Browsing Tag

edebi yazılar

blog

Galibayım

Nankörlük anına denk gelmiştim zamanın, kolay harcanacak ve tüketilecek bir şeydim içinde.

Yerini yadırgamış rüya gibiyim, görülüp, görülmediğimi bile bilmiyorum. Belki de hiç fark edilmeden o uyku yığının arasında donup kaldım. Var olduğumdan ya da yokluğumdan şüpheye düşen sadece bir kişi var, o da bu rüyayı gördüğünü zannedip, yine her zamanki gibi uyandığında unutacak. Olmasam da olurdu, olmuşla ölmüşe çare yokmuş ya, ne oldum, ne de öldüm. Bu yüzden mi bunca belirsizlik ve gereksizlik? İnsanlar acımasız doğduğumdan beri, sen bile zalim, ben şanssız. Daha ne olsun bu çağda…

Güneş her gün doğup batarken, her şeyin sürekli olacağına olan inancımız duruyor içimizde bir yerde, yeniden, yine aynı hataları, denenmişi denemeyi bu cesaretle yapıyoruz sanırım. Kırıldığın yerden yeniden iyileşeceğini, yeşereceğini zannederken, o kırığın, örselenmenin aslında orada olduğunu hep içimizden bildiğimiz hâlde saf bir umutla, “belki” kelimesine bağlılığımızla çıkıyoruz yine meydana, meydan bizi yeniden incitmek üzere çoktan hazır bekliyordu. Üstelik tüm yaralarımızla, yaranın olduğu yerden iyileşemeyeceğimiz kesinken, nasıl bu kadar inat ve inançla aynı yerden iyileşme umudunu taşıyabiliyoruz bilmiyorum. Herkesin bir belki’si var, olmazsa olmazı, umut gibi tutunduğu bir şey, “belki kırıldım ama iyileşir”, “belki hayal kırıklığına uğrattı ama tamir edebilir”, “belki öyle yapmak, demek istememiştir” gibi… Kimsenin kimseyi onaramayacağı ilk kırgınlıktan belliydi üstelik üzerine yirmi bininci kez aynı saflıkla kırılmaya teşne olmanın bu zamanda karşılığını bulamıyorum.

Bildiğin şeylerde bile emin olamama hâli, hep bir hata keşfetme durumu. Dünya bu, seni de herkes gibi güvensiz birine dönüştürdü. Belki de zaten olduğumuz yerde hiç renk yoktu. Olamaz mı? Belki de biz uydurduk tüm renkleri rüyamızdan ve daha fazlasını. Gri bir ayılış mıydı bizimki? Hangi zamana açılıyor ya da kapanıyorduk, muhtemelen biz aslında sadece renk körüydük… Bu bile yenilebilir bir bahaneydi tüm ruhsuzluğumuzun içinde. Bölünmüştüm, böylece çoğaldığıma ve maddenin üç hâli olarak parçalanıp, dağılacağıma emindim. Korkuyla değişikliğin ihtişamı arasına sıkışıp, kalmıştım. Bir yanım, diğer tarafımdan gizlice, saklı ve tehlikeli işlere kalkışabilir miydi tek başına?

Sisli bir gece yarısı, unutulan fotoğrafları uğurluyoruz, birçoğunu severek, bazısına gülerek ya da ağlayarak. Anılar zamanını yaşayıp, o ânın içinde kalmalı diye düşündük hep. Onları yaşamayı bıraktık, kendi hallerine, çoğalmadı onlar da, azalmadı da ama yine de az değillerdi. Uğurladığım fotoğraflarının içindeki hayalindi, diğer türlüsü katlanılmazdı. Bugünün yarına uğrayacak dermanı yoktu, biz de taşıyacak kadar yürek yememiştik. Buzla buhar arası konuştuklarımız, sustuklarımızı geçer diye iddiaya tutuştuk, biraz buhar, bir miktar duman olduk. Kaybeden yine zamansızlığımız oldu. Ezber bozan alışkanlıklarınla, eskilerden bir hikâyeye mahsuben tutulmaların ve tutunamamalarınla, öyküsüne öykündüğün her yerden kırılıyorsun. Gece susmak demekti, uzaklar suskunluk demekti. En çok bunu özlüyorsun, sessizliği ve puslu geceleri. Yeterince yontulmayınca heykel taş, insan da yeterince sevmeyince hiç olurmuş. Yakamozu denize düşen o gemi resminde, ressamın elinden gelmeyen yansımalar vardı, aramızdaki bulanıklık, belirsizlik, ulaşılmazlık tam da böyle bir şeydi. Bazı şeylerin o anlamlara gelmediğini anlayınca, gerçeğin tam ortasına düşüyorsun, seni tutacak kimse de olmadan.

Bize şarkılar bulduğum akşamları, şarkının içindeki geceyi seviyordum, yıldızlar bu kadar uzak diye onlara tutuluyordum, zaten tutunamadığım her şeye bir miktar tutulurdum. Tersliğimin izahı vardı, makuldü, hatta bana göre biraz makbuldü. Ama serin günlerimin açıklamasını yapamıyordum, suskunluğumu biliyordum, durgunluğumu tanımıyor, anlama kabiliyetimin ağırlığı altında eziliyordum. Hiçbir şeyin sükût hâlinde olabilmesine alışmamıştım. Tüm iyi dileklerim kaçırdığım uzakların yollarında, trenlerin vagonlarında, tanımadığım rüzgâra kapılıp, kaybolmuştu. Hayat bu kadar donuk, insan bu kadar sıkılgan ve ben bu kadar galibayken çaresizlikten ağlamanın da bir şeye yaramayacağını biliyordum artık. Çok şeyler anlatmak istedim zamanında, sesimi bilirim, içimi tanırım, kendimi anlarım zannettim. Hiçbir şeyin hiçbir yere ulaşamayacağını bildiğim hâlde. Senaryonun gereğini yerine getirir gibi, rol icabı doğdum, bu hikâyeyi bitirecektim, her şey birbirine karıştı, kimyadan soğudum.

Çok kişilikli semtlerin, ne kadar az olursa o kadar iyi dünyasından geldim. Sesim, hani’li zamanların hayal kırıklığında kısılıp kaldı. Hâlden anlamaz bir zaman, bir yerdi artık dünya, her şeye rağmen, çıkılmaz sokakların müptezelleriydik. İçimdeki umutlar, dolapta çoktan unutulmuş ve yitirilmeye yüz tutmuş olgun meyveler gibi çürüdü. Kıpırtısızdım, az daha ölecektim. Ölmeden canlanamayacağız belki de. Hayalet gibi o sokaktan yine kaçıncı geçişim unuttum, çantamda ikinci el kitaplarla, içimde çoktan eskimiş ayrılıklarla. Her sabah tüy gibi geçiyorum, kimse bakmıyor, bakan da görmüyor zaten. Zamanın içinde sıkıştırılmış bir ayraç gibi arada, derede nefes almaya çalıştığım için, hiçbir şeyi ayıramadığım gibi birleştiremediğim için ya da düzeltemeyeceğim için görünmez oluyordum. O mağrur gerekçe, izleseler de görünememe mağrurluğu, dilim dönmüyordu gitmelere, telaffuzu olmayan o hüzünlü bekleyiş, içimde kırılan her şeyin melodisiyle birlikte tüm susuşlardan sonra içime dönüyorum, ruhu yontulmuş, kalbi görmekten yorulmuş bir bilge edasıyla… Ve semt isimleri geçiyor aklımdan, tabelalar, sürekli istemeden de okuduğum şeylerin beynimde yer etmesi, anlamlı, anlamsız kelimeler, beğendiklerim, her şey. Bir semt ismi bile bazen ne çok şey hissettirir, için titrer, özlemle dolar, sarılırsın, en yakınına sarılır gibi, sarmalar seni. O anda, o sokağın içinde yaşadıklarındır aradığın, artık bulamayacağın, gidemediğin devrandır gurbetin, gün olup artık devranın dönmeyeceği demdir bu mevsim. Ulaşamazsın o yere bir daha, aynı değildir, hatta hiç değişmese bile, adı bile değişmese başkadır. Bir saniye öncenin yenisidir artık, zaman gibi. Ne çok saat var oysa zamandan kaçılmıyor.

Sussun diye uğultular, çıkmıyorum tepelere. İçimde kendi hayatından kaçmayı isteyen bir çocuk, bu da zaafım, o kadar olsun, belki başka bir hayata ışınlanırım masalları, her zorlukta içimden denediğim. Uçsuz, bucaksızlık hem korkutuyor, hem de içine çekiyor beni. Yılların günler gibi geçtiği bunca zaman sonra artık gelmeyeceğine dair hikâyeler uyduruyorum, içinde bahaneleriyle birlikte. Yine de hem gelmeyeceğini biliyorum hem de bunu aklımdan çıkaramıyorum. Bu durumu hangi mevsimin içine saklarım ya da hangi hikâyeye gömerim, hangi yollara, düşlere, uzaklara savururum bilmiyorum. Tutunamadığım anlarda mucize gibi çıkarsın diye çocukça hayallere kapılmıştım, içimde hep inançlı ve azimli bir çocukla büyüdüm ben, ama o çocuk gitti şimdi. Tutunabiliyorsam iyi kötü, bunun kimseyle uzaktan yakından, sağdan soldan ilgisi yok biliyorum.

Hatırlamadıklarının hiç unutulmayan hikâyesinden geliyorum ben. Adımı değiştirsem, sanımı, zamanımı… Sanrılarımı büyütsem, sancılarım büyür durmadan. Dünyaya açılan balkonlardan hiç bakamadığım gibi, rutubeti bol, muhabbeti az, kahrı çok odalarda tecrit ruhumu, zaman içinde silinen gülüşümü, eksilen diriliğimi, içime hapsettiğim iç çekmelerimi… Ve hatta yaşımı bile değiştirsem, hiç yaşamadığım o yaşlara gelsem, unutabilir miyim tüm kalanları? Tabelalar bile geçip gitmiyor gözlerimin önünden, aklımın içindeki boşluğa yer ediyor hepsi.

Her cümle bir diğerinin takibindeydi, fark edebilen şansız ruhlarda… Dünyanın cefasını çekeceğim bir hatırı kalmadı artık ne de hatırası.

19.06.2025 Perşembe
Nevin Akbulut

blog

Zehirli Karmaşık

Yaşamaya bunca çabalamak, ölmeye de devam etmekti.

Kalbime yapılanlar, kemiğimden ayrılan etim bile yapmamıştı bana. Yan yana durduğunu zannettiğimiz gövdelerimiz içinde birleşen sadece yalnızlıktı. Yalnızlık ne derece birleşip, bütünleşebilirdi ki? Sabahına erdiğimiz soğuk kış günlerinin bıraktığı zehirli karmaşık, öfkeli ve anlayışsız, plastik ve strafordu. Biri diğerine sevmeyi nasıl olsa öğreteceğim diye çabalarken, diğeri hırpalamak için mücadele ediyordu, hayatındaki eksiklik ya da fazlalık her şeyin hıncını ondan çıkarıyordu. Üstünü de gözyaşları ve acıtacağına inandığı kelimelerle tamamlıyordu. Tamamlanamayan şeyler vardı, tam anlayamadığımız, anlatma cüreti, gizli cesaretin içinde tutukluk yapmıştı. Hiç sahip olmadığı bir şeyi kaybedecek gibi ürkekti cümleler, yavan ve yabancı. Birbirinin kanını içmiş, canına kast etmiş gibi sonrasında yıllara yayılan o amansız ve zamansız öfke. Zamanla duruldu, kimse kimseyi arayıp, sormadığı için, o zamanın bir yerinde dondu kaldı her şey. Düşününce var olacağına inandığı yıllar çok geride kaldı, düşünmek şimdilerde hiçbir şeyi yerine getirmiyordu, bunu biliyordu. Bazen kendine azap çektirmek ister gibi delice düşünüyordu. Gelmeyeceğini bilerek ve bunun ardına saklanarak.

Çok zorlanarak inşa ettiğim hayallerimin üzerine birileri, hiç zorlanmadan beton döktüğünden beri keçeleşmiş bir karanlığın içindeyim. Gözlerime bakınca karanlığımdan bir ışık ya da kıvılcım çıkar diye umuyorsunuz ama gözlerim artık karanlığa da alıştı ve bu karanlıkta aslında her şeyi çok daha net görebilme yeteneğine sahip oldum. Kıvılcım yok, ateş yok, ışık yok, her şeyimi kolayca içimden ve ellerimden alan her neyse karanlığımı görüp de söküp, alamayacak içimden. Delirdiğim müzikler sussa bile, kafamın içinde durmadan çalıyor. Çiçeksem eğer, soluşum yakındır, güvence gibi bir teselli bu bana.

Görememek kime göre, neye göre biliyorum artık. İsteyerek görmeyi istemediklerimi kendi hâline bıraktım. Bulutlara bakıp, çok şey düşündüm, bu mevsim çok uygun bunun için. Bir kısmını topak hâlinde aldım gökyüzünden, kıvırdım, kuru yaprak gibi. Her şeye benzetebilirim inancı büyüdü içimde, en çok da uzaklara. Başka bir yer bulup ölene kadar bununla yaşayabilirim, bulma durumu, beklemeyle eşdeğer. Biraz daha kalsam orası da istediğim her şeye benzeyecekti eminim.

Herkesten gizlediği derin bir yası vardı, ayak uyduramıyordu acısına. Dokunulmaz ve dokunulamayacaktı. Ruhundaki bu açlığın neresini doyuracaktı? Saldırdığı gizli tenlerden, karşılığında parçalanmaktan öteye yol var mıydı? Geçmişin yer ettiği bilinçaltı, şimdinin içgüdüsüyüm, belki biraz zaman, zamansızlık. Işıksız tenha o yolda, kalın duvarların önündeki o yakınmadan payımıza düşen duvarları da almıştık, bir ömür kendimizi kapatmak ve taşımak için. O darmadağın tıkanıklıkla boğulma arasında sarf ettiğimiz birkaç kelimeyi bir daha hiçbirimiz kullanmayacaktık, tek kullanımlık, o ânın kelimeleriydi.

Kalbinden çıkan seslerin anlamsızlığından anladım bir yerlerin açık olduğunu ve aklında yeterince kaçıklık olduğunu. Bu sızıntı arasında, sarsıntıyla birlikte, içinden geçen olur olmaz sözler, boşluklardan sızıyor ve hak edilmeyen yerlerde heba oluyordu. Bana da dokunmuştu öyle bir benzeşme sözcüğü. Diğer her şey zamansız akıp gidince, gözlerime çarpmıştı bu sözcük, hunharca. Acıdı mı o an bilemedim, belki çok sonra farkına varacaktım. Çıplaktım ve sızdığım o gecede pencereleri açık kalmıştı içimin, içimin içi görünüyordu, neyin içinde olduğumu bilemeden daha, içimi açmıştım, üstelik içim bunu alır zannetmiştim. Kalbimin gürültüsünden ne niyet okuyabiliyordum, ne aklıma kulak verebiliyordum. İnanç ile inanmamak arasında debelenirken, neye inanmayacağını henüz çözememiş bir ruh gibi çürüyüp, gidiyordum.

O andan sonra gökyüzü sanki hep ağlamaklı, ormanlar ağaçsız, ateşler alevsizdi. Hangi yana yağmur yansa, o yana dönüp yüzümü ağlardım ondan sonra. Bir insan üzerine gelen duvarları göğüslüyorsa tek başına, aşk olmasa da olurdu, olsa da geç kalırdı. Ayışğının gelmediği gecelerde, gökyüzüne teslim oluyordu avuçlarım sabaha kadar. Beyaz kuğuların zarifliği sabahların kalbini deliyordu, yeryüzünde umut; akşamdan kalma masalarda ağız dolusu susuluyordu, beni kendime vermeyip, esir alan zamana bağırıyordum bıçak kesiği sesimle. Bitmiyordu sırlar bu yüzyılda, bir ağacın gölgesinde oturamıyordun rahatça, kıyıya vuran o dalga, ağzında küçücük bir balığı da beraberinde getiriyorsa, yaşamak yine geç kalıyor zamanına. Dalga diniyor, balık ölüyor, akşam oluyor kıyılarda, nereye sığınacağımı bilmiyorum, nereye sığacağımı da. Hiçbir ateş ısıtamıyor nicedir, hiçbir örtü gizleyemiyor bu sancıyı, insan gölgesine ne bırakabilir ki ölümün olduğu yerde…

Zamanın bir yerinde saçım okşanınca kalbim doyar, gözlerim sevilince dudaklarım sevinirdi. Ellerim susmuştu, sanki mahşeri ateşi tutmuş gibi, dokunmuş gibi, almış içine yutmuş gibi. Ağlamak, söndürebilir miydi şimdi bu ateşi bizim buralarda, kim bilecekti? Bu yangını ben başlatmadım, bu ateşin de bana değmemesi gerekirdi, kaç nesil geriden gelen birinin saçlarında başlamıştı alevler, şimdi kendi ayağımızla kendi beşiğimizi salladığımızda kulaklarımıza dolan dua fısıltıları, ateşten koruyamıyordu bizi. Yüreklerimizde koşan atlar, beyaz diye mi ayakları bu kadar kirleniyordu? Haddimizi aştığımız düşünülüp, söylenince, binip, şu güzel atlara gitsek, şu zamanı aşabilir miyiz? En azından bu kısmını… Devirebilir miyiz dünyayı, bir defa daha altüst etme pahasına ama duvarlar var her yerde, yıkılsalar da var, üzerimize örülen ama ruhlarımızın örtüşmediği.

Böyle kalsın, aramızda yalanlar dolansın.

Uzak yazlar yakınımızda artık, tıpkı yıldızsız ve soğuk geceler gibi. Olsaydın belki mutsuz olurduk, diğer her şeyin dışında, mutsuz olduğuma değerdi belki. O yazdıklarım orada kalsın, bu yazamadıklarım burada. Ne kadar güçlü olduğumu; şu hayata ve şartlarına bu kadar uzun ve fazla dayanabildiğimden, yaşadıklarıma katlanabildiğimden anlıyorum artık.

Dağları çıkarsak geriye ne kalırdı dünyadan? Duvarlar daha mı kolay yıkılırdı? Uyuyacak her şey hafifler belki ama bizim üzerimize dağlar geliyordu, bir duvarı sırtladın, bir duvarı da diyelim ki kucakladın, dağlara nasıl gücün yetecekti? Alevdi, suydu, hayaldi, hangisini bilecektin sır diye? Neyin içinde bulup erecektik hakikatin gizine? İçine dokunuyordu içmeler, orman gerçekti, dağlar doğru, kendi rüyandan kaçabilme cüretin tebrike şayandı. Bir kez daldı mı batmadan çıkmıyorduk, yaban otların morundan geçilmiyordu her bucak. Kör noktada boğulmalar, karanlık hırçın, fazla erk, fazla soğuk, yüzyıllardır donuk gibiydi, tanımlayamadığım, tanımaya kalkışmadığım, upuzun sürecek, asla geçmeyecek, öldürmeyecek ama imkânsız bir kahır yiyecekti şah damarımızdan başlayıp gövdemizi. Boşluk buradan başlıyordu, boşluk dağların birbirine küsmesinden, onaramayacağın o bulanıklık, iyileştiremediğin, artık ne renk olduğunu bilemediğin artmış sabahlardan, artık şahlandıramadığın içindeki o suskun attan.

22.05.2025 13:00
Nevin Akbulut

blog

Kırmızı Kumlar

Belki de sadece bir düşüncenin bedeliyiz.

Bu yaşamda ölüyüm, yaşımı bildiğimden beri, hiçbir şeyi öğrenemeden üstelik. Belki de ondan tanışamadık, tanışsak bile tanıyamadık. Bilseydim, bilseydik olurdu, İtimat ne pahalı buralarda, canla kazanılan bir şey, üstelik tek taraflı itimat da olmuyor, itimadın birbirine itimadı olması gerekiyor. Tüm içindekiler öldükten sonra, kimseye yeniden verilemeyen bir ant artık o, kazanılamayan. Herkes yarı yoldan dönüyor, yürekleri böyle yarım yamalak ya da inançları, itimatları eksik ama ihanetleri tam, boylarını aşıyor. Yarı yoldan sonra tek başına yürümeleri ezberledim hep, insan kalınca neler öğreniyor şu hayatta. Hatta sonraki yarı yolları daha iyi biliyorum, hep yalnız gittiğimden. Beni tanıyamazsın, pişirilmiş çamurda, yanmış kelimelerle, yitirilmiş zamanı yazıyorum, içerisi sakin, kurumuş ve artık çıtırtısı bile çıkmayacak kadar sessiz otların içinden. Tanısan bilirdin, en azından neyin içinde, neyin dışında olduğumu, içimin dışıma nasıl dalgalarca çarptığını, benim sürekli dalga geçer gibi tutuştuğumu. Yitirilecek her şeyi geride bıraktım, seninle birlikte. Tutuşmuş bir ormandan daha az yaşadım ama daha çok yandım, İbrahim olsa kolaydı, Allah da yanındaydı, hep tek başıma yürüdüm kalan yarım yolları. Yanmayıp, kalan yerlerim de çoktan külünü savurmuş, hangi zamandı bilmiyorum bile, o kadar çok yaşamıyorum ki.

Dünya birbirini sevmeyen insanların gazabına uğramış, ortalık savaş, toz, duman, ölüm. Geri kalanların da tapındığı nesnelerden, kaldırıp başlarını bakabilmeleri mucize, yorgun gözler süzülüyor her gün caddelere. Sağır olsak yeri, kör olası geliyor insanın. Ama herkesin kör olduğu yerde senin körlüğünün de bir hükmü kalmıyor. Saklanacağım bir kuyum yok, üstelik gözlerim de kör değil, koca bir balık da yok beni karnına alacak. Sığınamamak aczi dolu içimde su yerine. Sözleri yutan bir ses olsaydı, hava gibi bir yerde birikse sözcükler, üstelik söylenilemeyenler, çocuk çığlıklarında sönen kurşunlar, bir yerde birikmeli, atılan kurşunların da biriktiği bir alan. Kekeleyerek dökülen yasların da birleştiği bir yer, eksik artık dünyada Zülfikâr’ı kavrayan el. Bu yüzden bunca sessizlik, sesin artık ruha varmadığı bir yer.

Bazı kırıklar vardır ki, onarımı artık yoktur. Düzelteceğim diye uğraşırsın, daha çok hasar verirsin, iyileştireceğim dersin, daha çok yaralarsın her dokunuşta. Her kelime biraz daha kaygıydı. Onunla olmak içime hakaretti. Hatırı olmayan bir şeyin hatırası da olmamalıydı.

Kırmızı kumlu uçurumuma kavuştum. Anladım ve inancım bitti. Anlayanın hakkıdır durmak ve kehanet kendinden kaçıp kendine varmaya çalışmak gibi, rastlar mıyım artık bilmiyorum, unuttuğum o yerlerde, kumlar da değişti hem, kendi canımı sıkıp, içimden çıkasım geliyor, sihrine inandığım her şey garip bir kumardan başkası değil, inandıkça kaybedilen.

Belki de dünya içinden çıkamadığın koca bir labirentli hücreydi, her çıkış yolunu bulduğuna inandığında, daha büyük, sonsuz bir dairenin içinde buluyordun kendini. Mutlu olduğunu zannettiğin o anlarda sadece geçici olarak havalandırmaya çıkıyordun. İçsel yolculuk bizi terk etmişti, içsel sürgüne doğru yol alıyorduk. Yaşama isteği ile kaçma zorunluluğu arasında sıkışıp kalan ruhumuzdan dökülenler kalemin ezberindeydi. Çelişkiden kurtulamadığımız anlarda sığındığımız bir limandı yazmak. Her şeyin bir sınırı vardı ama ruhumuzda bunca olan ve olamayan şeye rağmen bir kısıtlama yoktu, bize kaldığını zannettiğimiz tek alan belki de buydu.

Sevince tüm bahislerden iddiamı geri çektim, iddiasızım tövbeler çağında bir günahkâr kadar, baharın akşamüstü serinliği aklımızı başımızdan alıyor, sahile kadar iniyor tüm içme istekleri, geri de dönmüyor. Karşılaşınca tüm şeylerin içinde bir de o uyumsuz kalabalıkla, ne yapacağını unutuyor yedi uyurların yüzyıllar sonra uyanması gibi. Şaşırmak hâlâ yaşamak anlamına geliyor buralarda, bir eylem, bir gözlem kıpırtısı, hiçbir şey yapmadan. Yıldızlar bu mesafeyi kapatıyor bazı yerlerde, yükseklik korkumu yenemiyorum gözlerine bakarken. Ellerin uzak denizaltında kalan eskimiş mercanlar gibi, kendi başına, ellerin tuzak her an denizin dibine çeken kumlar gibi çok. Tümsekler aklımın içinde kayıt altında, tutamayacağım her şey çevrelenmiş gibi bir şeyler tarafından, alınmış, tüketilmiş, bitirilmiş gibi, sessizlik. Aklımı bölebildiğim kadar ayırdım parçalara, denizle gök arasında, sahille yıldızlar arasında, ulaşmakla uzaklık arasında. Ayrılan sadece hayaller değildi bu aklımda.

Zaman geçiyor zannediyoruz, yaşadığımızı umduğumuz anlarda. Zaman geçmiyor, biz zamandan geçip, gidiyoruz. Bir süredir hayallerime yabancılaştım, sanki başka biri benim yerime içinden geçiriyormuş gibi geliyor tüm hayalleri. Onlar da mı başkaları tarafından satın alındı ya da kiralandı bilmiyorum. Zaten böyle maddi şeyleri hiç bilemedim, aklım ermedi, ruhum da anlamadı. Bu evrende sanki hiç dokunma, konuşma yok gibi, herkes her şeyi söylüyor ama kimse kimseyi duymuyor, bu anlaşmazlık ya da anlamazdan gelmek bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı kulaktan kulağa. Belki de o yüzden hayallerim de yabancı oldu. Başka bir dilde, başka bir yerde, detaylar bile bana ait değil. Korkusu bol, aksiyonu az, konuşmalar yetersiz ya da yersiz. Anlayamadığım için delirmiş olarak uyanıyorum her sabah, o dili arıyorum, öğreneyim istiyorum, öğrenince belki kendime de yabancılaşacağım, bu yabancılık da belki bulaşıcı bir hastalığa dönüşecek. Hayallerim rüyalarıma sızmasın diye büyük çaba gösteriyorum, bilinçaltıyla bağlantılı çünkü tüm rüyalar, rüyalarımı da ele geçirirse, arada kâbuslardan kalan boşluklarda gördüğümü zannettiğim o güzel rüyalar da ellerimden kayıp, giderse ne yaparım artık bilmiyorum. Kafamı kaldırıp, çöpe atasım geliyor bunu düşündükçe, hiçbir işaret yok, bir yaşanmışlık, bir dokunuş olmadı. İz, yansıma, temas da yok. Sonsuza kadar böyle yavan bir şekilde devam edeceğine bir ömür, kısacık ama tatlı anlarda, gördüğün hayalin, bizzat senin hayalin olduğunu bilerek yaşamayı dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Aksi hâlde özgürlüksüz, ezici, yorucu ve bizim de kaygılarımızla birlikte epeyi soluk bir evren burası.

Galiba ben artık rüya görmeyi de bilmiyorum, hayal kurmayı da. Yeni baştan başlamalı, öğrenmeli sıfırdan her şeyi. Bildiklerim yabancı, zannettiklerim yalan, umduklarım kayıp. Boynumdan başlayan o yoksunluk boyumu aşıyordu. Herkesin payına düşen ipek, içimde boşluktu. Uçurumlardan atlıyordum, uçurumun ne olduğunu bilmeden, düşmeyi düşerek öğreniyordum. Senin için daha ne kadar bölünebilirdim, ben bölündükçe mi bölüşecektik hayatı? Parçalanınca bir daha bütün olabilir miydi artık o bütün olmayan bütünler? Herkes için değişiyordum, değiştirilecek bir şeydim, akıllanacak, uslanacak, yaralanacak ve susacak. Bir parçadan beklenmeyecek eylemlerdi. Beni savuran kasırga, yüzümü yakıyordu, parçalarımdaki o keskin acı, en az seni de yakmalıydı, seyrettikçe. Bakmakla da görmenin gerçekleşemeyeceğini bildiğim zamanlardaydım artık.

Hiçbir şey değişmeyecekse, herhangi bir şey için de değmezdi.

10.04.2025 13:00
Nevin Akbulut