Monthly Archives:

Aralık 2022

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kayboluş

En güzel ses; sessizlik…

Kendi derinime batmaktan bir yere çıkamadım, çıksam da varamadım bir yere. Dünyaya böyle geldim, batık bir gemiden düşer gibi, düşsem de toparlamadım, öyle istedim, durmayı, sakinliği, kaybolmanın içindeki yokluğu sevdim. Bulunduğum yerde sürekli kötücül, korkutmayı amaç edinmiş, çürümüş ruhların, bozuk namlularındaki sözler isabet ediyordu içime. Bulunmamalı, bilinmemeliydim. Vurulsam, kaçacak yerim de yoktu, düşerdim, kaçmaya gücü olmayanların bir yerde ne olursa olsun, gidememesi, takılı kalması gibi. İstemediğim zamanda doğmanın, hazır olmamanın huzursuzluğuydu bu. İçini ev bilip, kimseye gidememek, bir yere varamamak, anlayamadığım şeyleri çözmeye de uğraşmak işime gelmezdi, uğraşamadım aklınızdaki düğümlerle, yapamadım yanınızda olmayı, beceremedim kimseye yük olup, nefes almayı. Bir kişiyi daha kaldıramazdı yüreğim, kendime kadar yer vardı. Artık çok geç bunca eskiyken, yeniden başlamak için. Yeni diye bir şey yok, ismimle tezat,

Hoşça kal’ı sığdıramadım hiçbir yere, o hoş kelimesi kaldı içimde, hoş olan bir şey yokken, niye hoşluktan bahsedecektim ki?

Söz sevinçleri, sızıları paylaşabildiğimiz bir şey değildi artık, hiçbirinin sözü bir diğerine benzemiyor, benzese çünkü biraz anlaşılırdı bunca laf. Söz; uçurumun kenarında son gücünle tutunduğun, gecenin bir yarısı sana en yabancı kâbusların arasındayken, içinde birikenler, derinindeki en yüce saydığın performansınla dile getirebileceğini bildiğin ama artık hiç bir harfi harcamaya değer görmediğin yerlerde biriktirdiğindi.

Bunca yıl sonra olanlar gerçekten olmuş muydu, bana mı öyle geliyordu? Öyle ya kimsede olanların olduğuna dair bir etki, bir işaret yoktu. Çok sonraları o zamanları uzak ve soğuk bir rüya, bir izlenim gibi hissediyorum. Kendime bile uzak, ayrı beklenilen olmayan bir sonradan çıkma bir eklem gibi. Artık her şey silik ve önemsiz olacak kadar uzaklaşmışken, kaç gözü vardı insanın, gördüğünü göremiyor, gördüğünü bilemiyor, bildiğini anlayamıyordu. Kaç gözle daha bakması gerekiyordu, görebilmek için… Onlara benzemiyor ama anlıyordun, her zamanki uzaklıkların doldurduğunu zannettiğin boşlukların, neden olduğu hep aynı ağrılar. Değişmenin cezası gibiydi değişememek, değişmeyecekti.

Hayatın manası ancak kendime kadar, kimse anlam arayıp, bulamaz bende. Eskiden anlamalarına ihtiyacım olduğunu zannettiğim şeyleri, şimdi hiç bilmemelerini tercih ediyorum. Hayatla uzlaşırdım belki, içindekiler olmasa. Denize hazırlıksız yakalanıp, düştüğüm o gece yarısı, beni boş verip, içimi de beraberinde dibe çökertip aynı zamanda suyun kaldırma kuvvetini bir kenara bırakıp, beni kaldırmayan denizi olmayan suya da aşk olsun.

Zamanın içinde olmaması gereken anlar vardır, geç kalmalar gibi, o anın aslında orada olmaması gerekiyor da tesadüfen oradaymış gibi, bulunduğu zamana ait olmayan ve olamayacak anlar. İşte ben de dünyanın içinde, o olmayacak an gibi duruyorum. Kimyamız yarı tereddüt, ikilem diğer yarımız da hezeyanlardan oluşuyor. Bir bilinmeyen, belirsiz de çok az bir kısmımız var, onu biz bile bilmiyoruz, bir şey olduğunda, önemini hissettiğimizde ya da farkında olmadan bir olaya hazırlıksız yakalandığımızda ortaya çıkan, bizim bile tanımadığımız o yan, tanıyamayacağımız… Heyecan bizi boş vereli çok oldu, on yıl mı, on gün mü? Dün gece o rüyada mı terk etti bilmiyorum. Kendimi yine kendimle avutuyorum, kimsenin kandırmasına gerek duymadan. Gidemeyeceğim bir yerdeyim, çıkıp, gitsem geri gelemeyeceğimi biliyorum.

Nefret ya da kin barınamıyor içimde, hiç. Başkalarının sebep olduğu durumlar karşısında bile bir miktar haklı bir nefret barındırmam gerekirdi belki, bundan sonrakiler için kendimi korumak adına. Ama hiç yapamadım, yapmadım. Belki üşendim, belki öyle güçlü duygularım olmadı hiç. Şerefsizlere, söz verip tutmayanlara, duygularımı sömürenlere karşı tavrım; onları oldukları yere havale etmek, öyle de yaptım. Sessizliğe aldım kendimi, sessizce geçtim dünyanın sokaklarından, böyle rahatladım, belki üşendim, belki hissimi körelttim ama bence en huzurlusu, kendim için en doğrusu buydu.

İçsiz bir zamanın içinden geçip, gidiyoruz. Anlamak isteyen, uzaktan da anlardı, anlatmadan da. Her şey sona ermek üzere olduğunda, hiçbir şey yapma gereği duymuyorsun. Hep kitaplardaki yazarların hayatı, filmlerdeki romanlar ilgini çekti ama artık her şeye birden, aynı derecede uzaksın. Perec’in Kayboluş’u anlattığı o boşluğu özlüyorsun çünkü o kayıp tam sana göre, senin sonsuz kere yukarı yuvarlanmalarındaki boşluğuna ancak böyle bir yer bulunur, böyle bir son olurdu. Bir sigara olsa, hep dışarıdan herhangi bir eşya da ya da maddeyle kocaman şeyler o ufacık nesnelerle düzelecek gibi geliyor. Hiçbir şey yapamadığın zamanlarda bolca saçmalıyor ve buna zaaf gibi tutunuyorsun. Bir şey yapmaktan, neden olmaktan, senden sebep herhangi bir şeyin yeri olması, yer değiştirmesi, değişime uğraması ya da var olması seni korkutuyor. Hiçbir şeye sebep olmak istemiyor, kendi sebebinden feragat edip, kurtulmak istiyorsun. Hayata hâlâ neyle, hangi bağla tutulduğunu bilmiyorsun, bulamıyorsun da. Sevdiğin şeylerden dolayı olamaz ki onları bile yeterince sevemediğine inanıyorsun. Bu nedeni, bağı da bulmuyorsun çünkü bulsan o bağı da ortasından kesip, yok edersin. Herhangi bir sebep, çıkıp, yapışsın, tutunsun, nedenin olsun o bağla istemiyorsun. Atlamak istediğin tuzaklara kendi ayağınla gidiyorsun, kaymak, kaybolmak arası bir şey oluyor o zamanlarda ama tamamen yok olamıyorsun, diğer her şey gibi, her şey gibi bir yerin var, istemesen de, anlamasan da, tutunmak istemesen de, tuzakları özleyip, uzaklara meylin olsa da…

Bunca denizde olup da bunca acılı, derin ve kederli aynı zamanda da anlamlı bu kadar şeyi nasıl yazıyorsun bilmiyorum. Gözlerimi gözüne açtım, her yer sınırsız denizdi, yokluk gibi, hiçlik gibi. Boğulmak istedim, ben zaten hep eskiden beri, kimseye sormadan yok olmak isterdim. Dünyalarca uzaklık var şimdi aramızda, köklü, ölü ve sisli. Birkaç hayat, biraz gerçeklik ve çokça soğukluk girdi araya, iliklerine kadar hissettiren. Zaman sanki bizi koparıp, başka yerlere yapıştırdı, hayat kendine yer ettirmek istedi içimizde, iç yoktu, kendi suyunun bile dışında kalıyorsan, nasıl inanabilirdik bir iç olduğuna, iç olsa bile tüketen bir şeydi, bitiren. Hiçbir şeyin içi yoktu, olsa olsa sadece bir kalp çarpıntısı oluyordu, yaşamaya dair. İç olsa gidebilir, saklanabilirdim, benim içim beni dışarı atmıştı, kendimin bile bulmayacağı bir iç olsa inanırdım içlere. Giderdim o zaman içe, gidebilirdim.

Düşünerek farkına vardığım şeyleri, susarak unutmayı yeğliyorum. Hissedebildiğim tek ve yoğun duygu; bıkkınlık. Yorgunluk da değil, onu bile uyuşturmasını becerebiliyorum ama bıkkınlığımın hiçbir çaresi yok çünkü her şeyden her an bıkabilirim. İsteyebileceğim hiçbir şey yoktu, akıp, giden zamandan başka. Terkedilmiş rüzgâr diye bahsedilen o rüzgârın kimseye ihtiyacı yoktu, kendini kutluyor her fırsatta, dalgalar da eşlik ediyordu. Güçlendikçe bir şeyleri savuruyor, bir şeyler ona katılıyor, bazı şeyler ona kendini bırakıyordu, o da elinden geldiğince savuruyordu, onun buradaki hükümranlığıydı sorgusuz.

Nevin Akbulut
Yirmi Sekiz Aralık İki Bin Yirmi İki 11:00

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kırık Pencere

Kendi boşluklarından atlayıp, geçemeyenler, içini doldurur.

Kimse tanımayınca güvende olacağını biliyorsun çünkü hep tanıdıkları hatta yakınları zarar verir insana. Bu fikirle çok uzaklara, isminden, cisminden, geçmişten, kırık pencerelerden, soluksuz kaldığın odalardan, hapis kaldığın bıçağın sırtında geçmeyen gecelerden uzağa gitmek istiyorsun. Karlı bir yere, yeşilin bol olduğu bir yere, çiçekli bir isim istiyorsun, vedalaştığın çiçekli elbiselerden sonra. Bütün duyduğun isimler geçmişi, geçmişin içinde geçemeyen bir şeyi çağrıştırıyor. Hiç duyulmamış bir isim yok mu? Ne zormuş insanın kendini bulması. Birine rastlamaktan bile zor. İnsan olmaya isminle başlıyorsun, o derece önemli çünkü. Yeni, yepyeni bir şey istiyorsun, eskilerin intikamıyla işin yok, içinde intikam ve kırıklarla çok fazla uzağa gidemezsin, heveslerinle gidersin, yastan ve endişeden uzak. Eskiler olmasın, yenilenmesin, karşına çıkan her yeni eskimiş olsun mühim değil, senin eskin olmasın yeter. Hangi ismi yakıştırsan üzerine, eskileri yenilemekten başka bir işe yaramıyor, garip. Bir nesne ya da bir sebze kadar vasıflı olsaydık keşke diye geçiriyorsun içinden. Yine içinden çıkamadığın şeylerin içindesin, dağlar, bayırlar, çayırlar bile söküp alamıyor içindeki seni. İstediğin bir son sadece ama yeni bir başlangıç için, hiçbir sonu beğenmiyorsun, sen yok olmadan gerçekleşemiyor bu son bir türlü.

Mutlu olmak kadar, mutlu ölmek de çok zor. Tüm kesiklerimi hakkını vermiş boynumdan çıkarıp, kaçtığım yere bırakıp, gitmek istiyorum. Arayan herkesten kaçtığım için, kendimi de aradığım yerde bulamıyorum. Olur ya belki de çimenlerin üzerinde mutlu bir son vermişimdir kendime, zamanında gelmeyip, beklenen virgüllerin yerine, özlenen bir nokta. En azından bunu becerebilmişimdir kendim için. Umut ediyorum, kinlerden, hayallerden, hayalsizlikten, kırıklardan, açık bırakılan kapılardan kurtulmuşumdur belki. Madem hiçbir şeyin düzeleceği yok, kendimi ardımda bırakıp, sıyrılırım. Bu da benim hayatım boyunca yaptığım ilk ve son üşengeçlik olsun.

Ceplerimizde kaygı dolu düşünceler, beynimizin içinde sürekli gösterime giren; huzursuz anılardan akan kurumamış yaralar, koptukça ıslanan. Yaşamak için hayatı kazıdığımız tırnaklarımızın arasında eskimiş vedalar, geçmişten canı yanan, geleceği ister ya da bekler mi, beklediğini bulabilir mi? Ölen hayallerimizin yükü yetti, hayatlarımızın yükü de. Yaşayacak ya da çoğalacak bir neden bulamıyorum. Uyandığın her gün doğduğunu zannederken, her kötülüğün karşısında, yeniden ölüyorsun, tekrardan başka bir şey değil bu. Sadece karmaşadan anlaşılamıyor ya da bu ölümün ismi yok henüz. Bitmeyecek yolları düşlüyoruz sürekli, durmaya katlanamıyoruz çünkü düşünüyoruz, unutamıyoruz, anlıyoruz, biliyoruz. Bilmek yük, ağırlaştırmak istemiyoruz.

Gölgesi bile terk etmişti onu, bundan sonra tüm yalnızlığının sebep ve sonuçlarını o kayıp gölgesinden bilecekti. Şimdi yıllar sonra geri gelse bile gölgesini tanımayacaktı, ardı sıra giden fazlalıktan başka bir şey olmayacaktı. İçinin acısıyla yoğrulmuş, hezeyan ve korkularla soslanmış, kırıklıkları da arasına boca etmiş bir hayatın verebileceklerinden çok veremeyeceklerini biliyorum artık. Bir an bir istek, arzu, hayal, ümit geliyor, sonra geçiyor her şey. Sonra yine geliyor, değişerek ve azalarak, onların da üstesinden geliyorum. Kendimi anlayamama boşluğundan geri dönemiyorum. Hayatla ve herkesle arama kazdığım o çukur ve içine attıklarım, artık görmek istemediklerim, istemeyi sevmediğim her şeyle birlikte o boşluk izin vermiyor. Dengesizliğim aslında güzelliğimdi, varlığım yersizliğimdi. En çok kendimi anlayamayışıma içerliyordum. Kendime söylediğim her şey, kendi üzerimden, geçmişimden, tüm dünyayaydı. Kimse ben değildi, kimsenin içinden geçenler de benimle ilgili değildi. Kendime söylenmelerim kesinlikle mantıklı ama cevabı başkalarından beklemek delilik emaresi. Ne olduğumu ya da olacağımı sanıyordum ki, doğumdan ve dünyadan öncesini bilmememe rağmen. Kucağımda kırılmış kalp, uykusuz geceler, okunamamış kitaplar, harcanamamış zamanlar, gidilememiş yollar ve bir türlü uyandırmayan kâbuslar. Nereye gidilebilirdi ki… Ayna da cevap bulamıyor sorularıma. Hevessizce geçen günlerin kuyruğuna hep bir yenisi ekleniyor, bir yerde dursun, kalsın istiyorum, eklenmesin bir yenisi daha. Cennet diye kurulan tüm hayaller cinnet olasılığı. İçimdeki dürtülere yer bulamıyorum. Öğretilen her şey ezberlenmiş korkular hâlinde içime yerleşiyor, başka hiçbir şeye yer kalmıyor. En nihayetinde inanmaktan inanmamaya geçeceğim, biliyorum, açılan her kapıyı aşk zannettim, âşık olmayı da bilmiyorum, âşık olduğunu söyleyenleri de anlayamıyorum. Tutuk, sakin, çekingen ve kusurlu geçti zaman. Zamanım yok artık.

Zaman, muhakkak zamanı var her inançsızlığın. Bir türlü yer ayırıp da içine almayan hayat, dışarı da salıp, bırakmıyor yakamı. Kendime bile eğretiyim, kime ya da neye olmayacağım ki, meyilsizliğim bu yüzden, tutunamamam… Güvenmeye çalıştığım yerlerden dağılıyorum, toplamaya çalıştıklarım çarpılıyor, kalmak için teselli ya da aradığım anlamları bulamayınca delişmen ve hırçın oluyorum. Hangi kusuru görsem, içinde kendimi buluyorum. Gerçek olduğuna inandığım her şey, bir yerden sonra sadece hayal oldu gözümün önünde, buharlaştı, gitti. Üzerinden zaman geçtikçe sadece bir sanrıydı demeye başladım, daha sonra uyku ile uyanıklık arası bir düş olduğuna inanmaya başladım ve en sonunda da uyanmak üzere olduğum bir sabah gördüğüm saçma bir rüya olarak algıladım. Gerçekler inanılmaz hızla yer değiştirdi içimde bir yerlerde. Şimdi dokunacak kadar bile gerçek olduğunu hissetsem, artık zannetmem, inanmam, inkâr ederim. Eninde sonunda sadece rüya olarak kalacaksa bir şey, rüyadan öteye de gitmemeli. Şimdiden asıl olduğu yeri kabullensin herkes.

Bildiğim yerden yaşamaya çalışıp, bildiğimi okuyordum. Onlar bildiğim her şeyi unutayım istiyorlardı, geriye bilmediklerim kalacaktı, insan bilmediğini okuyamaz, yaşayamazdı ki. Bildiklerim dokunuyordu besbelli ama bilmediğimle nereye gidebilir, ne yapabilirdim.

İyi ki yarına çıkacağımızın garantisi yok, aksi takdirde kim bilir insan neler yapmaya cüret edebilecekti. Bir tek an, tek hatıra yetmiyor günümüz yaşantısında, doymaz bir açgözlülükle hatıradan anıya, anıdan hikâyeye hep koşmak, tüm zamanları talan etmek istiyor. Her an onunla ve yalnız ona ait olunsun istiyor üstelik bunu da karşısındaki şeye ait olduğunu bildirerek yapıyor. Satır aralarını okuyamayan birinden saflıkla anlayış bekliyorsun, nasıl yanılıyorsun. Yaşanır, inan bana bu kalp kırıklarıyla da yaşanıyor çok güzel. Sadece eskisi gibi inanmıyor, hayal görmüyor, masalın içinde hissetmiyorsun kendini. Onun yerini sadece vicdanından sorumlu şeyler alıyor, tüm derdini ona yüklüyorsun, vicdanın rahatsa, sen de çok mutlusun demektir.

Sürekli bıktığımız o boşluklar, beklediğimiz başıbozukluklar, hiçbir şeyin olmayacağı o suskun bakışlar… Dış yaşantının sebep olduğu, iç sarsıntılar. Parmaklarını biliyordun, içinde bulunduğun parmaklıkları sayamıyordun. Hayal ettiğin o öteki dünyanın etrafını çizen çember, seni barındırmıyor, seni atıyor her defasında çemberin dışına, kendine yabancılığın oraya yabancılığınla akraba. Çizen o kalem senin elinde değil, dizen, özenen o şiir uzak. Yazgı mı diyorsun buna, yazık. İnan, daha kolay. Adımlarını kısıtlayan o uyuşuk esneklik, kaç binanın tepesinden uçsan gücünü teslim etmiş olur, kaç dünyayı dolaşsan varabilirsin gideceğin yere? Başka dünyayı bulamıyorsun gözbebeklerinin ardında, perdeli, tutkulu, tutsak, vasat şu zamanlardan felçli bir isteyişin gölgesinde bekliyorsun.

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin Yirmi İki 17:00
Nevin Akbulut