Browsing Tag

gitmek

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Onunla ya da Onsuz Yollar

Her sevgi beraberinde şüpheleri, her güven beraberinde korkuları getirir. İnişler, çıkışlar oluyordu, olacaktı da elbet, peki ya onlara gücün? Tükenmişken bu kadar, cevabı olmayan sorularla karanlık gecelerde uzaklara dalabilirsin ama öznesi olmayan tümcelerle hiçbir yere varamazsın.

Hayatımı savunurken, yalancı efsaneleri suçluyorum. Başka bir yolunu bulamadım, savuramadım derinlerdeki o inancı. Ulaşmak istediğim şeylere kavuşmanın yolunun; peşimi bırakmayan inatçı yalanlardan geçtiğini ve hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Kendi masalının içinde sürüklenirken, olmayacak şeylere inanma derdiydi bizi ayakta tutan. Mevsimlerin hep çiçeğe döndüğü, kötülüklerin artık bittiği, kâbusların giremediği rüyalar, yeterince istediğinde ulaşacağın o şeyler olmadığında yine suçluydu masallar. Kendime karşı ilk yalancı şahitliğim, çocukluğumu inciten her şey, altüst etmek bunca şeyi, okuduğum her şeye inanışım, tahammülüm, sabrım, istediğin şeylerin hep tersi oluşu ve beklediklerinin hiç gelmeyeceği, tahminlerinin çıkmayacağı, umduklarının olmayacağı… Neye yararı vardı tüm bu olurların, olmazların? Her şey bu kadar hareket hâlindeyken, durup, beklemek istedim, yorgunluğumdan, her şey yorulduğunda da tek başıma kalkıp, harekete geçecek bir şey umdum. Henüz bulamadım, ben zaten sadece umut etmeyi biliyorum. Olsa ne yaparım bilmiyorum, bildiğim adreslerin bile konumları yok hiçbir yerde, kimsenin bilmediği, isimsiz o yerde, aidiyetten uzak, orası güvenli hissettiğim yer olabilir ancak. Mekândan, zamandan uzak, varoluş için kaçınılmaz geçicilik koşulu, bulunmaktan çok ötelerde, korkunun büyüklüğü kadar, güvenilirliğin peşinden koşmak. Çarpıp, çıktığın kapılar seni beklemediği gibi, beklese bile bir işe yaramaz bazen.

Bizim iletişimimizdeki sorun ileteşememek, birbirini anlamamak adına kurulu. Anlayınca derdi büyüyecek çünkü başka bir şey olacak. Sadece sözel iletilerden ibaret, derinlerdeki keder, umutsuzluk, hüzün bunları taşıyamıyor. Sadece salt bilinen, açıklanabilen, yüzeysel görünürlerde olan darbeleri iletebiliyor. Varışlar, yollar, sallanışlar, sanrılar, sarınışlar yok. Boğulmanın izahatı yok. Gitmenin içindeki özlemi anlatabilecek bir yol da yok belki. Sürmesini bilmediğin bisikletin pedallarıyla, kıra döke, çarparak son sürat cehennemi boylamak. Çok tekrarlayınca anlamını yitireceğinin değişmeyecek garantisi… Eski tereddütlerinden kurtulup, yeni korkularına alışabildin mi? Sükûnetini koruyup, metanetine ulaşabildin mi?

Kırılmaları ne zamandır içimde biriktiriyordum. Sanki yoklarmış, orada değiller ya da olmamışlar gibi yapıyordum. Kırıldığımda saç diplerimden, kirpik uçlarıma kadar kırılıyorum. Şüphenin olması, bulduğumuzu zannettiğimiz şeylerin, aynı hızla kaybolabilecek olması, güvenin bunca yavan ve yapay olması. Anladığımızı zannettiğimiz şeylerin aslında anlaşılamaması, kendimizi kırabilir, karşımızdakini üzebilme ihtimali. Ufacık, saçma bir sebepten her şeyin bir anda yok olabilmesi, garantisiz zamanların tek güvenilirliği bunu bilmek. Yine de buna alışmak, bu şüpheyi içine sindirmek ne güç. Beklentisiz olmak böyle bir şey mi? Hem kırılmamayı, anlaşılmayı beklemek de girer mi bu beklentisizliğin içine? Bence girmez, yolunu böyle bulamaz cümleler, sağa sola çarpar, kaybolurlar, insan böylece ne diyeceğini yitiriyor işte. Dediğimize kendimiz bile inanmamışız, neyin rolünü üstlendik böyle bilmiyorum. Sahtekârlık bu belki de, şimdi bunca olmaz dediğimiz şeyler olunca hangi yalanı çürütmüştük biz ya da hangi doğrunun içindeyiz bilmiyorum. İçim buradan kırılıyor, anlatamadığım için de kırılıyorum, anlatabilsem, anlayacağını bildiğim için de kırılıyor içim.

Bu problemler bende havuz etkisi yaratıyor. Her şeyi en başından başlamak ya da bitirmek, bitirip, yeniden doldurmak… Belki bu sefer doğru bir şekilde eklenir hikâyeler, belki bu sefer doğru şekilde yerleşir her şey yerli yerine, hayatlarımız yanlış zaman ve mekânlarda devam etmez belki. Anılar belki bu defa bir anlam bulur bir yerlerde, bir şeylerin içinde, hatırlarken, unutmuşken. Yakınlaştıkça uzaklaşan o mesafe bizim gerçeğimiz. Dokundukça kaybolan, dile döktükçe anlamsızlaşan. Anladığında bile yanlış yerlerinden anladığın, konuştuğunda susmaya meyilli o kelimeler, yanlış zamanda yanlış yere dökülüp harcanan o teşebbüsler…

Bundan sonra hatırlamasak bile unutmayacağımızı biliyorum. Her şey yeteri kadar yok olsa bile, ederi kadar bir şeyler yine kalacak. Bazı gerçeklerin, her ne kadar hayal gibi bile olsa, tamamen yok olmama gibi bir derdi var. Şimdiye kadar onca ölmeme rağmen, hâlâ bir yanım yaşıyor, tutunuyor, anlıyor, anlam kazanmaya çalışıyor. Bir küçücük yanım bazen kaç katı tükeniyor, üzülmesi gerektiği yerde üzülemiyor bazen. Aynı yerlerde yürüsek bile denk gelmeyecek, fark etmeyeceğiz biliyorum. Hem değiştiğimizden, hem de artık bir anlamı olmadığından. Görmeyeceğiz ama bileceğiz, bizim hikâyemizde tesadüfler yoktu hiç. Zamanın değil de, ölümün mü ayırması daha makbul olurdu bilemedim. Hayatın anlamsızlığına bir manasızlık da biz yükledik. Hayat bizi unuttu, gitti. Kimsenin anlatmadığı masalları, sen anlatınca toyluğumdan inandım. Nereden anlayabilirdim ki, önce masalların çürüdüğünü, sonra o inatçı inancın… Şimdi yeniden gelsek bile buralara, birbirimizin ne öldüğünü, ne güldüğünü bilemeyecek kadar uzağız artık. Tüm hikâyeler yeniden yazılsa, yeniden inanacak ne yürek var, ne de o cesaret. Tesellimiz belki de birlikte değil de ayrı yerlerde soluyor, farklı zamanlarda yandığımız, yalvardığımız gecelerde bizi bizden başkasının duymayışı. Söz dinlemez bu bilincimle nereye kadar unutacağım bilmiyorum, akıl almaz bir sancı içimde, yere göğe sığdıramıyorum, çok üzüldüğüm zamanlarda bile artık sadece uyuşuyorum, kendimi donduruyorum, kalbimi, ama belleğime bunca yitimle zincir vuramıyorum. Zaten ne zincirleri, ne de şu zamanı anlayamadım. Belki sen anlarsın bu hayatı bıraktığım bir yerden, ucundan, sonundan ama bir yerinden. Nedensizliğimi bulursun belki. Zamanın içindeki en hain akrepti bizi ayıran ve o bir türlü ulaşılamadığımız, koptuğumuz, savrulduğumuz o kıyıcı yollar.

İçindeki deliliklere anlam aramaya çalışmaktan yorulmuştu, en kötüsü de bu kadar sıkıldığını anlatamamak ve ispatlayamamaktı. Ne zaman başladığını bu bıkkınlığın artık hatırlayamayacak kadar eskilerde kalmıştı. Zaman birbirinin içine girmiş, her şey aynı bir tekdüzelikle ve yeterince hızla devam ediyordu. Rüyaları kitaplara, kitapları kendi zamanına karışmıştı, bu karmaşayı çözemediği içinde yaşadığının kaç katı yoruluyordu. Bu yorgunlukların da artık bir anlamı olmuyordu, tıpkı bıkkınlığın, zamansızlığın ve yokluğun olmadığı gibi. Anlamsızlık derin ve kalın bir sis gibi her yeri sarmıştı. Artık kurtulamayacağına ikna olmuş, belki de yok olmanın yollarını arayacak ve bulacaktı. Sanırım son umudu da bu yöndeydi.

Uçmakla düşmeyi, beklemekle susmayı karıştırdık biz. Karıştırınca kimin neyi istediği, aslında ne olduğu birbirine girdi ya da yer değiştirdi, orasını artık bilmiyorum. Ne olacağı ya da ne olmayacağı belirsizleşti böylece. Bu hikâyede kimse kimseyi anlamadı, diğer herkesin birbirini anlamadığı gibi. Bazen düşman olmak için anlamamak bile yetiyordu. Her dramdan iyi bir şey çıkacak diye bir şey yoktu, bazen hiçbir şey çıkmazdı, öyle de oldu. Ne hatıra, ne yaşanmışlık, ne hayaller. İçi boş bir şeyin patlaması gibi tuzla buz olup, yeniden birleşemeyecek kadar, parlayarak, parçalara ayrıldı. Düşünmeye artık vakit olmadığı için, düşünecek de bir şey aransa da bulunamadı. Geceleri benim görmediğim sair zamanlarda yine ev üzerime dökülecekti, yıkılmasa da… Yine gürültülü yağmurlara yağacak, herkes içindeki sessizliğe gömülecek, kulaklarını dış dünyaya kapatıp, iç kabuğundan medet umacaktı. Böylece belki biraz yenilenip, yeniden düşünme gücünü bulabildiğimizde, çıkıp içimizden, kaygılanmanın ve kederlenmenin bir yolunu bulup, ıstırabımıza bir kat daha ekleyebilecektik. Bazen günler, aylar geçse de hiçbir şey devam etmiyordu, bunu bilmek acıyla karışık bir şey, ifadesiz ve imgesiz.

06.06.2024 15:00
Nevin Akbulut