Dünya denilen şu labirentten bile çıkmanın bir yolunu bulmuştu sezgileriyle. Bir türlü unutamıyordu zihninde, kaybolmak istediğini. Sezgiler belki de başa belaydı. Kapatıldığı alanın büyüklük ya da küçüklüğü önemli değildi, mühim olan hep orada olduğunu bilmesiydi ve kaybolamadığını…
Sarılınca geçecek masalları dolanıp, duruyor etrafta ve sarılmak bahanesine belki herkes de inanmış görünüyor. Kendimizle ilgili olmayan bir başkasının hayali üzerinden hayal kuruyor gibiyiz, gerçeklikten uzak ve sanki yine kendimizin olmayan bir hayatı zoraki yürütmeye çalışıyoruz gibiyiz, zaten artık birçok şeyde gibi olmak modası şu zamanın. Kendimizi gördüğümüz aynalar gerçek değil, o gülümsemeler bir başkasından miras kalmış, yaslandığımız sırtımız bir başkasını daha evvel ardında bırakmış, bizden geriye ne kalır ki? Birkaç serseri akşamdan, litrelerce içecekten ve saçma sapan mutlu zannettiğimiz fotoğraflardan başka, ağlamayı kaldıramayanların gözyaşlarının ağırlığı altında ezilirken, ağrımaması, belki de hiç insan olmamamız gerekiyordu.
Artık tesadüflere bile denk gelemeyecek aşklara çıkaralım ağzımızda şiir kokan cümleleri. Kopkoyu zamanların aydınlattığı bir çift gözle bulalım yolumuzu, kaybolursak da ne güzel olur. Kaybolmadan varamayacağımız yerlerimiz var, kendi içimizde krokisini çizdiğimiz, özenle ve küçük bir neşterle, tanıdık bir izi sürer gibi, dikkatlice. Bu yolun bizi nereye götüreceğini düşünemeden hiç. Artık hiçbir şeyin iyi gelmeyeceğine inandığımız gecelere kaldıralım kadehimizi ya da kaldırmadan direk midemizden içeri bırakalım, doymayacak sözlere, yazılmamış şiirlere, yazılsa bile yetemeyeceklere… Hep aynı yerden gülümserken, hayata karşı aynı arsız pozu vermeye çalışmak bir çeşit aslında “yalnız değilim”dir’i sadece bir kelime olarak bilirken… Ama öylesine yalnızdır ki; her kimin yanında olursa olsun, aynı şekilde gülümser, mimikleri aynı şekilde kıvranır, çok sevindiğinde bile gülümsemesinin tosladığı bir duvar vardır sanki oraya gelince durur, bir kilit vardır belki yüreğinde, ne yaparsa yapsın, açılmayacak, bir esaretten başka bir şey değildir belki bedenindeki kas sisteminin hareketleri. Başkalarına anlatmaya çalıştığı şey, kendini inandırmasından geçer, ne kadar anlatırsa o kadar inanmıştır, ne kadar susmuşsa o kadar kendi içini örselemiş ve umursamamıştır ve en çok da böyle olduğuna inanmış gibi yapar.
Olanaksız şeylerin ilerisine kadar gidebildiğinde gördüğün o şeffaf şeyi ne yapacağını bilmiyorsun, anladıklarını nerede biriktireceğini, söylemen gerekenleri nasıl harcayacağına dair fikirlerin ne zamandır uyuşuk. Asla sana ait olamayacak şeyleri sahiplenişin, hem de bu derece kurabileceğin tüm cümleleri ağzında kurutuyor. Tarifsiz kelimesinin anlamını birkaç cümleden başka yerde görmedim. Her gün aynı şeyleri yaşadığımız hâlde, yeniden öğreniyor gibi acemiyiz ve beklentisiz, tuhaf sorgulamalar geçerken beynimizle kendimiz arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışacak kadar çocuk, ama küçülemeyecek kadar da büyüğüz. Zamanın içine karışan bir şeyler vardı, bunlar aynı gibi görünüyordu ama zamana karıştıkça başkalaşıyordu. Bu yüzden belki de endişemiz, ne zaman nerede ne yapacağımızı bilememek. Kırılan tırnaklarını anında ısırma isteğin, içindeki o cız sesi. Yanındayken bulunduğum zamana bir türlü dönememek, o korku, o his, işte tam da böyle bir şeydi. Boyut değiştirmekten daha derin şeyler vardı aramızda, açıklayamadığımız ve sızlandığımızdaki o tatlı acı. Hayatla arandaki parazit değil de, bir parantez olmak isterdim, ikimizin de içinde olduğu, çıkmak için yeni cümlelere ihtiyaç duyulmayan, sadece içimizin aldığı şeylerin olduğu bir parantez ya da çember, diğer her şeyin dışarıda kaldığı… İçimde kedi olmayan bir şeyler tırmalayıp duruyordu kelimeleri, sırf bu yüzden, sırf adı olsun diye rezilce diyebilirim, boynumu bıçağa döndüğüm o zamandan beri, arkamı dönmeyi beceremediğimden, kalbime denk gelen o kesikler yüzünden dökülen şeyler, yere, her yere saçılan, sırf saçıldı diye saçmalaşan şeyler var içimde. Senin boyunu aşmayan dalgalar, beni sürükleyip götürüyordu, aramızdaki mesafe eşitsizlik değil, ulaşılmazlıktı. Benim saçlarımdan akan suların senin göğsüne bile değmemiş olmasıydı. Senin kalbin sakince nabzının kurallarına uyarken, benim kalbimin kuralları terk etmiş olmasıydı mesele, saniyeleri terk etmesiydi, saliselerle savaşırken, kolayca sekteye uğramasıydı.
Geç kalmadık ama belki de uzak yollara denk geldik, yanlış olduğumuz birçok şeyi düzeltemedik, üzerine yürüdük, içinin yanlışlarından ancak böyle uzaklaşıyordu kalbi uzakta kalanlar. Yanlışlara daha beter yanlışlar, olmazlar, yalanlar ekleyip kaçıyordu içinin yokuşlarından. Erken denilen şey, bir söz yitimi, doğrulanan, karşılığını bulan bakışlar, baştan hak etmediğin yaşamı çok sonradan hak etsen dâhi istemiyorsun, hak etmediğine öyle çok alışmışsın ki, hem herkesin de işine gelmiş bu, senin hak etmediğine inanmış olman. Yaşadığına inanmak için önce kabullenmek lazım, doğrular içimizi yaktı, uzaktılar, yaşam doğrulardan uzaktı, ben senden uzaktım, neye yakın olsam varabilirdim yanına, bilmiyordum. Yaraları tuzlamakla, geceleri saçmalıkla, sabahları yorgunlukla, içimi yemekle, bütün randevulara düzenli olarak geç kalmakla geçiriyordum. Herkes biraz kendine göreydi, biraz birilerine göre ya da zamana göre. Hiçbir yere göre, hiçbir kimseye göre değildim, kendime bile değildim, zamanın içine bir türlü akamamıştım.
Acımasız ve katı yüreklilerin içinde, bir tutam hayat suyu arıyor gibiyiz. Çoğu zamanda ne aradığımızı bilmeden susuyoruz, herhangi bir zehirden medet umarak, gırtlağımızdan süzülen her şeyin biraz daha bizi öldürmesini dileyerek, etrafına kör ama yolu bilerek, hep durmadan giderek, gırtlağından birden dökülen acıların tınısından yarattığın sözcüklere yine sığınarak, bu nefessizlik, milyon kerelerce, küçük ölümlerine nörolojik isimler uydurarak. Beynindeki sonsuzlukta yuvarlanırken, dışarısı sessiz ama içinde kopan gürültülerle, teşhis edemediğin sızılarla kıpırdayamayışlarına neden bulamayarak. Kirli aynalarda tertemiz yüzümü ararken, kaybetmek en çok hüznünü, ufalan yüzünü, bir cam parçasının keskin tarafına sığdırdığın kendini…
Neyi neden gizlediğini aslında hiç öğrenemeden gizlemişti nasıl sevdiğini… Eğer gizlemezse emindi başına çok daha kötü bir şey gelecekti. Çektiği tüm bu zorluklardan daha beteri ve kıyaslanamayan yanı vardı, biliyordu. Yokluğuyla bile varlığını ezip, geçmiş, tüm zamanını, aklını, kalbini doldurmuştu. Ne istese verebilirdi, lafta değil tabi, “ölelim” dese düğün, bayram olacaktı. Tüm bunları söyleyememenin eşiğinde kıvranırken, kendine yeni hastalıklar icat etmek zorunda kalmıştı, onun değerini başka hiçbir değerle ölçemeyeceğini anlayınca yaşadığı o ağır hüzünle sarsıldı, hiç savaşa girmeden kaybettiği bir şeydi onun varlığı. Bundan sonrası tüm söyleyeceklerini susmak ve anlatamama yeteneksizliğinin ardına saklanmaktı, zaten konuşmayı da pek sevmezdi, etrafına sürekli bu mesajı verirdi. Ama bir yerden sonra nasıl dayanacaktı tüm bu susmalara? İçindeki fırtınayı hangi denize savurabilecekti, tüm bunların çaresini hangi şehirde bulacaktı? Bulamayacağından emin, dünya değiştirmenin yollarını ararken, kendini kaybetme derdine düştü. Kaybedemeyince daha da delireceğinden emindi. İçindeki tertemiz duyguları çöpe atmış gibi hissederken, içinde yaşatabildiği tek şey o kokuydu. Onu da hem silmek, yok etmek, hem de hiç unutmamak istiyordu, belki de dünyada geri kalan tüm zamanının en zor ikilemini yaşıyordu.
Nevin Akbulut
06.08.2025 16:00
No Comments