bu bakışlar, susmaları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Biten her öykünün peşini bıraktım, koşmadım. Heveslerim de bir tek susmalarda birikiyordu sanırım. Ertelendi bir başka güzel ömre kadar. Hem uyuyor, hem de uyuyamıyorum gibi geçiyor uzun zamandır gecelerim. Saatlerce, tonlarca, günlerce susabilirdim. Soyut nedenlerden dolayı da yorgun düşebilirdi çünkü insan, ruhu yorulur, gücü tükenir, yüreği susardı, beden böyle acı çeker, böyle başkalaşır, böyle bir atar, bir atmaz kalp, bozulurdu, anlaşılamazdı.

Hevesten biraz daha fazlası gerekiyor yaşamak için, tüm bu monoton hayat, koşturma, emek karşılığının alınamaması, boşuna çektiğini hissettiğin, sürekli ağırlaşan o kürekler, herkesin birbirinin üstüne çıkmaya çalışması, karşısındakini hep küçük görüp, kendini en olmaz şeyler yaptığında bile yüceltme durumları… Kibir, öfke, haksızlık, doymaz bir açgözlülük, bencillik, sıradanlık ve dinlenememek, ruh yorgunluğu. Tüm bunların arasından sıyrılıp, hayatını yaşamak, nefes almak, geçinmek, bir yol bulmak inanılmaz zor ve hatta imkânsız artık bu çağda. Oblomov bu zamanda yaşasaydı, belki de utanırdı bulunduğu ya da hissettiği durumdan. Bir kitapta okusam bunları, başımı üzüntüden kaldıramazdım, kalbim sıkışırdı ama şimdi biz hep içindeyiz bu durumların, bu absürt masalın ya da masalsızlığın… Yeterince üşendiysek artık biraz daha gidip, hayal kurayım ben. Çünkü görünmeyeni seviyoruz, dilediğimiz gibi hayal edebilmek için. Kimse karışmasın, hatta içine de dâhil olmasın diye. Nerede başlar, nerede devam eder bilmeden, sona yaklaşıyoruz, bunu da tükettik diye ağlayarak susturabilir miyim bu boşluğu, bu açlığı bilmiyorum. Hayal kurmaya aşina olduğum kadar kırıklıklarına da mecalim var mıydı, sahip çıkabilecek miydim bunu da bilmiyorum. Çabucak ısınan ve buz gibi olan kalbim acılarına sahip çıkmıştı hep, bir sözcük bulmak, bilmek, anlamak heyecanına birkaç saniye kalaydı.

Şimdi bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış, dünyalar başımıza yıkılmamış, başka hayatlarda kaybolmamış, kendimizden hiç vazgeçmemiş gibi geri dönsen buralara yine ve yeniden, ne fark eder ki? Yedi dünyayı boşlayıp gelsen, okyanuslar açsan ne çare? Bende sana verecek tek bir damla dâhi kalmadı artık. İçimdeki sensizliğe alıştırdın beni, yersizliğime, dengesizliğime alıştım, onlarsız yapamıyorum artık.

Nevin Akbulut
14.02.2024 Perşembe 14:30