Browsing Tag

nevin akbulut

blog

Kırmızı Kumlar

Belki de sadece bir düşüncenin bedeliyiz.

Bu yaşamda ölüyüm, yaşımı bildiğimden beri, hiçbir şeyi öğrenemeden üstelik. Belki de ondan tanışamadık, tanışsak bile tanıyamadık. Bilseydim, bilseydik olurdu, İtimat ne pahalı buralarda, canla kazanılan bir şey, üstelik tek taraflı itimat da olmuyor, itimadın birbirine itimadı olması gerekiyor. Tüm içindekiler öldükten sonra, kimseye yeniden verilemeyen bir ant artık o, kazanılamayan. Herkes yarı yoldan dönüyor, yürekleri böyle yarım yamalak ya da inançları, itimatları eksik ama ihanetleri tam, boylarını aşıyor. Yarı yoldan sonra tek başına yürümeleri ezberledim hep, insan kalınca neler öğreniyor şu hayatta. Hatta sonraki yarı yolları daha iyi biliyorum, hep yalnız gittiğimden. Beni tanıyamazsın, pişirilmiş çamurda, yanmış kelimelerle, yitirilmiş zamanı yazıyorum, içerisi sakin, kurumuş ve artık çıtırtısı bile çıkmayacak kadar sessiz otların içinden. Tanısan bilirdin, en azından neyin içinde, neyin dışında olduğumu, içimin dışıma nasıl dalgalarca çarptığını, benim sürekli dalga geçer gibi tutuştuğumu. Yitirilecek her şeyi geride bıraktım, seninle birlikte. Tutuşmuş bir ormandan daha az yaşadım ama daha çok yandım, İbrahim olsa kolaydı, Allah da yanındaydı, hep tek başıma yürüdüm kalan yarım yolları. Yanmayıp, kalan yerlerim de çoktan külünü savurmuş, hangi zamandı bilmiyorum bile, o kadar çok yaşamıyorum ki.

Dünya birbirini sevmeyen insanların gazabına uğramış, ortalık savaş, toz, duman, ölüm. Geri kalanların da tapındığı nesnelerden, kaldırıp başlarını bakabilmeleri mucize, yorgun gözler süzülüyor her gün caddelere. Sağır olsak yeri, kör olası geliyor insanın. Ama herkesin kör olduğu yerde senin körlüğünün de bir hükmü kalmıyor. Saklanacağım bir kuyum yok, üstelik gözlerim de kör değil, koca bir balık da yok beni karnına alacak. Sığınamamak aczi dolu içimde su yerine. Sözleri yutan bir ses olsaydı, hava gibi bir yerde birikse sözcükler, üstelik söylenilemeyenler, çocuk çığlıklarında sönen kurşunlar, bir yerde birikmeli, atılan kurşunların da biriktiği bir alan. Kekeleyerek dökülen yasların da birleştiği bir yer, eksik artık dünyada Zülfikâr’ı kavrayan el. Bu yüzden bunca sessizlik, sesin artık ruha varmadığı bir yer.

Bazı kırıklar vardır ki, onarımı artık yoktur. Düzelteceğim diye uğraşırsın, daha çok hasar verirsin, iyileştireceğim dersin, daha çok yaralarsın her dokunuşta. Her kelime biraz daha kaygıydı. Onunla olmak içime hakaretti. Hatırı olmayan bir şeyin hatırası da olmamalıydı.

Kırmızı kumlu uçurumuma kavuştum. Anladım ve inancım bitti. Anlayanın hakkıdır durmak ve kehanet kendinden kaçıp kendine varmaya çalışmak gibi, rastlar mıyım artık bilmiyorum, unuttuğum o yerlerde, kumlar da değişti hem, kendi canımı sıkıp, içimden çıkasım geliyor, sihrine inandığım her şey garip bir kumardan başkası değil, inandıkça kaybedilen.

Belki de dünya içinden çıkamadığın koca bir labirentli hücreydi, her çıkış yolunu bulduğuna inandığında, daha büyük, sonsuz bir dairenin içinde buluyordun kendini. Mutlu olduğunu zannettiğin o anlarda sadece geçici olarak havalandırmaya çıkıyordun. İçsel yolculuk bizi terk etmişti, içsel sürgüne doğru yol alıyorduk. Yaşama isteği ile kaçma zorunluluğu arasında sıkışıp kalan ruhumuzdan dökülenler kalemin ezberindeydi. Çelişkiden kurtulamadığımız anlarda sığındığımız bir limandı yazmak. Her şeyin bir sınırı vardı ama ruhumuzda bunca olan ve olamayan şeye rağmen bir kısıtlama yoktu, bize kaldığını zannettiğimiz tek alan belki de buydu.

Sevince tüm bahislerden iddiamı geri çektim, iddiasızım tövbeler çağında bir günahkâr kadar, baharın akşamüstü serinliği aklımızı başımızdan alıyor, sahile kadar iniyor tüm içme istekleri, geri de dönmüyor. Karşılaşınca tüm şeylerin içinde bir de o uyumsuz kalabalıkla, ne yapacağını unutuyor yedi uyurların yüzyıllar sonra uyanması gibi. Şaşırmak hâlâ yaşamak anlamına geliyor buralarda, bir eylem, bir gözlem kıpırtısı, hiçbir şey yapmadan. Yıldızlar bu mesafeyi kapatıyor bazı yerlerde, yükseklik korkumu yenemiyorum gözlerine bakarken. Ellerin uzak denizaltında kalan eskimiş mercanlar gibi, kendi başına, ellerin tuzak her an denizin dibine çeken kumlar gibi çok. Tümsekler aklımın içinde kayıt altında, tutamayacağım her şey çevrelenmiş gibi bir şeyler tarafından, alınmış, tüketilmiş, bitirilmiş gibi, sessizlik. Aklımı bölebildiğim kadar ayırdım parçalara, denizle gök arasında, sahille yıldızlar arasında, ulaşmakla uzaklık arasında. Ayrılan sadece hayaller değildi bu aklımda.

Zaman geçiyor zannediyoruz, yaşadığımızı umduğumuz anlarda. Zaman geçmiyor, biz zamandan geçip, gidiyoruz. Bir süredir hayallerime yabancılaştım, sanki başka biri benim yerime içinden geçiriyormuş gibi geliyor tüm hayalleri. Onlar da mı başkaları tarafından satın alındı ya da kiralandı bilmiyorum. Zaten böyle maddi şeyleri hiç bilemedim, aklım ermedi, ruhum da anlamadı. Bu evrende sanki hiç dokunma, konuşma yok gibi, herkes her şeyi söylüyor ama kimse kimseyi duymuyor, bu anlaşmazlık ya da anlamazdan gelmek bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı kulaktan kulağa. Belki de o yüzden hayallerim de yabancı oldu. Başka bir dilde, başka bir yerde, detaylar bile bana ait değil. Korkusu bol, aksiyonu az, konuşmalar yetersiz ya da yersiz. Anlayamadığım için delirmiş olarak uyanıyorum her sabah, o dili arıyorum, öğreneyim istiyorum, öğrenince belki kendime de yabancılaşacağım, bu yabancılık da belki bulaşıcı bir hastalığa dönüşecek. Hayallerim rüyalarıma sızmasın diye büyük çaba gösteriyorum, bilinçaltıyla bağlantılı çünkü tüm rüyalar, rüyalarımı da ele geçirirse, arada kâbuslardan kalan boşluklarda gördüğümü zannettiğim o güzel rüyalar da ellerimden kayıp, giderse ne yaparım artık bilmiyorum. Kafamı kaldırıp, çöpe atasım geliyor bunu düşündükçe, hiçbir işaret yok, bir yaşanmışlık, bir dokunuş olmadı. İz, yansıma, temas da yok. Sonsuza kadar böyle yavan bir şekilde devam edeceğine bir ömür, kısacık ama tatlı anlarda, gördüğün hayalin, bizzat senin hayalin olduğunu bilerek yaşamayı dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Aksi hâlde özgürlüksüz, ezici, yorucu ve bizim de kaygılarımızla birlikte epeyi soluk bir evren burası.

Galiba ben artık rüya görmeyi de bilmiyorum, hayal kurmayı da. Yeni baştan başlamalı, öğrenmeli sıfırdan her şeyi. Bildiklerim yabancı, zannettiklerim yalan, umduklarım kayıp. Boynumdan başlayan o yoksunluk boyumu aşıyordu. Herkesin payına düşen ipek, içimde boşluktu. Uçurumlardan atlıyordum, uçurumun ne olduğunu bilmeden, düşmeyi düşerek öğreniyordum. Senin için daha ne kadar bölünebilirdim, ben bölündükçe mi bölüşecektik hayatı? Parçalanınca bir daha bütün olabilir miydi artık o bütün olmayan bütünler? Herkes için değişiyordum, değiştirilecek bir şeydim, akıllanacak, uslanacak, yaralanacak ve susacak. Bir parçadan beklenmeyecek eylemlerdi. Beni savuran kasırga, yüzümü yakıyordu, parçalarımdaki o keskin acı, en az seni de yakmalıydı, seyrettikçe. Bakmakla da görmenin gerçekleşemeyeceğini bildiğim zamanlardaydım artık.

Hiçbir şey değişmeyecekse, herhangi bir şey için de değmezdi.

10.04.2025 13:00
Nevin Akbulut

blog

Ruh Bulantısı

Cümleleri unutabilirsin kolaylıkla ama içinden geçen kelimeleri unutamazsın. Yaşamla ölüm arasında herkesin yanından geçip, görülmeyen, anlaşılmayan bir hikâyesin, bu bile boşluk nedeni, bahane aramaya gerek yok. Geçen gün gördüğün o yalnız bulut gibi. Her şeyin başladığı gibi gideceğini zannederek, hem yanılıyor hem de vakit kaybediyorsun. Değişmeyen tek şey başlangıçlardaki heves ve sonrasında gelen bıkkınlıklar.

Bir yüz kaç yüzdür aslında? Ağlarken, gülerken, sevinip, üzüldüğünde, rol yaptığında, içten olduğunda ya da sıradanlaştığında… Kendinden bile gizlediği o güvensiz, derin sular, içten içe sızan, her an varlığını hissettiren kaygı ya da endişelenirken, eşelerken geçmişi ya da korkup, üzerini örterken, saklanırken kendinden bile kaçacak delik ararken. Yılların aldatıcılığı birkaç fotoğrafa sığar belki, bir hikâye eder miydi diye düşünürken. Zaman da intikamını alıyordu herkesten, üzerine yükledikleriyle, açmadıkları, anlatmadıklarıyla ve en çok da üzerini örttükleriyle. Anılar da acımasızdı, ansızın hiçbir neden yokken bir yerden, kısacık bir an fırlayıp, çıkardı önüne. Onlar da kişilerin ruhundaki acımasızlığa uyum sağlamıştı. Giderken keşke tüm yaşadıklarını, yaşamak istemediklerini, hatta en ufak bir izi bile bırakmadan, beraberinde silip, gidebilse ya da götürebilse insan. Hiçbir şey bırakmadan, önemli ya da önemsiz toplanan eşyalar gibi, atılmak üzere taşınan lüzumsuz nesneler gibi, giderken bunları da götürebilsek…

Yorgun gözlerinden dingin bir şiir çıkmasını bekliyorsun, hırpalanmış yüreğinden bütün bir hikâye çıkacağını zannediyorsun. Birkaç dünya birden bir araya gelse olmayacak şeylerin umutlanması sahte bir masaldır, hem inanılır, hem de inanılmaması gereken. Her şeyi saklayamazsın, moraran tırnaklarını sakladığın ojeler gibi, her şeyi de anlatamazsın, anlatma yeteneğin, anlamlarla birlikte hareket etmez, kayıptır bazı manalar, bazı sözcükler gibi, bazı yüreklerde. İşaret etsen dâhi bilinemez, görünemez. Yorulmaya bile hakkın olmaz bazen. En çok ihtiyacın olan susma hakkını kullanırsın, sinirlenmeye bile lüzum görmezsin bazen, öylece durup, beklemeyi istersin, hiçbir şeyi beklemeden üstelik. Dışarıda zaman bir yerlerde akıp gitmektedir, kimine şifa, kimine bela, kimine hiç. Karışmak istemezsin, ne hayata, ne içindekilere. Artık bunca şeyden sonra, dinlense de yoruluyordu, hatta dinlenmek daha çok yoruyordu, dünyanın sonu belki de böyle bir şeydi. Hepimiz yorularak azalıp, bitecektik. Son olarak “düşünen yerlerim sonsuza kadar uyuştu” diye düşündü. Bazı gerçekler ölüm gibiydi, biz zulüm diye adlandırıyorduk.

Kimseden hiçbir beklentisi olmadığı ve hiçbir şeyi de beklemediğini kanıtlamak için son yıllarda yeteri kadar nasıl sıkıcı birine dönüşebilir diye düşünmekten kendini alamıyordu, bu sıkıntılı sıkıcılık sonunda ruhuna da sirayet etmiş, aynı zamanda hayatının da içine girmişti doğal bir şekilde… İstemese bile artık sıkıcı, donuk, kaygılı, yavan ve sıkıntılı biri hâline dönüşmüştü. Dünyadan uzaklaşmanın yolu sıkıntıdan geçiyordu ama daha çok insanlardan uzaklaşmanın ve mesafenin en temel yoluydu sıkıcı olmak. Ne dünyayı yeniden onaracak gücü vardı artık ne de insanların ruhlarındaki yarayla baş edebilecek çabası kalmıştı. Kendini de farklı şekillerde yaralama hâliydi bu, en azından bu gücü bulabiliyordu şimdilik kendinde. Her şeye ne kadar uzak hissetse de tam o çemberin içinde olmak, yer bulmak böyle bir şeydi.

Her şey altüst olur ya da sen öyle zannederdin, bazen de olsun isterdin. Son anda kendini arabanın altında kalkmaktan kurtarmış gibi oluyorsun, her şey biçimsiz bir tehlike gibi geliyor artık uzun zamandır, bulaşmak istemiyorsun. Onları kendinden uzaklaştıramasan da, kendini onlardan uzaklaştırmayı başardığını zannediyorsun. Kendini sakınmanın, daha az hareket etmenin türlü yollarına başvuruyorsun, hem de ne olacağını merak edip, duruyorsun. Sesleri, kokuları gönderemezsin hafızandan hiçbir yere, en derinlere gömsen bile, bir an yine intikam alır gibi çıkarlar gün yüzüne, bazen gecenin içine, pervasızca. Anlam veremez, böyle olmaması gerektiği hâlde öyle olduğuna akıl erdiremez, ruhunun derinlerinde bir yere koyamazsın bu durumu. Söylenecek her söz söylenmiş, her masalı biliyorsun, hayalleri kurduktan sonra ne olacağını da öğrendin, artık hiçbir söz ikna edemez seni buraya tutunmaya, iç huzurundan feragat ettiğin zamanlar için kırgınsın kendine. Hiçbir şeyin artık seni onaramayacağını biliyorsun.

Seninle olabilecek tüm olasılıklardan korumuştu beni o olumsuzluk. Oluyormuş gibi olmalardansa, olasılıkları kendi isteğimle terk ettim, ihtimallerden vazgeçtim, olurları harcadım, gerisini de kurcalamadım. Kendi içimde onu aklamaya çalışırken uydurduğum tüm bahaneleri aslında gece kendime katlanabilmek için bulduğumu, sabahları uyandığımda o bahanelerin katı birer ıstıraba dönüştüğünde anlıyordum.

On dokuzuncu yüzyıl sancıları çekiyordum, şiir için dibe batmak gibi… Romanlara konu olmuş hikâyeler, hayatımızda artık olamayacak kadar uzaklarda demektir. Bazen de öyle bir şey olur ki hayatımızda; kitaplarda okusak, inanmaz, dayanamaz, reddederiz ama yaşarız, tahmin edemeyeceğimiz derecede bir donuklukla. Kaç yaşımıza gelirsek gelelim, hâlâ içimizde dokunulmamış, keşfedilmemiş, dokunulmamış bir yer, bir nokta var. Manevi bir şeyin iyi gelen varlığı da hayatının somut kısmını böyle iflas ettiriyor. Hiç biteceğine aklının ermediği şeyler bile aylar sürmeden sona eriyor günümüzde, üstelik bunun için aklını falan da yitirmiyorsun artık. Sadece her şeyin rengi sırasıyla kayboluyor, soluyor, yorgun düşüp, yok oluyor.

Seni düşünürken harcadığım tüm nefesleri toplayıp, bir şişeyle birlikte denizin içinden uzaya yolladım. Cevapsızlığın yankısıyla birlikte sarsıldım, oraya buraya çarptım, delilere musallat oldum, kötülerin belasını bulmadaki yola mermer taşlar döşedim. Onlar kadar aklımı yitirmeyi diledim, sapasağlam duran her şeyin arkasında bir düşman sezinledim. İyilerden katil olmaz diye bir şey yoktu artık, bazen iyi olduğun için de dayanamıyordun, üstelik nezaketin eziklik olarak anıldığı şu zamanda, uslu duracak kalbimiz yoktu. Huzursuzluk içimize işlemişti, medeniyetler arası tartışmalar bitmiyordu, dünya her gün çalkalanıyordu da içindekiler hiç sarsılmıyordu. Önce doğru çizgisini kaybettik, sonra da denklemlerimizi yitirdik, birbirimize bu sefer de denk gelemedik, teğet kelimesinin anlamını unuttum, başıma gelen her kazadan sonra biraz daha. Filler ortada, failden yine renk yok. Duygular rehine verilen dükkânlarda unutuldu, karşılığında birkaç parça suni nefes alındı. Bunca yıllık burnum yine benden bağımsız nefes almaya gitti, ciğerimi evde bırakıp. Hafta sonları ise ödül maması gibi birbirimizin kalbini yedik, beynine giden yolu bulmak için. Uzunca yolda ilerlerken, artık beyin diye bir şey olmadığını da böylece fark ettik. Son kalan birkaç kalbi de yiyip bitirdikten sonra artık iyice hayat olmadığına inandığımız gezegenimizi yok etme çabaları başladı. Öyle ya; düzelmeyeceğine göre artık, tamamen ortadan kalkmalıydı.

Bu öykü böylece paçavra olup, burada bitemezdi o yüzden sonsuzluk diye bir şeye inandık. Devamı olmayacağına inandığımız birçok şeyi anında bıraktık. Hiç bitiremeyeceğim bir paragraf gibi öyle kaldım burada, hayatta… Kelimeler evrende bir yerde birikiyorsa, muhakkak suskunlukların da istiflendiği bir yer vardır, olmalıydı. Atmaya kıyamadığım her anın içinde biraz daha bölündüm, çoğaldım, dağıldım. Her şeyin bir diğerini bulabiliyorduk ama kalbin bir yedeği yoktu, yanlısı, yancısı, yanı yoktu. Sadece canı, özü ve hissi vardı. Bu da bizi bize bağlamaya yeterdi. Şimdi gidip, dilediğimiz denizlerde çözülebiliriz.

26.03.2025 Çarşamba 12:00
Nevin Akbulut

blog

O Noktada Tamamlanmayan Birçok Şey Vardı

İçimizi dolduran içerlemelerin, dışavurumlarımıza yetmeyeceği gün gibi aşikârdı.

Yarım kalmak da bir noktaydı ve biz en çok o noktaya yanıyorduk. Her türlü kaynayışa hazırdım oysa düştüğüm gibi kalabilseydim. Tek başına akıttığın her damlanın eş zamanlı olarak başka bir yerde daha damladığına dair hikâyelere inanmıştık, seninle birlikte herkesin de içi, bir yeri, bir yerlerde sızlıyor zannediyordun, acımsı bir masaldı, yarım yüzünle büsbütün gülmeye çabalaman gibi, yersiz ve yetersiz. Yolsuzluğumu hatırlamayıp, her defasında yeniden yollara düşmek gibi bu umut, boşa düşen kaldırımlardan sorumluydu o çukurlar, bizi yutmaktan başka ne yapmıştı? Sabah vardı, biliyorduk, yakınlarda bir yerde oluyordu. Ölüm vardı bazen ucunda, sabaha karşı, bazen yoktu. Tüm yorgunluklardan azade olunduğu bir zaman diliminde yetmeyecek şarkılara, yetemediğimiz hikâyeler ekledik, dolu kitaplarımız oldu, dolup, taşan sevgimiz, yetmedi yaşamaya, yaşanmaya ve yaşanamayacaklara… Bu kafesler, bu tuzaklar, bu yolsuzluklar, içlerdeki vahşi hayvanları durdurmaya yetemedi. Her kelimede kendini hatırlatan, içini örseleyen, yürek yemiş gibi karşısına dikildiğin o sabahlarda, kelimesizlikten yine içine dönüyorsun, içinde büyüyorsun, çıkamıyorsun, kalıyorsun, hapis gibi. O soğuğun yüzüne değdiği nadir zamanlarda, yeniden doğacağına artık inanmıyorsun. Uzaklarda savurduğun o külleri de birileri yaktı. Bu da oldu, kül de yandı, kül; kül olmaktan daha başka ne olabilirdi? Bu kadar çok inanmasan, bunca yalan olmazdı. Beklediğin için geliyordu karşına bunca uydurmalar, uyumsuzlukları bir araya toplamaya çalışıyordun, bunca uyumsuz bir arada olursa belki bir uyum olurdu kafanın içindeki hesaba göre. Şimdi bu yarım nokta, tamamlanmadığı hâlde bitmesine, son olmadığı hâlde nihâyetine, zamanının içinden geçmediği hâlde, tükenmiş olduğuna dairdi. Bu yarımdan sonra başka bir yarım olmazdı, noktadan sonra başka bir yol da henüz keşfedilmemişti.

İçimden olacağını hissettiğim, olacakmış gibi olan birçok şey olmadı. Hayırlısı dedim, kenara çekildim, gerisini düşünemeyecek kadar üşengeçtim belki ya da düşündükçe büyüyecek o ıstırapların önünü kesmiş oldum. Bir yerden sonra önce düşünmeyi, sonra da üzülmeyi bırakıyor insan, bırakmalıydı. Giderek daha da kararan gecenin içinde, gün yüzüne çıkarmaya cesaretimin olmadığı kaygılarım vardı, kimsenin olmasın. O renklerin içinde son gücümle dolanırken, bulandığım kırmızı, karıştığım sen, sana gelirken her defasında vurulduğum, geldikten sonra bile vurulmaya devam ettiğim, bir türlü tam bitmeyen o vurgunlardan sonra, koyamadığım o noktayı, konduramadığım sana, kendi ellerinle yarım bıraktığın her şeyle birlikte sonlandırdım. Bu kaçışlardan, kuşlardan, kuşkulardan, özlediğim kanatların sesinden çapıldım. Bu kadarcık yaranın hatırına, hatıram olsun bu vuruluşum, kimseye kalmasın senden başka. Noktadan bir önceki cümleyi hatırana, devamı olmayacak cümlemi de kendi varlığıma bıraktım. Değse iyi olurdu, dokundu, hırpaladı, gitmeyecek dediğim yerden tükendi.

Sürekli tekrarlanan şeylerin sıradanlığında değersizleşti en kıymet verdiğimiz kelimeler. Bazı yalnızlıklar boşunadır, bazı aşklar yaşansa da nafile. Hiç yaşanmamış gibi olur bazı burkulmalardan sonra, bazı kırıklar intihara sürükler zihnini. Sürüklemese de kelimeleri geçer oradan, değer, ölmezsin ama ölüme değmiş olursun. Eş zamanlı kırılganlıklarımın hacimlerindeki tanınmaz cisimler gibi olmuştuk zamanla. Aklımızda kalıcı terimlerin nöbet tuttuğu, şekilsiz bütün otellerde büyüdükçe büyüyordu hücreden ufak odalarda dokularımız, dokunamıyorduk artık geometri ile çizilmiş izlerimize, sonsuz şehrin içinde kalarak sonsuz olacağımıza dair hikâyeleri inkâr ederken, her gece ölüme koşarak, ayrılıyorduk gövdemizden. Sonrasında kırmızı kırılganlıklar, buz gibi alınganlıklar, varılmaz yalnızlıklar, içimizle onulmaz kavgalar kalıyordu. İçim gittikten sonra kalan her şeyin aynasında kayboldum. Aynalardan ulaşamadım kendime, hepsinin arkasında bir boşluk buldum. Aynaların ardına toplanan hiçbir şeyin toplanmadığı, artık hiçbir şeyin bir toplam da edemediği, yine baktıkça yüzümüze saçıldığı bir kırılganlıkla boyadığımız sahte simalardan geçemediğimiz, bir suskunluğun ortasında başlamayan hiçbir şey gibi o ağır boşluk, beklenen şarkı gecikmesinin geçiştirildiği, kendimizi bir şeyin içine atma telaşıyla bulduğumuz ilk uçurumdu kollarında bulunduğumuz. İade edemediğim her dokunuş, bir soluşa gebeydi. Verdiğimiz yanıtlar, sorularımıza acemi kalıyordu. Herkes anlaşılmak istiyor ama kimse artık anlamanın ne demek olduğunu bilmiyordu.

Düşün içindeki sıfırdım ben, koynunda kıvrılınca. Uyanınca ne düş kalıyordu geriye, ne heves. Sıfırımı alıp, iç çekişlerimle ve yangınımla birlikte bir denizi yakmaya, yakarsam ısınırdı belki bir gül içten içe. Peşinden solarken, peşimde bıraktıklarımı bulamayacağım bir yere savrulma isteğiyle; henüz dokunulmamış, henüz güzelliği yok edecek kadar bakılmamış sokaklarda, gecikmiş tüm hikâyelerin dersi gibi hızlandırılmış, otomatiğe alınmış her şeyin bahanesi gibiydi zaafımız.

Korkularımın üzerine bir ateş de sen yaktın. Burnun ihanetin küllerine bulanmıştı. Kokular çıkıyor karşıma, binlercesi içinden onu çıkarıp, ayıklıyorum, burnuma inanıyorum. Boşuna değil bu tıkanıklıklar, daha fazla kirli koku, kötü his duymamak adına bu vaziyet. Eziyetim bu. Suskunum, tüm her şeyin bunca yüklenmesine dayanamadığımdan, hafriyat kamyonu gibi daha fazla yüklenemediğimden, çıkacak sesin de pek ahenkli olmayışını bildiğimden, sürekli geçtiğim dönemeçlerden, sürüklendiğim boşluklardan bu vakte kadar, huzursuzum. Gönlümü kaptıramadığım her yerde biraz daha oyalanmamak için, koşup geldiğim yollarda, ümitsizce aramaya çalışırken kendimi, gönülsüzüm. Doğmak da bir kırılganlıktır, ben doğdum ve kırıldım, kimsenin fazladan bir şey yapmasına gerek yoktu, bana bu olmuştu. Ölmek üzere olan inançlara tutundukça, geriye gittim, geçmişe itildim, içime çekildim, bir noktaya. Biraz daha geriye gitsem, hiç doğmayacaktım, bunu dileyecektim. Hâlâ bunu dileyebiliyordum. Kırıldı içimde birini anlamak, bozuldu, başka bir şeye dönüştü, şimdi anlasam bile yanlış anladığımı bileceğim.

Aynı anlamlara gelmeyecek birbirinin aynı kelimeler…

Kaldığımız yerden bakamadığımız için ve aslında hiç de kalamadığımız için giden zamanın inkârından kendimiz geçiyorduk. Nedensiz ağlamaların dokunması, nedeni olan sızlanmalardan daha fazla iz bırakırken, veda edemediğimiz ayrılıklardan karşımızdakini sorumlu tutarken, acıların içinden bir çırpıda sığışıp, kaçabileceğimizi nasıl öğrendik, nasıl, hangi şartlarda ve kimden öğrendik? Fuzuli bir cevaptım sorularına, fazla bir paragraftım dünya üzerinde, sonradan yazılmaya çalışılmış, olmayacak hikâyenin içine, oldurulamayan, önemsenmeyen, başkalaştırılan, kendiliğinden uzaklaşılan ve hiç tamamlanmayacak. Rafta kalan aynı kitabın ikincisinin yaprakları buz tutmuş, okunmayınca kelimeleri, hediye olmadan daha iade yemiş, görülmemiş hiç, geri gelen posta gibi, sonrası daha suçlamalar silsilesi, acı yarıştırma, kimin kelimesi daha çoksa haklı görülme isteği, tartışınca uzak, çekip gidince düş, anlaşılmayınca hiç, sonuç sıfıra çıkmak tüm hayallerden. Yıkmak, kendi dilediğince döşediğin hayalleri… Acımadan yapılan şeylerin derinlere verdiği tahribatın acısıyla, sızlanırken, nasıl sapasağlam kalıp, böyle kalıp gibi, donmuş gibi, kendini bir bütün gibi gösterebilmek, amansız bir beceriksizlik buydu, yersiz bir sefilliğin gövdesinde sustuğumuz, kendimizi tutturmaya çalıştığımız o bahar sancısıydı göğsümüzde filizlenen.

03.12.2024 Salı 14:00
Nevin Akbulut

blog

Bu Tatsız Hüzün

Sen dokunmayı biliyordun ama ben dokunulmayı bilmiyordum, bir gül yaprağının döküldüğü yerden çıkardığı iç sesti bu, içliydi bir o kadar da içten bir gizdi.

Belki görmediğimizden bu sağırlık, bilmediğimizden bu ağırlık… Keşke’den artmış bir umut, kırıklıktan geçilmeyen bir ayrılık. Neyi anlatacağımı, nereden başlayacağımı bilemediğim her şeyin ortasında olduğumu zannediyordum, diplerde cebelleşirken, daha sonuçlanmamış azaplarına yeni ıstıraplar, tırnak diplerine kadar, ekleniyor. Kırılacağımızı, daha da başkalaşacağımızı, başkalaştıkça birbirimizi tanımayacağımızı en başından bilgiç bir eda ile anlamıştım. Bu kadar anlayan, bu kadar da anlamayan başka biri olamazdı, şaşırmış, nutkum tutulmuş, içim fenalaşmış, üzerime bir yorgunluk çökmüştü, bir şeyi çok beklediğinde, geldiğinde artık ne yapacağını bilememenin hırpaniliği. Kendimle geçmişim, dünya ile anlaşmazlığım vardı, uzun süren bir mesele. Bir el masalı, belki tutunma, belki huzur biraz. Umdukça neye uğradığımı şaşırdım, umut ettiğinin büyüklüğüyle ilgili bu tatsız hüzün. Uçurumlar birikiyor içimde, bize giden yollar yönsüz, arada felaketler oluyor, bir sürü korkuyla karışık dualar geçiyor kalplerden, kızıp, küsüyoruz, inciniyoruz, anlamıyoruz, çoğunlukla anlatamıyoruz. Belki bu uzaklık bile yakındır bize. Belki yakındır kopuşumuz, kesin gibidir susuşumuz. Belki kayboluşumuzda bulunuruz. Bu kuyulardı Yusuf.

Hikâyemizin üzerinden bir sürü yağmur geçti. Başımı yasladığım bu boşluk, artık okunmayan bir kitabın sayfalarıydı. İçimin bildiğini senden esirgeyemedim ama kendimde inkâra erecek bir sürü materyal buldum, elimle koymuş gibi değil, itmiş gibi, hırpalamış gibi, kalbimin içinden susarken, geçen, öyle bir güç varmış da her şeyi silip, süpürecekmiş gibi.

Belirsizlikten arta kalan zamanlarda ikilem, diğer zamanlarda da çelişkiden neyi nasıl anlatacağımızı bilememekten ve nasıl olduğumuzun dâhi izahının yapılamayacağı karmakarışık rüyalar gibi geçiyordu zaman. Bir şiir kadar ömrü olmuyor insanın, eşyalarla kıyaslamıyorum çünkü insan bir şiirle ölçülebilirdi ancak, belki. Bir anın içine sıkıştırdığımız değerlerimizle sonsuza gidip, sonsuz kalmayı umuyoruz. O tek anın üzerine yüklediğimiz şeylerin altında eziliyor, kendimize veremediğimiz cevaplarla, içinden çıkamadığımız hesaplar arasında büzülüyoruz. Okuyup, geçebileceğim bir roman değildin oysa. Çok ileri gittim böyle bu kadar okuyarak, biliyorum. Hecesiz, tek solukta, bulmuşken bir çırpıda acımadan okuyup bitirir gibiydi bu açlık. Tüketmeye deli gibi, meftun. Yokluk da bir vazgeçiştir, bazen ziyadesiyle yok olursun, kaçarsın, varlığını sığdıracak yer bulamazsın. Yokluğun bile fazla gelmeye başlar, varlığınla nereye sığabilirsin ki… Cevaplarım susmayı sağlar mı bilmiyorum, mideme bir hoşluk, kalbime bir boşluk dolar mı bilemedim. Geleceksen bas bütün zillere demiştim, atlayarak sokakları, binaları yolları, sahi kuşlara bakmak bizi güzelleştirir mi? Onları da mı geçtin? Gelmelerin bittiyse, neyim olsa kalır mı bende? Hem nereye sığarım sonra bu kadar artmayla, kimden, neyden?

Sana kalmadığımı, sana susadığım hâlde sustuğumu anlatıyorum bu yazımda, içimde yol yapan ikilemle birlikte. Denk gele gele bu kelime mi denk geldi şimdi tam da şuanda? Her şey bunca üst üste gelirken, hangisinin altında kalman gerektiğini kestiremiyorsun. Karanlıkta herkes biraz eksiktir. Bir yanında yalnızlığını taşırken, vakurdur adımları, birkaç istasyondan sonra sanki her şey daha iyi olacaktı ama zamanın hiçbir şeye ilaç ya da çare olduğu yoktu. Uzun zamandır bitmeyen bir saçmalıkla canım sıkılıyor, kendimi minyon tipli, sinirli ve huysuz ufak tefek yaşlılar gibi hissediyorum. Kimseye fazladan söyleyecek iki kelimem yok. Romantik kelimesini çıkardım dağarcığımdan, onun yerine fazladan birkaç tane daha küfür kelimesi yerleştirdim, daha büyük sorunlarım var çünkü daha büyük sorularımız var, cevapları bulunamayınca da büyüyen şeyler var. Çarklar dönerken bir yerlerime çarpıyor sürekli, her yaşımda mı böyleydi, hep mi başıma yıkılırdı dünya da altında mı kalırdım? Hatırlamıyorum ama hep böyleymiş gibi geliyor. Mutluluklarından utanmasını bilmeyen bir sürü saçmalıkla yaşamanın hazzına varan insanlarla aynı şehirde yaşıyorum. Onlar mutluluklarını insanın gözüne sokmaktan hiç çekinmezler. Bizler de mutsuzluğumuzla övünürüz. Kıyas savaşı sanki bu, yorgunum, her şeyi tek kelimeyle cevaplayıp kurtulmak istiyorum, böyle bir teknoloji olsa, söylemek zorunda kalmasam ama ne demek istediğim anlaşılsa. Biliyorum, ben de en az herkes kadar yersizim. En sevdiğim kelimelerin bir gün lanetine uğrayacağımı da biliyorum.

İtinayla suladığımız çiçekleri okşayamadan, sanki kefenin cebi varmış gibi, buradan oraya da bir hat çekilmiş gibi, her şeyi bilmiş, anlamış gibi, hayatta bize hiçbir şey bırakmadan, kendimize kendi mirasımızı bile geçiremeden, üzerimize alamadan değerimizi, bu tuzaklar, gidince ancak bulunan fırsatlar, öbür taraflarda işe yarar mı bilmeden… Sabahtan farkım, ondan daha soğuk oluşum, akşamın boşluğunu benimseyişim, gecenin karanlığını susuşum… Bozulmayan sessizliklerin ortasında öyle üşüdük ki, bir daha kimse bu kadar üşüyemez zannettik. Balta girmeyen yalnızlıkları, en baştan yoldan çıkaran mubah sancılar, uzakların yok oluşu, hayallerin artık işlemeyişi, kırıldıkça yalama olan kalpler şehri. İnancından feragat edip, rolüne bürünen bedenler, sömürülen aşklar, söndürülen mumlardan daha hızlı tükenirken, aşk hariç her şeyin adı aşk konulurken ve gece dâhil birçok şeyin adı aydınlık diye anılırken, terse işleyen zaman, ayaklarımıza dolanıp, düşünce de yüreklerimizi ezerken… Artık dönmesini istemediğim her şeyin üzerine bir kibrit de ben çakarken, gitmeler bu kadar çoğalırken, varacak da kalacak da tüm yerler kayıp. Her yeni yaşımda biraz daha ölüm döşenirken zihnime, tükettiğim vedalar, uzlaşamadığım kendim ve uzaklaştığım hislerimle birlikte belki yollara değil ama artık başka sulara, ölesiye, tükense bile soluğum, az sonra solacak olan yaşamım için, üzerine pazarlık dâhi yapmadan, öylesine, yittiğim ve bittiğim, aranızda olmayışımı seçerek, meyletmek, yeni sabahların olmayışına.

Sonra neyden susarız biraz, nelerden konuşacağımızı bilemeyerek. Issızlığın ortasında cebelleşirken, hissizliğimizi bilmediğimiz gebe topraklara gömdük, sürekli deşilen, kutsal olan her şeyin kiriyle birlikte, zamansız çoğalan yeraltları, kaybolmak için boşuna o ada, bulunmak için de beyhude çaba, boşuna zaman, boşuna varlık. İflah olmayacak bir başkalık, bir soluş, soluyuş avuçlarında, bir kuşkanadı gibi titrek, tükenen her şeyimle birlikte aşılamayacak bir azınlık. Biraz daha gücüm olsa, önce kendimden sonra senden giderdim. Ama kalamıyorum bu boşlukta, bunu bilerek, susamıyorum. Kendi yankılarım dolaşıyor her gece kulaklarımda, kendi yitimimin senaryosunu görüyorum her gece, kapısında kaldığın evdir, kapıda kalamadım, içeride de, kilitler mi çok çalışkandı, biz mi çok durgun. Bulduğumu zannettiğim her şeyde seni biraz daha yitirdiğim, çıkacak kapı bulamadığım, varacak yol bilemediğim. Her şey nasıl da çıldırıyor bir yerden sonra, içimde tüten hecelerle birlikte, bir türlü bir türkü edemedik. Aynı anda ağlayamadığımızdan, hep fazla ağladığımdan, bu rutubetli düzenin kokusundan, soluyamayışımdan, baharları gücendiren zamandan, tüm gidenler haklıydı, ölüm güzeldi, hayatın hoyratlığı yanında.

05.11.2024 15:00
Nevin Akbulut

blog

Sakit

Ne çok rüya var insanın içinde, yıllardır görüyorum bitmiyor.

İnsan ziyadesiyle kalabalık bir varlıktır ve bir o kadar da karışıktır. İçinden onun kadar konuşan, içiyle bile onun kadar tartışabilen başka bir yaratık yoktur. Dünyayı bir şey zannedip, aslında zannetmeyip, çıkmak istemeyip, zorla getirildiğim andan beri üşüyorum. Sabahları uyanır uyanmaz üzerine çöken o dert, midene bir şey girmeden daha kalbini acıtan şeylerin düşüncesi, buradaki varlığını sarsıyor artık. Ama yüzleşmeyi seçenlerdeniz, hâlbuki kaçabilmek için yüksek bir balkon ve birkaç adım yeterliydi, bayatlamış bir düşünce bu biliyorum. Zamansız cinayetin maktulü gibi susuyorum, oysa ne çok aceleye getirilmişti her şey zamanında. İçimdeki insanları bırakıyorum, kalabalığımdan kendimi ayıklıyorum. El değmemiş duyguları kolayca harcayabilen herkesi bir celseyle uzaklaştırıyorum kendimden. Yalnızlığıma kurduğum tuzak bu. Aceleye getirmiyorum hiçbir şeyi, sevmeyi de, nefret etmeyi de ve hatta beklemeyi bile. Durağanlık da bir sanattır, durabilmek, aynı seviyede, birçok ezberle birlikte, bozmadan, bozulmadan, belli belirsiz bir desen gibi kalakalmak.

Bazı sözler de bazı yüzler gibi, alelade değil, bir şeyi anımsatıyor, belki çok uzaklarda ama hatırının içinde hatırı sayılır bir duyguyu. Bu kadar yıldız sönmüş olmasaydı, bu kadar kalabalık olamazdık bana göre. O tanıdık imge bir yerlerde yanıp sönerken, birbirimizin ruhunu gözlerimiz bir yerlerden ısırırken, bilmem kaçıncı yalanda, bıkkınlığından, boş vermişliğinden sebeple ve artık mücadele de edemeyeceğin yerden soruyorsa sorularını hayat, aldanmış gibi yaparsın.

İyi oldu böyle, her şeyden vazgeçebilme özgürlüğü, buna buhran diyenler de olacaktır, o kalabalık ve kabaca uyuşukluk durumunda anlaşılamadığından. Her şeyden uzaklaşınca her şey yerli yerine oturuyor. Beynindeki soru işaretlerinin cevapları, kafanın içinde bir türlü oturamayan taşlar, yüreğinde bir yere koyamadığın her şey layığını buluyor. Durmadan yeni şeyler bulmaya çalışmak yoruyor, görmek hırpalıyor, bilmek çökertiyor, tıpkı zihnine sığıştırmaya çalıştığın isteyerek ya da istemeyerek gördüğün o yüzler gibi ve yüzlerin ortasındaki sözler gibi, ifadeler ya da ifadesizlik gibi… Kafanın içindeki pencerelerden biri açık, cereyan yapıyor. Herkes gittiğiyle kalmalı, kaldığıyla durmalı. Diğer türlüsü en başta içini acıtıyor, sonra kirpiklerine kadar buğulanıyorsun, buluyorsun ve tanıyorsun acıyı.

Birini tanımaya başlamak, tüketmeye de aynı anda başlamak gibi, öğrendikçe, bildikçe ve zamanla tüketecek de bir şey kalmayıncaya dek devam eden bir ritüel. Tanıdıktan sonra herkesin bir şekilde burnunu soktuğu zamanlarda huzur arama çabaları. Gönül, minnet borcu, yaşanmışlık safsatası, bağlılık engebeleri, paylaştıkça hayatı, paylayacak bir şeyi de kalmayınca, hayatın hızla getirdiği faturalar, ödeme makbuzları, mutfak aletleri, tencere, tava takımları, koltuk yığınlarından arta kalan mesafede ne, ne kadar ve nasıl yaşanabilecekse… İki sevgili gövdenin birleşmemeleri için gereken her şey el birliğiyle ilan edilip, yapılmış ve gönül rahatlığıyla kabullenilmiştir. Mutluluğa yanlış taraftan bakmak, ışık hızıyla yitirmek, geri kalan bunca zaman sonra hayal kırıklığındaki o boşluk, bulantı, cinnet. O sevincin uçucu olması, göz kırpması gibi kısa bir sürede bir ömür gözlerini kapalı tutman gerekecek ve belki yürek gözünün de açılmasına müsaade edilemeyecek. Cinnetlerimize uydurduğumuz hastalıklı duygular, aşkın cenaze merasiminde, ömrünü ipotek altında bıraktığın. Çabaladığın hâlde aynı yerde ve zamanda donmuşçasına hep ama her gün aynı şeyleri bıkarak yaparken, değişiklik denilen şeylerin değişmekle bağdaşmaması ve kıpırdayamamalar. Hayatını kısıtladığın, yatağını, duruşunu, biçimini, kendi şeklinden bile taviz verip, ortama uydurduğun bir dünya, herhalde o kadar da saadet içermiyordur. Ruhsuz bir anlayış, kendi içinde olmayan davranışlar, seni senden eden alışkanlıklar, en yakın yere bile giderken, en uzağı dolaşarak gitme isteği, boğazından başlayıp, tüm vücudunu düğümleyen yalnızlık, sünger gibi tüm hoşluğunu emip, yerine boşluğunu bırakan his yığınları… Hayatın matematiği yoktur bazen, matemi vardır ve birçok şeyde ortası yoktur, o ortaları biz yapay dolgularla doldururuz. İçine bizi oyalamak için uydurulmuş bir dizi oyun, uyuşukluk istifleriz, kendimizi bulma çabaları beyhudedir artık.

Bazen bulunamamakta da vardır bir iyilik, bulamamakta da vardır bir hayır, hatta belki iyice bitmeden ya da herkesin hırpaladığı yerden bir kez daha kırılmadan, yitmekte de vardır bir güzellik. İçinin bir yerlerde, bir zaman diliminde, bazen hiçbir şey olmadan bile sızlaması, o tanıdık hisler nedeniyle, hâlâ duygularının sapasağlam ayakta olduklarına delalettir. Vedasız kopuşlar çağındayızdır çünkü. Ne olduğunu bilemeyince ne olamayacağını da bilemiyor insan. Kimse kimseyle yalnızlığını yarıştıramıyor, herkesinki kendine. Aradığında bulamamakla, aradığında bulunabilmek gibi basit bir denklemi var aslında. Eskidikçe kendini yineleyen bir kayboluşu sığdırmaya çalıştığımız o suskunluk, soğumaya bıraktığımız eski bir yaranın kalbi… Diyeceklerimiz bu mesafeden duyulmuyor, ya da anlaşılamıyor, bu boşluk uzaklaştıkça yabancı, yakınlaştıkça tanınmayan, tanımlanamayan…

Dolaşmakla bir araya gelemeyen fikirlerimiz, dolandıkça karışan aklımız, neyi aradığını bilemeden başka sokaklara daldı, karşılaşılamayacak uzun yollara düştü. Bunu anlatmanın başka yolu yoktu, karşılaştırabilmenin örneği de. Acemi salınışlar, hızlı çarpışlar, anlık yok oluşlar zamanıydı. Gitmesi gereken yerlerin orası olduğunu zannetti. İnandı. Kendini unuttu, kendini unutunca geriye bulduğunu zannettiği o şey kaldı, tek gerçeği bile yalanların öğrettiği bir doğruydu, başka bir marazi maziden kalan. Kafalar gibi maziler de karışmıştı.

Sana bıraktım, kaldım sana, hem de hiçbir şeyin sonsuzluğundan emin olamayarak, içimdeki o çetrefilli çelişki ile birlikte. Sana bıraktığım hiçbir şey kalmadığı gibi; yığın, parçalar ve nankör hatırların haricinde ben de kalmadım. Bulduğumu zannettim, yitirdiğimi anladığımda. Kalbim bir günde yerinden çıkacak, dünya ile tüm varlığım sona erecek zannettim. Ezbere bildiğim ateşlerden korkmam, boğulduğum sularda bir daha kaybolmam zannettim. Artık gözyaşım yoktu ağladığımda, düşündüğümde duygularım yok, konuştuğumda yalanlar yok çünkü hepsi bir köşeye kaçışıyor kelimelerin. Beklemelerim yok, beklentilerim gibi. Konuşmalarım olsaydı, susardım, susmalarım yok. Gerçeğini kabullenseydim, masalını beklerdim, masallar yok. Kırılan her şeyin yerine tutuşturduğum ateşin içindeki hayal kırıntılarının artık incitmesini bekliyorum, batıp, bitmesini, yok oluşunu izlemek istiyorum ufuk çizgisinden itibaren, batan bir gemi gibi. Yarım da kalsalar yarımlığın da bir bitiş olduğunun bilincinde ya da deliliğinde, bekliyorum bu batışı, bu sükûneti çok görmüyorum kendime, tam zamanıdır şimdi. Susmak için bundan daha bulunmaz bir an yoktur.

18.10.2024 13:00
Nevin Akbulut

blog

Bitkin Bir Pürneşe

Adımla geldiğime bu dünyaya, emekleyerek, düş izlerini takip ederken, büyümenin büyülü bir şey olduğunu zannettiğim zamanların adımdan eski olduğunu bilmiyordum. Zaman dişliyordu kollarımı, inançlar beynimi kemiriyordu. Yarım yamalak kaldığım zamandan beri hiç tamamlayamadım şiirleri, tam anlayamadım dünya işlerini, şöyle dopdolu bir nefesi soluyamadım, içime bir yağmur, ciğerlerime bir dolu nefes, kalbime bir sen borçluydum. Zaman eskiyor, adımlarım yenilenmiyor, içim doluyor, adım eskimiyordu. Dünyanın altını üstüne getiremeyeceksem, o dipler benim hakkımdı, beni batırmaya yarayacak her şeyin peşindeydim, gemilerin, çakılların, hayallerin ve balıkların, üstelik ağırlık yapacak o taşı da yanımda getirmiştim. Adım kalabilirdi ama beni kimse tutamazdı buralarda.

İçime sahil doldurdum, gömleğimin ceplerine rüzgâr, aklımın içi tozlandı. Gelgitlerden bir araya gelmiyordu iki yakam. Sokak ve ev ayırıyor bizi sahipli, sahipsiz diye, rivayetlere meylettiğimiz kadar hidayete fırsat vermedik. Beynimin içi girdap… Bizi özenle ayıran tüm zamana kızgınlığımla birlikte, yine bir araya plansızca getiren duygular. Kimden, hangi zamandan sorabilirdik ki bunun hesabını? Bazı sesler çok gürültülü, kakofoniden kimse yanındakini duyamıyor, bazı sesler ne kadar sağır, duymak istemeyene. Tesadüf ettiğimiz seslerdi bizi yabancı olmaktan ayırıp, başka bir dünyada bekleten. Mitolojik bir hikâyeye çarptım aklımı, kahramanını sözlerinden tanıdığım… Sana renk diye geldim, tonunu ikimizin uydurup, bulduğu. İnzivaya çekilmeye niyetlensem, gidecek yerim yok. Ne âlemin dervişi, ne de mecnunu olabildim. Belki şimdi bir yerlerde aklımdan feragat edebilirdim, içinde olmayışını bulsam. Dumanla birlikte, o sisle, pusla her şeyi kaldırabiliyordu midem, ekmek ve şarabı, kötülük ve inancı, açlığı, tokluğu ve yokluğu, hele şu boşluğu. Kramplar giriyordu zihnime, yoksa mideme miydi, bilmiyordum. Bir hevesle tutunduğum her şeyin ellerimde çürümesi, ansızın ve habersizce, parmak aralarımdan hayal kırıklığı geçiyordu. Tutamadığım her şeyin içine seni yerleştirdim, kaçan, gidenler, susup, ölenler sende birikti. O hikâye böyle ancak katlanılabilirdi. İnkârı bir kenara bıraktım çoktandır, inat etmenin de âlemi yoktu ne zamandır, her şey benden daha inatçıydı ama her zaman. İntiharların içinde korku olmasa kaç kişi kalırdı şu dünyada güle oynaya? Edemediğim şeyler var, anlamlandıramadığım hislerin ortasında. Söylemeyeceğim, demek zorunda kalmadığım artık. Hesabını kendi içimde, kendimle hallettiğim meseleler var. Bir söylentiye göre çok delirmişim, kendi kendine çekişmeler yüzünden diyorlar. Ne çok şey biliyorlar, onlar kadar bilsem şurada böyle yaşayamazdım, yapamazdım da onlar gibi, kalamazdım da. Aklımdan önce kendimi kaçırırdım. Sokak lambasının altında, yağmur yağdığında kaç kelime kendini asıyordu güzelim gecelerde, bilir misin? Bilirdin, anlatabilsem bilirdin. Bir mucize daha olurdu, bir rivayete göre ölülerin İsa’dan beklediği gibi bir mucize. Sabaha kadar belki yanımda… Kimse kendini daha çok öldürmeden, yağmur dinmeden, sokak lambaları henüz daha hiç sönmeden, uydurduklarımız gerçek olurdu.

Yağmur da ıslanır, kendi kepenklerinden kurtulduğunda, karşıdan karşıya geçerken, o telaşla, yitirecekmiş gibi tüm damlalarını bir çırpıda. Anlamamak insana dâhil, umduğunu zannettiğin şeyleri ummayı bırakabilirsin artık. Hiçbir şey umduğun gibi olmuyorsa, varlığından emin olduğun şeylerin başından beri yokluğuyla sınanıyorsan. Aslında bulmayıp, kendinden olanı kaybediyorsun, uydurduğun şeyler gerçekten uydurulacak şeylermiş, uydurunca hiçbir şey gerçek olmuyormuş. Hayaller gibi.

Aslında birleşik olan kelimelerin özensizce ayrılması gibi ayrılıyoruz artık bir diğerimizden. Sen alçakça çalan bir müziktin, yalandan yamalar yaptığın ruhumda, kalbimdeki itibarını zedeledikçe, gürültüden ve mesafeden başka yerin olmayacaktı. İhtimal bu ya duymamak için kendimi, kalbimi, kulaklarımı paralarken, onlarca ettiğim yeminlerle, unutmak için o müziği tonlarca dinlediğim şarkılarla söküp, attığım yamaların yerini dolduruyordum. Kendimi eksilterek seni tamamladıklarımla, bıraktığın boşluğu böyle onarıyordum. Bir şeyi defalarca okudukça yer eden, yer buldukça bozulan ezberime zeval gelsin diye, okudukça unutuyordum. Kelimelerin hatırı büyüktü ama artık hatıra kalsın istemiyordum hiçbir kelime. Bir nokta dâhi, anlamını bulamasın, ortalıkta dolansın, konacak öykü bulamasın istiyordum, hiçbir şey henüz bitmesin diye.

Uyudum belki de buraya rüya görmeye geldim. Bunca kayıp insanın içinde kendini bulup, aslında sadece bir rüya gördüğüne kendini nasıl ikna edebilirsin ki? Üstelik seni uyandırmaya çalışan başka bir çift el yoksa. İçtenliğin de içi tükenmişti. Boğazımızda takılı kalan o yumruların içi açılabilseydi; diyemediklerimiz bulunur, içimize hapsettiklerimiz birikirdi. Konuşmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmeler bunca suskunlaştırmıştı ve hepsine de neden olan en az bir isim vardı. Aldanış ve mağlubiyetlerin yasını tutarken, içinde açan çiçekleri sulamıyorsun. Yarım kalmak da bir noktadır. Eğer ne kadar neyin içinde sıkışıp, kaldığını bilmiyorsan, ne zaman yarımlaşmaya başladığını hesaplayamıyorsan, tamamlanmak gibi bir şeyi de dert etmiyorsan artık… Kendin olmak için verdiğin tüm savaşların mağlubu, gücünün tükendiğini hissediyorsun. Artık sonsuzluk değil, son istiyorsun, o nokta, diplerine odun taşıyıp, duruyorsun son gücünle. Yettiği kadar, yetmese de. Ne zaman yok olacağını bilememenin rahatsızlığı huzursuz ediyor, herkesin yanında hep arta kalan olurken, kendi rahatlığını yadırgıyorsun. Gitmeyi özlüyor, sanki her şey çok yolundayken, bir tek sen özlemekle kalıyor, gidemiyorsun. Gidemedikçe büyüyor, ağırlaşıyor, katılaşıyor içindeki uzaklıklar. Kaldıkça eksiliyorsun biliyorsun ama belki gittikçe de dağılacaksın. Bunun tesellisindeki çelişkidesin, bir şey gelmiyor elinden, içinden başka.

Her şey olağanca saçmalığıyla devam ederken, kendi kendine sorduğun sorulardan da cevap beklemiyorsun. Gündelik meselelerin ölüm-kalım meselesine dönüşünü ve beraberinde kendini ortaya salan tahammülsüzlüğümüzü görmek yoruyor artık. Herkes hatasını anında kabullenip, yoluna gitmiyor, yıllar sonra iş işten geçtikten sonra hata yaptığını kabullenebiliyor ancak. Kıt olan aklımız, ancak dank ediyor kafamıza. Oysa herkes hatadır. Bunu en başından kabullenmek herkese iyi gelecektir. Utançların ceremesini çekeceğiz diye ruhumuz sarktı, sarardı, soldu. Öfke ve keder arasında sürünüp, duruyoruz. İyi gelecek şeylerin bile artık iyi geleceğinden emin değiliz. Bu şüpheler bizi yiyip, bitiriyor. Kendi ruhunun morguna kaldırılmış gibi bir his çoğu zaman, tüm hayatımız sanki zamansız olan iyi şeyler ve zamanlı gelen hatalardan oluşuyor, mutsuzluğumuzla cebelleşmekten, bunu değiştirememekten, yedi dilde ağlasan birinin bile kendi dilinde duyamamasından gittikçe ürküyor, çekiliyor ve nihayetinde hayalet gibi siliniyoruz. Kalbimdeki inanca, ruhumdaki sızıya alerjim var, en büyük problem belki de mutsuzluk değildir, başkalarının esas mutsuzluğuna özenmektir. Hatırlamaya çabaladığın kadar, unutmayı kabullensek daha iyi olacaktı.

Pek sayın kalbim; yeterince içimize attıklarımızı bir yerde durdurmamız ve bu tıbbî atık işini artık halletmemiz gerekiyor, hep içimden konuşacak değilim ya biraz da hazır konuşacaklarımız varken, seninle de konuşmalıyız artık ve belki de sadece seninle.

03.10.2024 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Mevsimli Mevsimsiz

Öykündüğüm tüm öykülerden azlimi rica ettim. Vazgeçmeye dünden meyilliyim. Karşılaşabileceğim hiçbir şeyin beni şaşırtmaya gücü yetmediğinin bilinciyle, susturduğum çığlığımla, kul sıkışmayınca değil de, artık sıkılmaya başlayınca biten her şeyin kabulüyle, hiçbir yere varmayarak çıktığım yollardan vazgeçmeye gidiyorum.

Nihayetinde herkesin başı göğe erdi, umduğunu buldu, kavuştu, herkes aşkından galip çıktı, başı öne, kalbi yere eğilmedi, bir tek benim başım, boyum bir yere erişemedi. Sağlık olsun dedim, her şeyin başı sağlıktır, o da pek olmadı. Umduklarımın altında kaldım. Hayallerim var dedim, umma ile hayal birbirinden uzaklaştı, ben de artık kovalamayanlardan hatta beklemeyenlerden oldum. Üşengeç değil belki biraz da korkağım, belki her ikisi de. Umut denilen şey, şansla birlikte uçtu, gitti. Şimdi hayalin tortusu kaldı elimde, acı biliyorum. Bu kadar düşünce en kısa kestirmeden en azından akıllanırım artık diye düşünüyordum ama olmadı, delilik de uçurumlar kadar güzeldi. Hiçbir yere değmeden, dokunmadan solan hayaller var, içten içe sakladığından habersizler. Marifet bu da; böyle görünürken, kaybolmak her şeyin ortasında, her fazladan bir hareket israf gibi geliyor artık. Oysa buralarda durup, beklemene bile katlanamazlar nicedir. Düşünmek mi beceri bu kadar, yoksa susmak mı? Eşyaların ömrü hızla tükenirken, herkesin sabrı yitip, giderken, sonsuz sabrı içinde tutmak mükâfatlandıracaktı sanki bizi… Onu alıp, derdimin içine bıraktım. Bize artık hiçbir şey anlatamayan zamanın dersleri de kaynadı ya da soruların cevaplarında büyük kaydırmalar yaptık. Dünya kaynadı, zaman nasıl yanmasın… Bu yangını ben başlatmadım ama üflemeye çalıştım, kalbimi kontrol edemediğim gibi onu da yoluna koyamadım. Her şeye bu kadar kolay kıyılması, harcanması, yok edilme uğraşı, umduğum her şeyi yerle bir etti. Sabrımın sonu selamet değil artık, bir yere de varılmıyor. Mağlubiyetimi kabullenip, kenara çekildim, yamaçlarda dolandım, kimsenin aklına gelmeyecek yerlerde yeniden varoluş masalları uydurdum. Tüm bunlar içimden geçmeseydi çok daha kolay yaşayacaktım, buna tüm kalbimle inanıyorum.

Herkesin birbirine benzediği, benzerken yarıştığı ama yorulmadığı bir zamanda, bazen kendime bile benzemiyorum. Var mıyım ki benzeyeyim? Kendimi kaybetmelerden geliyorum, aramalarım artıyor, bulamamalarım çoğalıyor. Onların çokluğu karşısında, benim yokluğum ne derece anlaşılabilir bilmiyorum.

Çok sularda kayboldum, buzla yol arasında. Kısa diye umduğum hiçbir şey geçip, gitmiyor. İz kalan yerin fotoğrafları da konuşmuyor. Neyi dinleyeceğimi bilmiyorum artık, nasıl inanacağımı. Düzeltmek için geciktik tüm bu yolları, Erken gidebilsek doğan güneş yakacaktı, yanmadık ama doğrulamadık da. Sarhoş olmayı hak ettiğim kadar yaşamayı hak etmiyordum sanki kim sunmuştu bunu bana? Zamanın hangi diliminde cebelleşirken, ölüm ağıtları yakarken ve özlerken kendim için, ölümlerden ölüm beğenirken yaramı vermiş yarımımı almış ve kabullenmiştim. Dünya bana göre değildi ve hiçbir yere sığamamakta, tutunamamakta hakkım vardı, kendimi biriktirip, harcamakta haklıydım, susmakta en çok kullandım bu hakkı. Her şey sanki birbirine göreydi de bir tek ben yerli yerimde değildim. Fazlalık mı, eksiklik mi çözemediğim bir denklemin içinde geceyi beklediğim tüm zamanlarda çırpınıyordum. Her yere geç kalıp, gitmeyip, kaçıp, tuttuğum tüm o kapıları, yalan çıkışlarmış gibi bir çarpıp çıkmak isteğiyle cebelleşiyordum. Yaşamadıklarım benden sorulsun istemiyordum, yaşayamadıklarım, isteyip de yapamadıklarım kimlerden sorulacaktı, hiç sormayın artık. Sevdiğim hiçbir şey diğerine benzemiyordu, nasıl bilecektim böyle sevmem gerekeni, yerlerden bir yer gibi, yuvaların içinde tek o yuvaymış gibi.

Nasıl başlayacağımı bilemediğim o bitik cümlelerin başında geliyorsun, yitip, gittiğin hâlde. Kendimi bulamamalarımı ekledim tüm kara kalem anılara, içimdeki onulmaz aşkı var edenle yok eden aynı kişiydi. Çeşitli yaşamların özeni ve özverisi takılı kalmıştı hatırımda, say ki insanı yok eden her şeyi yaşayıp, yok olamamış bir zihin. Kendine ihanetin çarpıyor en çok aklımın duvarlarına. Verdiğin ödünler, boyunu da yolunu da aşmıştı çoktan. Küllere gösterilen saygıyı, yeniden var olurken hangi duyguya rehin vermiştik? En çok kendime kavuşasım, kendimde yok olasım vardı, çiçeklerin durmadan dökülmesi, içimde bir şeyleri örseliyordu, durmadan değişiyordu her şey. Zamansız çıkmıştın benliğimden, yerimi dolduramıyordum. Sesime alışsam yeterdi, her şey önceden yazılmış bir senaryodan mı ibaretti? Bu hikâye böyle mi susacaktı? Herkes her an yanabilir, her an kızıla çalabilirdi elbiseler, her şey hemen şimdi yok olabilirdi, o vakit bizi umarsızca bağlayan neydi hiçbir yersizliğimize? Sahipsizliğimiz ya da ait olamayışın özgüveniydi bu, yaşamaya çalışmanın parolası gibi, provasız yuvarlanıyorduk acımasızca, zaman denilen deliğin içinde, delilikti bu.

Olmadığım ve hatta doğmadığım zamanların mağlubuyum, hiçbir yarışa girmedim, imrenmedim, özenmedim. Böyle dedim, böyle oldu. Geçer dedim geçti. Ama zamk gibi göğsüme yapışan sızılarla baş edemiyorum ne zamandır. Ciğerimi parçalayarak nereye varacağını zannediyor bu sızılar bilmiyorum, hayreti geçtim, bedduaları bitirdim, öyle donakaldım. Yapacak her şeyi her gün tekrar ediyor ama hiç kıpırdayamıyorum. Altı ay, bir sene falan da yetmez, kabuğuna çekilip, kışın eksi derecelerde donup, kalan kurbağalar gibi senelerce uyusam diyorum. Çare olur mu bilmiyorum, uyanınca devamı gelir her şeyin, aynı kesilmeyen, uyanıp, saatler sonra uyumaya kaldığın yerden devam ettiğinde, içeriğinden hiçbir şey yitirmeyen kâbuslar gibi. Birdenbire değil, her yolu deneyerek, her şeyi düşünerek, plansız ama mantıklı bir şekilde kof çıktı hayallerim. Boşa çıkardım hepsini. Yerleri nasılsa dolardı, her şeyin bir şekilde dolmaya çalıştığı gibi ama aklıma bir yaklaştırabilsem yeniden, burnumu sokabilsem yine bir hayalin kokusuna, defalarca prova etmiş olmama rağmen, belki…

İçimden yazdığım mektupların da hiç kimse ile ilgisi olmadı. Dudaklarını aralayamadığım yerde, tüm aralıklardan hatta mevsimlerden düşecek kadar küçüldüm. Unutmak mı, ölmek mi deseler yine ikincisini seçerdim. Bu da benim fıtratımda vardı. Hatırlamak için çıktığım aynı dağınık, uzak, başka yollar silmeye yetmedi içimdeki kederi. Her çıktığın yolculuk aynı değildi hiçbir zaman, büyük Şairler öyle derlerdi… Kim bilir içimde neleri değiştirip, yok ettim, her defasında, çabaladığım hâlde neleri değiştiremedim. Ama hiçbir şeyin inatla aynı olmayacağını sen de biliyorsun, yollar aynı olsa bile, gözlerden uzak, gidilen o yer aynı kalmış olsa bile aynı kalamayız artık, zamanın hiçbir yerinde. Gittiğimiz yer de bize benziyor gidince. Son bir karşılaşmayla silinecek hayalleri biz en başından yitirdik. Birlikteliğin ayrılığına düştük. Şimdi tekrar aynı yollara çıksak bile ulaşamayacağımız yerler var. İçimizde biraz sönmüş ama yanmamış mumlar var, hep kırık, eksik bir gülümseme. Birbirimizden ziyade, aslında kendimizi bile tanıyamadığımız o zaman diliminde verdiğimiz ziyan olacak o sözler, dağılmayacak sislerin içindeki o derin his.

Yine çıkıyorum bir şekilde yollara, ne için gittiğimi, ne yaptığımı çok bilmesem de. İnsan en iyi kendini ağırlıyor, en hafif hâliyle yine kendi ağırlığını taşıyabiliyor, gözyaşlarıyla dolu bir bavul olsa da bu. Düşlediğim o rüzgârı bulmak için, sisleri dağıtmak için, silinmesi gereken hayallerin üzerini çizip, hatta basıp, geçmek için.

Nevin Akbulut
15.08.2024 14:00

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Gereksinim Zannettiğimiz Şeylerin Gereksiz Köleliği

Bu darlık, bu kadarlık yeterdi şimdilik.

Bekledikçe çoğalıyor yollar, sustukça birikiyor pencereler. Kararsızlığının içindeki onulmaz hayret, kavga ve kaygılarınla birlikte yolları sahiplenemiyorsun, pencerelere dokunamıyorsun, açamıyorsun, kapatamıyorsun da. Bekliyorsun belki kendi kendine bir şey olur diye, olmuyor. Zaman eskiyor, yollar gibi, başkaları tamamlıyor yokluğundaki yerleri. Zavallılığından değildi acı çekmen, bunu bu kadar gizliyor olmandı asıl acılık. Yoktan yere harcadığın hiçbir şeyden yeni bir hayat çıkmıyor. Ellerinde yarım yamalak, tamamlanmayacak parçalanmış anılarla bir yaşam düşleyemezsin. Günler aynı sıkıcı tekdüzelik, sinir bozucu bir yassılık ve dinmek bilmeyen lodoslarla geçip, gidiyordu. Şükür ki böyleydi, rüzgârı olmayan yerlerin hiçbir şeyi katlanılır gelmiyordu, şu sıkıntılı sıcaklık oranlarında. Hem rüzgârlı olunca günler, daha hızlı geçiyordu.

Öyle bir yer var, oturup, kaldığın, varlığının yokluğunla bir olduğu, fark edilmediği ama bunu da umursamadığın, hiçbir şey yapmadığın, yapmayacağın, beklermiş pozuna bürünüp, vaziyetsizliğinden bir anlam çıkarmadan, gülmeden, ağlamadan geçirmek istediğin anlar…
Hiçbir güneşi benimsemedim geceyi özlediğim kadar. İçimdeki afyon bir türlü patlamadığından belki… Cevapsız kaldıkça sorular çoğaldı, yayıldı, bulaştı. Artık her şey muammadan ibaret, bilinmezliğin hasretiyle yoğrulurken, görülmenin, bilinmenin ama sadece bizim istediğimiz şekilde, kölesi olduk. Durup, düşünmek yerine içimle bir araya gelip, kendimi çekiştiriyorum, kimseyi sorgulayacak kadar yakınımda görmüyorum, kendime de yabancıyım belki. Çevrede olan biten karşıtlıklarla içimizdeki çelişkiden kurtulamıyoruz. Kendi kendimin ölçüsünü bulamıyor, kimyamı dengede tutamıyorum. Günden güne bozulmakla, parçalanmak arasında evrendeki zamanımı dolduruyorum, istikrarsız bir şekilde. Bazen kendi hızıma yetişemezken, bazen kendimi olduğum yerde durup, bekliyorum. Her sabah aynı koşturmacanın içinde, gün boyu debelenerek mi anlam bulacaktım bu hayatta? Kendi kendimi de cevaplamıyorum artık, sorular hoşuma gitmiyor, hangi tanımı yapsam, eksik kalıyor ya da yetersiz. Kendime yetemeyip, bir şeylere arttığım zamanlardan miras bu hâl bana.

Çıkamadığım belirsizliklerime her gün yeni aşırılıklar ve çelişkiler ekleniyor. Ne olduğunu, olabilirliklerini bilenlere imrenerek bakıyorum, hiçbir şeyim, teşekkür ederim diyorum. Bir virgüle bile anlam yüklediğim zamanları özlemle anıyorum, her şeye fazladan yüklediğim anlamlar yüzünden anlamsızım. Bir manam yok, bir manim de yok, stokladığım hikâyeler var olmama yetmiyor artık, kayıp gidiyorum, insanlık denilen şey uzaklaştıkça, kendimden gidiyorum, hayattan, uzaklar diye bir yer de yokmuş, bulamıyorum. Neyi toplasam, sıfırla çarpmış gibi kalıyorum, düzde. Umutlu söyleşilerden iğreniyorum, bunca kötü şey olurken, nasıl yalandan ümit pazarlayabiliyorlar, riyakârlığın en üst seviyesi bu olsa gerek. Yokluğu ve boşluğu harmanlayıp durdum yıllarca, çıkan sonuç karanlık ve boğuntu dolu bir çukurdu. Uzağa gitmeye gerek yoktu, herkes kendi cehenneminin bekçisi ya da kölesiydi. Hiçlik mevzunu eylemsizlikle tanımlayabilirdim, ortada tamamlayamadığım yarım kalmış, az yaşanmış, çok uzamış bir ömür var gibi duruyordu. Hayata fazladan anlam yüklemeye çalışırken, ölümden medet umabilmeyi nasıl başaracaktım? İçimdeki çelişkilerden bir kule oluşturdum, çıktım en tepesine, aşağıya bakıyorum.
Ellerini Portekiz’de geçen bir şiirde unuttu, umutlu bir dündü. Bugün hayaller kurabiliyorken, o gün ölmüştü. Sevmek bir çeşit gönülle işbirliği, yürekle uyum, mütemadiyen akılla ılımsız bir versiyonun çekimi ya da çekimsizliği. Geçmişten emanet ışıltıların üzerine sünger çekip, kaybolduğun, kendine yepyeni sayfalar açtığın yegâne tertemiz hayat. Öyle sanıyorsun, o anda bu sanmayı üstelik o kadar çok benimsiyorsun ki. Her şeyi değiştirebilirsin zannediyorsun, değişiyor da her şey, senle ya da sensiz. Yüreğini tüm o uzak ışıltılardan koparıp, estetikle birinin eline bırakmışsın gibi. Kalp neredeyse oraya bağlısın sanılıyor, denizde nefes alabilirim, karada uçabilirim zannediyorsun, kalpsiz de yaşayabilen bu kadar canlı varken, niye olmasın ki? Hislerin o kadar da mantıksız gelmiyor. Aklını şahit tutma çabalarından yorulduğunda bırakıyorsun her şeyi. Aklını ikna etmeye ihtiyacın yok ki, kalbinle böyle anlaşmışken, gerisine ihtiyaç duymadığını zannediyorsun. Zanlardan öteye gitmiyor aslında hiçbir gerçek. İnancınla yoğurup, büyüttüğün her şey gün gelip sana sırtını dönüyor, yüreğinde patlıyor, kalbin ağzına geliyor, yutamadığın her şey gibi boğazında düğüm olarak hayatına devam ediyor.

Sabrımı zorlayan zamanın tam da ortasında, iliklerimden başlayan ağlamayla birlikte, hiç büyümeyecek çocuklara, andımı, tırnaklarımı, bakışlarımı ve uzaklıkları genişletmenin bir şeye yaramayacağının sıkıntısıyla ve ancak içimdeki hiçleri büyüterek, olur, olmaz herkesi gönüllü oraya doldurarak, yüreğimin onca genişlemesinin de yetmediğini bilerek, içime doğru dallanıp, budaklanıyorum.

Neden ve sonuç ilişkisindeki hesabı tutturamadım sanırım ben, böyle içten içe açık verdim. Henüz sönmüş bir ağaç, fidanını, ömrünü geride bırakmış, ilmek gibi dizili, taşlardan başka gidecek yer yok. Gizimdeki anlaşılmayan imge ile daha da anlaşılmayışım, içime attığım düğümler her gün yenileniyor, bir şey olmadan, durduk yere çoğunda. Bu düğümleri içimle birlikte yıllarca ezberlediğimizden belki… Büyüyen kâküllerime su verip, besleyip, sonunda kıymak gibi bazı kadir kıymet bilmezlikler. Zerresi bile canını onca hiçe sayarken, kaç katlarına galip geldin her defasında, kendine yenilerek, içine dolarak, dışarıya uzaklaşarak ama her sefer şu seferkine de benzemiyor artık sanki. Tahammülümüzle dalga geçiyor yaşam, kalbimizi zorluyor zaman. Tıkış tıkış kırıklarla dolu bir kalple nereye varacağımızı zannediyoruz? Bence artık biz içten içe, varılamayacak yerleri de biliyoruz, ezberledik. Gidebilenleri çok gördüğümüzden, ama artık onlara da çok görmemeyi öğrendiğimizden, duyduğumuzdan içimize yer etti fazlasıyla.

Kırıştı güzel geçen her şey, zamanla birlikte, artık hiç gelmez. Bir büyüydü vurulduğumuz, büyütüp, durduğumuz zaman içinde. Tılsıma çarpmışım ağzımı, burnumu, etkilenişim çok mu? Yangınlara alışamayız biliyorum, ama yanmaya da mı alışamadık? Bunca şaşırıyoruz hâlâ. Ummadığın anda gelir umdukların ya da ummadığın anda giderler. İkisi de aynı şeydir.
Her aldanış başka bir yeri örseleyip, kullanılmaz hâle getirirken, arada yağmuru beklemek yokluğun sınırındaki bir yeti miydi? Bu tekrarlardı bizi kendimize yetiremeyen, bekleten ve en sonunda yine hep şaşırtan. Olmayacak duaları, olacak zamanlarda bile etsen kâr etmezdi, ölsek bile öğrenemeyeceğimiz şeyler vardı, son cümleyi son olmayacağını bilmeden kullanmak gibi. Bu kahır bizden sonrakilere bile yeter de artardı bile. Seni, beni boş verdim de, kendimin bile hatırı yokmuş gibi kendimde, bir yabancıya anlatır gibi yine susarım bir ara hiçleri, olmazları, oldubittileri, ellerim dizlerimde, o avluda oturup, hiçbir şey olmamış gibi aklımda kalmayanları bile anlatırım bu defa.

18.07.2024 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kalbimdeki Mor Kahır

Eridik de ne oldu, başka bahçelere döküldükten sonra?
Çölü göl mü sayıyorduk?
Yoksa Denizaşırı memleketlerde, dudaklarımızda sadece kendimizin okuyabildiği mesajları mı taşıyacaktık, birbirimize iletemeden üstelik?

Deli gibi sensizliğimi koyacak yer bulamıyorum. Diyecek sözler de yetmiyor ne zamandır ya da artık benim ruhum bu edebiyatı yemiyor. Gözlerimi yumduğumda beynimde patlayan şeylerin gürültüsü kulaklarımı sızlatıyor. Her şeyi eleyip o anki hâlimden, bir uyusam diyorum, bu sefer de kalbim susmuyor. Geceye dizilen her özlem, her kırıklık hortlaklar gibi giriyor rüya gördüğümü zannettiğim zamanların içine. Dünyaya bağlanamadığımı biliyorum da, aklıma seni düşürdüğüm zamanlarda, dünyasız kalamadığımı açıklayamıyorum. Başka yollar, yıllar ve denizler de denedim, üstelik hep yalansız, olmayınca olmuyordu, yine olmadı. Karnıma giren sızıların kelimeleri yok, kocaman kelimelere de yüreğim yetmiyor, yüreksizim, çoğunu sana vermiştim. Kalanın artıklarıyla düşündüklerim içimde harp hâlinde, uzun uzadıya yollara düşüşüm, şimdi oturduğum yerden kırılıyor düşüncelerim. Kalbimden pıhtılaşamamış kan, acı, incecik damarlar ve yanmış küllerinle fırlasan şimdi nereye gidersin bilmiyorum. Soğukluğu ve sükûneti bulacağına eminim. Ölümün elinden ne seni ne de kendimi kurtaramam, bunu da istemem. Herkes ancak böyle eşitleniyor hâlâ. Bu da ölümlülerin tesellisi… Teraziyi bozacak hâlimiz yok ya. Ama senin elinden yine bir şeyler geleceğine dair sonsuz şüphelerim mevcut, en azından benim için iyi olanı içinden bildiğini biliyorum. Eski bir yanılgıyı, yeni bir kesinlik, gerçeklik ve bitişle değiştirebilirsin. Böylece herkes sağ ve salim olmasa da kendi kalbine gidebilir.

Kalbimdeki mor kahır, susamışlığı ve susmayı karıştıran aklım, bu hikâye ıslak ve soğuk bir zamana eviriliyor artık. Yorgun, eski ve buz gibi bir morgun soğukluğunda çatladığından emin olana kadar kalacak olan her bir şeyimizle birlikte. Susmanın anlamına varacağız, geç de olsa. Buradan sonra artık bir hikâye çıkmaz, boşuna yazma ve düşünme. Kıyametim böyle kopacak belki de, beynime inen o balyoz gibi düşüncelerle. Tül, rüzgâr arası güneşle, savrulurken güzelliği, bir tül gibi salınamadığıma, savrulamadığıma, hep geri çekilmelerimi sahiplik zannetmeme, yıkılsam bile dimdik durmalarıma, başka şehirlerdeki, başka pencerelere çıkamamalarıma üzüleceğim. Sonsuz buharın tuttuğu ellerim, susmanın resmini zerk edecek etrafına, kendi boğulduğum kuyumu doldururken, yaramadığım tüm o suları, boşa solan çiçekliğimi, kıyımımı, nişanımı ve şah damarımın yanlış yerimde atmasını izleyeceğim. Şuram bile diyemeyeceğim kadar yakınımdayken sen, işkence ile söküp alabildiklerini zannederlerken içimdekini, içimden gülmelerim geliyor aklıma da, her şeyin bir ölçeri varken, bu boşuna sızılarımı ölçecek zaman ve alet bulamıyorum. Dilime dökülen kelimelerin donup kalması, şapla karılmış gibi ağzımın içinde gevelediklerimi diyemiyorum. Beceriksizliğim keşke bununla sınırlı olsaydı. Dokunamam, yapamam, öpemem, gidemem derken içimdeki o mührün açarı bir yerlerde yandı, yok oldu.

Elimden gelmeyenler nedeniyle yasal tedbir koyuyorlar kelimelerime, susma mecburiyetim için özür dilerken, gözyaşlarımı suçlu gibi bol keseden atmak istemiyorum. İçimden bir sürü şeyi öldürüyorum, bazılarının yaşamasına yardım ediyorum, hak ettiklerini düşünüyorum çünkü hâlâ bazılarının. Yine de azalmıyor içimde bir yere koyamadıklarım, çöp yığını gibi hissediyorum bazen kalbimi, bu kadar acı, ıstırap, korku, anlamsız neşe, değersiz bilgi ne gereği vardı bu kadar doldurmanın? Acınılası şeyler birikiyor içimde, gülünç bulduğum ağrılar, sonsuz bulduğum yollar, gitsem şimdi birkaç vakte kadar, kendimi arayacak birini bulabilir miyim bilmiyorum. Tek valizle çıkıp, kendimi bulamamak gibi hayallerime mum diktim, her dinde ettiğim dualar da yerini bulmadı. Kendimi aramak değil de, kendime seni ararken boğulduğum suların haritasını bile sakladım bir yerlere, yeniden aynı şeyler olmasın diye, eski her şeyi biraz daha eskittim ve eksilttim. Sağanaklara denk geldim denizin ortasında, çıksam ıslak, girsem içime kadar ıpıslak, ıpıssız. Sen yağıp durdun hâlimi bilmeden, doldun, taştın, örselendin, seni saklayacak yer bulamadım, içimde aklayacak zaman da bulamadım. Artık yeni anıları olmayacak beynimin o bölgesinde felçli gibi kaldı o duygularım, devrilen her şeyin içinden sen çıkarsın diye bekliyordum, beynimde donduğunu unutmuşum. Diyorum ya o kısım tamamen çevrimdışı. Açıp, gösterebilsem, uyuştuğu için muhtemelen yerini de bulamam. Aramalarım da kurtarmalarım da bir yanıt vermiyor kendime, iflah olmaz, ne olur, ne onmaz yaralarla son sürat nereye kaçıp, gizlenebilirim? O taşı ben atmadım, bu suyu ben bulandırmadım, bu yoklukta en çok ben hırpalandım, bu gidişte en çok ben kayboldum. Çok güzel yitirildim.

Hangi uykuya uzansam, sonu ölümün kapısına açılıyor. Mengene ile sıkıştırılan alnım, kader yazımı silemiyor, düzeltemiyor da… Kendimi suçsuz yere suçlu hissettiğim zamanların gardiyanlarını ödünç yolladım çığlıklarımı yakalamaya. Yatağımda daralmışım, darılmışım, sığamıyorum zannetmişim, zannetmeler yüzünden bölünen uykularımın devamını talep ettim yeniden Yüce Makamdan. Tamiratı yok denildi, tıpkı telafisi olmayan aldanışlarım gibi, çakıldığım boşluklar gibi. İpini koparan her şey ağrı yapıyor şakaklarıma, başıma kaldı tüm habis duygular. Avcı vurduğu kuşun kalbini kaldırıp, çöpe atıyordu, bahane aradığım her yanılgım yeni bir zincir vuruyordu beynime. Uzaklardaki o şarkının bıraktığı yanılgımsın artık sen benim, yılgınlığımla dönerken eve. Bakışlarımı sana bahşettiğimden beri, akşamları tanker ağırlığıyla gözlerim, bu ağırlığı tek başıma taşıyamıyorum, uyku gönderiyor Yaradan, biliyorum ama o da bölük pörçük, gece yarısı, bir elektrik kesilmesine bakıyor fal taşı kesilmeme. Bir şeye birlikte bakabilmenin hafifliğini özledim, birbirimizi görmesek de olur. O son ağlayışında konduramadığım bir şeyler var, anlamak istemediğim. Elimden bir şey gelse, elimi tut isterdim. Boynumun en hassas yerinden hayata bağlanışım, ipotek edilen duygularım tarafından istimlak edilen tüm huylarımla birlikte, işin aslı, asır geçse anlaşamayacağımız yerden, devriliyorum ben, kökü olmayan, asırlık, kuru ağaçlar gibi. Gittiğinden beri, her şey dişleri kanlı bir canavar gibi görünüyor gözüme. Yalnızlığım kat atarak çoğalıyor, sıyrılsam yalnızlığımdan, kaç kat daha içe dönerim bilmiyorum, kafayı sıyırırım herhalde.

Anlayamadığı şeye yakınlık duyarmış insan, belki de çözemediğimden, uğraşımdaki o cesaretimden yakınlaşmıştım bir miktar, dokunduramıyoruz bazen olacak, bitecek şeyleri. Belki bakıyoruz ama göremediğimizden. Misal; bu yazıya başladığımda kardeşim dediğim, bana kimse onun gibi kardeşim diyemeyecek birisi vardı bu hayat denilen yerde, şimdi yazı bitiyor ve o artık yok. Anıları kaldı, bir miktar hediyeleri, eşyaları ama tüm eşsizliğiyle birlikte gitti. Tanker ağırlığı diye tabir ettiğim üst paragraftaki o cümle, gerçekti. Deli gibi ağlasam, hırpalasam bile geçmeyecek, gelmeyecek şeyler var hayatta. Bu yazı böyle bitmemeliydi belki. Bilmiyorum. Cesaretimin içindeki o bir miktar cehaletime verin.

Sabaha karşıların yorduğu o bedenim, süzülsün diye bir yerlerde, yıllarca beklerken, evren yanlış anlamış, sürünsün gibi duyulmuş. İpliklerim çözüldü çoktan, bazı dertlerimin dermanı da oldu, bazı yeni ağırlıklar yüklendi, yine de çözülemeyecek şeyler kaldı, kalıyor. İçimden yaptığım gizli anlaşmaları ilk kim bozdu bilmiyorum, içimde bir yerler kapandı, bazı yerleri dinlendirmeye bıraktım, dillendirmeden. Dünyanın aynaları bozuldu, ölçüsü yitirildi birçok şeyin. Olmayacak şeylere gülüyor, hiçbir şeye şaşırmıyoruz artık, ağlamalar da zaten çok yersiz ne zamandır. Soluğum bozuldu, elimdeki aynayla aram, mesafesi arttı içimdeki minnetlerin. Hiçbir şeyin boşa olmadığını, olamayacağını kabullendim nicedir. Kaç pencere açsak yetmiyor dünyayı görmeye, her pencereden başka bir ah, başka bir azot, başka bir kimya. Arama çubuğuna yeni pencere ekleyebilir gibi eklemek istiyorum pencereleri birbiri ardına, böyle bir yapı yok, yüklenici yok, akıl da yok. Sustuklarımı bildiğim kadar, kustuklarımı da biliyorum. Tek istediğim biraz cereyandı, her şeyin biraz kendine gelmesi için. Ama beni karşılamıyor ne zamandır kapılar, çaldığım kapıların da açılır yanı yok. Birinin uykusunun derinliğindeki, uyanırken unutulmuş rüya gibi dolaşıyorum şimdilik etrafta. Sürelerim sarkıyor, zamanım bozuluyor. Buradan da birkaç ah çıkar. Sevilecek şeylerin ya gömüldüğü ya da yandığı zamanların arasından geçiyorum, hâlâ. Ormanlar yanıyor, kitaplar yanıyor, bazı notlar yandıktan sonra soğuk suda lavaboya gönderiliyor. Sevilecek şeyleri sevmek niye bu kadar zor? Yananlar gittiyse, bittiyse, kalanlarla devam mı diyeceğiz? Yoksa şimdi biraz da sıra bize geldi diye biz mi yanacağız? Bu küllerin imtihanına inanmıyorum, zorbalık başka yerlerde, kötülük bizim içimizden uzak diye avunmuyorum, beni avutabilmeniz için, içimi sonsuza dek kapatabilmeniz gerekiyor, ama her yerimden, kalbimdeki kahırdan, yüzümdeki yarım gülümsemeden, soluğumun yarımlığından ve aldanışlarımdan.

21.06.2024 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Onunla ya da Onsuz Yollar

Her sevgi beraberinde şüpheleri, her güven beraberinde korkuları getirir. İnişler, çıkışlar oluyordu, olacaktı da elbet, peki ya onlara gücün? Tükenmişken bu kadar, cevabı olmayan sorularla karanlık gecelerde uzaklara dalabilirsin ama öznesi olmayan tümcelerle hiçbir yere varamazsın.

Hayatımı savunurken, yalancı efsaneleri suçluyorum. Başka bir yolunu bulamadım, savuramadım derinlerdeki o inancı. Ulaşmak istediğim şeylere kavuşmanın yolunun; peşimi bırakmayan inatçı yalanlardan geçtiğini ve hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Kendi masalının içinde sürüklenirken, olmayacak şeylere inanma derdiydi bizi ayakta tutan. Mevsimlerin hep çiçeğe döndüğü, kötülüklerin artık bittiği, kâbusların giremediği rüyalar, yeterince istediğinde ulaşacağın o şeyler olmadığında yine suçluydu masallar. Kendime karşı ilk yalancı şahitliğim, çocukluğumu inciten her şey, altüst etmek bunca şeyi, okuduğum her şeye inanışım, tahammülüm, sabrım, istediğin şeylerin hep tersi oluşu ve beklediklerinin hiç gelmeyeceği, tahminlerinin çıkmayacağı, umduklarının olmayacağı… Neye yararı vardı tüm bu olurların, olmazların? Her şey bu kadar hareket hâlindeyken, durup, beklemek istedim, yorgunluğumdan, her şey yorulduğunda da tek başıma kalkıp, harekete geçecek bir şey umdum. Henüz bulamadım, ben zaten sadece umut etmeyi biliyorum. Olsa ne yaparım bilmiyorum, bildiğim adreslerin bile konumları yok hiçbir yerde, kimsenin bilmediği, isimsiz o yerde, aidiyetten uzak, orası güvenli hissettiğim yer olabilir ancak. Mekândan, zamandan uzak, varoluş için kaçınılmaz geçicilik koşulu, bulunmaktan çok ötelerde, korkunun büyüklüğü kadar, güvenilirliğin peşinden koşmak. Çarpıp, çıktığın kapılar seni beklemediği gibi, beklese bile bir işe yaramaz bazen.

Bizim iletişimimizdeki sorun ileteşememek, birbirini anlamamak adına kurulu. Anlayınca derdi büyüyecek çünkü başka bir şey olacak. Sadece sözel iletilerden ibaret, derinlerdeki keder, umutsuzluk, hüzün bunları taşıyamıyor. Sadece salt bilinen, açıklanabilen, yüzeysel görünürlerde olan darbeleri iletebiliyor. Varışlar, yollar, sallanışlar, sanrılar, sarınışlar yok. Boğulmanın izahatı yok. Gitmenin içindeki özlemi anlatabilecek bir yol da yok belki. Sürmesini bilmediğin bisikletin pedallarıyla, kıra döke, çarparak son sürat cehennemi boylamak. Çok tekrarlayınca anlamını yitireceğinin değişmeyecek garantisi… Eski tereddütlerinden kurtulup, yeni korkularına alışabildin mi? Sükûnetini koruyup, metanetine ulaşabildin mi?

Kırılmaları ne zamandır içimde biriktiriyordum. Sanki yoklarmış, orada değiller ya da olmamışlar gibi yapıyordum. Kırıldığımda saç diplerimden, kirpik uçlarıma kadar kırılıyorum. Şüphenin olması, bulduğumuzu zannettiğimiz şeylerin, aynı hızla kaybolabilecek olması, güvenin bunca yavan ve yapay olması. Anladığımızı zannettiğimiz şeylerin aslında anlaşılamaması, kendimizi kırabilir, karşımızdakini üzebilme ihtimali. Ufacık, saçma bir sebepten her şeyin bir anda yok olabilmesi, garantisiz zamanların tek güvenilirliği bunu bilmek. Yine de buna alışmak, bu şüpheyi içine sindirmek ne güç. Beklentisiz olmak böyle bir şey mi? Hem kırılmamayı, anlaşılmayı beklemek de girer mi bu beklentisizliğin içine? Bence girmez, yolunu böyle bulamaz cümleler, sağa sola çarpar, kaybolurlar, insan böylece ne diyeceğini yitiriyor işte. Dediğimize kendimiz bile inanmamışız, neyin rolünü üstlendik böyle bilmiyorum. Sahtekârlık bu belki de, şimdi bunca olmaz dediğimiz şeyler olunca hangi yalanı çürütmüştük biz ya da hangi doğrunun içindeyiz bilmiyorum. İçim buradan kırılıyor, anlatamadığım için de kırılıyorum, anlatabilsem, anlayacağını bildiğim için de kırılıyor içim.

Bu problemler bende havuz etkisi yaratıyor. Her şeyi en başından başlamak ya da bitirmek, bitirip, yeniden doldurmak… Belki bu sefer doğru bir şekilde eklenir hikâyeler, belki bu sefer doğru şekilde yerleşir her şey yerli yerine, hayatlarımız yanlış zaman ve mekânlarda devam etmez belki. Anılar belki bu defa bir anlam bulur bir yerlerde, bir şeylerin içinde, hatırlarken, unutmuşken. Yakınlaştıkça uzaklaşan o mesafe bizim gerçeğimiz. Dokundukça kaybolan, dile döktükçe anlamsızlaşan. Anladığında bile yanlış yerlerinden anladığın, konuştuğunda susmaya meyilli o kelimeler, yanlış zamanda yanlış yere dökülüp harcanan o teşebbüsler…

Bundan sonra hatırlamasak bile unutmayacağımızı biliyorum. Her şey yeteri kadar yok olsa bile, ederi kadar bir şeyler yine kalacak. Bazı gerçeklerin, her ne kadar hayal gibi bile olsa, tamamen yok olmama gibi bir derdi var. Şimdiye kadar onca ölmeme rağmen, hâlâ bir yanım yaşıyor, tutunuyor, anlıyor, anlam kazanmaya çalışıyor. Bir küçücük yanım bazen kaç katı tükeniyor, üzülmesi gerektiği yerde üzülemiyor bazen. Aynı yerlerde yürüsek bile denk gelmeyecek, fark etmeyeceğiz biliyorum. Hem değiştiğimizden, hem de artık bir anlamı olmadığından. Görmeyeceğiz ama bileceğiz, bizim hikâyemizde tesadüfler yoktu hiç. Zamanın değil de, ölümün mü ayırması daha makbul olurdu bilemedim. Hayatın anlamsızlığına bir manasızlık da biz yükledik. Hayat bizi unuttu, gitti. Kimsenin anlatmadığı masalları, sen anlatınca toyluğumdan inandım. Nereden anlayabilirdim ki, önce masalların çürüdüğünü, sonra o inatçı inancın… Şimdi yeniden gelsek bile buralara, birbirimizin ne öldüğünü, ne güldüğünü bilemeyecek kadar uzağız artık. Tüm hikâyeler yeniden yazılsa, yeniden inanacak ne yürek var, ne de o cesaret. Tesellimiz belki de birlikte değil de ayrı yerlerde soluyor, farklı zamanlarda yandığımız, yalvardığımız gecelerde bizi bizden başkasının duymayışı. Söz dinlemez bu bilincimle nereye kadar unutacağım bilmiyorum, akıl almaz bir sancı içimde, yere göğe sığdıramıyorum, çok üzüldüğüm zamanlarda bile artık sadece uyuşuyorum, kendimi donduruyorum, kalbimi, ama belleğime bunca yitimle zincir vuramıyorum. Zaten ne zincirleri, ne de şu zamanı anlayamadım. Belki sen anlarsın bu hayatı bıraktığım bir yerden, ucundan, sonundan ama bir yerinden. Nedensizliğimi bulursun belki. Zamanın içindeki en hain akrepti bizi ayıran ve o bir türlü ulaşılamadığımız, koptuğumuz, savrulduğumuz o kıyıcı yollar.

İçindeki deliliklere anlam aramaya çalışmaktan yorulmuştu, en kötüsü de bu kadar sıkıldığını anlatamamak ve ispatlayamamaktı. Ne zaman başladığını bu bıkkınlığın artık hatırlayamayacak kadar eskilerde kalmıştı. Zaman birbirinin içine girmiş, her şey aynı bir tekdüzelikle ve yeterince hızla devam ediyordu. Rüyaları kitaplara, kitapları kendi zamanına karışmıştı, bu karmaşayı çözemediği içinde yaşadığının kaç katı yoruluyordu. Bu yorgunlukların da artık bir anlamı olmuyordu, tıpkı bıkkınlığın, zamansızlığın ve yokluğun olmadığı gibi. Anlamsızlık derin ve kalın bir sis gibi her yeri sarmıştı. Artık kurtulamayacağına ikna olmuş, belki de yok olmanın yollarını arayacak ve bulacaktı. Sanırım son umudu da bu yöndeydi.

Uçmakla düşmeyi, beklemekle susmayı karıştırdık biz. Karıştırınca kimin neyi istediği, aslında ne olduğu birbirine girdi ya da yer değiştirdi, orasını artık bilmiyorum. Ne olacağı ya da ne olmayacağı belirsizleşti böylece. Bu hikâyede kimse kimseyi anlamadı, diğer herkesin birbirini anlamadığı gibi. Bazen düşman olmak için anlamamak bile yetiyordu. Her dramdan iyi bir şey çıkacak diye bir şey yoktu, bazen hiçbir şey çıkmazdı, öyle de oldu. Ne hatıra, ne yaşanmışlık, ne hayaller. İçi boş bir şeyin patlaması gibi tuzla buz olup, yeniden birleşemeyecek kadar, parlayarak, parçalara ayrıldı. Düşünmeye artık vakit olmadığı için, düşünecek de bir şey aransa da bulunamadı. Geceleri benim görmediğim sair zamanlarda yine ev üzerime dökülecekti, yıkılmasa da… Yine gürültülü yağmurlara yağacak, herkes içindeki sessizliğe gömülecek, kulaklarını dış dünyaya kapatıp, iç kabuğundan medet umacaktı. Böylece belki biraz yenilenip, yeniden düşünme gücünü bulabildiğimizde, çıkıp içimizden, kaygılanmanın ve kederlenmenin bir yolunu bulup, ıstırabımıza bir kat daha ekleyebilecektik. Bazen günler, aylar geçse de hiçbir şey devam etmiyordu, bunu bilmek acıyla karışık bir şey, ifadesiz ve imgesiz.

06.06.2024 15:00
Nevin Akbulut