Browsing Tag

yollar

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Mevsimli Mevsimsiz

Öykündüğüm tüm öykülerden azlimi rica ettim. Vazgeçmeye dünden meyilliyim. Karşılaşabileceğim hiçbir şeyin beni şaşırtmaya gücü yetmediğinin bilinciyle, susturduğum çığlığımla, kul sıkışmayınca değil de, artık sıkılmaya başlayınca biten her şeyin kabulüyle, hiçbir yere varmayarak çıktığım yollardan vazgeçmeye gidiyorum.

Nihayetinde herkesin başı göğe erdi, umduğunu buldu, kavuştu, herkes aşkından galip çıktı, başı öne, kalbi yere eğilmedi, bir tek benim başım, boyum bir yere erişemedi. Sağlık olsun dedim, her şeyin başı sağlıktır, o da pek olmadı. Umduklarımın altında kaldım. Hayallerim var dedim, umma ile hayal birbirinden uzaklaştı, ben de artık kovalamayanlardan hatta beklemeyenlerden oldum. Üşengeç değil belki biraz da korkağım, belki her ikisi de. Umut denilen şey, şansla birlikte uçtu, gitti. Şimdi hayalin tortusu kaldı elimde, acı biliyorum. Bu kadar düşünce en kısa kestirmeden en azından akıllanırım artık diye düşünüyordum ama olmadı, delilik de uçurumlar kadar güzeldi. Hiçbir yere değmeden, dokunmadan solan hayaller var, içten içe sakladığından habersizler. Marifet bu da; böyle görünürken, kaybolmak her şeyin ortasında, her fazladan bir hareket israf gibi geliyor artık. Oysa buralarda durup, beklemene bile katlanamazlar nicedir. Düşünmek mi beceri bu kadar, yoksa susmak mı? Eşyaların ömrü hızla tükenirken, herkesin sabrı yitip, giderken, sonsuz sabrı içinde tutmak mükâfatlandıracaktı sanki bizi… Onu alıp, derdimin içine bıraktım. Bize artık hiçbir şey anlatamayan zamanın dersleri de kaynadı ya da soruların cevaplarında büyük kaydırmalar yaptık. Dünya kaynadı, zaman nasıl yanmasın… Bu yangını ben başlatmadım ama üflemeye çalıştım, kalbimi kontrol edemediğim gibi onu da yoluna koyamadım. Her şeye bu kadar kolay kıyılması, harcanması, yok edilme uğraşı, umduğum her şeyi yerle bir etti. Sabrımın sonu selamet değil artık, bir yere de varılmıyor. Mağlubiyetimi kabullenip, kenara çekildim, yamaçlarda dolandım, kimsenin aklına gelmeyecek yerlerde yeniden varoluş masalları uydurdum. Tüm bunlar içimden geçmeseydi çok daha kolay yaşayacaktım, buna tüm kalbimle inanıyorum.

Herkesin birbirine benzediği, benzerken yarıştığı ama yorulmadığı bir zamanda, bazen kendime bile benzemiyorum. Var mıyım ki benzeyeyim? Kendimi kaybetmelerden geliyorum, aramalarım artıyor, bulamamalarım çoğalıyor. Onların çokluğu karşısında, benim yokluğum ne derece anlaşılabilir bilmiyorum.

Çok sularda kayboldum, buzla yol arasında. Kısa diye umduğum hiçbir şey geçip, gitmiyor. İz kalan yerin fotoğrafları da konuşmuyor. Neyi dinleyeceğimi bilmiyorum artık, nasıl inanacağımı. Düzeltmek için geciktik tüm bu yolları, Erken gidebilsek doğan güneş yakacaktı, yanmadık ama doğrulamadık da. Sarhoş olmayı hak ettiğim kadar yaşamayı hak etmiyordum sanki kim sunmuştu bunu bana? Zamanın hangi diliminde cebelleşirken, ölüm ağıtları yakarken ve özlerken kendim için, ölümlerden ölüm beğenirken yaramı vermiş yarımımı almış ve kabullenmiştim. Dünya bana göre değildi ve hiçbir yere sığamamakta, tutunamamakta hakkım vardı, kendimi biriktirip, harcamakta haklıydım, susmakta en çok kullandım bu hakkı. Her şey sanki birbirine göreydi de bir tek ben yerli yerimde değildim. Fazlalık mı, eksiklik mi çözemediğim bir denklemin içinde geceyi beklediğim tüm zamanlarda çırpınıyordum. Her yere geç kalıp, gitmeyip, kaçıp, tuttuğum tüm o kapıları, yalan çıkışlarmış gibi bir çarpıp çıkmak isteğiyle cebelleşiyordum. Yaşamadıklarım benden sorulsun istemiyordum, yaşayamadıklarım, isteyip de yapamadıklarım kimlerden sorulacaktı, hiç sormayın artık. Sevdiğim hiçbir şey diğerine benzemiyordu, nasıl bilecektim böyle sevmem gerekeni, yerlerden bir yer gibi, yuvaların içinde tek o yuvaymış gibi.

Nasıl başlayacağımı bilemediğim o bitik cümlelerin başında geliyorsun, yitip, gittiğin hâlde. Kendimi bulamamalarımı ekledim tüm kara kalem anılara, içimdeki onulmaz aşkı var edenle yok eden aynı kişiydi. Çeşitli yaşamların özeni ve özverisi takılı kalmıştı hatırımda, say ki insanı yok eden her şeyi yaşayıp, yok olamamış bir zihin. Kendine ihanetin çarpıyor en çok aklımın duvarlarına. Verdiğin ödünler, boyunu da yolunu da aşmıştı çoktan. Küllere gösterilen saygıyı, yeniden var olurken hangi duyguya rehin vermiştik? En çok kendime kavuşasım, kendimde yok olasım vardı, çiçeklerin durmadan dökülmesi, içimde bir şeyleri örseliyordu, durmadan değişiyordu her şey. Zamansız çıkmıştın benliğimden, yerimi dolduramıyordum. Sesime alışsam yeterdi, her şey önceden yazılmış bir senaryodan mı ibaretti? Bu hikâye böyle mi susacaktı? Herkes her an yanabilir, her an kızıla çalabilirdi elbiseler, her şey hemen şimdi yok olabilirdi, o vakit bizi umarsızca bağlayan neydi hiçbir yersizliğimize? Sahipsizliğimiz ya da ait olamayışın özgüveniydi bu, yaşamaya çalışmanın parolası gibi, provasız yuvarlanıyorduk acımasızca, zaman denilen deliğin içinde, delilikti bu.

Olmadığım ve hatta doğmadığım zamanların mağlubuyum, hiçbir yarışa girmedim, imrenmedim, özenmedim. Böyle dedim, böyle oldu. Geçer dedim geçti. Ama zamk gibi göğsüme yapışan sızılarla baş edemiyorum ne zamandır. Ciğerimi parçalayarak nereye varacağını zannediyor bu sızılar bilmiyorum, hayreti geçtim, bedduaları bitirdim, öyle donakaldım. Yapacak her şeyi her gün tekrar ediyor ama hiç kıpırdayamıyorum. Altı ay, bir sene falan da yetmez, kabuğuna çekilip, kışın eksi derecelerde donup, kalan kurbağalar gibi senelerce uyusam diyorum. Çare olur mu bilmiyorum, uyanınca devamı gelir her şeyin, aynı kesilmeyen, uyanıp, saatler sonra uyumaya kaldığın yerden devam ettiğinde, içeriğinden hiçbir şey yitirmeyen kâbuslar gibi. Birdenbire değil, her yolu deneyerek, her şeyi düşünerek, plansız ama mantıklı bir şekilde kof çıktı hayallerim. Boşa çıkardım hepsini. Yerleri nasılsa dolardı, her şeyin bir şekilde dolmaya çalıştığı gibi ama aklıma bir yaklaştırabilsem yeniden, burnumu sokabilsem yine bir hayalin kokusuna, defalarca prova etmiş olmama rağmen, belki…

İçimden yazdığım mektupların da hiç kimse ile ilgisi olmadı. Dudaklarını aralayamadığım yerde, tüm aralıklardan hatta mevsimlerden düşecek kadar küçüldüm. Unutmak mı, ölmek mi deseler yine ikincisini seçerdim. Bu da benim fıtratımda vardı. Hatırlamak için çıktığım aynı dağınık, uzak, başka yollar silmeye yetmedi içimdeki kederi. Her çıktığın yolculuk aynı değildi hiçbir zaman, büyük Şairler öyle derlerdi… Kim bilir içimde neleri değiştirip, yok ettim, her defasında, çabaladığım hâlde neleri değiştiremedim. Ama hiçbir şeyin inatla aynı olmayacağını sen de biliyorsun, yollar aynı olsa bile, gözlerden uzak, gidilen o yer aynı kalmış olsa bile aynı kalamayız artık, zamanın hiçbir yerinde. Gittiğimiz yer de bize benziyor gidince. Son bir karşılaşmayla silinecek hayalleri biz en başından yitirdik. Birlikteliğin ayrılığına düştük. Şimdi tekrar aynı yollara çıksak bile ulaşamayacağımız yerler var. İçimizde biraz sönmüş ama yanmamış mumlar var, hep kırık, eksik bir gülümseme. Birbirimizden ziyade, aslında kendimizi bile tanıyamadığımız o zaman diliminde verdiğimiz ziyan olacak o sözler, dağılmayacak sislerin içindeki o derin his.

Yine çıkıyorum bir şekilde yollara, ne için gittiğimi, ne yaptığımı çok bilmesem de. İnsan en iyi kendini ağırlıyor, en hafif hâliyle yine kendi ağırlığını taşıyabiliyor, gözyaşlarıyla dolu bir bavul olsa da bu. Düşlediğim o rüzgârı bulmak için, sisleri dağıtmak için, silinmesi gereken hayallerin üzerini çizip, hatta basıp, geçmek için.

Nevin Akbulut
15.08.2024 14:00

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yergi

 

Yanıma dilediğin kadar yaklaşabilsen de, içimi anlayamadığın bir alfabeydim ben senin lügatinde. Uzaktan görülmeyen, yanına gelince de pek anlaşılmayan, görmeye çalıştıkça seçilemeyen, yaklaştıkça dağılan, bozulan, değişen bir harftim. Gizil bir imge, anlamını derinlere saklamış bir yergi, olduğu yerin başka tarafında var olduğunu zanneden bir kelime. Denizin kenarındaki kumlarda kendini kaybeden, dilediğinde ulaşılamayan, bulunamayan, kendine bile saklanan bir isim. Güzellikle de olacak şey değildi artık buralarda kalmak, kafam hoş değildi iyiliklerle de. Gayretten başka yolum yoktu, hayatta ruhuma rahat yoktu, bir de ölünce de mi devam edecekti bu azap? Onu da deneyecektim. Katlanılamazdı ama katlanıyordum, gereğinden fazla kendimi oradan oraya kat kat katlıyordum. Neyin yitimiydi içimdeki tam olarak, bulacaktım. Kıyameti kopmuştu uçuşların, sıra susuşlara gelmişti, başımın hoş olmadığı her şey başımı döndürüyordu, döndükçe ben yitiyordum, evlerden, sokaklardan, yollardan, şehirlerden.

Akşamın akşam gibi olmadığı, gecenin yıldızdan geçilmediği o yerlere düşen yolları arıyorum hâlâ. Anlatmaya değer bir şey kalmadığı için o hikâyede, kimseye yolları da sormuyorum. Sorduğum yolu öğrenirler diye korkuyorum, kendi öğrenmemden çok bundan çekiniyorum. Sorsam devamı gelecek çünkü. Herkes ya tek soruyla yetinecek gibi değil ya da hiç cevabı olmayacak kadar üşengeç. Ortada bir yerlerde olmak yalnızlıktan başka bir şey değil, belki de en derin yansızlık bu.

Kimsenin artık kimsenin hayatına saygısı olmadığı gibi hikâyesine merakı da yok. Böylece öğreniyoruz işte sus pus olmayı. Dilin olduğunu zannettiğin yerde dilsizleşmeyi, cevabını çok güzel verebileceğine inandığın durumlarda, o cevapları bile isteye içine tıkıştırmayı, tahammülümüz böyle tahammülsüzleşti işte. Kalbinden çıkacağına bir türlü inanmadığın sevgiliden ayrılmış gibi bir yılgınlık, fabrikadan çıkış zili gibi bir yorgunluk, işportacı kaçamağı gibi koşturmacası bol hayatın anlatılacak pek bir tarafı da yoktu ama üzülecek taraf bulabilirdik gayet, bakabilseydik eğer… Ne kaldı içimizdeki güce dair savaşmaktan başka? Her şeyle ama her yerle harp hâlindeyiz, aslında harap hâldeyiz. Kendi içimizle bile. İçimizi görmeyenlere düşmanız, anlamayanlara bozuk, anlatamadıklarımızla da kavgalıyız. Bizi yoran gidemediğimiz yollar değil, geçirdiğimiz yıllar da değil, belki biraz yaşayamadıklarımız bir de bitmek bilmeyen savaşlarımız.

Hayallerimizin içinde ne hayatlar sabahlardı, unuttum. Şimdi sabahı zor buluyorum, zor kavuşuyorum sevdiğim zamanlara. Bayağı bir saçım döküldü son zamanlarda, kederden değil, birkaç on telden ne çıkar ki, lafı bile olmaz. Yine de birkaç gitar teli çıksın isterdim, sanatlı, melodili bir duruma konu olsun, bir anlamı olsun isterdim bu dökülmelerin. İnsan kendi döküğünü bile öyle olduğu gibi çöpe atmaya kıyamıyor, o bile manalı, manasız ama bir şekilde bir uyumu, hikâyesi olsun istiyor. Başkalarının hikâyelerini umursamadıkça, kendi öykümüzün bencili olduk. Çıkamaz olduk bu girdaptan. Gönlümce olamadım ben bu dünyada, kalamadım da. Dilediğimce yapamadım, o şiirin içine de gönülsüzce sızdım, gerçekten sızdım yani, kaldım öyle, çıkamadım. Elim, kolum kalkmadı. Daha ne olursa şaşırırım diye düşünürken geçiyor günler, şaşıracak şey bulamıyorum artık, şaşırma yetim bir yerde topluca unutulmuş gibi, şaşırmayı hatırlamak istiyorum, şaşırılması gereken bir olayda öylece kalayım, gerçekten şaşırıyormuş gibi yapayım istiyorum, bu bile birkaç saniyeden öteye geçmiyor.

Birçok şey yitirdik bunca zamanda, masumiyet de dâhil, ama en manasızı meraktı. Kalbimi örseleyen şeylerin başında geliyor artık, merak etmeye değecek herhangi bir şeyin olmayışı. Bir harfe onlarca yüklediğim anlam nereye gitti ya da nerede dondu bilmiyorum. Bu başkalığa hazır mıydım onu da hiç öğrenemeyeceğim. Ama bu eksikliğe de gitgide alışıyoruz, giderek, kalarak, dolaşarak, susarak, sormayarak, bu kabulleniş bizi durmadan soğuttu her şeyden. Bol uzun vadeli, taksitlerle vazgeçtim dokusu olan, dokunası gelen her şeyden, tüm o kelimelerden, özlemden, uzakların varlığından. Geriye bu akıbetin olgusu kaldı.

Tanıdık bildik karanlığın içindeki o güvenli ıstırabından mesutsun şimdilerde. Çember gibi çevreledi seni, enine boyuna. Tüm başka kötücül duygulardan, yoksunluktan. Fedakârlıkla heba yan yanaydı sanki artık, bir şeye olan inancın ziyandan geçiyordu, bir şeye kendini feda ettiğinde her ne olursa olsun, ister eylem, ister inanç ya da biri olsun, kitap olsun ya da heba olup, gidiyordu bu çağda. Hiç dinlenilmeyecek cümlelere gönlümü kaptırdım, virgül zannettiğim bir noktanın peşinde heba oldum, bir kere bile okunmayacak kitaplar yazdım, hiç basılmayacak o kitabı hem yazdım hem de okudum. Bazen beğendim, bazen yok edesim geldi. Uzayda bir yerde birikirdi nasıl olsa tüm cümleler, haklı da olsalar, haksız da, değseler de, dokunmasalar da kimselere. Bu kadar tasarruflu teselli bulmayı nereden öğrendik biz acaba?

Istıraplara madem çare bulunamıyorsa, bari bir anlamı olsaydı. Bu bakışlar, susmaları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Biten her öykünün peşini bıraktım, koşmadım. Heveslerim de bir tek susmalarda birikiyordu sanırım. Ertelendi bir başka güzel ömre kadar. Hem uyuyor, hem de uyuyamıyorum gibi geçiyor uzun zamandır gecelerim. Saatlerce, tonlarca, günlerce susabilirdim. Soyut nedenlerden dolayı da yorgun düşebilirdi çünkü insan, ruhu yorulur, gücü tükenir, yüreği susardı, beden böyle acı çeker, böyle başkalaşır, böyle bir atar, bir atmaz kalp, bozulurdu, anlaşılamazdı.

Hevesten biraz daha fazlası gerekiyor yaşamak için, tüm bu monoton hayat, koşturma, emek karşılığının alınamaması, boşuna çektiğini hissettiğin, sürekli ağırlaşan o kürekler, herkesin birbirinin üstüne çıkmaya çalışması, karşısındakini hep küçük görüp, kendini en olmaz şeyler yaptığında bile yüceltme durumları… Kibir, öfke, haksızlık, doymaz bir açgözlülük, bencillik, sıradanlık ve dinlenememek, ruh yorgunluğu. Tüm bunların arasından sıyrılıp, hayatını yaşamak, nefes almak, geçinmek, bir yol bulmak inanılmaz zor ve hatta imkânsız artık bu çağda. Oblomov bu zamanda yaşasaydı, belki de utanırdı bulunduğu ya da hissettiği durumdan. Bir kitapta okusam bunları, başımı üzüntüden kaldıramazdım, kalbim sıkışırdı ama şimdi biz hep içindeyiz bu durumların, bu absürt masalın ya da masalsızlığın… Yeterince üşendiysek artık biraz daha gidip, hayal kurayım ben. Çünkü görünmeyeni seviyoruz, dilediğimiz gibi hayal edebilmek için. Kimse karışmasın, hatta içine de dâhil olmasın diye. Nerede başlar, nerede devam eder bilmeden, sona yaklaşıyoruz, bunu da tükettik diye ağlayarak susturabilir miyim bu boşluğu, bu açlığı bilmiyorum. Hayal kurmaya aşina olduğum kadar kırıklıklarına da mecalim var mıydı, sahip çıkabilecek miydim bunu da bilmiyorum. Çabucak ısınan ve buz gibi olan kalbim acılarına sahip çıkmıştı hep, bir sözcük bulmak, bilmek, anlamak heyecanına birkaç saniye kalaydı.

Şimdi bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış, dünyalar başımıza yıkılmamış, başka hayatlarda kaybolmamış, kendimizden hiç vazgeçmemiş gibi geri dönsen buralara yine ve yeniden, ne fark eder ki? Yedi dünyayı boşlayıp gelsen, okyanuslar açsan ne çare? Bende sana verecek tek bir damla dâhi kalmadı artık. İçimdeki sensizliğe alıştırdın beni, yersizliğime, dengesizliğime alıştım, onlarsız yapamıyorum artık.

Nevin Akbulut
14.02.2024 Perşembe 14:30