Nankörlük anına denk gelmiştim zamanın, kolay harcanacak ve tüketilecek bir şeydim içinde.
Yerini yadırgamış rüya gibiyim, görülüp, görülmediğimi bile bilmiyorum. Belki de hiç fark edilmeden o uyku yığının arasında donup kaldım. Var olduğumdan ya da yokluğumdan şüpheye düşen sadece bir kişi var, o da bu rüyayı gördüğünü zannedip, yine her zamanki gibi uyandığında unutacak. Olmasam da olurdu, olmuşla ölmüşe çare yokmuş ya, ne oldum, ne de öldüm. Bu yüzden mi bunca belirsizlik ve gereksizlik? İnsanlar acımasız doğduğumdan beri, sen bile zalim, ben şanssız. Daha ne olsun bu çağda…
Güneş her gün doğup batarken, her şeyin sürekli olacağına olan inancımız duruyor içimizde bir yerde, yeniden, yine aynı hataları, denenmişi denemeyi bu cesaretle yapıyoruz sanırım. Kırıldığın yerden yeniden iyileşeceğini, yeşereceğini zannederken, o kırığın, örselenmenin aslında orada olduğunu hep içimizden bildiğimiz hâlde saf bir umutla, “belki” kelimesine bağlılığımızla çıkıyoruz yine meydana, meydan bizi yeniden incitmek üzere çoktan hazır bekliyordu. Üstelik tüm yaralarımızla, yaranın olduğu yerden iyileşemeyeceğimiz kesinken, nasıl bu kadar inat ve inançla aynı yerden iyileşme umudunu taşıyabiliyoruz bilmiyorum. Herkesin bir belki’si var, olmazsa olmazı, umut gibi tutunduğu bir şey, “belki kırıldım ama iyileşir”, “belki hayal kırıklığına uğrattı ama tamir edebilir”, “belki öyle yapmak, demek istememiştir” gibi… Kimsenin kimseyi onaramayacağı ilk kırgınlıktan belliydi üstelik üzerine yirmi bininci kez aynı saflıkla kırılmaya teşne olmanın bu zamanda karşılığını bulamıyorum.
Bildiğin şeylerde bile emin olamama hâli, hep bir hata keşfetme durumu. Dünya bu, seni de herkes gibi güvensiz birine dönüştürdü. Belki de zaten olduğumuz yerde hiç renk yoktu. Olamaz mı? Belki de biz uydurduk tüm renkleri rüyamızdan ve daha fazlasını. Gri bir ayılış mıydı bizimki? Hangi zamana açılıyor ya da kapanıyorduk, muhtemelen biz aslında sadece renk körüydük… Bu bile yenilebilir bir bahaneydi tüm ruhsuzluğumuzun içinde. Bölünmüştüm, böylece çoğaldığıma ve maddenin üç hâli olarak parçalanıp, dağılacağıma emindim. Korkuyla değişikliğin ihtişamı arasına sıkışıp, kalmıştım. Bir yanım, diğer tarafımdan gizlice, saklı ve tehlikeli işlere kalkışabilir miydi tek başına?
Sisli bir gece yarısı, unutulan fotoğrafları uğurluyoruz, birçoğunu severek, bazısına gülerek ya da ağlayarak. Anılar zamanını yaşayıp, o ânın içinde kalmalı diye düşündük hep. Onları yaşamayı bıraktık, kendi hallerine, çoğalmadı onlar da, azalmadı da ama yine de az değillerdi. Uğurladığım fotoğraflarının içindeki hayalindi, diğer türlüsü katlanılmazdı. Bugünün yarına uğrayacak dermanı yoktu, biz de taşıyacak kadar yürek yememiştik. Buzla buhar arası konuştuklarımız, sustuklarımızı geçer diye iddiaya tutuştuk, biraz buhar, bir miktar duman olduk. Kaybeden yine zamansızlığımız oldu. Ezber bozan alışkanlıklarınla, eskilerden bir hikâyeye mahsuben tutulmaların ve tutunamamalarınla, öyküsüne öykündüğün her yerden kırılıyorsun. Gece susmak demekti, uzaklar suskunluk demekti. En çok bunu özlüyorsun, sessizliği ve puslu geceleri. Yeterince yontulmayınca heykel taş, insan da yeterince sevmeyince hiç olurmuş. Yakamozu denize düşen o gemi resminde, ressamın elinden gelmeyen yansımalar vardı, aramızdaki bulanıklık, belirsizlik, ulaşılmazlık tam da böyle bir şeydi. Bazı şeylerin o anlamlara gelmediğini anlayınca, gerçeğin tam ortasına düşüyorsun, seni tutacak kimse de olmadan.
Bize şarkılar bulduğum akşamları, şarkının içindeki geceyi seviyordum, yıldızlar bu kadar uzak diye onlara tutuluyordum, zaten tutunamadığım her şeye bir miktar tutulurdum. Tersliğimin izahı vardı, makuldü, hatta bana göre biraz makbuldü. Ama serin günlerimin açıklamasını yapamıyordum, suskunluğumu biliyordum, durgunluğumu tanımıyor, anlama kabiliyetimin ağırlığı altında eziliyordum. Hiçbir şeyin sükût hâlinde olabilmesine alışmamıştım. Tüm iyi dileklerim kaçırdığım uzakların yollarında, trenlerin vagonlarında, tanımadığım rüzgâra kapılıp, kaybolmuştu. Hayat bu kadar donuk, insan bu kadar sıkılgan ve ben bu kadar galibayken çaresizlikten ağlamanın da bir şeye yaramayacağını biliyordum artık. Çok şeyler anlatmak istedim zamanında, sesimi bilirim, içimi tanırım, kendimi anlarım zannettim. Hiçbir şeyin hiçbir yere ulaşamayacağını bildiğim hâlde. Senaryonun gereğini yerine getirir gibi, rol icabı doğdum, bu hikâyeyi bitirecektim, her şey birbirine karıştı, kimyadan soğudum.
Çok kişilikli semtlerin, ne kadar az olursa o kadar iyi dünyasından geldim. Sesim, hani’li zamanların hayal kırıklığında kısılıp kaldı. Hâlden anlamaz bir zaman, bir yerdi artık dünya, her şeye rağmen, çıkılmaz sokakların müptezelleriydik. İçimdeki umutlar, dolapta çoktan unutulmuş ve yitirilmeye yüz tutmuş olgun meyveler gibi çürüdü. Kıpırtısızdım, az daha ölecektim. Ölmeden canlanamayacağız belki de. Hayalet gibi o sokaktan yine kaçıncı geçişim unuttum, çantamda ikinci el kitaplarla, içimde çoktan eskimiş ayrılıklarla. Her sabah tüy gibi geçiyorum, kimse bakmıyor, bakan da görmüyor zaten. Zamanın içinde sıkıştırılmış bir ayraç gibi arada, derede nefes almaya çalıştığım için, hiçbir şeyi ayıramadığım gibi birleştiremediğim için ya da düzeltemeyeceğim için görünmez oluyordum. O mağrur gerekçe, izleseler de görünememe mağrurluğu, dilim dönmüyordu gitmelere, telaffuzu olmayan o hüzünlü bekleyiş, içimde kırılan her şeyin melodisiyle birlikte tüm susuşlardan sonra içime dönüyorum, ruhu yontulmuş, kalbi görmekten yorulmuş bir bilge edasıyla… Ve semt isimleri geçiyor aklımdan, tabelalar, sürekli istemeden de okuduğum şeylerin beynimde yer etmesi, anlamlı, anlamsız kelimeler, beğendiklerim, her şey. Bir semt ismi bile bazen ne çok şey hissettirir, için titrer, özlemle dolar, sarılırsın, en yakınına sarılır gibi, sarmalar seni. O anda, o sokağın içinde yaşadıklarındır aradığın, artık bulamayacağın, gidemediğin devrandır gurbetin, gün olup artık devranın dönmeyeceği demdir bu mevsim. Ulaşamazsın o yere bir daha, aynı değildir, hatta hiç değişmese bile, adı bile değişmese başkadır. Bir saniye öncenin yenisidir artık, zaman gibi. Ne çok saat var oysa zamandan kaçılmıyor.
Sussun diye uğultular, çıkmıyorum tepelere. İçimde kendi hayatından kaçmayı isteyen bir çocuk, bu da zaafım, o kadar olsun, belki başka bir hayata ışınlanırım masalları, her zorlukta içimden denediğim. Uçsuz, bucaksızlık hem korkutuyor, hem de içine çekiyor beni. Yılların günler gibi geçtiği bunca zaman sonra artık gelmeyeceğine dair hikâyeler uyduruyorum, içinde bahaneleriyle birlikte. Yine de hem gelmeyeceğini biliyorum hem de bunu aklımdan çıkaramıyorum. Bu durumu hangi mevsimin içine saklarım ya da hangi hikâyeye gömerim, hangi yollara, düşlere, uzaklara savururum bilmiyorum. Tutunamadığım anlarda mucize gibi çıkarsın diye çocukça hayallere kapılmıştım, içimde hep inançlı ve azimli bir çocukla büyüdüm ben, ama o çocuk gitti şimdi. Tutunabiliyorsam iyi kötü, bunun kimseyle uzaktan yakından, sağdan soldan ilgisi yok biliyorum.
Hatırlamadıklarının hiç unutulmayan hikâyesinden geliyorum ben. Adımı değiştirsem, sanımı, zamanımı… Sanrılarımı büyütsem, sancılarım büyür durmadan. Dünyaya açılan balkonlardan hiç bakamadığım gibi, rutubeti bol, muhabbeti az, kahrı çok odalarda tecrit ruhumu, zaman içinde silinen gülüşümü, eksilen diriliğimi, içime hapsettiğim iç çekmelerimi… Ve hatta yaşımı bile değiştirsem, hiç yaşamadığım o yaşlara gelsem, unutabilir miyim tüm kalanları? Tabelalar bile geçip gitmiyor gözlerimin önünden, aklımın içindeki boşluğa yer ediyor hepsi.
Her cümle bir diğerinin takibindeydi, fark edebilen şansız ruhlarda… Dünyanın cefasını çekeceğim bir hatırı kalmadı artık ne de hatırası.
19.06.2025 Perşembe
Nevin Akbulut
No Comments