Browsing Tag

kâbus

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

İçten Bağıranlar

“Seni bildiğim kadar kendimi bilseydim böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum” diye yıllar öncesinde yazdığım bu cümle ile şimdilerde tek başıma ve yine birçok şeyle olduğu gibi tek taraflı tartışmalara giriyorum, dert buluyorum, içime sindiriyorum bu derdi. Tabi içimden, hesaplaşıyorum belki, telaşlanıyorum, yeni sezgiler ekleniyor derdime, kendime yaptığım haksızlıklara karşı ve rağmen. Bildiğimiz tüm doğrular unutuldukça, yerine yeni bağlanacağımız yalanlara yer açıyoruz. İhtiyacımızın ve güvenilirliğin bu olduğunu zannederek… Yalanın rahatlığındaki konfora muhtaçlık hissediyoruz, gerçekte olduğu gibi ruhun irdelenmesi, belleğin dürtüklemesi ilgilendirmiyor bizi çoğu kez, ta ki o hafızamızdaki dürtüler, bizi rahatsız edinceye kadar. Tüm unutulmayan o yaşanılanlar unutulmadığını kanıtlamak için bir yerde hatırlamak gerekiyor.

İyiyim dedikçe iyi olacağındaki inancını gönder bana, sıradan tüm Cumartesi’leri gibi bir günün biten solgunluğunda, önce saçlarımdan başladığımda silinmeye, en son gülümsemem silinirken, uyumdan uzak, merhamete yakın, beklemeler ertesi gibi bir günde tüm düşündüklerini olmasa da en çok düşündüğün şeyleri yolla bana. Solgunluğumuzdan kaçak bir hikâye çıkaracaktım, az daha kalsak öylece. Her an yitmeye teşne, hâlâ hayal ile gerçeği karıştırıyorum seni bulmak için, başka yapacak bir şeyim yok ki… Sıcaklığının uçuk kokusunda, olmamışlığın içinde, hiç olmayacaklarla birlikte imkânsızlığındaki süregelen sonsuzluğu gönder bana.

Bunaltıdan da bulantıdan da çok iyiydi bulanık olmak. İstediğinde silebilirdin, banyoda sıcak suyla buharlaşmış aynadan siluetini siler gibi. Aşk öğretildiği gibi değildi ya da kitaplarda yazdığı gibi, herkes kendi aldatmacasını kendi içinde safça yaşıyordu. Sabahleyin uyandığında gerçekliğini kendine ispatlamak için yanını kontrol eder gibi, içini yoklarsın. Bulamazsın hiçbir yerde, anlık gördüğün rüya gibi yok olur her şey, hatta o kadar çok yok olur, o kadar inkâra kalkışır ki her şey kayıtsızca… Sonunda ya hiç yaşamadığına inandırılırsın ya da hayalden ibaret olduğuna, sadece senin anladığın bir his, yalnızca senin duyumsadığın bir hayal gibi kalır içinde bir yerde o boşluk. Kendi sıcaklığından, onun dudaklarındaki sıcaklıktan bile şüpheye düşersin zamanla, böyle olmasa zaten nasıl katlanılabilirdi ki… Ortada bir inkâr varsa gereği yapılmalıydı, hem de hemen. Kendi içinde sürekli kaybolan birini bulsan ne olurdu ki? Sadece bulduğunu zannederdin, o kaldığı yerden kaybolmaya devam ederdi, edecekti. Yeni bir şeyin başladığı yok, sadece unuttuğun geçmiş, tekrar çıkınca yeni zannediyorsun. Yaşadıkların yaşayacaklarının teminatı gibi, oradan bir yere gidemiyorsun. Gelecek diye beklediklerin geçmişte bir yerlerde oldu ve bitti. Sen kendi noktalarından sorumlusun. Başladığını zannettiğin şeylerin başı yok, başlığı yok. Ortalarda, ucundan bucağından yakalarsan ne âlâ…

Parlaklığından sıkılmıştı, durmadan parlayıp bir zaman dilimi içinde birdenbire bir kıvılcım gibi sıçrayıp yok olacağının ayırdına varıp, kendi parlaklığını kendi elleriyle yok etmek istemişti.

Anlamsızlıklar bir sürü muamma biriktirdi içimde, kötülük edepsizce günyüzüne çıkarken, dize getirilen hep iyilikler oldu. Kaza kurşununa gitti ebediyete gizlediğim her şey. İçimdeki tedirginlikler de boyunun ölçüsünü aldı hâliyle, tıpkı benim gibi. Çözüldükçe manasızlaşan her bir anlam çivi gibi saplanıyordu zihnimin karanlığına, içimdeki inisiyatif alma cesaretlerim böylece değersizleşti, başkalaştı. Zaten hep bir şeylere bir miktar fazladan ilgi gösterdiğimde kendimle aramdaki uçurum açılıyordu, yabancılığıma başkalık ekleniyor, kendimi bilinmez bir yerlerde buluyordum. Demek ki her şey yerli yerinde değildi ya da istediğimiz zaman ya da durumlarda olamıyorduk veya hâlimizden memnun değildik ki, masallara inanıp, hayaller kuruyorduk, tüm bunlar için en cafcaflı kelimeleri seçiyorduk. Tamamen kusurlarla dolu birer varoluşsaldık, kendimi ne kadar daha yaşamaya ikna edebilecektim, kendimin ruhu azalmış, gücü tükenmek üzere olan, içinde sabır namına kırıntı belki azıcık kalan, kötü bir versiyonu gibi dolaşıyorum gün içinde. Yeniden doğmak, var olmak, baştan başlamak, küllerinden doğmak bana göre değil. Kişisel gelişim zırvalarını kati şekilde reddediyorum, biz gelişemiyoruz, bizim kusurumuz bu belki de, herkes kusurunu karşısına alıp, bunu kabullenmeli, belki o zaman biraz gelişiriz, gelişebilsek bunca kötü niyet rahatlıkla aramızda dolaşamaz, fesatlıktan beslenenler kolaylıkla varlığını sürdüremezdi. Başkalık ile aynılığı farklı yerlere koyabildiğimizde ancak gerçek duyarlılığı anlayabiliriz. Noktalardan yanayım, hadi biraz da virgül olsun hayatımızda, her şey tekrardan ibaretse, yeniden diye bir şey yok ve yeniden başlamak değil, eskinin devamı olacak. Bir paragrafı dosdoğru devam ettirdiğim için karamsar ya da kötümser zannediliyorum. Oysa sadece gerçeklerden yana olacak kadar cesaret taşıyorum içimde, belki herkesten biraz daha fazla. Görüyorum, gördüklerimin hakikatinden yanayım, tecrübenin içine katılan sahtelikten kaçınıyorum.

Kendi içindeki oyuna katılarak, inanıp, gerçeğin değil kurmacanın peşinde kaybolarak, yaşadığımızı varsayıyoruz, açık yüreklilikle söylenilen hiçbir şeyin cezasız kalmadığını, bedeliyle anlamış olduk. Hayatla kurgu birbirine karıştı, yapaylıkla yoğrulup, hakikati teğet geçiyoruz. İmkânlarımızı yitirip, olanaksızlığı başköşeye yerleştirdik. Sihirli sözcükler bile kurtaramıyordu artık bizi içimizin boşluğunda uçmaktan. Çoğumuz bu uçmadaki rotayı şaşmayı bekliyordu, kaybolmak için. Sonsuz hayali duyguların hayaletlere dönüşüyorken, hayat denilen hatanın içinde, arsızlığımızca varlığın hapsine kapanıyoruz.

Suskunluk benimle başlayan her şeyin başında geliyordu, bazen nereye sakladığımı bulamasam da. Bu yoğun soğuklukta kendi isteğimle, kendi ellerimden kaçmak istiyorum, bu soluklukta kendi suratıma yüz çeviriyorum.

Zamanın bir yerinde kurulmuş cümleler… Yıllar sonra bile bir araya geldiğinde hâlâ bir hikâye etmiyordu.

Sevmediğin, hatta kötü diye bildiğin kişiden bile bir şeyler öğreniyor insan yıllar içinde. Okunmuş, rastgele eline geçen bir kitapta, itinayla üzerinden geçilmiş, altları çizilmiş o cümlelerde ararsın bazen gerçeği, ne duygularla, hislerle çizilmişti, ne düşünülerek, ne yaşanılarak vurgulanmıştı o cümleler… Herkese başka şeyler hissettiren o kelimeler, acaba senin hissettiğinden daha fazlasını mı hissettirmişti ona? Dayanamamış, çizmiş, belirginleştirmiş, belki de bir çerçevenin içine almıştı, saklamak istemişti, içine almak, bağrına basmak, kalbine yakın bir yere koyup, bırakmak istemiş, en çok da içine dokunmuştu. Hikâye okuduğunu zannederken, belki de bambaşka bir öykü çıkıyordu hikâyenin içinden. Evet yıllar önce onun da söylediği gibi altı çizili satırlar, sonradan okuyan birinin dikkatini o cümlelerde yoğunlaştırmak için, bencilce yapılmıştı belki de, biz de gerçekten okurken o cümlelerin içindeki hikâyeye kapılıyor, düşünmeden edemiyor, kitapların bütün varlığından farkında olmadan uzaklaşıyorduk belki de… Hikâyenin içindeki hikâyeyi keşfetmeye çalışırken bir yandan da bunu düşünmeyi öğrenmiştim. Tüm bu boşluklar, iyileşememekler yaşanılanlardan değil, hikâyesizlikten oluyordu. Hayalsiz hikâyeler yaşıyor, hikâyesiz hayaller kuruyorduk. Birbirine bağdaşmayan her şey gibi; kırılıp, yok olup, onulmaz boşluklar birikiyor, mesafeler genişliyordu.

Birçoğu olamayacağı kişilere dönüşmeye çalışıyordu, asla üzerinde durmayacağı karakterlere bürünüp, dış dünyayı etkilemeye çalışıyorlardı. Kendine baktırmak, iyi ya da kötü ilgi çekmek tek odak noktaları idi. Ama bu zekâsız yapaylıkta kendilerinden neler kaybettiklerini, karakterlerinin bir daha hiç düzelemeyecek şekilde ucuzladığını hesaba katacak, duygu, düşünce, his ve sezgi yoktu. Bunları algılayacak tüm duyu organları sonsuza dek kapanmıştı.

Beynimde bir şeyler kırılıyordu, gecenin o sessizliğinde duyuyordum. Kalbimden sonra sıra beynime de gelmişti. Sonrası uyuyamamak, uyumadığın yaşayamamak… Yaşamamaya iyileşirken başladım, tam tersi olmalıydı biliyorum ama insan büyük bir marazdayken hiçbir şeyin ayırdına varamıyor, farkında olamıyor, o rahatsızlığın size bahşettiği sersemliğe gönül rahatlığıyla yaslanmaktan başka elden bir şey gelmiyor. Acı çekmekten, acının içinde devinmekten başka yapacak bir şey kalmıyor kimseye. Durup, geçmesini bekliyorsun, çoğu zaman geçmiyor. O yüzden birçok şeyin bilincine de tam iyileşme sırasında varıyorsun, çoğu bu durumu yeniden doğmak gibi değerlendirip, klişe kelimelerle süsleyip, teselli bulma ümidindeler biliyorum. Oysa eskiden yeni olmayacağı gibi az kullanılmış bir hayattan da yeni bir hayat doğmaz, çıkmaz artık anlıyorum. Boş ama biraz da gerekli tesellimiz bu laflar.

Bunca yıl yaşadığın hâlde hâlâ bağışıklık kazanamadığın ve kazanamayacağın şeyler var. Her kâbusun karşısında yine acemi, yine dünkü çocuk gibisin. Sabahlara kadar bildik kalp çarpıntıları, nerede yavaşlayacağını bilmeyen aksiyonlu kâbuslara karıştı. Dünya bu kadar korkunç bir yer olmasaydı, kâbuslarımız da bunca gerçek olmazdı, belki de hiç olmazdı kötü düşler. Onların olmadığı bir hayat artık yok. Sonuç yorgunluktan bir türlü arınamayan, kendini sürekli güvensiz hisseden bir ruh, savaştan çıkmış gibi bir hâl, içinde içten içe söylenmeler, yakınmalar, bulanmalar, içinden çıkamayacağın şeylerin içinde hapsolmak… Yine de hiçbir şey olmamış gibi yeni sabaha hazırlanmak. Herkesin kaygılandığı miktarca umuda ihtiyacı var. Yoksa o sabah olmazdı.

30.10.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sonra

Gördüğüm kâbuslar beni hiç haksız çıkarmadı, sağ olsunlar hiçbir zaman anlamsız çıkmadı, hiç boş yere rüyalarımı işgal etmediler. Ama bu anlam biraz fazla değil miydi? Yine de sen bilirsin ama ders vermenin başka ve daha acısız bir yolu yok muydu? Dünyanın sonu zannettiğim şeyler de sonu değilmiş, anlıyorum! Körmüşüm, görmüyordum ama hissediyordum, her şeyi anladım, artık biliyorum, o yarım öldüğümü gördüğüm rüya da gerçek oldu, yarımım gitti, geriye kalan boşluğun ölçüsünü vermeyeceğim, şimdilik kâbusları çekebilirsin artık Allah’ım! İnanmak istemediğim bu hisler de fazla geldi. Bir yerden sonra bela okumak ya da lanetlemek de bir şeye yetmiyordu. Şimdi tamamen ve her zaman daha ayık durmalıyım ki yeniden kanmayayım hayal dünyasına. Şimdi daha çok biliyorum kendimi, bir süre midem hiçbir şeyi almayacak, aklım her kitabı süzgeçlerine geçirmeden alıp, gönderecek, dinlediğim şarkıları bile bir süre anlamsız bulduğum şeylerle bağdaştıracağım. Ama sonra sonu olacak her şeyin, büyük, beklenen, özlenen bir son. Daha fazla acıya mahal vermeden. Dışarıdan bakan herkes anlamsız bulacak tüm bunları, neden bulamayacak çünkü nedenleri bile gizlemesini biliyorum, daha doğrusu o nedenleri paylaşacak kadar herhangi birine yakın değilim. Dikkatimi dağıtma çabalarım da hiçbir şeye yaramayacak. Her şeyin üzerinden yine uzun zaman hatta yıllar geçecek ama hiçbir şey yaşanmamış gibi olmayacak. Bazı kitapları anlamak için daha fazla acı çekmek lazımmış, her şeyin bir zamanı yokmuş, zamanı var dediğimiz her şey zaman israfıymış. Üstelik artık suskunluğumun da hiç kimseye bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Acı çektikçe özgünleşirsin, diğer insanlar genelde bunu sağlar.

Paragraflarımın arasına sıkışmış bir şiirdin, başka bir hikâyeden kaçmış gelmiş, yorgundun, dokunmadım, sevmedim. Hep böyle gidecek zannettim, sevdirene kadar direndin, kaldın, sonrası kimsenin hatırlamak istemeyeceği gibiydi. Uzaktın, uzaklar da sevilirdi bir yerden sonra, bakışlarına türlü anlamlar yükleyip, konuşturuyordum, oysa benim durumum tereddütten öteye gidemezdi. Sonunda tüketip gideceğini biliyordum, yine boşluğun yeri gitmeli kelimelerle dolacaktı, konuşmayı öğrettiğim gözlerine sözlerin en ağırının yerleşeceğini bilmiyordum, kimseye değil aslında, kendi çaylaklığıma içleniyorum, ölen çiçeklerin tekrar canlandığına nasıl da inanabildim, saksıları mezarları olmuştu, bunu anlamıyorum. Geri alınamayacak beddualar diziliyor ayaklarına, tövbeye ihtiyaç olmayacak yeminleri sıralıyorum içime, kaybedecek neyim kaldı diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bir dağım, bir yerim, bir hayalim yok belki de, böyle olunca merhem oluyor belki de acıyan yaraya, söylerken her şey daha kolaymış gibi geliyor, ama aradaki farkı ölçemem. Kolay kaybettin, şimdi zoru sırada. İnip, gittiğin o dağ yıkıldı, yok artık, bunun orta bir yolu da yok, zamansızlığı var, insafsızlığı var, içe akıtılan gözyaşlarıyla, hiçbir şeye yaramayan sadece boğazı tıkayan boş kelimelerle dolu düğümler var, kaçmıyoruz, gidiyoruz, şimdi belki daha iyi anlarız birbirimizi. Usanmışlıktan başka bir şey yok yolumda. Bir kere ağlarım geçer ve biter tüm bu belirsizlik. Zaten hep bir şey bittikten sonra yazarım şiiri, değişmeyeceğini biliyorum bazı şeylerin. Uyuyabildiğim için seviniyorum ama bunun sabahı var, uyanabildiğim için de kızgınım, uyurken tamamen yok olma hayaliyle geçiyorum uykuya.

Kendine yalanlardan bir dünya kurmuşsun, yalanlar seni güvenli bir ağ gibi sarmış, öyle inanıyorsun, her şeyin düzenli bir şekilde akıp, gittiğine ve hep böyle akışında gideceğine inanıyorsun. Bir tek inancının yalan olmasını istemiyorsun, yalanların bozulmasın diye çırpınıyorsun çünkü onların bozulması demek, rahatının yok olması demek.

Düşündüğüm her şeyin bazen ters olduğunu, zaten dünyaya da ters geldiğimi, hatta kendimin de bizzat ters birisi olduğumu kabullendim. Belki de bu yüzden diğerleriyle anlaşamamayı anlayışla karşılıyorum. Aksine bu korkunç da gelmiyor, yalnızlık hissi de vermiyor, tüm bunların yerini o farklılık fazlasıyla dolduruyor. Onlara göre beni hiçbir şey kurtaramaz ama bana göre de kurtarılmak istemiyorum. Neyi istersem tersinin olacağını çoktan öğrendim, neyle karşılaşırsam fikrimin değişmeyeceğini de biliyorum.

Utançtan daha çok utandıran bir şey varsa; o da utandığını söylemektir. Bir sürü kalp ağrısından ve gümbürtüsünden uyuyamadım çok gece, rahatsızlıkların hepsinin dayandığı bir hâl, durum, psikoloji var, şimdi burada böyle kâbus ya da rüyadan uyanıp, gerçek dünyaya hoş gelmemiş gibiyim. Kim bilir belki de yeniden giderim. Birilerinin kurgu olarak kurduğu düzeni, biz hayat diye yaşıyoruz. Burada olmaktan memnun değilim ama kimseden bir ayrıcalığım olmadığı ve olmayacağı için mutluyum.

Geçerken uğradığım soğuk duvarlarda geziniyor ellerim, senden önce en cansız zemine dokunmuştum. Sertliği kalmıştı dokunduğum yerlerde, ceza gibiydi. Üzerinde unuttuğum yaşama uğraşımla birlikte, suçüstü yakalanmış imgelerimi bırakıyorum. Ben hariç kimse bilmiyor buz tutmuş toprağı ancak buz gibi ellerle fark ettirmeden kazılabileceğini, soğumak için dünyanın soğumasını beklemeden, yanan kalbimle birlikte soğuk toprağın altına girmek için can attığımı. Canımı da beraberinde paraladığımı, hayatın içinden aldığım ateşimi cız diye öldüreceğimi. Kendimi bir kitabın arasında saklayıp, kurutmak istiyorum.

Kalbimle ciğerimin artık yer değiştirdiğini biliyordum, Bu tıkanıklık başka yerde olamazdı. Normale dönemeyeceğim gibi içimde kalayım istiyordum, bu boğuntudan kurtulmanın tek yolu belki biraz daha küçülmekti. Açıp, okuduğum şiirleri uyuyamadığım gecelerin yerine koymuştum, yastığa ya da birine sarılır gibiydi, sıcaktı, soğuk şeyleri özlüyordum.

İnkârlardan ve inançlardan geriye ne kaldıysa artık, doğaçlama. Yaşadığı acıları, travmaları, hisleri kendi içine bile itiraf edemezken, kalkıp bunu yazıyor, işte geceleri öldüren şey tam da bu. Gün boyu güneş içini ısıtırken, geceleri üşümeyi beklemiyorsun ama tam da bu yüzden hazırlıksız yakalanıyorsun. Kendinin sebep olduğu acılar bir yana bir de diğerlerinin neden olduğu acılardan kendi gururunu ayaklar altına alıp, bu yükü kabullenip, kendini cezalandırıyorsun. Onların sorumluluğundan feragat etmesini izlemek, bunu gördükçe kendine yüklediğin ağır ağrılar, bu yaşatmıyor. Biliyorsun adın gibi; kıyametin bu kadar uzun sürmeyip, bir yerde hem de yakında bir yerde kopacağını, görüyorsun, çoğu zaman kendi hikâyenin katili olurken, kendi kıyametinde en önemli rolü de sen sahipleniyorsun. Her şeyin bitmesini istiyorsun, üstelik sonraları yazmak istediğin şeyleri merak ederek.

Taze yaz yağmuru ve korktuğum bilekler. Sürekli acı çektiğine artık ikna olup da bu duruma alışmaya başladığında, her gelen acının daha büyük olması hâlâ şaşırtıyor bizi. Bakalım; içine sığındığın bu kabuğun tüm bu olanlara daha ne kadar dayanacak? Sonra ne olacak diye düşünmüyorum, belki de artık sonrası bile yok.

Bazı sözler vardır; zamanın seyrini değiştirip, durumları yaratır, tuzağına düşmemek gerek. Ben düştüm, zamanın seyrini boş verip, durumları düşündüm. Zaman yine bu arada değişmedi. Şimdi bize müthiş bir son gerek.

On Beş Ağustos İki Bin Yirmi 11:00
Nevin Akbulut