Browsing Tag

nevin akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yapay Dönüşüm

Yaşamayı meğer tüm isyanlarına rağmen ne kadar da seviyormuş, bulunduğu ortamda olabilmenin rahatlığı için sırasıyla her şeyi yapacaktı. Kendini kabullendirmek için, hiç istemediği şiirleri yazacak, hatta sağdan soldan arakladığı cümleleri biraz karıştırıp, aralarına kendinin sandığı kelimeleri serpiştirip, sunacaktı. Bir zaman sonra kendinin olduğuna o kadar inanacaktı ki, sonra çoğunluk tarafından beğenilmenin o sarhoş edici kasvetine aldanacak, sevmediği ve hatta hiç sevemeyeceği şeyleri yapmaya başlayacaktı sırayla. Hiç fotoğraf sevmediği hâlde kendi üzerinde bile eğreti durduğunu bildiği pozlar verecek, gerekirse yerlerde yatıp, yuvarlanacak, şaşkın, çatık kaşlı, abartılı pozlarına her gün yenilerini ekleyecekti. Zamanla hep kızdığı, hatta karşı olduğu ve en yakınıyla her muhabbetinde sürekli eleştirip, dalga geçtiği kişilerin izinden gidecek, onları taklit etmeye çalışacaktı, artık sadece önemli olan bu camiada var olmaktı, üzerine olsun ya da olmasın, eğreti dursun ya da durmasın. Öyle ya üç-beş kişi eleştirir sadece belki ama diğer taraftan yüzlerce kişi beğenirdi, o yüzlerce kişi binlere dönüşecekti, zaten durmadan hep bir şeylere, ortamına göre dönüşmüyor muydu? Sağdan soldan arakladığı şiirsel zannettiği cümleler ya da taklit ettiği pozlar, kullandığı kelimeler değildi tek hırsızlığı, içinden kendini çalmıştı, o yüzden tüm bunların hiç önemi yok, zamanında hiç kimsenin yüzüne bakmadığı, beğenmediği yazılarına değerlendirmeye çalışıp, değer katan, anlamlandıran, yükselten o tek yüreğin bile ezilmesi hiç önemli değildi. Kendinden geriye yapay ve sahtelikten başka hiçbir şey kalmadığına göre ezip, geçtiği gerçek şiirleri de unutabilirdi. Dönüp, arkasına bakmaz, hatırlamazdı, ne de olsa parodiydi her şey.

Zamanının, varoluş nedeninin haklı isyanı şimdi sakinlemiş, saçlarına kadar yerleşmiş o yapaylık yüzünden değil belki ama gülümsemesinden okunuyordu çünkü o sert hatlar çok nadir gülümserdi, her şey gibi gülümsemesi de yumuşamış, kayganlaşmıştı. Hayat hiç değişmeyeceğim diyenleri bile bir gün sınar gibi özenti çukurunun içine fırlatıp, atıyordu demek. Kendine olan bağlılığın ve değerlerinle ölçülebiliyordu her şey, ilk yıkımda yıkılıp, onların istediği kişiye dönüşecek kadar güçsüzmüş ya da yeterince ezildiğine ikna olduğu için bu yolu seçmişti belki bilinmez. Ama şair bile bir gün şuanda ya da günün sonunda veya ömrünün ortasında, sonunda fark etmiyor suni bir şeye, içinde hiç taşımadığı duygulara öykünebiliyor, imitasyon gibi kalabiliyordu yaşamının devamında. Özgürlük diye tutunduğu inandığı her şeyi, sahte zevkler uğruna harcayabiliyordu. Hiç tarzı olmadığı hâlde yaptığı şeyler için, kimseden özür dileyecek hâli yoktu ya. O derece ince düşündüğü de hiç olmamıştı. Düşünenleri de sorunlu olarak tanımlardı. Kendini kolaylıkla unuttuğuna göre, onu azıcık hatırlayanlara da bir şey borçlu olduğunu hissetmiyordu.

Tüm sahtelikleri fark edene kadar ışıldayacak, parlayacak yeryüzünde amaçsızca. Etrafının da değersiz bir çemberden örüldüğünü anladığında kendi değersizliğinden iğrenecek, yine de kusmak için bile aradığı hiçbir yerde bulamayacak kendini. Kusamadıkları, sustuklarına ve içine attıklarına karışacak, olmayan varlığını şişirecek, içinin boşluğunu böyle doldurduğunu zannedip, oyalanacak.

Kendinden ödün vermek, kendini yitirmek, kendini hiç olmayacak biri hâline dönüştürmek de yetmemişti, daha fazla beğeni için, daha fazla sisteme hizmet etmesi gerekiyordu. Kendinden ne verebilirse sonuna vermeli ve ne kadar çok hiç ilgisi olmayacak kişiler bile olsa izlenmeli, okunmalı, takip edilmeli, varlığını herkesin bilmesi gerekiyordu. Ruhundaki açığı, açlığı b şekilde susturabileceğine inanıyordu. Yaptı da, sonuçta hiç hayal edemeyeceği, o çok güvendiği bir tutam kalmış, çok uzaklardaki dostlarının da tahmin edemeyeceği bir şeye dönüştü. Şimdiye kadarki her yaşadığı kötü şeyin, talihsizliğin, kaderin (ki kendisi çok inanırdı), affı, mağfireti, tesellisi olarak gördü bu yavan, içi boşaltılmış, geçici heves ve meraklarla sıvanmış sevgiyi.

O ufak tefek, bir avuçtan daha az kalmış, kendisini gerçek dünyada önemseyen dostları onun bu hâline, içerleyip, üzülmekten öteye geçemiyorlardı, sınırdı çünkü hiç kabullenemedikleri. Geçip, gidemezlerdi yanlarına. O kadar görmek istemiyorlardı artık onu, içlerinde herkes ne derece yalandan da olsa çoğaltsa da onlar azaltmış, bitirmek istiyorlardı. Onlar yerlerinden kıpırdayıp, herhangi bir hamle bile yapmaya değer görmüyorlardı şu zamanı, okunmak bile istemiyorlar, hatta bir tek kendi kendilerine yazıyorlardı, kalemleri kendilerine, hüznü, derdi, kederi de hep içlerineydi. Bir anlatabilselerdi, buna da hiç lüzum yoktu, hem de artık biliyorlardı anlaşılmayacaklarını. Asıl akıntıya karşı kürekleri bırakan onlardı, o diğerleri küreklere asılmış, akıntı yönüne gitmeye uğraşıp, milyonların içinde kendilerine yer edinmeye çalışmış, oldukça da başarılı olmuşlardı. Ümit dünyasıydı ne de olsa, bir yerde uzak bir zaman diliminde, her şeyin gerçekten hissedileceğini, yüzeysel değil de, içsel olacağına inanıyorlardı hâlâ. Umut bundan sonra yalandan başka bir şey değildi, yine de bunu içten içe hissetseler de, kendilerine anlatamıyorlardı. Kendine anlatamadıklarını, kimseye dökemezlerdi ya. Sonsuza kadar gitse de bu suskunluk, kabullenilmiş, benimsenmişti. İhtiyaç olan şey buydu belki de, susmaktı, onca sesin çokluğuna ve karışıklığına karşın susmak. En azından bu şekilde sadece kendilerinde de olsa, var olacaklarını biliyorlardı.

Arsızca ve yersizce fışkıran özgüven patlamalarıyla ne yapacağını, nereye gideceğini bilemediği için bu durumdaydı. Böyle asılı, anlık… Kendini yıllar geçtikçe içine kapatan insanların tam tersine, her durumda ve şartta görülebilir olmaktı tek isteği. Görülebilir olunca varlığını kabul ettirip, kendi varlığına da inanabilmekti belki amacı. Birileri tarafından onaylanamıyorsa varlığı da yok demekti. O kadar yok olmuştu ki yıllar içinde, en ufak bir varlık ışığına flaş gibi sadece yanıp, sönse bile, ona da razıydı.

İnsana en büyük zararı, başka bir insan değil de, yine kendi verirdi çünkü tüm bunlara dışarıdan ve içinde olabileceklere yalnız kendisi izin verirdi, kendinin sorumluluğundaydı bu. Bu kadar görünür olup, kolay yoldan kendimizi infilak ettirmekti belki amacımız. Zaman gelmiyorsa, hayat da gelemiyorsa hakkımızdan, hastalıklar, ölümler de bir işe yaramıyorsa insanlar hiç yaramazdı. Biz kendimiz gitmeliydik o zaman belamıza. O yüzden bizzat kendimiz el atıyorduk bu ucuz ve çabuk sona. Anlıyor, hak da veriyordum artık uzun zaman sonra, ama herkes başka şekilde yok olmayı tercih ederdi, tıpkı aynı şeyi, hepimizin türlü kelimelerle anlatması gibi. Üstelik aynı şeyi anlattığımız hâlde, anlaşamadığımız gibi. Huzura alışık olmayanların memnuniyetsizliği, gerilim gibi bir anda huzurlu bir şeyle karşılaşınca ortaya çıkardı çünkü onlara göre huzurla huzursuzluk yer değiştirmiş, içlerinde çok güzel dönüştürmüş, bu yüzden de bu tanıdık olmadıkları hisler karşısında, hissiz kalmayı tercih ederlerdi. Bilinmeyenden uzak durma, kaçma, saklanma, bir tür gizleniş, ancak böyle güvende hissedilebilirdi.

Her şeyin hızla dönüştüğü şu zamanda, hiçbir şeyin artık başladığı gibi sona ermeyeceğini biliyorduk. O da biliyordu, şu uyuşmuş zamanın tadını, daha da uyuşarak geçiriyordu. Bir gün komple uyanacak, rüya gibi, belirsizlik gibi bir şeyden tamamen ayılıp, aydınlanacağını biliyor, şu uzak durumunun ve uzatmalarının da bir daha geri gelmeyeceğini bildiğinden, yaşıyordu, yaşadığını zannetmek değil, o sahiden böyle yaşıyordu. Uyandığı anda bitecekti çünkü tüm yalın, yapay hikâyesi.

Üç Kasım İki Bin Yirmi İki 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Mavi Yok

Ziyanı yok ki, artmıyor
Ne balığa tuz yetiyor, ne yaraya
Ne bana sus yetiyor, ne kelimelere
Mavi yok
Babamın saati kolumda, annemin elleri
Yeni bir zaman yok
Her şey kullanılmış çokça
İzlediğim her şey önceden görülmüş
Bulamadığım her bilmece eskiden bilinmiş
Okuduğum her kitap bir yerlerde yaşanmış
Sevdiğim her şey bana uzakmış
Fakat sormam lazım;
Bir yerlerde yaşanacak bir şey kalmadıysa hâlâ
Neden buradayım?

Bitecekse bu şiirler bir yerde
Susacaksa kelimeler hiç sormadan
Bir zaman sonra yanacaksa yaşanan her an
Yanlışın içindeyse bunca sevmek
Nefret etmeyi de kalbin yemiyorsa
Ama yine de her canlı en az bir canlıyı yemek zorundaysa
Evcilik oynamaktan öteye geçmiyorsa evlilik
Bu bağlılık fazla değil mi?

Susmuyor siren sesleri
Kâbuslardan ve onlardan artan zamanda
Ne yaşadıysak haksız şekilde
Bölüşmenin manası var mıydı bu yoksunlukta?
İki şey susturabilirdi bizi
Düzensiz ama kafiyeli
Kısa cümle ama uzun uzadıya kelimeler
Sorsalar kısa kesiyorum derdim
Bitiremediğim her şeyi
Biriktirmeye meyilliyim.

Önemsiz ama kararsız betimlemeler
Hesapsızca uçup, giden, üzüp, giden, hep ama hep giden imgeler
Pervasızca sorulmaya çalışılan hesaplar
Kalbimin almadığını, beynimin de sınır dışı etmesi
Zehrin suya sustuğu
Bunca kusmalar, susmaktan çok
Bitmeyen anlatmalarla laf kalabalığı yapmışım
Uzayı biraz da ben doldurmuşum, nefessiz kaldığım anlarda
Ama en güzel anları onunla birleştirebilince
Kendime de yakıştırabilirim zannettim.

Her sokak başında başka bir yerinden kırıldı anlar
Ortalık yerde susmalar, bizi hep didikleyen ayrılıklar
Özensiz ama kenarda kalmanın ihtiyacı ile
Susuyorum koltuk deseni gibi
Madem her şey bu kadar normaldi
Zamanın o ulaşılmaz yerinden kopup
Niye vurdum tereddütsüzce sahile
Susuzluğun dindiremediği, kusurlu bir adanmışlıkla…

 

Otuz Bir Ekim İki Bin Yirmi İki 14:00
Nevin Akbulut

Şiiri hikâyesi: Çok güzel bir tek edilmiş buldum, çöplük kenarında.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kor

Artık bunca olan şeyden sonra; birlikte yeşeremeyeceğiz biliyorum, ama belki beraber çürüyebiliriz!

Gülmekle ağlamak arasındaki o uyuşukluk durumu, kalıp gibi yapıştı ruhuma. Hiçbir şeye gerektiği gibi ve yeteri kadar tepki veremiyorum ya da her şeye aynı tepkisizliği gösteriyorum. Vedalaşamıyorum içime attıklarımla, tutarsızlıklarımla, atıp, tutamadıklarımla. Beni kendimden ayıran belki de buydu. Bana eziyetlerin en kıdemlisini seçmişsiniz, hiç zorlanmadan, sanki yıllardır bunu bekliyormuş gibi, öyle olağan ve bir o kadar da bilmişlikle. Canı yanmanın ateşle bir ilgisi olduğunu o kadar iyi anladım ki, ateş düşüyor çünkü canına insanın. Salt acıyla ilgili yok yanmanın, en çok ateşle ilgisi var, belki de insan kendi cehennemini içinde taşır derken bunu kastediyorlardı. Hasretten ölmezdik belki ama o ateşten ölebilirdik, kolayca. Kendini yakma cesaretinde bulunanların içinde de o ateş olduğundan belki bu kadar kolay cesaret edebildiler. Kendimi iyi hissetme denemelerim yine başarısızlıkla sonuçlandı, odaklandığım her şey buhar gibi uçup gitti, uçan bir balon kadar yer etmedi hiçbir şey içimde, o ateşten başka, hoş oraya ne düşse yanardı, ondan belki de düşüremedim.

Düşünmeden yaptığım ya da yapamadığım bazı şeyler bulunduğum durumu kendiliğinden kolaylaştırdı, böyle olması gerekiyordu çünkü bir de onlarla uğraşamazdım. Bu hikâyeyi de beceremedim, bu saatten sonra hikâye yaşamak değil, ancak yazmak gelirdi elimden, daha çok yaşamadığını yazabilmeli bence insan, yaşayamadıklarını anmak için. İkiye bölünen her şeyin içinden büsbütün acı ve sıcak bir gözyaşı döküldü, yüzümü atlayıp, çakıldı yere, beni her şey atlayıp geçebilirdi, hatta kendim bile. Kendimi bölüp, parçalayamadığım, aynı zamanda bütünleyemediğim için de yarımdı her şey. Acil bir çıkışım olsa, kaçıp, kurtarsaydım kendimi benden. Sarıldığım her şey kayıp giderken, arkalarından sessizce el salladım, o çarpık gülümsememle, tutunduğum her şey bir tık daha o sondaki sonuca yaklaştırdı beni. Alkışladım hem de tüm yüreğimle. Hani canıma ot tıkasalardı, kesin o otlar da tutuşur, yanardı. Çevirip, üzerinden atladığım bir sayfa gibi görünüyor olabilirsin ama bıraktığın kalem izi o kadar acıtarak ve iz bırakarak yazmış ki; tüm diğer sayfalara da geçti.

Anlamlar bazen hiçbir manaya gelmez! Başka bir film izleyecekken, salonları karıştırıp, yanlışlıkla girdiğim filmde bile bir miktar anlam bulurdum, şimdi planlı, programlı olan şeyler bile oldukça anlamsız geliyor. İnancım yüksek ama cahilmişim, oldukça abartmışım. Şimdi karanlık bir acı var içimde, ama sahici, gerçek, dumanlı değil, sisli hiç değil, gün gibi, her gün yaşadıkça varlığını hissettiğim, çıkaramadığım, bir yere bırakıp, kaçamadığım, bırakamadığım… Tüm mümkünlerin eşiğindeyim…

Manasız bir suskunluğun içinde kendime çıkardığım manalarla tersine çevirmek isterdim her şeyi. Neyi anlatsam yersiz, neyi savunsam haksız, neyi sevsem yarım olacaktım. Anlaşılabilirliğin zaten dolan kapasitesinden yararlanacak değildim. Yarı söyleyip, yarı susmalarımla geçip, giden günleri kurtarmaktı niyetim, bir işe yaramayacağını bilerek. Kimsenin duymayacağı kelimeleri söylemek, bilinmeyen bir dilde konuşmak gibi bir yabancılıktı. Onları yabancı sıfatında tanımlamaktansa, kendime uzaklaşmam daha yerinde gibi geliyordu. Şehirlerden geçiyorsun, bir yere varamıyorsun. Kilometre ile ölçülemeyecek uzaklıklar yaşıyorsun. Zamanında canını dişine takıp, anlattığın her şey için pişmansın, sen anlattıkça mesele sendeymiş gibi hep reçete sunmaya çalıştılar. Oysa birkaç temiz, sorunsuz iyi gün yeterdi, artardı bile.

Neyin vardı ya da nelerin yoktu da bunca gelmiyordun yanıma? Ayakların, mesela kalbin? Yürek mi demeliydim, daha içsel bir şeydi belki de. Tüm zamanların en güzel anını giyinmiş, bekliyorken ben böyle burada… Yalnız çıktım tüm merdivenleri, koridorları yalnız geçtim, odalarda yalnız başıma korktum, bekledim. Pencereye çıkmak bile bir tık daha ileri ümit vadettiğinden yapmadım. İyi olacağım ümitlerini hep kendimle birlikte, içimden artırarak biriktirdim. Herkese yetecek kadar umuttu bendeki, fazlasıydı. Yalnız uyudum, içindeki yataklarda sürekli değişen ve yok olan yüzlerin olduğu koğuşta. Yalnız ama ışıksız uyuyamadım. Sorsalar korkuyorum zannedersin, hiçbir şeyi unutmamak ve beynim dâhil her şeyi tekrar uyandığımda yerli yerinde bulmak için. Gözlerin mi eksikti yoksa ben her şeyi bunca bulup, görmek isterken. Görmeyi istememekti belki de sendeki eksiklik, gözlerinin koyu çukuru değil de artık katranlanmış gayretsizliğindeki soğukluktu.

Olurdu ya, uyandığımda kendimi orada bulamamaktı korkum, uykular yarı ölümse, ben tam ölüme bu kadar yaklaşmışken. Narkoz anında, siyah yumuşak, kadife bir kuyuya yavaşça ve itinayla düşüyorsun, ama sonra o siyahlığı ve boşluğu mürekkep gibi bir şey yutuyor, karalıyor. Ama renkli de değil, renksiz, sis gibi yoğun bir şey. Aldığım her narkozda biraz daha kendimi yerimde bulamıyordum. Seni de bulamamaktan kaynaklanıyordu bu, zaman da yaramadı. İçimden alabildikleri o birkaç gram beni azaltmadı, aksine büyüttü, çoğalttı, üstüne bir de parçalara bölüp, dağıttı. Şimdi kim daha eksik, fazla ya da iyi bilinmez. Hiçbir şey okumamış, iki kelime etmemiş, bir virgül bile koymamış gibiyim şimdi. Bir şeyler henüz olup, bitmemiş, hiç başlamamış, ara verilmemiş gibi, oyun gibi uykuya dalmaya çabalıyorum geceleri, ışıklı bir odada. Uyanınca nefes alıp, yeniden yaşıyormuşum gibi yapıyorum. Sol elime bıçağı alıp, sevdiğim sebzeyi doğruyorum, doğruca. Bıçak kayıyor bazen, solum güçlü, biliyorum. Bıçak biraz daha kaysa…

Böyle kalsın, olabildiğince kuru ve yavan. Yere düşüp, yok olan bir yaprak, bir gün bir kitabın satırları arasında yeniden ortaya çıkar çünkü biz inanmaya çoktan hazırız, özellikle gerçek olmayan şeylere. Okunmasın diye boşluğa yazdıklarım, boşluğu bezdirdi. Aklımda sürekli sıkılma biçimleri, saklanma ve kaçma hâlleri, kalbimin ucuna gelip, hiçbir şey olmamış, sanki içeride sıkılmamış da çıkmayacakmış gibi kaçışan kelimeler, aklımın ucunun da uçtuğunu sanıyorum. Hiçbir şeyi, başka bir şeyle ölçemediğim ve yerine koyamadığım için dolmuyor boşluklar. Sarhoşluklar ve inançlardan geriye kalanlar hiçbir şey etmiyor, bir etkisi de yok. Ucunu kaçırdığım her cümlenin sonunu başka yarım bir cümle ile birleştiriyorum. Üşengeçliğim, ayrıca yarımları tamamlamaya yetmiyor.

Zamanın ruhuna uygun, abartacak güç yok bende, o yüzden zamanın ve tüm o gereksizliğin dışındayım. Tüm bunları bilsem, bildiklerim israf olacak, bunca israfın içinde duygularıma bunu yapamazdım. Açıklanabilir bir şey değil, izahatı yok belki ama tesadüflerin içine sıkıştırdığımız, biriktirip, teselli bulduğumuz şeyler de vardı, rastlaşmalar gibi, denk düşmeler gibi. Zaten zamanın bu hızında bu karşılaşmalar olmasa nasıl yetecekti ki hayat bize? Islak yağmur kokusu alıyoruz birbirimizden, ezberlerime hayret ediyorum en çok, unutmanın bunca kolay olduğu şu zamanda, tüm bilincimle sesleniyorum içime, her geçen gün her şeyin birbirine benzediği zamanlarda. Ezberimden bulup çıkarıp, bakıyorum, yerinde. Unutmakla, ezberin arasındaki o büyük boşlukla bağlanmıştım sana. Yarım bıraktığım her şeyin adına, tamamlar gibi sarılmıştım. Bütünlenmeye teşebbüstü benimkisi sadece, gizliden gizliye bir niyet gibi, çok eski bir özlemin hatırına, anımsanması gibi.

Bazı uzayıp, giden, olağanmış gibi görünen şeylerin o an ile ya da o hikâye ile bağlantısını kuramıyorum. Yeteneksizliğimi biliyorum ama bazı kitaplar sonsuza dek sürsünler istiyorum, bazı hikâyeler gibi. Anlayışsızlığımın anlayışına sığınıyorum.

Yirmi Üç Eylül İki Bin Yirmi İki 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Bin Nefes Geriden

Gökten düşmese hiçbir şey, bu kadar da dipten çıkmazdı.

Çok ağlayınca yanağına konan o kıpkırmızı gülü senden başka kimse fark etmiyor, yumruk yemiş gibi oluyorsun bildiklerinden. Başını aynaya çevirdiğinde alnın, son yüz yılın bilmişliğiyle birlikte, sanki akşamları yanan soba gibi, aydınlık ve sıcak. Kimseyi ısıtmayan ancak sahibine keder ve ateş olan, dert etmeyi ertelemiş dingin uyanacağına her defasında inanarak uyuttuğun gövden, hayal kırıklıklarınla değil de kâbuslarınla dağlanan o kalbin. Bin nefes geriden gelirken tüm susamışlığıyla, büyüyen bir uğultuyla kulakların, gözlerinse artık sadece inanmaz. Çığlıkların içinde büyüttüler sessizliğini, umursamaz yanın buradan geliyor. Sana seni kimse anlatamıyor, oysa herkes biliyor gibi. Onlar ne kadar bildiğine inanıyorsa, sen o kadar biliyorsun, bilmediklerini. Susmalar büyüyor burada, çocukların yerine. Çarmıh gibi her sabah biraz daha gerilirken dünya, ortasında ayakta ve dimdik durmaya çalışıyorsun. Yıkılmak ayıp çünkü…

Bir sus birikti içinde, bin yıl uzaktaki seslere. Ateş renkli böceklerin iziyle yolunu bulurken, hiçbir şey eskimiyor, her şey yıpranırken. Kaybolmak travmandaki en lüks kelimeydi, kenarlarını yoklukla süslediğin. Süslü bir cinayet olabilirdi bu bildiklerinle, istekli bir ölüm, yalnız bir cenaze. Kalbin kimseye benzemiyordu, herkes birbiriyle bunca karışmışken. Bunun için yalnızlıktan yakınmaya hiç gerek yoktu. Kendini bıraktığın hayat, belki de seni tutmayı becerememişti, belki artık tutan yerleri sızlıyordu, onun da evet, onun da ağrıları vardı bin yıllardır.

Düzmece şu cennet, hayatı iftiralarla sunar. Hayat tecrübesi falan istemiyorum, ne kadar az kötülük görsem o kadar iyi, hatta hiç görmesek daha iyi ama o imkânsız. Sahte cennetin, kurmaca hikâyeleri… Yaşama karışmak, hayale bulaşmak, telaşa kapılmak diye bir mesele attın ortaya, adına hayat dedin. Bir gün nasıl olsa unutacağın, boş vereceğin ya da artık beklemeyeceğin gerçeğini bildiğimden belki de durdum. Unuttum zannediyorsun ama o his bir ömür içinde bir yerlerde. En kötüsü de kendini artık böyle idare ediyorsun ve etmeye de devam edeceksin. Büyük laflar bile seni kendine getirmiyor. Alışılmış bir ezberin içinde öylece kayıyorsun durduğun yerde, aslında kaymıyorsun, zaman akıyor.

Kırılmış bir bardağın ya da başka bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını adın gibi biliyorsun, kabulleniyorsun, en iyi yapıştırıcıların bile tamir edemeyeceği gerçeğini. “Gittiği yere kadar” diyorsun, “iyi böyle” diye teselli buluyorsun. Değiştirmeye çalışmıyorsun. Sen de o milyonlarca ruhun içinde sakinlemiş ve alışmaktan başka bir şey yapamamışların içine karıştın, gönüllü olarak yazıldın. Bu kabulleniş, seni senden artırıp, taşırmış gibi. Öfkelenmek bile yoruyor, belli bir çaba sarf etmiş olacaksın çünkü. Şaşırmaktan büsbütün vazgeçtin. Kırılmıyor, hayret etmiyor, hiçbir şeye alınmıyorsun, aslında alınacak kadar da yakın değilsin kimseye. Dert etmiyorsun dert olsa da birçok şey. Esas hikâyenin derinliğindeki o hissizlikteki telafisizliğini fark ediyorsun ama uğraşmıyorsun. İçinde yaşadığın ve bunca zaman anı diye sakladığın o şeyleri taşıyıp, götürebileceğin güvenli bir yerin yok. Daha kötüye gitmiyor, daha iyi de olmuyor hiçbir şey. Öyle bir durağanlık, hafiflemiyor, ilerlemiyor. Gerilemiyor, büyümüyor, küçülmüyor, seninle birlikte, aynı hizada öylesine zamanın içinde akıp, gidiyor.

Muamma, belki de şu zamanın özeti. Hiçbir şey olamıyoruz, her şeyden biraz yarım yamalak kalıyoruz. Yine’lere son verme vaktin geldi de geçiyor, hayat aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için uzun değil. Formülünü ezberlesen bile, yapamadığın şeyler var şu hayatta. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak isteği yok, bunları dert edemiyorum artık, insan içine içine böyle kıvrılıp, alışıyor işte. Karanlıkta görmeden, karanlığı yazmak, en sahicisi bu olurdu. O karanlıkta dakikalarca aynı duvara karşı durup, gözlerini hiç kırpmadan, dikerek bakmak. Duvarla kurduğun bu temas onu rahatsız etmez mesela. Dalmıyorum, bizzat hiç durmadan bakıyorum. Bir şey görüp, görmediğim de mühim değil. Belki sadece önemli olan bakışlarımı sabitlemektir. Bir zaman sonra insanı nasıl da hiç olmadığın birine bu kadar kolay dönüştürebiliyorlar? İradesizlik de değil, başka türlüsünü yapamamak, çaresizlik. Dilediğince emek ver, bazı şeyler olmayınca olmuyor, sürmeyince sürmüyor, yürümeyince yürümüyor. Emeksizlik değil, şu çağın umarsızlığı, ruhsuzluğu, basitliği ve anlamsızlığı. Zamanın içindeki değerin noksanlığı ve tamamlayamama korkusu, yetersizliği…

Anlamını bilmediğin şeylerin manasızlığında çırpınırken, içinde kendine has övünçlerin ve kibrinle önce kendine yapılan haksızlıkları hesapladın, sonra kimseyi özlememeyi öğrettin kendine, en sonunda da kendin hariç kimseyi sevmemeyi. Böylesi senin için daha güvenli ve umutluydu, gerisi huzursuzluktu. Soluk dünyadan apar topar soluk soluğa kurtulmak istiyorum. Donuk ve miyop dolu, sis ve sızı dolu tüm günlerden uzağa gitmek istiyorum. Bunun için iyi bir kurguya ihtiyacım var, şimdiye kadar bulamamış olabilirim ama hiç bulamayacağım anlamına gelmez. Renkli ve dümdüz bir arazide en son ne zaman yürüdüm hatırlamıyorum. İçimin renksizliğinden büzüşürken, köşem diyebileceğim bir dünyaya çekilmek hatta kendimi itelemek istiyorum. Hayalet kokulu sabahlara uyanmak ve orada kalmak istiyorum. Ozon boyunca mavi renkli bir ışık huzmesinde boğulmak, önce içimi dinlemek sonra da kendimde dinlenmek… Oysa çağımızın içi çoktan geçmiş, zaman boşlukta sallanıyor, insanın kendine gelmesi için ciddi bir yumruk daha yemesi gerekiyor. Yaşıyoruz dediğimiz şey artık kopyanın kopyası, gerçekle ilgisi olmayan tatsız, sentetik, doğallıktan uzak, asparagastan ibaret ve hiç yakamızı bırakmayan bir önemsizlik hissi. Fiziksel acıların, ağrıların, sızıların var olduğumuzu kanıtlamasını hiç kimse inkâr edemez. Karadeliklerin bile içi boş değilmiş, yokluk diye bir şey yokmuş, ben niye o zaman bu kadar yoksun hissediyorum? Sürekli boşluğa yuvarlandığımı duyumsuyorum?

Zamanında bir noktaya bile fazladan anlam yüklediğimizden, şimdi cümlelere yükleyecek anlam kalmadı, tükettik, güzellerine bile. Doğruların peşinden gidecek kadar aklının başında olması elbette cezalandırılırdı. Herkes delilik istiyor, aklının başından gitmesini, hayaller âleminde sadece kendine yer açabileceğine inanıyor. İnsanlar uyuşukluk istiyor, uyuşmak buna rağmen o kadar da uyuşmazlar ki. Sanki tüm bunları yazamıyorsun da, söylediğin sert ama doğru bir kelimenin açıklamasını yapıyorsun sayfalarca. Biraz daha kendimi kaybedersem, belki gelirim sana, tüm bu içinden çıkamadığım şeylerin içinden. İçimin aslında neresinden gelerek, yazdığımı bilmeden yazıyorum şimdi bunları. O bulduğumuzu sandığımız güçlü ve naif kelime de yetmedi, yarım kalan bu hikâyeyi tamamlamaya.

Şimdi bin masal geriden bile gelsem, bilemeyeceğim şeyler var burada, inanmamam gereken onca neden varken, içimden dışıma kadar inanmıştım. Şimdi de inanmak için bir sürü zemin varken, inanmıyorum. O zeminden nasıl olsa bir yerde, sonuna varamadan kayıp, düşeceğimi adım gibi biliyorum. Erken inananlar, inancını elbette kaybeder. Büyüdükçe; ama’ları, belki’leri bir tarafa bırakıyorsun, daha net kelimeler istiyorsun, yetse de yetmese de. O kelimeler kimsesizler parkı gibi olsa da. Tüm bunlardan sonra o kadar meraksız oluyorsun ki; önüne sunulabilecek hiçbir bilgi ilgini çekmiyor, evrenin başını, dünyanın sonunu merak etmiyorsun, herkesle aranda böyle uçurumlar oluşuyor, onlarla aynı şeylere üzülmediğin gibi aynılarını da merak edemiyorsun. Sendeki eksiklik ya da onlardaki fazlalıktan kaynaklanmıyor bu, içinden öyle geldiği için, artık böyle olmak istediğin için her şey.

On Sekiz Şubat İki Bin Yirmi Bir 13:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Beni Anlamasınlar

Tam olarak karanlıktayız, belki de her şeyi açık seçik bu yüzden konuşamıyoruz. Saldırganlaşıyor, mantık çerçevesi içinde tartışamıyoruz hiçbir konuyu, bence karanlıktan dolayı göremiyoruz, ondan, kendimize fırsat tanımıyoruz. Yoksa bu kadar saldırganlığın başka bir açıklaması olamaz. Serinkanlı düşünmeyi yitirmişiz, gözler kararmış, başka hiçbir gözü gördüğümüz yok. Herkes kendi inandığı aydınlığın peşinde, başkasının aydınlanmasına bile tahammül yok. Sakince düşünüp, konuşamıyor, zehir zemberek kelimeler sarf ediyoruz, inkârdan öteye geçemiyor, karşısındakine saygı göstermediği, dinlemediği gibi yüksek perdeden bağırarak susturma çabasındayız. Ne kadar çok saldırır, ne kadar çok bağırırsan o kadar haklısındır durumu. Kısacası tam anlamıyla vahşileşmiş bir toplum hâline geldik. Arada çok naif kalplileri, kibarları, saygılıları, hiç kalp kıramayan pamuk gibi insanları da ezip, geçiyoruz. İyiye, güzele dair hiçbir şeyi uzun süre barındıramıyoruz. Arsızca tüketme müptelasıyız. Sakinliğimizi yitirdik, sükûnetimizi kaybettik. Kendimizle birlikte çevremizi, bulunduğumuz dünyayı da hızla harcıyoruz.

Hayatının belirli bir kısmındayım, haklıyım ve artık haklı olmak istemiyorum. Uçuyordum çünkü seni görünce, o yüzden âşık oldum. Yoksa körü körüne bağlanmak nedir ki? Ayaklarım yere bastığında anladım, yeni kelimeler üretirken anladım ve uzaklaştım. Eski kelimeleri yeni anlamlarla söylediğini zannettiğim için tutulmuşum meğer. Anlamları içimdeymiş, kilitliymiş, o anahtarı sana vermişim çok zaman önce, sen de çıkarıp kendinin gibi sunmuşsun tüm o anlamlı gelen kelimeleri, anları. Başka bir şey yoktu aramızda. Bazı şeyleri artık hissettiğin için değil de ezberlediğin için söylemek; işte bunu fark etmek, asıl yaralayan bu. Herkesin içinde ölmüş fotoğraflar var.

Dünyayı bu kadar tanıdıktan ve insanları bunca anladığımı zannettikten sonra Kafka’nın yabancılaşmasını o kadar iyi anlıyorum ki, böceğe dönüşmek bile çok daha anlamlı, kendine artık o kadar yabancısın ki, bir sabah böceğe dönüşmüş olarak uyanabiliyorsun ya da başka bir şeye, ne fark eder ki? İçinde bulunduğun durumu, hâli ya da başka şeyleri kabullenememek ve karşı çıkmaktır bu. Burada önemli olan herhangi bir şeye dönüştüğünü fark edebilmek… Yabancılık hissetmek de bulaşıcı bence. Herkese bunca yabancılaştıktan sonra, insan görünümünden dolayı birilerine benzetilmek canını acıtıyor ve uzaklaştırıyor kendinden. Hepimiz zamanla bir şeye dönüşüyoruz; bazen bir böceğe, bazen de kendimiz haricinde başka bir şeye…

Birinin seni gerçekten hiç anlamasına inanmadığın gibi bir de istemiyorsun çünkü bu olduğunda artık masum olmadığın da ortaya çıkacaktır. En az herkes kadar masum değilsin. Uzak ve gizemli bir hayat bilgisi okunuyor gözlerimde, geriye pek bir şey kalmadı, kalbime zamansız dokunan sancılar dışında, bu zaman böyle bir zaman, biraz duyarsızlık, çokça fenalık. İçine de fenalıklar çökmesi boşuna değil. Sıcak suyun ısıttığı ellerimiz daha çok üşüyor, ısıtmalı hikâyeler anlatarak üşüyoruz, sarmalı, sarılmalı kışlık şarkıları dinliyoruz. Hikâyenin hikâyesinde kayboluyoruz, amaç da bu zaten. Başka düşleri anlatarak gerçek kılmayı umuyoruz, inanmıyoruz, biliyoruz, bu çağın hastalığı bu ama yine de ummaktan vazgeçmiyoruz. Ceplerinden kalemi eksik etmeyen o kadının gözlerinde biriken hikâyeler tamamlandı mı bilmiyorum. Bu yüzden ölene kadar gözlerine bakmak istiyorum. Defterime çizdiğim denizyıldızları hâlâ duruyor, üstelik üzerime de çizmiştim ve gerçek olmuştu, donup, kalmıştı öyle, bu hüzünlü ama en büyük mutluluğumdu. Ağlardım, gülerdim, şaşırırdım hangi duyguya dönmem gerektiğini, kafam daha çok karışırdı, amaç da buydu zaten, bu zaman başka türlü ilerlemiyordu. Kalemleri incitemiyordum, kelimeleri incittiğim kadar, aynı şiiri farklı açılardan zihnime kazıyordum, böyle demek istemiştir diye inanmış gibi yapıyordum, amaç da buydu zaten, inanmak değil, inanmış görünmek.

Ellerimiz hiç yüzleşmedi bizimle, soğuk kış günlerinde yüz göz olmamak lazımdı zaten. Hiç fark ettin mi bilmiyorum ama soğuk günler bana ölümü hatırlatıyor ve en çok da içimizdekileri dökmeden, anlatmadan çekip, gideceğimiz boşluğunu. Buna hiç inanmak istemiyorum ama sanırım öyle gerekiyor, zaten kimse içini tam olarak açamaz ki yeryüzünün şu zamanki hâliyle. İç açmak ancak şiirlerde olur, herkes birbirine içini açar, içini görür, hikâyesine inanır. Gerçek hayat öyle değil ki. Hepimiz biraz zorunlu ya da istekli olarak duygu sahtekârlığı yapıyoruz. Kendimi gömdüğüm kumları özledim, üstelik gömebildiğim zamanlar bu sevincin farkında bile değildim. Ne kadar gömersem kendimi o kadar iyiydi, daha az şey görür, daha az duyar, daha az şahit olurdum dünyaya. Bu işime gelirdi. Yorgundum, gördüğümü anlatacak gücüm de tükenmişti, kulaklarımın da duymaya niyeti yoktu çünkü her şey o kadar yabancıydı ki. Tanıştırmaya kalksam kendime belki bir asır daha gerekirdi, lüzumsuzdu. Etik değildi. Herkesin az, çok zamanı vardı, bu yeterdi, yetmeliydi. Denizyıldızlarını alıp, bir yere koyarsam yaşamaz diye biliyordum, üzerime kazınan o denizyıldızı da başka bir yere giderse yaşamaz zannediyordum. Kırpıla, parçalana yaşanıyormuş. Parmağıma değen o kocaman ayı güzel bir rüya zannetmiştim, ayın beyazlığı ruhuma yansımıştı, ama ruh uslu durmuyor, beyaz hariç her renge bürünüyordu. Ay da kayıp gitmişti parmağımdan. Çiçekler de ağlar tomurcuklarını dökerken, ağaçlar da ağlar yapraklarını dökerken. Neden hep insanî şeyler yalnızca insanlara mahsusmuş gibi bir tek onlardan beklenir? Herkes sonsuz mutluluğun peşinde, beni herkesten daha fazla mutlu edecek bir kapı yok, istemezdim de zaten, kedi-ciğer hikâyesi belki ya da gerçekçilik. Olsa bile öyle bir mutluluk, olamazdım zaten.

Sarıldığım herkes boşluktu. Hakikat bundan böyle sadece yavanlıktan ibaret ki bu da kimsenin hoşuna gitmiyor, onun için bizi yarı yolda bırakana kadar, hayallere ihtiyaç duyuyoruz. Ölünce dünya da bize tatsız, soğuk ve yavan görünecek, tıpkı şimdi ölümün yabancılaştığı gibi. Yanlış yerlerimden katlanmış, kenarlarından zamanından önce kıvrılmış, kayıp bir harita gibiyim. Hâlâ inanıyorsunuz, cennet de soldu, bilmiyorsunuz. Yarınların da canı cehenneme gitti. Hayal kırıklıklarım şimdi bir çöp ev oldu, atmaya kıyamadıklarımla, saklamayla baş edemediklerimle. Hâlâ burada direnmek, yaşamı taklit etmekten başka bir şey değil. Dünya sadece şairlere kalmalıydı, sığ bir sudan çıkar gibi ayrıldım kendimden. Uzunca bir zaman geçtikten sonra yine kendimi yaktığım yerdeyim. Bu sefer küllerimden doğmayacağım, külleri savurup, o boşluğu da tamamlayacağım. Kendimi sessizce gömdüğüm yerde unutacağım.

Ölünce acıyı, acımayı, sızıyı bilmiyorsun. Hiç yaşamamış gibi oluyorsun. Öldüğünde senin yerine başkaları kanıyor aynı yerden, yok olan sensin ama artık sen değil, onlar azalıyor. Sen buradaki miadını doldurmuş, gününü tamamlamış, cezanı çekmiş oluyorsun. Unutuluyorsun, en çok da üzerine toprak atarlarken, su serperlerken unutuluyorsun. Hatırlanmak da bir cezaydı zaten, tamamlanıyorsun.

Yirmi Altı Kasım İki Bin Yirmi 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Eskinin Günlüğü

Küçücük ayaklarımla söndürdüğüm sigara izmaritleri, koskoca yangınları önleyecek zannederdim. Her felaketi önler, her iyiliğin altından çıkardım. Kahramanlık oyununu hangi kitaptan arakladım bilmiyorum. Yokuş aşağı indikçe, dünyayla birlikte küçülüp, yok olacağımı sanırdım, yok olmayı nasıl öğrenmiştim? En vahimi de bina tepeleriydi, bizim binanın bir tepesine çıkabilsem, atlaya, hoplaya, zıplaya o binadan diğerine, o apartmandan daha da uzağa ve istediğim her yere gidebilirdim. Semt değiştirmek de neydi ki? Ben şehir, kıta, hatta ülke değiştirebilirdim bu şekilde. Özel güçlerim olduğu saçmalığı nasıl da yer etmiş zavallı zayıf içime. Kendimi o koca evlerin tepesinden hiçbir yerime bir şey olmadan atlayabileceğime inanır, kendimi o kadar cesur ve büyük zannederdim. Hoş düşer, kalkar, ağlar, zıplar, kanardı her yerim ama yine de bir şey olmazdı burkulmanın dışında. Yaş aldıkça küçülüyormuş insan ve çocukluk dedikleri şey belki de en büyük hissettiğin, en cesur olduğun zamanlarmış, büyüdükçe cesareti de kırılıyormuş insanın. Saflık mıydı buna inanmak yoksa bilmişlik miydi bilmiyorum, ama hâlâ aklımda o zamanlar var, öyle berrak, o kadar şeffaf ki, sildiğim her şeyin altından çıkabilecek kadar da derin ve sağlam hatta kaçınılmaz. Bir şeylerin değişeceğine üstelik kendiliğinden hem inanç hem de inanmamak var, yerine göre birini çıkarıp, diğerini karartıyorum, bugün kendime inanıp, yarın inanmıyorum. Diğer gün hiç aklıma gelmiyor. Sonra siliyorum, yeniden yazdığımı zannedip, eskinin kopyasının üzerinden geçiyorum.

Sıkıntıdan, üzüntüden, olur olmaz hatta hiç olmayacak şeylerden sıktığım dişlerim de hiç birbirine denk gelmemişti, sıkamamıştım yani dişlerimi. Ne zaman tam batacağım diye düşünsem kıyıya vurup, duruyordum, bir şey olmuyordu bir türlü. Kendimle konuşup, tartışacak hâlim de yoktu, sonuçta kazanan hiç ben olmuyordum. Merak ve heyecanın hayatım için nasıl da anlamsız olduğunu ve koşar adımlarla uzaklaştıklarını çok önceleri idrak ettim, onların yerini alan kaygı yerli yerindeydi, o olmasa muhakkak daha çok hayal kırıklığım olacaktı. Böylesi iyiydi kaygılı, kasvetli.

Zamanın bir yerinde yelkovanıma küsmüştüm, üstelik akrep peşimdeydi, gece ipini koparıp kaçmıştı, arsız tren sesleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkmıyordu, beynimde depolanıyordu diğer tüm seslerle birlikte, her şeyden kaçabilirdim belki ama bu seslerden kurtuluşum yoktu. Oyuk bir mağara gibiydi kalbimin içi, öylesine zamanla doğal olmayan yollardan oyulmuş, herhangi bir şekle de benzeyememişti. Bundan sonra da benzeyeceğe benzemiyordu. Bu acının şarkısı olmayacak, sızının dili de susacaktı.

Büyük öyküler de tamamlayamadı bizi, şimdi yepyeni küçük cümleler var hatta bazen o kadar umursamazlar ki, anlam bulmaya bin şahit ister. Şimdi onların içine sıkıştırılan ömürler, her boyutun daha da küçüğü, elle tutulur olduğu hâlde tutulamayan, uzak, yalın ve farazi. Her şey gibi zamanın da fazlası zarardı, uzanırsa başka bir şeye dolanırdı ucu her şeyin, bunu artık görmüş ve anlamıştık. Şimdi israfsız şekilde kullanıyoruz bize kaldığını zannettiğimiz o küçük zamanları. Bu arada karambole gelmiş değerli zamanlar da vardı tabi, artık diğerlerinden ayırtı edilemeyen. Dengesizlik buna rağmen rutin had safhadaydı. Beynimize sahip çıkmaya kalksak, içimizden bir şeyler dökülüp, duruyordu. Gümbürtüye giden şeyler vardı, mesela kalabalıktaki kalbim. Her şey düzelse, geçse bile içimde herhangi bir şeye arzu duyup, devam edebilme isteğim kalacağını sanmıyordum artık, üstelik bunu çağın bir hastalığı olarak da görmüyorum bir yerden sonra, içime işlemiş, içinden çıkamadığım hatta belki de onunla doğmuş, hep benimleymiş de bir şey olmasını bekliyormuş dışarı çıkmak için geliyordu.

Yazacağı şiirdeki en güzel imgeyi; geceleyin rüyasından kopyalayıp, yazmıştı zihnine. Fakat uyanır uyanmaz siliniyordu hafızasından. Bu kadar çok hatırlarken, bunca kolay silinmesi nasıl olabilirdi? Belli ki bir yerlerde bir kaçak vardı ya da görünmeyen bir şey o imgeleri çalıp, kaçıyordu, bir yerde birikiyordu belki o imgeler, onların da mezarı olabilirdi bu durumda. Ama bu hiç önemli değildi, imgeleri birileri haksız yere çalıyordu, ele geçiriyordu, önemli olan buydu. Kimin ne zaman çaldığı, hiç hatırlanamadığı için de bulunamıyordu. Aşılamayan, planlı, kısır döngü şeklinde bir soygundu bu. Gerçek şiir hiçbir zaman gerektiği gibi yazılamıyordu. Kederinden geçilmiyordu, eğer kederi somut bir şey olsa dünyada onu sığdıracak yer bulamazdı.

İntihar düşüncesindeki alışkanlık; intihar etmekten bile daha fazla çöküntüye uğratır. İntihar ettikten sonra arkasından herkes onun dünyadaki tüm dertlerinin, kederinin ve sıkıntılarının aslında hallolabileceğini söyleyip, bunu boşuna yaptığı izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Bunlar hep bomboş lakırdılardır. Çünkü tüm bunları düzeltmek için, o yaşarken hiçbir eyleme dönüştürülemez hatta mümkünse hep kaçılır, katlanılamazdır. Ellerinde olan veya olmayan şeyler de dâhil, kimse bunları görmek istemez. Tüm maddi ve manevi sıkıntılardan daha değersiz olan onun hayatı intihar eyleminden sonra birden bire çok değerli olur, hatta birkaç zaman en değerlisi olur dünyanın. Sonra diğer her şey gibi yine unutulur. Bu yüzyılda zamanın en değerli şeyi gündelik yaşama bağlılıktır bunun için de çok güzel bir cümleleri vardır ki çoğuna göre haklıdırlar “hayat devam ediyordur” ve biz olsak ve olmasak da hep devam edecektir. Başkalarının devam eden hayatı bizlerin çukurunu dolduracaktır.

Kalbini yokladığında yerinde bulamadı, ya da yokladığını zannettiği eli artık ıssız ve hissizdi. Başka yok olmasını istediği şeylerin yerine son anda neyi koyacağını şaşırmıştı, herkes bir daha geri gelmeyecek düzenlerin kölesi oluyorlardı durmadan, oysa o sadece tek bir şeyi bekliyordu, usanmadan, gelmeyeceğini bilerek, sağlıklı ve istekli ölüm şekli gibi, olmayanın yerini seyrediyordu. Kalbi olmadan gözleri bir işe yarar mıydı bunu çözmeye uğraşıyordu. Kendi kendisiyle konuşmak için ikinci bir ağıza gerek duymuyordu, içindeki seslerden ibaret yaşamını düşündü, yalnızca kendisinin inandığı bir dünyayı hayal edip, durdu, iyimser değil de kendine ve yerine göre çekimser ve biraz da kötümser hissettiği zamanı. Kâbuslarına inanmayıp da ne yapacaktı? Hepsi zamanı geldiğinde gerçeğe dönüşüyordu. Kötü his süzgeci gerekiyordu kalbimize, kötü his yaklaştığında hisseden kalbimiz tüm bedenimizi kilitlemeliydi, böylece kötü hisler dokunamadan uzaklaşırdı, bize bir şey yapamazdı. Çok ayrıntıcı ya da çok mu olmaz bir şey diliyordum? Hoş herkes komik olmak yerine sıkıcı olmak ve tekdüze olmayı tercih ederken, bu da soru muydu?

Uçurumdan yuvarlanmaya alışık olanlar, iyi bir şey olduğu zaman bunu zamansız ve gereksiz olarak tanımlarlar hatta rahatsız olurlar, hiçbir şeyin artık yolunda gitmediği hissine kapılırlar. Belki de en önemlisi bu alışkanlıktan kurtulmaktı, eskiden kurtulmak daha doğrusu değişmek bir şekilde iyi ya da kötü değil o ruhsuz alışkanlıktan vazgeçebilecek kadar değişebilmek; değişebilenler şanslıydı, diğerleri zaten yok olmaya mahkûmdu.

Yanağının gerisinde açılan delikten kanındaki demir kokusunu duydu. Koku alabildiği için şanslı olduğunu düşündüğü zamanlardı, belki de beyniyle başka bir organı hatta tüm organları yer değiştirmişti, gözleri hariç. Onlar her şeyi olması gerektiği gibi görüyordu, onlarla beyninin savaşmaya hiç niyeti yoktu, aksini yansıtacak hâli yoktu çünkü ispatlayacak kanıtları da yoktu, bazen kendini uçarken görüyordu mesela, ama uçmuyor aslında kaçıyordu. Sevmekten, sevilmemekten kaçmak zorunda olduğunu biliyordu, en azından bir köpeğe dönüşene kadar. Dünyada artık ancak böyle oluyordu koşulsuz, şartsız ve çıkarsız sevilmek.

 

Yirmi İki Ekim İki Bin Yirmi 11:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sonra

Gördüğüm kâbuslar beni hiç haksız çıkarmadı, sağ olsunlar hiçbir zaman anlamsız çıkmadı, hiç boş yere rüyalarımı işgal etmediler. Ama bu anlam biraz fazla değil miydi? Yine de sen bilirsin ama ders vermenin başka ve daha acısız bir yolu yok muydu? Dünyanın sonu zannettiğim şeyler de sonu değilmiş, anlıyorum! Körmüşüm, görmüyordum ama hissediyordum, her şeyi anladım, artık biliyorum, o yarım öldüğümü gördüğüm rüya da gerçek oldu, yarımım gitti, geriye kalan boşluğun ölçüsünü vermeyeceğim, şimdilik kâbusları çekebilirsin artık Allah’ım! İnanmak istemediğim bu hisler de fazla geldi. Bir yerden sonra bela okumak ya da lanetlemek de bir şeye yetmiyordu. Şimdi tamamen ve her zaman daha ayık durmalıyım ki yeniden kanmayayım hayal dünyasına. Şimdi daha çok biliyorum kendimi, bir süre midem hiçbir şeyi almayacak, aklım her kitabı süzgeçlerine geçirmeden alıp, gönderecek, dinlediğim şarkıları bile bir süre anlamsız bulduğum şeylerle bağdaştıracağım. Ama sonra sonu olacak her şeyin, büyük, beklenen, özlenen bir son. Daha fazla acıya mahal vermeden. Dışarıdan bakan herkes anlamsız bulacak tüm bunları, neden bulamayacak çünkü nedenleri bile gizlemesini biliyorum, daha doğrusu o nedenleri paylaşacak kadar herhangi birine yakın değilim. Dikkatimi dağıtma çabalarım da hiçbir şeye yaramayacak. Her şeyin üzerinden yine uzun zaman hatta yıllar geçecek ama hiçbir şey yaşanmamış gibi olmayacak. Bazı kitapları anlamak için daha fazla acı çekmek lazımmış, her şeyin bir zamanı yokmuş, zamanı var dediğimiz her şey zaman israfıymış. Üstelik artık suskunluğumun da hiç kimseye bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Acı çektikçe özgünleşirsin, diğer insanlar genelde bunu sağlar.

Paragraflarımın arasına sıkışmış bir şiirdin, başka bir hikâyeden kaçmış gelmiş, yorgundun, dokunmadım, sevmedim. Hep böyle gidecek zannettim, sevdirene kadar direndin, kaldın, sonrası kimsenin hatırlamak istemeyeceği gibiydi. Uzaktın, uzaklar da sevilirdi bir yerden sonra, bakışlarına türlü anlamlar yükleyip, konuşturuyordum, oysa benim durumum tereddütten öteye gidemezdi. Sonunda tüketip gideceğini biliyordum, yine boşluğun yeri gitmeli kelimelerle dolacaktı, konuşmayı öğrettiğim gözlerine sözlerin en ağırının yerleşeceğini bilmiyordum, kimseye değil aslında, kendi çaylaklığıma içleniyorum, ölen çiçeklerin tekrar canlandığına nasıl da inanabildim, saksıları mezarları olmuştu, bunu anlamıyorum. Geri alınamayacak beddualar diziliyor ayaklarına, tövbeye ihtiyaç olmayacak yeminleri sıralıyorum içime, kaybedecek neyim kaldı diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bir dağım, bir yerim, bir hayalim yok belki de, böyle olunca merhem oluyor belki de acıyan yaraya, söylerken her şey daha kolaymış gibi geliyor, ama aradaki farkı ölçemem. Kolay kaybettin, şimdi zoru sırada. İnip, gittiğin o dağ yıkıldı, yok artık, bunun orta bir yolu da yok, zamansızlığı var, insafsızlığı var, içe akıtılan gözyaşlarıyla, hiçbir şeye yaramayan sadece boğazı tıkayan boş kelimelerle dolu düğümler var, kaçmıyoruz, gidiyoruz, şimdi belki daha iyi anlarız birbirimizi. Usanmışlıktan başka bir şey yok yolumda. Bir kere ağlarım geçer ve biter tüm bu belirsizlik. Zaten hep bir şey bittikten sonra yazarım şiiri, değişmeyeceğini biliyorum bazı şeylerin. Uyuyabildiğim için seviniyorum ama bunun sabahı var, uyanabildiğim için de kızgınım, uyurken tamamen yok olma hayaliyle geçiyorum uykuya.

Kendine yalanlardan bir dünya kurmuşsun, yalanlar seni güvenli bir ağ gibi sarmış, öyle inanıyorsun, her şeyin düzenli bir şekilde akıp, gittiğine ve hep böyle akışında gideceğine inanıyorsun. Bir tek inancının yalan olmasını istemiyorsun, yalanların bozulmasın diye çırpınıyorsun çünkü onların bozulması demek, rahatının yok olması demek.

Düşündüğüm her şeyin bazen ters olduğunu, zaten dünyaya da ters geldiğimi, hatta kendimin de bizzat ters birisi olduğumu kabullendim. Belki de bu yüzden diğerleriyle anlaşamamayı anlayışla karşılıyorum. Aksine bu korkunç da gelmiyor, yalnızlık hissi de vermiyor, tüm bunların yerini o farklılık fazlasıyla dolduruyor. Onlara göre beni hiçbir şey kurtaramaz ama bana göre de kurtarılmak istemiyorum. Neyi istersem tersinin olacağını çoktan öğrendim, neyle karşılaşırsam fikrimin değişmeyeceğini de biliyorum.

Utançtan daha çok utandıran bir şey varsa; o da utandığını söylemektir. Bir sürü kalp ağrısından ve gümbürtüsünden uyuyamadım çok gece, rahatsızlıkların hepsinin dayandığı bir hâl, durum, psikoloji var, şimdi burada böyle kâbus ya da rüyadan uyanıp, gerçek dünyaya hoş gelmemiş gibiyim. Kim bilir belki de yeniden giderim. Birilerinin kurgu olarak kurduğu düzeni, biz hayat diye yaşıyoruz. Burada olmaktan memnun değilim ama kimseden bir ayrıcalığım olmadığı ve olmayacağı için mutluyum.

Geçerken uğradığım soğuk duvarlarda geziniyor ellerim, senden önce en cansız zemine dokunmuştum. Sertliği kalmıştı dokunduğum yerlerde, ceza gibiydi. Üzerinde unuttuğum yaşama uğraşımla birlikte, suçüstü yakalanmış imgelerimi bırakıyorum. Ben hariç kimse bilmiyor buz tutmuş toprağı ancak buz gibi ellerle fark ettirmeden kazılabileceğini, soğumak için dünyanın soğumasını beklemeden, yanan kalbimle birlikte soğuk toprağın altına girmek için can attığımı. Canımı da beraberinde paraladığımı, hayatın içinden aldığım ateşimi cız diye öldüreceğimi. Kendimi bir kitabın arasında saklayıp, kurutmak istiyorum.

Kalbimle ciğerimin artık yer değiştirdiğini biliyordum, Bu tıkanıklık başka yerde olamazdı. Normale dönemeyeceğim gibi içimde kalayım istiyordum, bu boğuntudan kurtulmanın tek yolu belki biraz daha küçülmekti. Açıp, okuduğum şiirleri uyuyamadığım gecelerin yerine koymuştum, yastığa ya da birine sarılır gibiydi, sıcaktı, soğuk şeyleri özlüyordum.

İnkârlardan ve inançlardan geriye ne kaldıysa artık, doğaçlama. Yaşadığı acıları, travmaları, hisleri kendi içine bile itiraf edemezken, kalkıp bunu yazıyor, işte geceleri öldüren şey tam da bu. Gün boyu güneş içini ısıtırken, geceleri üşümeyi beklemiyorsun ama tam da bu yüzden hazırlıksız yakalanıyorsun. Kendinin sebep olduğu acılar bir yana bir de diğerlerinin neden olduğu acılardan kendi gururunu ayaklar altına alıp, bu yükü kabullenip, kendini cezalandırıyorsun. Onların sorumluluğundan feragat etmesini izlemek, bunu gördükçe kendine yüklediğin ağır ağrılar, bu yaşatmıyor. Biliyorsun adın gibi; kıyametin bu kadar uzun sürmeyip, bir yerde hem de yakında bir yerde kopacağını, görüyorsun, çoğu zaman kendi hikâyenin katili olurken, kendi kıyametinde en önemli rolü de sen sahipleniyorsun. Her şeyin bitmesini istiyorsun, üstelik sonraları yazmak istediğin şeyleri merak ederek.

Taze yaz yağmuru ve korktuğum bilekler. Sürekli acı çektiğine artık ikna olup da bu duruma alışmaya başladığında, her gelen acının daha büyük olması hâlâ şaşırtıyor bizi. Bakalım; içine sığındığın bu kabuğun tüm bu olanlara daha ne kadar dayanacak? Sonra ne olacak diye düşünmüyorum, belki de artık sonrası bile yok.

Bazı sözler vardır; zamanın seyrini değiştirip, durumları yaratır, tuzağına düşmemek gerek. Ben düştüm, zamanın seyrini boş verip, durumları düşündüm. Zaman yine bu arada değişmedi. Şimdi bize müthiş bir son gerek.

On Beş Ağustos İki Bin Yirmi 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut nevinakbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Safi

Şimdi beklemek farz buralarda
Al şu yanındaki zamanlarımı
Atmaya kıyamadığım virgüllerinle birlikte

Çoğumsanamayacak kadar esrarlı bakışlarındaki
Gölgeye vurulmuştum
Azla yetinmek için çoğu görmeme gerek yoktu
Beceriksiz, acemi ve mutsuzdum
Kıvılcımlarını biriktirip
Kendime kocaman yangınlar yaptım
Cehenneminde daha iyi tutuşabilmek için

Lanetli hikâyeme
Bir sessizlik de sen bahşetmiştin
Daha ne isterdim
Yeni doğan her şeyin masumiyetiyle
Bizzat ellerinle kirleteceğin
Bir zaman ayırmıştım sana
Hayatımın ortasında bölük pörçük
Vicdansızlığının dibindeki o onmaz parıltıya çarpılmıştım
Ruhumdaki fazlalığa iyi geliyordu
Yarım sevmelerin

Hem yaşayıp, hem de farkında olma yeteneğimle birlikte
Hayatının alt sokaklarında gezinen ayaklarıma
Çaresizliği ezberletememiştim
Sisifos gibi her seferinde
Yorgunluğumu umutla harmanladım
Beynimin uyuşuk zamanlarından ilham alıp
Beklemeyi öğrettim geçen zamanda
Her defasında ödül gibi gelecekti gözlerin
Ama bakışındaki anlamlarda tereddütler okudum

Bir yanımı dünyanın öbür ucundaki bir masada unuttum
Noksanlığım sana iyi geliyordu
Kötü kokulu bir ruhun, garip pençesinde
Diğer yanımdaki ucum da yabancıydı
Uçurum ve sessiz
Issız ve çıplak
Sanki çok büyüktüm de parçalarımı dağıtıyordum
Böylece daha az olacaktım
Dünyanın senin yanındaki yerinden bahsediyorum
Bütün de olsam hangi boşluğu doldurabilirdim ki
Yüz birinci pencereydi bu beklediğim
Daha da pencere yoktu gidebileceğim
Zaman yoktu, ömür yoktu
Ummadığım anda gelen umduklarıma
Bir hatırlatmaydı inadım

Sevdiğim karakterlerin olduğu sayfalar döküldü
Yine de yandığını gördüm kitapların
Doğdum sanki ecelimi yalancı çıkarır gibi
Yaşadığımı anlamıyordu çünkü
Bunca dağılmışken zaten
Ecelime neyi kanıtlayabilirdim ki
Sükût en doğru kelime oldu lügatimde
Çok şey öğrenince muradıma ereceğim sanırdım
Bunun tesellisiyle uyuya kaldığım gecelerde
Kâbuslar üretti rüyalarım her gece fabrika gibi
Sürekli beni çalıştırdı
Oradan oraya koşturdu
Üstelik kâbuslarım da benden şikâyetçiydi

Safi bir bekleyiş bu
Senin o kargaşanın içine hiç yakışmayan.

Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tenhalık

Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.

Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.

Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.

İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.

Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.

Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?

Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.

Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.

Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.

Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut