Browsing Tag

psikolojik yazılar

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Hızlanmak ve Durmak Üzerine

Yazmaya cesaret edebilmişim yıllardır, olgun bir yazabilen olabilseydim, tüm yazdıklarımı acımadan yırtardım ama hep toydu düşüncelerim. Kelimeler yanardı, canı acırdı, sonra benim de yanardı, üstelik onlar yaşanmışlıktı, yaşamı öldürmek gibi olurdu. Dahası anı seviyordum ben, tatlı, acı, tuzlu, tiksindirici anılar birikiyordu. Onları da harcamak işime gelmiyordu, bomboş olurdum çünkü. Hüznüm de anım da bitecek diye içim çıkıyordu, hoş biten bir şey de yoktu, bitseler belki biraz daha iyi hissederdim, bomboş ama iyi, en azından dopdolu hissedip, yine de boşlukta olmaktan iyiydi. Boşluktan yukarı bakmak zordu, yukarılara kadar, göğe kadar, ağzına kadar doluydu dünya. Biz de tepemize kadar doluluktan hiçbir şey yapasımız yoktu, kalkıp, bir de yukarı bakmaya teşebbüs mü edecektim… Olmazdı, oraları da çok önceleri kapılmıştı, daha meraklılar tarafından, benim merakım eksikti, merakı olmayanın, merak edecek gücü olmayanın hiçbir şeyi olmazdı, belki de bilinçli olarak seçtim meraklı olmamayı. Kendimi bile çoğu zaman merak etmiyorum artık, nasılım, iyi miyim diye sormuyorum, soramıyorum, cevabını bilip de veremeyeceğim cevaplardan boğuluyorum. Başkalarına da bu bildiğim cevapları vermek istemiyorum, çoğunda susuyorum. Neyse ki herkes yeterince meşgul ya da çağına ayak uyduracak kadar yetenekli bununla birlikte umursamaz da oldukları için, devamını araştırmıyorlar, cevap beklemiyorlar, hiçbir şeyin sonunu da düşünmüyorlardı. Her şey birdenbire olsun, bitsin isteniyordu. Herkes gittikçe hızlanırken, ben kalıp, beklemekte ısrar ediyordum kimseye çaktırmadan, kimse de anlamıyordu zaten.

Uzuyorum sonra, uzun uzadıya, gerek kalmıyor yukarıya bakmak ya da bakmamaya. Tüm şu yapmacık dolu, uydurma zamanlarda göğsümün ortasında hiç bozmadan, vermeden, dağıtmadan, kendimin bile unutacağı kadar içeride gizliyorum o şeyi. Yıllar önce gizleyecek bir şeyim olmadığını zannediyordum, hatta emindim buna, şimdi bunca şeyden, kayıptan ve başkalaşımdan sonra varmış; kalbim. İlk harflerdeki kadar yeni, bir söyleyiş isterdim hayatıma, hiç kullanılmamış taze bir nefes gibi. Bana kalsa, çoktan içimdeki istiridyeye çekilmiştim. İçimin de içi vardı, o için de içinin sızısıydı kalmak, sızıma sahip çıkmıştım, içimi kucaklar gibi.

Aşk da çöker bazen insanın üzerine, ölü bir toprak gibi, lanet gibi, kıpırdayamaz, kaçamaz, üzerinden atamaz, kimseye yaklaşıp, derdini ona bulaştıramazsın. Onarılamaz cesaretin, cahillikten değil, o kuyuya düşme isteğinden, kaybolma deliliğinden, yok olacağını bildiğin hâlde buna bile razı gelme durumundan kaynaklanır. İstekli olmasan bile gönüllüsündür artık. Seni yok edecek olan sonu istemekten başka çarenin olmadığına inanırsın çaresizce. Bir ömrü harcamaya değer göreceksin, kalbinin penceresinden görüp, okuduğum o kitabın satırlarında bir ömür sabahlamaktan bıkmazdım. Herkesin o kadar çok beklentisi ve isteği vardı ki; kimseyi bir şey beklemediğime inandıramadım. Kaktüs gibi kalmayı, değişmeden yıllarca durmayı, kalakalmayı, yok sayılmayı ama en çok da yok olmayı bekledim. Onların isteği bana lüks, benim isteklerim onlarda harabe bir ruh olarak yolunu buluyordu. Dağılmış bir bahçe, susamış bir hayvan, azap dolu bir ölü, belki daha fazlası. Oysa benim en güzel lüksümdü kaybolmak, onların basitliği, benim fazlalığımdı.

Ruhundaki o hasar artık kabuk bağladığında, senden bağımsız olur ve senden ayrılır, başkalaşır, değişirsin. Artık o yara sana ait olmaz, çıkar gider, sebep olunan durumun bir parçası olur, teninden ayrıldığında yeni bir ben çıkar ortaya ve sen artık bir daha eskisi gibi olamazsın. Yaran da senin değildir, hasar da sana ait değildir. Yaralanmak da yalnızca senin sorumluluğunda değildir.

Yıllar önce yazmak bir yolculuk gibidir demiştim ve başlamıştım kelimeleri sevmeye, sarılmaya, yazmaya…

Zaman içinde nokta sevmediğimden şüpheleniyordum, üç noktalara olan tutkumdan tanıdık geliyordu, sonsuz şeyleri seviyor olmam. Kitaplarda da nihayete erenleri değil, bir muamma ile sanki kitap bitse bile içindeki hikâye, senle ya da sensiz bir yerlerde devam ediyormuş gibi gelmesini seviyorum. Belirsizliğin gerçekliğini seviyorum, gerçeğin hayalden bile daha sahte olduğunu artık biliyorum. Bu yüzden bitişlere inanmıyorum, hoş her bitiş bir başlangıçsa ne lüzumu vardı ayrıca bitmesinin? Zaten anlaşılmadığın, anlaşılmayacağın bir hayatta kesin bir sona gerek var mıydı bilmiyorum. Hayat gibiydi bitişler, bitmeyişler bu his daha sağlam geliyordu. Bilinmezliğin uçsuz, bucaksız olmasını benimsiyorum. Hem sonra muamma kelimesi hayranlık uyandıracak kadar çekici, bağlanılacak kadar tok bir kelime, ruhu doyuran cinsten.

Sonra kenarda, köşede ya da uçsuz bucaksızlığın ortasında birkaç isteğim olduğunu şaşırarak öğreniyorum; otların ve bulutların arasında kalan küçücük bir ev istiyorum, hiçbir yerden görünmesin, kimse tarafından bilinmesin. Aydan başka kimse görmesin beni. İçinde hiçbir şey olmasın kitaplardan başka. Olmayan bir şeyin ayrılığının yasını tutuyordum, sessizce. Olmayacak şeylerin ağırlığında eziliyordum, sesim kendimden başka kimseye yetişmiyordu. Yaralanınca uyandım. Uyandığımda bulunduğum çağ sanki başka bir çağın içine geçmiş, çıldırmış gibiydi. Belki de dünyanın içine itilmek istenirken, dışına doğru düştüm. Huzursuz bir düştüm.

Aslında sadece görüyorlardı, bilmiyorlardı.

Zaten hep olmayan şeylerin mübalağası büyür, dururdu. Buradan anlamalıydım içimdeki boşluğu. Gizliden gizliye kendime bile itiraf edemediğim şu köhnemiş hayatım için bile bunca mücadele fazla geliyordu ne zamandır. Bunca yorgunluğun içinde ne ara ölmeye vakit bulabildim? Daha da doğrusu, nerede öldüm ben, nerede kaldım, nereye çekildim? Hangi çukur, boşluğa, küçücük kalbimi nereye gizledi? Hangi kelimelerle gömüldüm? Hangi karanlık sakladı beni bunca yıl? Hatıraların hatırına, hatırlanmamanın karanlığında mı yok oldum? Ondan mı gökyüzüne, yıldızlara, ayın her hâline bu kadar meftunum? Yerin bu kadar dibinde olduğum için mi? Bir daha oralara çıkamayacağım için miydi içimdeki bu suskunluk?

Tam bir miktar toparlıyorum içimde bir şeyleri, sonra yine, yeniden sil baştan oluyor her şey. Benim mücadelem de buydu belki, hiç yerinden kıpırdamadan, öylece olduğun yerde bile durmadan sarsılmak. Sarsıldığın anda içinde bir şeylerin değişmesini önlemeye çalışmak, o çok az kalan şeylerin… Tam unuttum, toparladım dediğin anda karşına çıkan, aslında unutmadığını yüzüne vuran, senin sırtını deşen, kalbini yakan o acımasız hatıralar gibi. Bazı anlar hayatın duracağını, biteceğini, yok olacağını zannediyordum çünkü öyle olması gerekirdi. Ama o çaresiz, keskin, ezik uğultudan sonra kaldığı yerden devam ediyordu her şey, bir tek sanki benim için etmiyordu, duran bir mevsimin içinde kalmış ve donmuş gibiyim.

On Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi Üç 13:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Bin Nefes Geriden

Gökten düşmese hiçbir şey, bu kadar da dipten çıkmazdı.

Çok ağlayınca yanağına konan o kıpkırmızı gülü senden başka kimse fark etmiyor, yumruk yemiş gibi oluyorsun bildiklerinden. Başını aynaya çevirdiğinde alnın, son yüz yılın bilmişliğiyle birlikte, sanki akşamları yanan soba gibi, aydınlık ve sıcak. Kimseyi ısıtmayan ancak sahibine keder ve ateş olan, dert etmeyi ertelemiş dingin uyanacağına her defasında inanarak uyuttuğun gövden, hayal kırıklıklarınla değil de kâbuslarınla dağlanan o kalbin. Bin nefes geriden gelirken tüm susamışlığıyla, büyüyen bir uğultuyla kulakların, gözlerinse artık sadece inanmaz. Çığlıkların içinde büyüttüler sessizliğini, umursamaz yanın buradan geliyor. Sana seni kimse anlatamıyor, oysa herkes biliyor gibi. Onlar ne kadar bildiğine inanıyorsa, sen o kadar biliyorsun, bilmediklerini. Susmalar büyüyor burada, çocukların yerine. Çarmıh gibi her sabah biraz daha gerilirken dünya, ortasında ayakta ve dimdik durmaya çalışıyorsun. Yıkılmak ayıp çünkü…

Bir sus birikti içinde, bin yıl uzaktaki seslere. Ateş renkli böceklerin iziyle yolunu bulurken, hiçbir şey eskimiyor, her şey yıpranırken. Kaybolmak travmandaki en lüks kelimeydi, kenarlarını yoklukla süslediğin. Süslü bir cinayet olabilirdi bu bildiklerinle, istekli bir ölüm, yalnız bir cenaze. Kalbin kimseye benzemiyordu, herkes birbiriyle bunca karışmışken. Bunun için yalnızlıktan yakınmaya hiç gerek yoktu. Kendini bıraktığın hayat, belki de seni tutmayı becerememişti, belki artık tutan yerleri sızlıyordu, onun da evet, onun da ağrıları vardı bin yıllardır.

Düzmece şu cennet, hayatı iftiralarla sunar. Hayat tecrübesi falan istemiyorum, ne kadar az kötülük görsem o kadar iyi, hatta hiç görmesek daha iyi ama o imkânsız. Sahte cennetin, kurmaca hikâyeleri… Yaşama karışmak, hayale bulaşmak, telaşa kapılmak diye bir mesele attın ortaya, adına hayat dedin. Bir gün nasıl olsa unutacağın, boş vereceğin ya da artık beklemeyeceğin gerçeğini bildiğimden belki de durdum. Unuttum zannediyorsun ama o his bir ömür içinde bir yerlerde. En kötüsü de kendini artık böyle idare ediyorsun ve etmeye de devam edeceksin. Büyük laflar bile seni kendine getirmiyor. Alışılmış bir ezberin içinde öylece kayıyorsun durduğun yerde, aslında kaymıyorsun, zaman akıyor.

Kırılmış bir bardağın ya da başka bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını adın gibi biliyorsun, kabulleniyorsun, en iyi yapıştırıcıların bile tamir edemeyeceği gerçeğini. “Gittiği yere kadar” diyorsun, “iyi böyle” diye teselli buluyorsun. Değiştirmeye çalışmıyorsun. Sen de o milyonlarca ruhun içinde sakinlemiş ve alışmaktan başka bir şey yapamamışların içine karıştın, gönüllü olarak yazıldın. Bu kabulleniş, seni senden artırıp, taşırmış gibi. Öfkelenmek bile yoruyor, belli bir çaba sarf etmiş olacaksın çünkü. Şaşırmaktan büsbütün vazgeçtin. Kırılmıyor, hayret etmiyor, hiçbir şeye alınmıyorsun, aslında alınacak kadar da yakın değilsin kimseye. Dert etmiyorsun dert olsa da birçok şey. Esas hikâyenin derinliğindeki o hissizlikteki telafisizliğini fark ediyorsun ama uğraşmıyorsun. İçinde yaşadığın ve bunca zaman anı diye sakladığın o şeyleri taşıyıp, götürebileceğin güvenli bir yerin yok. Daha kötüye gitmiyor, daha iyi de olmuyor hiçbir şey. Öyle bir durağanlık, hafiflemiyor, ilerlemiyor. Gerilemiyor, büyümüyor, küçülmüyor, seninle birlikte, aynı hizada öylesine zamanın içinde akıp, gidiyor.

Muamma, belki de şu zamanın özeti. Hiçbir şey olamıyoruz, her şeyden biraz yarım yamalak kalıyoruz. Yine’lere son verme vaktin geldi de geçiyor, hayat aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için uzun değil. Formülünü ezberlesen bile, yapamadığın şeyler var şu hayatta. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak isteği yok, bunları dert edemiyorum artık, insan içine içine böyle kıvrılıp, alışıyor işte. Karanlıkta görmeden, karanlığı yazmak, en sahicisi bu olurdu. O karanlıkta dakikalarca aynı duvara karşı durup, gözlerini hiç kırpmadan, dikerek bakmak. Duvarla kurduğun bu temas onu rahatsız etmez mesela. Dalmıyorum, bizzat hiç durmadan bakıyorum. Bir şey görüp, görmediğim de mühim değil. Belki sadece önemli olan bakışlarımı sabitlemektir. Bir zaman sonra insanı nasıl da hiç olmadığın birine bu kadar kolay dönüştürebiliyorlar? İradesizlik de değil, başka türlüsünü yapamamak, çaresizlik. Dilediğince emek ver, bazı şeyler olmayınca olmuyor, sürmeyince sürmüyor, yürümeyince yürümüyor. Emeksizlik değil, şu çağın umarsızlığı, ruhsuzluğu, basitliği ve anlamsızlığı. Zamanın içindeki değerin noksanlığı ve tamamlayamama korkusu, yetersizliği…

Anlamını bilmediğin şeylerin manasızlığında çırpınırken, içinde kendine has övünçlerin ve kibrinle önce kendine yapılan haksızlıkları hesapladın, sonra kimseyi özlememeyi öğrettin kendine, en sonunda da kendin hariç kimseyi sevmemeyi. Böylesi senin için daha güvenli ve umutluydu, gerisi huzursuzluktu. Soluk dünyadan apar topar soluk soluğa kurtulmak istiyorum. Donuk ve miyop dolu, sis ve sızı dolu tüm günlerden uzağa gitmek istiyorum. Bunun için iyi bir kurguya ihtiyacım var, şimdiye kadar bulamamış olabilirim ama hiç bulamayacağım anlamına gelmez. Renkli ve dümdüz bir arazide en son ne zaman yürüdüm hatırlamıyorum. İçimin renksizliğinden büzüşürken, köşem diyebileceğim bir dünyaya çekilmek hatta kendimi itelemek istiyorum. Hayalet kokulu sabahlara uyanmak ve orada kalmak istiyorum. Ozon boyunca mavi renkli bir ışık huzmesinde boğulmak, önce içimi dinlemek sonra da kendimde dinlenmek… Oysa çağımızın içi çoktan geçmiş, zaman boşlukta sallanıyor, insanın kendine gelmesi için ciddi bir yumruk daha yemesi gerekiyor. Yaşıyoruz dediğimiz şey artık kopyanın kopyası, gerçekle ilgisi olmayan tatsız, sentetik, doğallıktan uzak, asparagastan ibaret ve hiç yakamızı bırakmayan bir önemsizlik hissi. Fiziksel acıların, ağrıların, sızıların var olduğumuzu kanıtlamasını hiç kimse inkâr edemez. Karadeliklerin bile içi boş değilmiş, yokluk diye bir şey yokmuş, ben niye o zaman bu kadar yoksun hissediyorum? Sürekli boşluğa yuvarlandığımı duyumsuyorum?

Zamanında bir noktaya bile fazladan anlam yüklediğimizden, şimdi cümlelere yükleyecek anlam kalmadı, tükettik, güzellerine bile. Doğruların peşinden gidecek kadar aklının başında olması elbette cezalandırılırdı. Herkes delilik istiyor, aklının başından gitmesini, hayaller âleminde sadece kendine yer açabileceğine inanıyor. İnsanlar uyuşukluk istiyor, uyuşmak buna rağmen o kadar da uyuşmazlar ki. Sanki tüm bunları yazamıyorsun da, söylediğin sert ama doğru bir kelimenin açıklamasını yapıyorsun sayfalarca. Biraz daha kendimi kaybedersem, belki gelirim sana, tüm bu içinden çıkamadığım şeylerin içinden. İçimin aslında neresinden gelerek, yazdığımı bilmeden yazıyorum şimdi bunları. O bulduğumuzu sandığımız güçlü ve naif kelime de yetmedi, yarım kalan bu hikâyeyi tamamlamaya.

Şimdi bin masal geriden bile gelsem, bilemeyeceğim şeyler var burada, inanmamam gereken onca neden varken, içimden dışıma kadar inanmıştım. Şimdi de inanmak için bir sürü zemin varken, inanmıyorum. O zeminden nasıl olsa bir yerde, sonuna varamadan kayıp, düşeceğimi adım gibi biliyorum. Erken inananlar, inancını elbette kaybeder. Büyüdükçe; ama’ları, belki’leri bir tarafa bırakıyorsun, daha net kelimeler istiyorsun, yetse de yetmese de. O kelimeler kimsesizler parkı gibi olsa da. Tüm bunlardan sonra o kadar meraksız oluyorsun ki; önüne sunulabilecek hiçbir bilgi ilgini çekmiyor, evrenin başını, dünyanın sonunu merak etmiyorsun, herkesle aranda böyle uçurumlar oluşuyor, onlarla aynı şeylere üzülmediğin gibi aynılarını da merak edemiyorsun. Sendeki eksiklik ya da onlardaki fazlalıktan kaynaklanmıyor bu, içinden öyle geldiği için, artık böyle olmak istediğin için her şey.

On Sekiz Şubat İki Bin Yirmi Bir 13:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Eskinin Günlüğü

Küçücük ayaklarımla söndürdüğüm sigara izmaritleri, koskoca yangınları önleyecek zannederdim. Her felaketi önler, her iyiliğin altından çıkardım. Kahramanlık oyununu hangi kitaptan arakladım bilmiyorum. Yokuş aşağı indikçe, dünyayla birlikte küçülüp, yok olacağımı sanırdım, yok olmayı nasıl öğrenmiştim? En vahimi de bina tepeleriydi, bizim binanın bir tepesine çıkabilsem, atlaya, hoplaya, zıplaya o binadan diğerine, o apartmandan daha da uzağa ve istediğim her yere gidebilirdim. Semt değiştirmek de neydi ki? Ben şehir, kıta, hatta ülke değiştirebilirdim bu şekilde. Özel güçlerim olduğu saçmalığı nasıl da yer etmiş zavallı zayıf içime. Kendimi o koca evlerin tepesinden hiçbir yerime bir şey olmadan atlayabileceğime inanır, kendimi o kadar cesur ve büyük zannederdim. Hoş düşer, kalkar, ağlar, zıplar, kanardı her yerim ama yine de bir şey olmazdı burkulmanın dışında. Yaş aldıkça küçülüyormuş insan ve çocukluk dedikleri şey belki de en büyük hissettiğin, en cesur olduğun zamanlarmış, büyüdükçe cesareti de kırılıyormuş insanın. Saflık mıydı buna inanmak yoksa bilmişlik miydi bilmiyorum, ama hâlâ aklımda o zamanlar var, öyle berrak, o kadar şeffaf ki, sildiğim her şeyin altından çıkabilecek kadar da derin ve sağlam hatta kaçınılmaz. Bir şeylerin değişeceğine üstelik kendiliğinden hem inanç hem de inanmamak var, yerine göre birini çıkarıp, diğerini karartıyorum, bugün kendime inanıp, yarın inanmıyorum. Diğer gün hiç aklıma gelmiyor. Sonra siliyorum, yeniden yazdığımı zannedip, eskinin kopyasının üzerinden geçiyorum.

Sıkıntıdan, üzüntüden, olur olmaz hatta hiç olmayacak şeylerden sıktığım dişlerim de hiç birbirine denk gelmemişti, sıkamamıştım yani dişlerimi. Ne zaman tam batacağım diye düşünsem kıyıya vurup, duruyordum, bir şey olmuyordu bir türlü. Kendimle konuşup, tartışacak hâlim de yoktu, sonuçta kazanan hiç ben olmuyordum. Merak ve heyecanın hayatım için nasıl da anlamsız olduğunu ve koşar adımlarla uzaklaştıklarını çok önceleri idrak ettim, onların yerini alan kaygı yerli yerindeydi, o olmasa muhakkak daha çok hayal kırıklığım olacaktı. Böylesi iyiydi kaygılı, kasvetli.

Zamanın bir yerinde yelkovanıma küsmüştüm, üstelik akrep peşimdeydi, gece ipini koparıp kaçmıştı, arsız tren sesleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkmıyordu, beynimde depolanıyordu diğer tüm seslerle birlikte, her şeyden kaçabilirdim belki ama bu seslerden kurtuluşum yoktu. Oyuk bir mağara gibiydi kalbimin içi, öylesine zamanla doğal olmayan yollardan oyulmuş, herhangi bir şekle de benzeyememişti. Bundan sonra da benzeyeceğe benzemiyordu. Bu acının şarkısı olmayacak, sızının dili de susacaktı.

Büyük öyküler de tamamlayamadı bizi, şimdi yepyeni küçük cümleler var hatta bazen o kadar umursamazlar ki, anlam bulmaya bin şahit ister. Şimdi onların içine sıkıştırılan ömürler, her boyutun daha da küçüğü, elle tutulur olduğu hâlde tutulamayan, uzak, yalın ve farazi. Her şey gibi zamanın da fazlası zarardı, uzanırsa başka bir şeye dolanırdı ucu her şeyin, bunu artık görmüş ve anlamıştık. Şimdi israfsız şekilde kullanıyoruz bize kaldığını zannettiğimiz o küçük zamanları. Bu arada karambole gelmiş değerli zamanlar da vardı tabi, artık diğerlerinden ayırtı edilemeyen. Dengesizlik buna rağmen rutin had safhadaydı. Beynimize sahip çıkmaya kalksak, içimizden bir şeyler dökülüp, duruyordu. Gümbürtüye giden şeyler vardı, mesela kalabalıktaki kalbim. Her şey düzelse, geçse bile içimde herhangi bir şeye arzu duyup, devam edebilme isteğim kalacağını sanmıyordum artık, üstelik bunu çağın bir hastalığı olarak da görmüyorum bir yerden sonra, içime işlemiş, içinden çıkamadığım hatta belki de onunla doğmuş, hep benimleymiş de bir şey olmasını bekliyormuş dışarı çıkmak için geliyordu.

Yazacağı şiirdeki en güzel imgeyi; geceleyin rüyasından kopyalayıp, yazmıştı zihnine. Fakat uyanır uyanmaz siliniyordu hafızasından. Bu kadar çok hatırlarken, bunca kolay silinmesi nasıl olabilirdi? Belli ki bir yerlerde bir kaçak vardı ya da görünmeyen bir şey o imgeleri çalıp, kaçıyordu, bir yerde birikiyordu belki o imgeler, onların da mezarı olabilirdi bu durumda. Ama bu hiç önemli değildi, imgeleri birileri haksız yere çalıyordu, ele geçiriyordu, önemli olan buydu. Kimin ne zaman çaldığı, hiç hatırlanamadığı için de bulunamıyordu. Aşılamayan, planlı, kısır döngü şeklinde bir soygundu bu. Gerçek şiir hiçbir zaman gerektiği gibi yazılamıyordu. Kederinden geçilmiyordu, eğer kederi somut bir şey olsa dünyada onu sığdıracak yer bulamazdı.

İntihar düşüncesindeki alışkanlık; intihar etmekten bile daha fazla çöküntüye uğratır. İntihar ettikten sonra arkasından herkes onun dünyadaki tüm dertlerinin, kederinin ve sıkıntılarının aslında hallolabileceğini söyleyip, bunu boşuna yaptığı izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Bunlar hep bomboş lakırdılardır. Çünkü tüm bunları düzeltmek için, o yaşarken hiçbir eyleme dönüştürülemez hatta mümkünse hep kaçılır, katlanılamazdır. Ellerinde olan veya olmayan şeyler de dâhil, kimse bunları görmek istemez. Tüm maddi ve manevi sıkıntılardan daha değersiz olan onun hayatı intihar eyleminden sonra birden bire çok değerli olur, hatta birkaç zaman en değerlisi olur dünyanın. Sonra diğer her şey gibi yine unutulur. Bu yüzyılda zamanın en değerli şeyi gündelik yaşama bağlılıktır bunun için de çok güzel bir cümleleri vardır ki çoğuna göre haklıdırlar “hayat devam ediyordur” ve biz olsak ve olmasak da hep devam edecektir. Başkalarının devam eden hayatı bizlerin çukurunu dolduracaktır.

Kalbini yokladığında yerinde bulamadı, ya da yokladığını zannettiği eli artık ıssız ve hissizdi. Başka yok olmasını istediği şeylerin yerine son anda neyi koyacağını şaşırmıştı, herkes bir daha geri gelmeyecek düzenlerin kölesi oluyorlardı durmadan, oysa o sadece tek bir şeyi bekliyordu, usanmadan, gelmeyeceğini bilerek, sağlıklı ve istekli ölüm şekli gibi, olmayanın yerini seyrediyordu. Kalbi olmadan gözleri bir işe yarar mıydı bunu çözmeye uğraşıyordu. Kendi kendisiyle konuşmak için ikinci bir ağıza gerek duymuyordu, içindeki seslerden ibaret yaşamını düşündü, yalnızca kendisinin inandığı bir dünyayı hayal edip, durdu, iyimser değil de kendine ve yerine göre çekimser ve biraz da kötümser hissettiği zamanı. Kâbuslarına inanmayıp da ne yapacaktı? Hepsi zamanı geldiğinde gerçeğe dönüşüyordu. Kötü his süzgeci gerekiyordu kalbimize, kötü his yaklaştığında hisseden kalbimiz tüm bedenimizi kilitlemeliydi, böylece kötü hisler dokunamadan uzaklaşırdı, bize bir şey yapamazdı. Çok ayrıntıcı ya da çok mu olmaz bir şey diliyordum? Hoş herkes komik olmak yerine sıkıcı olmak ve tekdüze olmayı tercih ederken, bu da soru muydu?

Uçurumdan yuvarlanmaya alışık olanlar, iyi bir şey olduğu zaman bunu zamansız ve gereksiz olarak tanımlarlar hatta rahatsız olurlar, hiçbir şeyin artık yolunda gitmediği hissine kapılırlar. Belki de en önemlisi bu alışkanlıktan kurtulmaktı, eskiden kurtulmak daha doğrusu değişmek bir şekilde iyi ya da kötü değil o ruhsuz alışkanlıktan vazgeçebilecek kadar değişebilmek; değişebilenler şanslıydı, diğerleri zaten yok olmaya mahkûmdu.

Yanağının gerisinde açılan delikten kanındaki demir kokusunu duydu. Koku alabildiği için şanslı olduğunu düşündüğü zamanlardı, belki de beyniyle başka bir organı hatta tüm organları yer değiştirmişti, gözleri hariç. Onlar her şeyi olması gerektiği gibi görüyordu, onlarla beyninin savaşmaya hiç niyeti yoktu, aksini yansıtacak hâli yoktu çünkü ispatlayacak kanıtları da yoktu, bazen kendini uçarken görüyordu mesela, ama uçmuyor aslında kaçıyordu. Sevmekten, sevilmemekten kaçmak zorunda olduğunu biliyordu, en azından bir köpeğe dönüşene kadar. Dünyada artık ancak böyle oluyordu koşulsuz, şartsız ve çıkarsız sevilmek.

 

Yirmi İki Ekim İki Bin Yirmi 11:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dalgı

Gökyüzü kusuyor artık, hava bitap düştü. Nefessiz kaldık. Yazmayı düşündüğümüz hiçbir şeyi tamamlayamadık, hikâyenin yarım bıraktığı şiirler de kusurlu sayıldı. Veda sözleriyle biten şarkılara içimizden eşlik ettik, sevmeyi yanlış anladık. Yanlış hayallerin peşinden giderken inancımızı yitirdik, gecelerce sabahlamayı en kutsal inanç sayıyordum, şimdi uykudan gözümü açamıyorum. Savunduğum şeylere yaslanmayı unuttum, koruyamadım zihnimi. Eskiden bir yere takılıp düşmekten son anda kurtarırdım paçayı, şimdilerde takılmadan direkt düşüyorum. Gittiğim yolların izleri silinmiş, basmamaya çalıştığım çizgiler de bir şey anlatmıyor artık bana. İzsiz olmak hiç yaşanmamış gibi olmayı gerektiriyor, biliyorum ama söyleyemiyorum, söylüyorum ama duyuramıyorum. Nefes nefese kaldığım göğsümün çukurunda sakladığım, güneş görmemiş hayallerin kelimesi her geçen gün azalıyor, yakında hiçbir şey söylememiş, hiç hayal kurmamış olacağım. Tatiller bile tatil gibi değil artık, dinlenme ya da hayata kaldığın yerden koşturmaya devam etmek için bir mola.

Kış geliyor, kardan adam gelmiyor, ördüğüm el örmesi atkılar da yok artık. Kimse öyle şeyler taşımıyor. Bulunduğum şehri toparlayıp, kilim gibi altımdan çektiler, ben başka bir yere yuvarlandım. Şiir gibi olması gerekiyordu bu gidişlerin, ünlemi bile eksik vedaların, üç nokta sadece, ona da üşenir olduk ya son zamanlarda. Anlatmak içimi kesiyor, bir lodos esintisi hep başımda, deniz kenarında yaşadığımdan değil. Eskiden böyle değildi. Anlattıkça ağrılarım azalırdı, şimdi anlatmak yeni ağrılar açıyor başıma. Ederinden azına harcadım kalbimi. Yalanlar yordu kulaklarımı, çıkıp, yalanlara saldırmayı bekleyen kelimelerin zifti aktı içime, hayat nerede başlardı, huzur nerede biterdi, içerisi neresi, aile kimlerdi, ev neredeydi… Bedenim benim eski yaram.

Yaşamadığın öykünün mazisi kehanetten ileri gidebilir mi? Yıldızları çoğalan gökyüzü hayal ettin de her yıldız için yaktığın mumların vadesi dolmadı mı? Bir sen mi aydınlatacaktın koca dünyayı? Şimdi durmadan uyuyorsun, bırak ışığı, aydınlığı, mumu. Böyle giderse yanacak tüm buralar. Önce sana kızdım sonra buralara, sana kızmasam buralara kızmak aklıma gelmezdi. Bir şeyi beklemeyince günlerin hepsi aynı, birini sevmeyince tüm günler ardı ardına çöpe gidiyor. Bir şey anlatmayınca ömründen kalan eksiliyor. Sana vakit kalmıyor, bana mevsim kalmıyor. Kışsızlık ürpertiyor içimi. Bulutlar kaplasın buraları isterdim, gök yere insin, zamanın yönü değişsin ama sis kaplıyor sokakları. Dünyanın başına yıkılması için illa bir deprem gerekmiyor. Çatılar devrilir bazen, üzerine gelir duvarlar, evini bilemezsin, bilsen tanıyamazsın. Yerini bilmez, unutursun, adını bilmez, delirirsin. Evlerin huzuru eksik, pencerelerin şifası, yolların dermanı, dermansızlığım kaldı tırnaklarımın arasında, ne tırnak kaldı geride ne tutulan eller. Dil tutulmuşluğu aldı yerini, kimse kimseye bir şey söyleyemez oldu, söyleyebilse bile yanlış anlaşıldı. Geçmişle geleceğin arasındaki yolda iki ileri bir geri yapıyorum. Takıldım, yoruldum, taktım. Yorgunluğuma inandım, suskunluğuma konuştum, anlattığım masalların ilk ve son dinleyicisi oldum. Saksıda unutulan çiçeklerin yerine soldum. Sanki son kez gümbürdüyormuş gibi camlar, gök gürültüsüne tutuldum. Dünyanın ortasındaydım, dünyanın ortasını söktüler, sessizliğim kaldı. Tüm kitaplar okunmuş, tüm kitaplar yazılmış, tüm şiirler unutulmuş gibi, kâinat suskunlaştı. Kendi hayatıma misafir gibi gelip, gidiyorum, olsun önemli yok sayılmamaktı. Kirden, yalandan, rutubet kokusundan, kinden, nefretten, inançtan, kaostan büyüdükçe büyüyor dünya.

Her şeye bunca şükrederken yine de iyi hissedemiyorum, his diye bir şey olmasaydı dokunmaların bunca anlamı olur muydu? Belki o zaman daha az kötü hissederdim. Bir parçan varmış gibi bende, kalmış gibi, unutmuşsun gibi, unutulunca anlamı değişmiş benim bir parçam olmuş gibi, ne kadar az görsem o kadar iyi gibi ama yine de iyi olunmuyor. Şiddetli öfke bile zaman geçince kendini salıyor, zavallı bir şey oluyor. O öfke yazmaya yarıyor, daha iyi yazmaya. Neye neden kızgın olduğunu hatırlarsan öfkelenecek yeni şeyler bulabilirsin kendine, onlara benzeri ya da benzemeyeni. Sevdiğimiz şeylerin herkesle aynı olmaması belki de bölüyor bizi, camın diğer tarafında kalmış gibi, görünüyor ama hissedilmiyor, soğuktan başka bir şey yok. Akşamları gölgeme kızıp, onu çiğneyip, ezmek için hızlı yürüyorum. Sonra bu arada yazdıklarımı unutuyorum, huysuzluk belki de tam da böyle bir şey. Bana hiç söyleyemeyeceğin şeyler değiyor kalbime yalan yanlış. Ürperiyorum, o ürpermeyi hiç terk etmedim. Sözcüklerle sallanıp, durdum, bir kelime sarsın ve sarssın istedim, derinden, sahici bir sarsıntı olsun istedim, benden yine kendime geleyim istedim. Kim bilebilirdi ki, bir gün tüm bu sızıların bir yararının olacağını?

Denizde yüzüyorsun ama balık olduğunu bilmiyorsun, denizi de bilmiyorsun, belki hiç bilmedin orada doğduğun için ya da başka yerden getirildiğinde unutmayı seçtin. Karanlıktasın, aydınlığı bilmediğin için karanlığı da bilmiyorsun. Kanatların kırıldığı hâlde, uçmayı bir türlü aklından çıkaramıyorsun belki kırılan kanatlarını da unuttun, kalbin gibi. Yine de beni bazı şeyleri unutmuş olarak hatırla, unutunca tazelenmiş olarak hatırlayamasan da unutmuş olarak hatırlaman yetecektir bana, unutmuş, yaşamış, dersinden çok derdini almış ve akıllanmış. Sistem böyleydi belki de ya unutup kendince feraha erecektin ya da unutmayıp, delirecektin. Birlikte sırt sırta verip, kitap okuyacağımız hayali, akşamın bir körü, omzuna o karışık kafamı yaslayıp, okuyacağım kitapların isimlerini de unuttum mesela. Yarım kalmış hikâyelerimin neresinden tutup da tamamlayacağımı, nerede bitireceğimi unuttum ve şuan tamamen rastgele yazıyorum tıpkı yaşadığım gibi. Tedirginliklerimizden yarattığımız kaos bizi ömür boyu beslerdi, gidip de dönemeyeceğimiz bir yer rüyasıydı imkansızlığımız, meğer varmış öyle bir yer. Gidip gelmeyi düşledik biz ama ben içten içe dönmemeyi düşlemiştim, sana söylemedim. Meğer gidip de dönmemek mümkünmüş, yıllar sonra şimdi buldum bunu. Her şeyi bırakabildiğimden anladım, kendini bile bırakabiliyorsa insan. Kendi hayatımın içinden bir uyurgezer gibi geçiyorum.

Geçen yazı bir romanın içindeki gaflet gibi geçirdim, bundan sonraki yazlar nasıl geçer bilmiyorum. İçimi yemekten büyüdüm, içim dışıma çıktı, eski bir yaz yağmuru gibi döküldüm kendi üzerime, kendimi silkeledim, dut gibi düştüm yine içime, hoş düşecek başka yer de yoktu ya. Biriktirmek istemesem de arttım. Ucuz roman teşbihleriyle yetindim, hikâyesi olmayanın şiiri yazılmazdı, başkasının şiirine yama olamazdım, yara da olacak hâlim yoktu, üstelik acılar bunca faydalı olmuşken. Ucuz romanlarda da gururlu karakterler olurdu muhakkak, onlarla yarışamazdım. Kendi ayağıma kendimi uydurmam gerekecekti. Artık belki de bu uykudan uyanmalıydım ama uyandığımda gündüz olacağını nasıl hesaplayacaktım? Anlayışlıyım, keşke bunca anlamasaydım, bunca sarmaya çalışmasaydım, iyileştirmeyi bilmeseydim yaraları, yeniden kanamaya hazır hâle getirmek için sarmalamasaydım onları, iyileşemeyeceğini bilmese kanamasını da bilemezdi. Toparlayamıyorum bazen zamanı, aklımı, hep üşenmeden neden ve isim bulduğum sızılarımı.

Hepimiz bir süre için vardık, var gibiydik ama geçiciydik, bir şeyin etkisi gibi, uçucu bir şey gibi yok olmaya, gitmeye, unutulmaya mahkûmduk. Bir süreliğine bir yerlere gidiyor, bir zaman bir yerlere yerleşiyorduk, kıpırdamasak bile yerimizden, geçiyorduk bu dünyadan. Bir şey arıyorduk, bazen bulmuş gibi oluyorduk ya da yapıyorduk, tamamlanmış gibi hissediyorduk ama tamamlanmıyorduk, gibi oluyorduk hep. Duracağım ve gideceğim yer arasındaki tereddütten içim ezilmişti, ben kendimi seçmedim mesela.

Otuz Bir Mart İki Bin Yirmi 15:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Paradoksal Halüsinasyonları

Daha ne kadar yalınlaşmak gerekiyordu acaba, sevilmediğimin bilincine varıp, diplerini arşınlamak için. Aslında anladığın şeyin, hep inanmak istemediğinden kaynaklandığını, içindeki huzursuzluğa hep başka anlamlar yüklemeye çalıştığından… Elimi hiç yürekten tutmadığından zaten, bıraktığını da anlamadım. Şimdi yerli yersiz düşünsem, kendi kendime konuşmaktan öteye gidebilir miyim acaba? En son beni derin ve büyük dalgalar yuttuğunda böyle olmuştum. Bir daha olamam, bir daha hiçbir şey zarar veremez, kendim bile… Öyle zannediyordum. Kendi ağzımın tadını bozmakta üzerime yoktu, rahat olan yüreğimi de benden başka kimse içine bu kadar edemezdi. Belli bir zaman uyuşukluğun geçmesi gerekiyormuş, asıl acı o zaman başlayacakmış, sabaha kadar üşüdüm, sabaha kadar ağladım, sabaha kadar yürüdüm. Hepsini birden yaparken, aslında hiçbir şey anlamıyormuşum, ertesi gün sızlayan kaslarımdan anladım hiçbir şey yapmadığımı. Daha kaç sabah kötü uyanacaktım, kaç gece kâbuslarla bölünecekti uykularım.

Allah’a yalvarsam dinler miydi beni? İsyanımı nereye sıkıştıracağımı bilmiyorum, ama bununla birlikte patlayıp, yok olmak istiyorum. Dalgalar yutsun beni istiyorum. Artık söz başka bir şey istemeyeceğim. Yeniden bir daha yaşamayı isteyeceğim anlar kalmadı. Hepsi tüketildi, size göre bir hiç uğruna, bana göre çok şey uğruna. Anlamlı hiçbir şeye ihtiyacımız yokmuş artık, bunca kolay harcayabildiğimize göre en değerlilerimizi. Şimdi ben ne yapayım, kendi kendime deli gibi senden önceki zamanları, hatıraları mı bulup, hatırlamaya çalışayım? Mutlu olduğum zamanları içimden bulup, çıkarayım, içinden çıkamadığım şeylerin içinden? Teselli olur muydu acaba seni hiç tanımamak, tanımamış gibi yapmak? Yaşanmışlığın, tükenmişliğin, paslı ve küflü kokusu, o eskimişlik yok mu olurdu? Temiz bir badana gibi her şey iyi mi gelecekti artık? Tırnaklarımı elime batırmam diğer acımı hafifletir mi biraz olsun ya da yemem onları bir şeyi değiştirir mi? Mucizesi yok ki unutmanın, olduğunda zaten farkında olmuyorsun, unutamadığında da unutamayacağına inanıyorsun bir yerden sonra.

Hepimiz birbirimizin dengesini bozduysa, dünya adil bir yer hâline gelmiş olabilir, o zaman büyük bir iç rahatlığıyla gidebiliriz, kalp kırıklarımızın öcüyle birlikte, sonuçta burası intiharlı bir dünya. Kaktüs olsaydım, dikenlerim yine de kendime batardı… Yanmadan nasıl kül oluyorsak, her şey hızlandırılmış, düzenli bir şekilde düzensizlik yayılıyor yaralarımızın üzerine, öyle ki tanımıyoruz bazen yaramızı bile, ne zaman olduğunu hatırlamıyoruz, nerenin acıdığını bulamıyoruz. Yazdıklarım bir hikâye etmiyor, bir romana giriş cümlesi bile olamayacak kadar ayrık.

Her şey belki de kendimi yosun zannetmemle başladı, yaralarımı saran tuzun beni sevdiğini zannetmiştim, tuz sarıldıkça daha çok acıdı yaralarım, yarama yara kattım, acıma acı ekledim. Yeni bir öykü yazamayacak kadar eskimişti varlığım burada, köklerimi söküp, başka bir yere gidemem, gidersem de yaşayamam zannetmiştim.

Güvenlik gerekçesiyle sorulan her soruda içimde bir imparatorluk yıkılıyordu. Kayıt altına aldığınız her şeyin altında biraz daha eziliyordum, intihar: ecelini dinlememek. Yaşarken ölmekten daha iyi değil midir bu? Üstelik çürümek, kayıt altına alınan tüm kayıtlarla birlikte, onlar arşivde, sesim boşlukta. Gülümsememdeki acı zehirle dudaklarımı sarkıtırken, sallandığım salıncağın zincirini boynumda hissettim. Eğer boynumu birkaç yüz kere kesmeselerdi, kesin boğardım kendimi. Ecele yol veriyordum, Azrail’in işini kolaylaştırıyordum. Cinsiyetime eklenilen süsleri alıp, cinayetime takmak istiyordum, hayatın beni takmadığı yerden. Nasıl unutulduğumu anlatmak için hatırlamak zorunda kaldım, içimi ihbar edebileceğim bir kurum bulamadım, ıslık çalamadığım için şiir okudum, uyurken dinlediğim şarkıları hiç unutmadım, sadenin sadesine kadar ayıklandı içim, şiir gibi bir hayat değil de bir türlü tahlil edemediğim bir roman gibi yaşadım, iyi bir iş çıkaramadım. Seri ölümlerde kendime yer ayırtamadım, sıra bir türlü gelmiyordu, katilimi seri bir şekilde istiyordum. Seni haklı çıkarmak için defalarca kendimi suçladım, bu büyük bir haksızlıktı, kendime haksızlık yapma hakkını yine kendimden alıyordum. Cüretlerinle küstahlığın arasında sıkışıp, kalmıştım, bu hak belki de oralardan geliyordu. Her gece beni başka bir biçimde üzüyordu, sanki bir romanın en üzünç yerine denk gelmişti hayatım. En sahip olunamamış şiir kimsenin tamamlamaya cesaret edemediği yarımdı, yaraydı. “Bir varmış, yokmuş”la başlayan her masal yok oldu.

Kölelerin hiç durmadan, kendini düşünmeden ve hırpalarcasına çalışırken, teselli buldukları tek şey kaderdi, herkesin efendi olamayacağına inanmışlar ya da inandırılmışlardı, huzuru bilmedikleri için de imkânsızlığı huzur zannediyorlardı.

Olmayan aşkın, olmayan ıstırabına kendini inandırmak mı istiyordun flues? Her şeyin bunca yalan olduğunu bilerek, kendini kendinde kandırma gücünü mü test etmek istiyordun? İnandığına inancını kanıtlamak peşinde miydin bunca yalanın peşinde yuvarlanırken? Dizlerin kanarken aşk fısıltıları nerede sönüyordu? Yaşam denilen enerjinin feri nerede sönmüştü, kimlerde başlamıştı? Herkesten bir şekilde uzaklaşmanın bahanesini buluyorum kendimde, aslında bahanelere sığınacak kadar da basit değil, düpedüz uzaklaşmam için kanıt buluyorum kendi içimde. Zamansız, hesapsız ve plansız gülebilmelerim de bir işe yaramadı, kendimi ayrıcalıklı sanıyordum, acıklıymışım oysa. Diğerlerinden tek farkım aklım gökyüzüne biraz daha yakındı, acıklıydık aslında. İçimdeki huzursuzluğu tarif edecek kelimeleri bulamadığım için belki de her şeyi sonlandırmak istiyorum, insan kelimeden de kelimesizlikten de ölebilirmiş, bunu bilin istiyorum. Yüksekten atlama isteği her zaman psikolojik sorunlar olduğunu göstermez, insan bin türlü şey için yüksekten atlamak ister; uzaklaşmak için, uçmak için, yukarıdan yuvarlanmanın nasıl olduğunu öğrenmek için veya küçükken kaçırdığı uçan balonların nasıl gittiğini anlamak için. İlla ki psikologların dediğine göre intihar eğilimi gibi nedenler mi yakıştıracak uçuşumuza?

Küçümsenemeyecek kadar yok olmuştum, kalan yanlarımla da azımsanmayacak kadar delirmiştim. Ölü gibi bir deli, deli gibi bir ölü, yatsam bile rahat yatamazdım emindim. Sürünürdüm, ters dönerdim, kemiklerim şimdiden sızlamaya başlardı muhakkak. Ayakta olmam gereken yerde yuvarlanır, kimsenin ayakta duramadığı yerde dimdik ayakta olurdum. Hayatında çok sevdiğin, boşluğunu bir türlü kabullenemediğin ve artık şimdi sadece şey olmuş eşya gibi şeyler yüzünden bir daha normal olamazdın. Buna rağmen normal gözükürdün, birilerinin yanması içindeki kıvılcımı büyütürdü sadece, bunu bile etmeye tenezzül etmezdin. Toz kokusunu özler mi hiç insan? Çocukluğu hatırlatıyorsa küf kokusu, rutubeti özlemez mi? Bunu fark edebilecek kadar canlıyım diye sevinmez miyim hiç?

Hayatlarını bölen insanların kendilerini kandırmak için biraz renk verip parçalanmış ömürde oyalanmaları, yeni oyunlar uydurup, yeni oyuncaklar keşfettikleri bir dünyaydı burası, adına mutluluk deyip, zamana uyacaklardı çünkü mutlu olmak için hiçbir şeyden geri kalmamak gerekirdi. Ama sonunda herkesin öldüğü can sıkıcı bir hikâyeydi bu hayat. Ömrü vefa ettiği sürece anlayamayacaktı bazıları da, sonunda ölüm olan bir hayatta nasıl mutlu olunacağını, bu durumun mantıksızlık olduğunu bir türlü diğerlerine kabul ettiremeyeceklerdi.

Altı Ağustos İki Bin On Dokuz 15:00
Nevin Akbulut