Browsing Tag

dergi

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sonra

Gördüğüm kâbuslar beni hiç haksız çıkarmadı, sağ olsunlar hiçbir zaman anlamsız çıkmadı, hiç boş yere rüyalarımı işgal etmediler. Ama bu anlam biraz fazla değil miydi? Yine de sen bilirsin ama ders vermenin başka ve daha acısız bir yolu yok muydu? Dünyanın sonu zannettiğim şeyler de sonu değilmiş, anlıyorum! Körmüşüm, görmüyordum ama hissediyordum, her şeyi anladım, artık biliyorum, o yarım öldüğümü gördüğüm rüya da gerçek oldu, yarımım gitti, geriye kalan boşluğun ölçüsünü vermeyeceğim, şimdilik kâbusları çekebilirsin artık Allah’ım! İnanmak istemediğim bu hisler de fazla geldi. Bir yerden sonra bela okumak ya da lanetlemek de bir şeye yetmiyordu. Şimdi tamamen ve her zaman daha ayık durmalıyım ki yeniden kanmayayım hayal dünyasına. Şimdi daha çok biliyorum kendimi, bir süre midem hiçbir şeyi almayacak, aklım her kitabı süzgeçlerine geçirmeden alıp, gönderecek, dinlediğim şarkıları bile bir süre anlamsız bulduğum şeylerle bağdaştıracağım. Ama sonra sonu olacak her şeyin, büyük, beklenen, özlenen bir son. Daha fazla acıya mahal vermeden. Dışarıdan bakan herkes anlamsız bulacak tüm bunları, neden bulamayacak çünkü nedenleri bile gizlemesini biliyorum, daha doğrusu o nedenleri paylaşacak kadar herhangi birine yakın değilim. Dikkatimi dağıtma çabalarım da hiçbir şeye yaramayacak. Her şeyin üzerinden yine uzun zaman hatta yıllar geçecek ama hiçbir şey yaşanmamış gibi olmayacak. Bazı kitapları anlamak için daha fazla acı çekmek lazımmış, her şeyin bir zamanı yokmuş, zamanı var dediğimiz her şey zaman israfıymış. Üstelik artık suskunluğumun da hiç kimseye bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Acı çektikçe özgünleşirsin, diğer insanlar genelde bunu sağlar.

Paragraflarımın arasına sıkışmış bir şiirdin, başka bir hikâyeden kaçmış gelmiş, yorgundun, dokunmadım, sevmedim. Hep böyle gidecek zannettim, sevdirene kadar direndin, kaldın, sonrası kimsenin hatırlamak istemeyeceği gibiydi. Uzaktın, uzaklar da sevilirdi bir yerden sonra, bakışlarına türlü anlamlar yükleyip, konuşturuyordum, oysa benim durumum tereddütten öteye gidemezdi. Sonunda tüketip gideceğini biliyordum, yine boşluğun yeri gitmeli kelimelerle dolacaktı, konuşmayı öğrettiğim gözlerine sözlerin en ağırının yerleşeceğini bilmiyordum, kimseye değil aslında, kendi çaylaklığıma içleniyorum, ölen çiçeklerin tekrar canlandığına nasıl da inanabildim, saksıları mezarları olmuştu, bunu anlamıyorum. Geri alınamayacak beddualar diziliyor ayaklarına, tövbeye ihtiyaç olmayacak yeminleri sıralıyorum içime, kaybedecek neyim kaldı diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bir dağım, bir yerim, bir hayalim yok belki de, böyle olunca merhem oluyor belki de acıyan yaraya, söylerken her şey daha kolaymış gibi geliyor, ama aradaki farkı ölçemem. Kolay kaybettin, şimdi zoru sırada. İnip, gittiğin o dağ yıkıldı, yok artık, bunun orta bir yolu da yok, zamansızlığı var, insafsızlığı var, içe akıtılan gözyaşlarıyla, hiçbir şeye yaramayan sadece boğazı tıkayan boş kelimelerle dolu düğümler var, kaçmıyoruz, gidiyoruz, şimdi belki daha iyi anlarız birbirimizi. Usanmışlıktan başka bir şey yok yolumda. Bir kere ağlarım geçer ve biter tüm bu belirsizlik. Zaten hep bir şey bittikten sonra yazarım şiiri, değişmeyeceğini biliyorum bazı şeylerin. Uyuyabildiğim için seviniyorum ama bunun sabahı var, uyanabildiğim için de kızgınım, uyurken tamamen yok olma hayaliyle geçiyorum uykuya.

Kendine yalanlardan bir dünya kurmuşsun, yalanlar seni güvenli bir ağ gibi sarmış, öyle inanıyorsun, her şeyin düzenli bir şekilde akıp, gittiğine ve hep böyle akışında gideceğine inanıyorsun. Bir tek inancının yalan olmasını istemiyorsun, yalanların bozulmasın diye çırpınıyorsun çünkü onların bozulması demek, rahatının yok olması demek.

Düşündüğüm her şeyin bazen ters olduğunu, zaten dünyaya da ters geldiğimi, hatta kendimin de bizzat ters birisi olduğumu kabullendim. Belki de bu yüzden diğerleriyle anlaşamamayı anlayışla karşılıyorum. Aksine bu korkunç da gelmiyor, yalnızlık hissi de vermiyor, tüm bunların yerini o farklılık fazlasıyla dolduruyor. Onlara göre beni hiçbir şey kurtaramaz ama bana göre de kurtarılmak istemiyorum. Neyi istersem tersinin olacağını çoktan öğrendim, neyle karşılaşırsam fikrimin değişmeyeceğini de biliyorum.

Utançtan daha çok utandıran bir şey varsa; o da utandığını söylemektir. Bir sürü kalp ağrısından ve gümbürtüsünden uyuyamadım çok gece, rahatsızlıkların hepsinin dayandığı bir hâl, durum, psikoloji var, şimdi burada böyle kâbus ya da rüyadan uyanıp, gerçek dünyaya hoş gelmemiş gibiyim. Kim bilir belki de yeniden giderim. Birilerinin kurgu olarak kurduğu düzeni, biz hayat diye yaşıyoruz. Burada olmaktan memnun değilim ama kimseden bir ayrıcalığım olmadığı ve olmayacağı için mutluyum.

Geçerken uğradığım soğuk duvarlarda geziniyor ellerim, senden önce en cansız zemine dokunmuştum. Sertliği kalmıştı dokunduğum yerlerde, ceza gibiydi. Üzerinde unuttuğum yaşama uğraşımla birlikte, suçüstü yakalanmış imgelerimi bırakıyorum. Ben hariç kimse bilmiyor buz tutmuş toprağı ancak buz gibi ellerle fark ettirmeden kazılabileceğini, soğumak için dünyanın soğumasını beklemeden, yanan kalbimle birlikte soğuk toprağın altına girmek için can attığımı. Canımı da beraberinde paraladığımı, hayatın içinden aldığım ateşimi cız diye öldüreceğimi. Kendimi bir kitabın arasında saklayıp, kurutmak istiyorum.

Kalbimle ciğerimin artık yer değiştirdiğini biliyordum, Bu tıkanıklık başka yerde olamazdı. Normale dönemeyeceğim gibi içimde kalayım istiyordum, bu boğuntudan kurtulmanın tek yolu belki biraz daha küçülmekti. Açıp, okuduğum şiirleri uyuyamadığım gecelerin yerine koymuştum, yastığa ya da birine sarılır gibiydi, sıcaktı, soğuk şeyleri özlüyordum.

İnkârlardan ve inançlardan geriye ne kaldıysa artık, doğaçlama. Yaşadığı acıları, travmaları, hisleri kendi içine bile itiraf edemezken, kalkıp bunu yazıyor, işte geceleri öldüren şey tam da bu. Gün boyu güneş içini ısıtırken, geceleri üşümeyi beklemiyorsun ama tam da bu yüzden hazırlıksız yakalanıyorsun. Kendinin sebep olduğu acılar bir yana bir de diğerlerinin neden olduğu acılardan kendi gururunu ayaklar altına alıp, bu yükü kabullenip, kendini cezalandırıyorsun. Onların sorumluluğundan feragat etmesini izlemek, bunu gördükçe kendine yüklediğin ağır ağrılar, bu yaşatmıyor. Biliyorsun adın gibi; kıyametin bu kadar uzun sürmeyip, bir yerde hem de yakında bir yerde kopacağını, görüyorsun, çoğu zaman kendi hikâyenin katili olurken, kendi kıyametinde en önemli rolü de sen sahipleniyorsun. Her şeyin bitmesini istiyorsun, üstelik sonraları yazmak istediğin şeyleri merak ederek.

Taze yaz yağmuru ve korktuğum bilekler. Sürekli acı çektiğine artık ikna olup da bu duruma alışmaya başladığında, her gelen acının daha büyük olması hâlâ şaşırtıyor bizi. Bakalım; içine sığındığın bu kabuğun tüm bu olanlara daha ne kadar dayanacak? Sonra ne olacak diye düşünmüyorum, belki de artık sonrası bile yok.

Bazı sözler vardır; zamanın seyrini değiştirip, durumları yaratır, tuzağına düşmemek gerek. Ben düştüm, zamanın seyrini boş verip, durumları düşündüm. Zaman yine bu arada değişmedi. Şimdi bize müthiş bir son gerek.

On Beş Ağustos İki Bin Yirmi 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tedirginliğin Cehennemi

Kendi üzüntülerinden çok başkalarının sevinçlerine katlanamıyorsan, manasızca bencilsindir. Eğer en üzgün olduğunda birilerinden teselli bekliyorsan hiçbir zaman vaktinde yetişmez o teselli. Muhtemelen ihtiyacın kalmadığında, anlamını yitirdiğinde ulaşır. Bunu unutacak bir neden göremiyorum. Teselliyi de umutla birlikte can çıkmasa da raflarına kaldırdım. Bir şey oldu aniden, bir lamba yanar gibi, kızmamaya başladım, olgunluktu belki ya da kızmak için herhangi bir hissin veya hareketin olmayışıydı. Eksiklik boşluktu ama iyi geliyordu, tedavi gibi. Ne oluyorsa oluyor, bir dakika bile geçmezsen onca yıl geçiyor ya değmeden, dokunmadan, bulaşmadan, iz bırakmadan. Artık diyorsun bana hiçbir şey olmaz, hiç kimse bana bir şey yapamaz ama öldürürler, insanlar birbirini öldürebiliyor, durup dururken, bahaneli, bahanesiz ve acımasızca. Kimsenin artık hiçbir şey yapamayacağı inancını da başka bir yere kaldırdım. İnsanlar bile isteyerek hem de çok şey yapıyorlar, yapabiliyorlar. Affedilmeyecek şeyleri bile affedebiliyorlar, sırf kendi rahatları, huzurları için. Affetmiyorum, sırf onlardan olmak için sarf ettiğim çaba için en çok da kendimi affetmiyorum. Onlardan olmamı hak etmiyorlardı belki de, bu uğraş, gayret, sarf, bu uyum isteği, bu yalnız kalmama çabası, birlik, beraberlik, düzen falan, hepsi birer safsata, hepsi palavra. Tedirginliğin de gideceği bir cehennem vardır elbette.

Bir kez daha ıskaladı kaza kurşunu diye umduğum şey, kaza süsüne dönüştü. Hayatın tadı yeterince genzimi yakıyordu, kelimeler ustura gibi boğazımı kesiyordu. Bir derde düşme hayaliyle yanıp, tutuşurken hiç ummadığım anda aşkımı dert yapıp, ona teşne olmuştum. Dert olmuştu sonunda bana bu ve kolayca atamayacaktım. Çamurlu sulardan kendime şeffaf balıklar seçiyordum, yaşasınlar diye can yelekleri takıyordum. Süse dönüştü acılar bile, süslemesini bildim, kapatmasını ya da başka bir şeye dönüştürmesini. Altında kalan izleri hesaba katmadan yüzeysel acıların peşine düştüm. Görünürde acı versin istiyordum tüm acılar, içerde, derinde kalmasın istiyordum, bu sızıyla, bu yanıp, tutuşmayla dost olunamayacağını da o anda anlamıştım. Beni öldürmeye çalışan şeyin acılar da olmadığını anladım, onlar orada öylece sürünmemi, ölmememi istiyordu, tıpkı senin gibi. Eğer yaşarsam devam edecekti çünkü her şey, ben var oldukça bu acılar da var olacaktı, dolayısıyla her fani gibi onlar da göçmek istemiyorlardı. Başım dönsün istiyordum, dünya çok büyüktü kafamın kaldıramayacağı kadar, midemi bulandırıyordu bu büyüklük. Ne kadar gerçek olursam o kadar güzel biterim zannettim, inandığım şeyler de bana tıpkı inançlar gibi sahip çıkarlar zannettim, hiçbir yalanla ölçülemeyecek kadar yalnız bırakmışlardı beni. Oysa böyle divane biteceğim belliydi, en başından beri, benim hatam belki de korkuyu unutmak ya da ertelemekti.

Koltuk deseni gibi oturduğum günlerde benim sorunum, hiçbir koltuğa uymamış, yine de hiçbir yere gidememiş olmamdı. Kokuşmuş dünyaya göre gereksiz şekilde duyarlı, sabırsız insanlara göre fazla hayalperest, otoriteye göre fazla naiftim. Zamanı israf etmekten çekinmez, durup, beklemekten sıkılmazdım ama başka bir zamanın ortasında oradan oraya savrulmaktan da sıkılabilirdim. Amaçsız bir böcek gibi yaşamayı dileyebilirdim ama araya bir sürü şiir girdi, aramıza bir sürü yazı girdi, mesafelerimizin arasına dünya dolusu kitap girdi, hepsinde gözlerim ayrı doldu, kimilerinde taştı, dökecek kap bulamadım. Hiçbir şey yapmadan oturmak insanlığın lüksüydü, mücadele etmek ve bununla övünmek aynı zamanda da savunmak gerekiyordu çünkü herkes savaşa inanıyordu, durup, beklemeye değil. Durup, bekleyince bir şey yapmış olmuyordun, diğerleri gibi gitmedikçe yaşamış olmuyordun.

Beğenmediğim şu hayat bir gün bana da kapıyı gösterip, kovsun diye bekliyorum. Savaşmayı sürekli savunan insanların gerekçelerini, doğasını kazıdım ki içime, savaşmayayım diye, öyle olmayayım, böyle durayım, tam tersini yapayım diye. Savaşamazsa çünkü insan içiyle savaşır ömür boyu ve bir başkasındansa kendini daha kolay öldürür, işte belki de tam da bu yüzden böyle yaptım, içimle arama kimse girmesin istedim. Başkalarından bunalıp, boğulmaktansa kendi ellerimle kendimi boğmayı istedim, bu fırsatı kimsenin ellerine bırakamazdım.

Sanki bir tek ben mi hayal kırıklığına uğramıştım? Gözyaşlarım yükseldikçe susmalarımı büyüttüğüm, sahiciliğimi bir kenara terk edip, zaman neyse daha hızlı geçecekse ona yönelmenin menfi zararına rağmen, yine de en az kendimi düşündüğüm için, beynimde kuşkulardan örülmüş bir bomba, her gece o bomba ile aynı yastığı paylaşıyorum. Umduğum şeylerin yine de olmamasını umuyorum. Yaşamın içinde içime sinmeyen şeyler var, elime aldığımda ellerimi yakan şiirler var. Kimseye açıklayamadığım kelimeler var. İyimserlik saflık içerir. Çiçeklerin açmadığı, ağaçların olmadığı, toprağın öldürdüğü betonların üzerinde iyimserlik çivi gibi batar gözlerime. Rüzgâr artık okşayan değil, savuran, hırpalayan, ağaçların, çiçeklerin intikamını almaya gönüllü, biz de anlamakta gönülsüzüz. Kanıyor işte kelimeler, kanıksayamadığım bu. Düşünemiyorsun, öyleyse çürümüşsün.

Sanıyorsun ki buğulu camların arkası sonsuz boşluk, bulutların kapladığı gökyüzünde hiç güneş yok, zannediyorsun ki şu kara günlerin ardından iyi ve yenileri gelmeyecek. Yerin altını umuyorum, belki daha güzeldir. İnancım hayal kırıklığına uğramadan önce, daha afili cümleler kurabilirdim belki de, tıpkı eskiden olduğu gibi. O balonların bir daha uçamayacağındaki boşluğu tarif edemiyorum tıpkı o kuşların da bir daha uçamayacağını bildiğimdeki sessizlik gibi bazı hikâyeler, var ama hükümsüz, yargısız, öylesine duruyor.

Kıta değiştirilince masada unutulan kitap gibi şaşkınım, neyi yazabilmekten ziyade, neyi yazamadığını bilmek gibi bu daha önemli. Bazen sadece bir koku yetişir imdadına, seni bu zamandan koparıp, ta çocukluğuna götürür, o huzura, o tanıdık kucağa. Küçücük burnum var ve hep onun dediği oluyor, bu hiç değişmedi. Gelecekte olacak şeyler belliyse eğer, istemek, tutturmak, inat etmek neden? Umut boşuna çaba mı bundan bile şüpheliyim artık. Akışına bırakmak her şeyi tek şifa, tek teselli gibi, hoş bu kelimeleri de çok sevmiyorum ama diğer herkese benzemenin, dikkat çekmemenin ve araya kaynamanın şartı belki de bu.

İçimde tuhaf, anlaşılmaz bir üşüme var. Tüm bunları düşünmek bir tek benim aklıma gelmiş gibi bir yalnızlık, anlatsan anlaşılmayacak, söylesen mecalin eksik. Hiç özlemedim ben, özlemenin yükünü kuşlara, çiçeklere, sahile bıraktım. Özleyebilenlerin çabasına da hayranım. Benimle gülenleri unuttum da ağlayanları unutamıyorum halbuki çoğu için tam tersiydi. Güçlü duyguların delilikten geçtiğini anlamam çok zaman almadı. Durdun, saklandın, kaçtın, gittin, bekledin peki şimdi bulunduğun şu zamandaki kendinden memnun musun? Aklım uçuk bir pembede, öylece salınıyor, kalbim o iyot kokusunda parçalanıyor.

Özlemin, umudun yerini alan boşluk, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilmenin rahatsızlığı, inancın zedelenmesi ve buna alışmış olduğun hâlde eskisinden daha fazla dokunmasındaki neden o boşluğun hiçbir zaman tamamlanmayacağı. İnsan kendi travmasına sahip çıkmalı. Tanıyordum bu dengesizliği ama sorumlusunu ayıramıyordum. Bazen var mıyım yok muyum farkına bile varamıyorum, bilincimin bana kötü bir şaka yaptığını biliyorum, ağrılarım olmasa varlığımı unutacağım. Ama yine de ağrının da hayırlısı, katlanılabilir olması, aniden çıkmaması ve dayanılır olması temennim. Dünyanın girişinde sanki; “gamsız girilmez” yazıyordu…

Otuz Bir Ocak İki Bin Yirmi 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime bile benzemiyorum

Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Nar gibi değildim ama ben de kendime göre dağılıp, duruyordum. Dağılmam için yere çarpılmam da gerekmiyordu, köze gelmeden kül olabiliyordum, aradaki zaman yaşanmamış değil, harcanmış gibi oluyordu. Çölde seni yeşil bir dal zannetmiş olabilirim, seraplığıma ver, yaz günü kurumuş içimin yangınına ver, bir şeylere ver ama sevgime verme. Deli dolu söylendiğime bakma, tümünde gerçeklik var, hoşuna gitsin ya da gitmesin diye değil öyle olduğu için. Sazın, sözün, rakının yanında güzel gitsin diye de konuşmuyorum. Dert olsun diye hiç değil, kanımdan beslenmeyi amaç edinen sırtlan gibi duyguların da olduğunu bil diye söylüyorum. İçim içimi yemese, içim içime sığmazdı. Direnmesem bir şeylere çoktan gitmiştim buralardan, böyle gülüp, oturamazdım şurada.

Öğün atlar gibi atladım yıllarımın üzerinden, gelen geldi, giden gitti, yiten yitti, ben aynı kalakaldım bir düşün ortasında. Artık kelimeler pek tenha, kendi anlamlarını çağrıştıramıyor. O soğuk kış gününde, sislerin içinden geçerken, montunun cebinde ellerim vardı. Kokusuna belâ bulaşmış zifiri bir gecede, dumanı masmavi, közü kıpkırmızı, yanmış ve yarıda kalmış bir sigara izmariti gibi yürüyorum; içimdeki çok şarkı, az umut, bol hayalle birlikte.

Issız bir sokaktan, ıssız olmasına rağmen güvenle, bildik bir sıcaklıkla ilk kez geçerken bir daha aynı sokaktan aynı saatte geçsen bile o tuhaf duyguyu hiç hissedemeyecek olmanın hüznü gibi bazı insanlarla karşılaşmamız. İkinci sefer gördüğümüzde o ilk hissettiğimiz gibi olmayacak, belki de artık her şey böyle, çabucak, kolayca ve hunharca tükettiğimiz için. Harcadığımız için.

Limanından ayrılan geminin gölgesinin düşmesi denize, vapurun o acı bir şekilde çalan düdüğü ya da şehirlerarası yolculuklarda insanların uykulu ve daha çok hüzünlü olması mola yerlerinde, ayrılığı tatmamış birisine hiçbir şey ifade etmez. Bir yerdeyken başka bir yeri özlüyorum, uzaktayken evimi, evdeyken sokakları, hatta aşk acısını bile. Gereksiz kahkahaları duyuyorum sahte, sarhoş ağızlarda, sonra özlediğim her şeyden pişman oluyorum. Ben bazen de öldüğümü özlüyorum, kendime bile benzemiyorum. Beklediğin şey kitaplarda karşına çıkacak diye yıllarca kendini kandırdın, Alfabenin sonuna doğru, kenara bir yere tıkıştırılmış bir harf gibiyim. Sesim yok, buna rağmen duruyorum onlardan biri gibi, gömülemez bir beladan başka bir şey değilim belki. Bu dünyayla aramdaki uçurumu daha da derinleştiriyor, ne zaman ağzımı açsam biraz daha yanlış anlaşılmak için açmış olacağım endişesi beni tehlikeli bir şekilde susturuyor.

Sende kalsın kafamı süslediğim kelimelerin buğusu, kırık kalbim, ezip, marmelat yaptığım o derin ama çok derine gömdüğüm duygularım, bir işe yaramıyorlardı yer tutmaktan başka. Sezgilerim bende kalmaya devam etsin ki inanmadığım hâlde başıma gelenleri hatırlatıp, içime dizilsin. Dikilsin kötülüğün ateşi hep karşıma, ben yine içimden bildiğim şarkıları söyleyeceğim, dilim yansa da… Sekseninci katta bir perde gibi lüzumsuz ama salınmış durayım, rüzgârın çıktığı gecelerde sokaklarda unutsunlar beni, uyutsun yıldızlar, kollarımı iki yana sarkıtıp, kalayım. Sabah güneş doğunca hatırlasın beni o pencere. Yukarı çıkınca mı daha özgür oluyorduk? Yoksa dibimize gömdüğümüz duyguları daha derine atınca mı? Derine saklandıkça dışa vuracağımızı bilmiyor muyduk? Diplerin de bir sonu olduğuna, varamadığımızdan mı inanmadık? Sağ gözümü sana daha yakın hissediyordum, sol gözüm daha çok üşüyordu, kirpiklerimi kopardım, yanmışlardı. Bir zamanlar mavi bir duvar sevmiştim, yıkıldı… Benden bu kadar, lanetimi kimseye miras bırakmayacağım, içimde götüreceğim. Bu bile bana duyacağınız bir minneti size borç bıraktığımı gösterir, üstelik onca keşkeye rağmen. Nüfustan henüz ölü olup, düşmesek bile, bu bizim çürümüş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Zaman geçtikçe ölümden korkmak, yaşadıkça yaşamayı istemek değil de, yaşama alışmaktan ve bu alışkanlığın bozulmasından korkmak. Yoksa yaşadıkça hayatın tatlı falan geldiği yok, bunu çürümüş birisi çok iyi bilir ve bu çürümüşlüğünü söyleyebilen kişi daha da fazla bilir.

Azımsanmayacak kadar çürümüşüz, az olmayacak kadar delilik ve bir o kadar da ölüm. Yeni doğan birisi bile ölümü hatırlatıyor, doğmanın şartı ölmek çünkü önce sürünerek, sonra yuvarlanarak en sonunda ayağa kalktıkça yükseldiğini zannettiğin boşluklara düşerek. Eski tanıdıklara yeni günahları göstermek için biraz daha kıvılcım, küf kokan ve toza bulanan dünyadan boşuna kaçma çabaları, bunun tek katlanılır yanı eninde sonunda bir ceset olacağımız gerçeği, seviyoruz, seviniyoruz işte, yaşamın katlanılır yanı.

Arafta bir karakter, sabun olmayı bekleyen. Toprağımı kendi üzerimde taşıyorum, gözlerim desen gibi çizilmiş tenime, baktığım yerlerin haberi yok. Akranı değilim kimsenin ve şeylerin, geçmişe tutamadığım kafayı gelecekte bulamıyorum. Köz yangınını savurduğum geceyi yaktığım günlerin sabahlarında aradığım şeyi yine bulamadım, yalnızca bir his bu, esaret gibi, gölge gibi beni takip eden. Delilik bence; iç dünyanı dış dünyaya uydurmak zorunda olmamaktır, bir ayrıcalıktır. Gövdemi incittiğim kelimelerle sakatlanmış olabilirim, keşkelerle ruhunu sarmalamaktan, yaranı birine emanet etmekten iyidir bu. Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Kalbimi içimde o zamandan kalma seninle birlikte kurutup, bir kitabın arasına sakladım. Öyle kal diye, kalbim de değişmesin diye, o zamanda kalalım hep diye. Kitabımı kaybetmem zor olmadı.

Sürekli bir şey istiyoruz, bir mucize bekliyoruz, hayattan, yaşadıklarımızdan, yolda, giderken, gelirken, yanımızdaki koltukta oturan birisinden, hatta karşımızdakinden bile ama işin sonunda ne istediğimizi bir türlü bilmiyoruz, o anlık bilsek bile sonra bu istekler değişiyor. Geçmişte çevreden bize dayatılan şeyleri istediğimizde aslında onları istemediğimizi anlıyoruz. Böylece değişmesini umarak, bir mucize bekliyoruz, değişmeyince de hayal kırıklığına uğruyoruz, zaten yeterince yok muydu? Kendi özümüze kadar inip, aslında gerçekten ne istediğimizi bilirsek, hapsolduğumuz kuyulardan belki de kurtulabiliriz. Her zaman yaptığın bir şey, ansızın, birdenbire, durup dururken öyle saçma geliyor ki, gerçekliğe belki de bu şekilde ulaşıyorsun.

Tutulduğun kafes sarsılıp da açılmasın diye uçtuğumu söylediğimde inanmadılar. Önce şakayla karışık güldüler, sonra ciddiye almadılar ve en sonunda da duymamaya başladılar. Bir depremin kafesi sarsıp düşüreceği ve en sonunda serbest kalacağım için, sallantılara da inanmadılar. Kafesle birlikte dünya ters düz olduğunda, evrenin altına geçtiğimde belki serbest kalabilirdim ve kafesin bağlı olduğu mahkûmiyetten kurtulduğumda bu onların hiç hoşuna gitmezdi. Ama bunu saklayabildiğim için de bir süre sonra kendim de unuturdum. Dertlenip, tüm bunları düşündüm. Çürümemek için ne yaptığımı ve yapmadığımı…

Dört Kasım İki Bin On Dokuz 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Müstakil Bekleyişler

Bir şeyi bekliyorum ama hep boşunaymış gibi geçiyor zaman, ne yapsam o boşunalığı bir türlü dolduramıyorum. Tuhaf olan, o bir şey olsa bile o boşunalık dolmayacak, buna bünyemin alışmış bir meşguliyeti var, o oyalıyor işte.

Hiçbir zaman anlayamayacağım sonu ölümlü olan bir dünyada mutlu olmanın boşa çabasını. Bırakın gideyim, bir su gibi; belki yolumu bulurum…

Dokunduğu yeri kirletiyordu insan çünkü tek kirli olan yeri elleri değildi. İçinden gelen siyahlık tüm dünyayı sis bulutuna, toz bulutuna çevirmişti. Gözünü kırpmadan yavrusunun gözleri önünde annesine kıyabiliyordu, acımadan canlı düşmanı olmuştu, içinde barındırdığı tüm duyguları ölüydü çünkü. İçindeki vahşeti bir türlü doyuramıyordu, hep daha fazla, hep daha kötüsünü, daha fecisini istiyordu. Yaşamak için gerekli olan her şeyi de düşünmeden katlediyordu, kendi yaşamına lazım olacak olsa bile. Kendine ördüğü kirli dünyasındaki ağlarda insan utanmadan, çekinmeden ve en önemlisi yüreği hiç sızlamadan tüm bu olanları yayımlayabiliyordu, duyarsızlığı aşmış, hadsizliğine isim bulunamıyordu. Kimileri kendi içinde kaybolurken, kimileri birilerinin bıraktığı boşluklara yuvarlanıyordu, kimileri de kendi kötülüğünde ölüyordu, dünyaya çirkin, kötü, kara biz iz bırakarak. Tüm bunları bilmek, bilmekten de öte yaşamak insanı kilometrelerce tiksindiriyor.

Sokaklarına kızdığımız, trafiğine sövdüğümüz şehri özlerken aslında en çok kendimizi, o hâlimizi özlüyorduk. Şimdi birimiz olmadan, olamadan, yeşillere bulanan düşlerimiz olmadan hem de o yeşiller yakılmış ve yok olmuşken, tüm cinnetlerimiz karşısında şaşkınlıkla suskunluğumuzu koruduğumuz zamanlardan sağ salim çıkmayı hangimiz hayal edebiliyorduk ki? Şehrin iki yakası gibi bizim de yakalarımız bir araya gelemedi, yakamız var mıydı onu da bilmiyorum ama kalbimiz vardı, en azından o zamanlar varlıklarını kanıtlayacak şekilde rezillikler yapabiliyorduk. Ayın yüzümüze yansıdığı gecelerde keşke ay bizi yerin dibine soksaydı diye düşünmeden edemiyorum, artık yerin altının üstünden daha yaşanılır olduğuna eminim. Beraberken gökyüzü dokunuyordu bize, o kadar eriyordu başımız işte, aklımız da o kadardı, ermese de eriyor gibi geliyordu. Şimdilerde gördüğüm bulutlara uydurduğum şekiller saçmalıktan ibaret. Aklımı zamanında yitirememenin sancısıyla uyanıyorum her sabah, kâbuslar biraz daha gerçekliğini kanıtlıyor bu sancının. Korkun şefkatinden büyüktü, huzursuzluğun huzurundan belki de o yüzden duramadın. Gözlerimdeki derinliği hesaplamaya belki kalbin yetmedi, yüreğim gözlerime akmıştı oysa. Baktığım aynalardan kayıp, düşüyordum. Kendimi zehirlemelerim de unutturamadı yaşanılanları, ben azaldım, eksilen bendim, yaşanılanlar orada büsbütün duruyordu. Üstelik bölemiyordum, parçalayamıyordum, kıramıyorum, kendimi parçalıyordum ancak. Dokunur gibi oluyor bir süre kendime yaptıklarım, iyi gelecek zannediyorum, dokunuyor, iyi gelmiyor. Sokaklarda bilmeden, istemeden yaşamayı ezbere almış insanlar yanlarımızdan geçiyor. Her şeye bir anlam bulmayı hedefleyip, hisleniyorlar. Pısırıklığımızdan kalıp bir köşe başında ölemiyoruz. Issız duvarlara terk ettiğim şiirler belki bir köşe başında öldükten sonra aşırılır acemi bir şair tarafından.

Hayattan bunca vazgeçmiş olmak, maddi eksiklikten değil, manevi isteksizlikten kaynaklanabilir. Dünya yamuktu, mevsimler de ona benzemeye başladı, ayların suçu yoktu, olsa olsa en çok can sıkıntısından geçmeyen saatlerin rehaveti vardı. Âşık olduğunu zannetmek yanılgıyla hayal kırıklığının kesiştiği yerdir. Doyarak yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi bir sabah, ıslak sokağa, sonra ben daha aşağıya düşemeden, daha bir şey olamadan merdivenleri hızla inip, ayağımda terliklerle yakalıyorum kendimi düşmeden. Sana bir harf taktım, içime yerleştirdim sonra, her şey o harfle başladı, doyasıya yaşamak buydu. Hayatın övünülecek bir tarafı yoktu, insanlar canavardı birbirlerini öldüren, birbirlerinin hayvanlarını öldüren, ormanlarını yakan. Kimsenin acısını yaşamamak için değil de tüm bunları olduğu için bir an önce ölmek istiyordun. O sonsuz tünel dileğindi. Var olmak yetmişti, varlığını kanıtlamaya ihtiyaç duymuyordun.

Her şeyin bunca abartı olduğu zamanlarda kendimi gizleyerek yok etmeye çalışıyorum belki de, bana hiç benzemeyen bir mavi bu. Meğer boynumdaki ameliyat izi değil, mürekkep lekesiymiş, zamanında dökülmüş, yediklerimden, içtiklerimden. Meğer gözlerimin kenarlarındaki de yaş değil, mavi bir gölgeymiş. Mesela seni görünce benim acilen âşık olmam gerekiyormuş gibi geliyor, içime bir zorunluluk yerleşip, gitmiyor. Aşkı özlediğimden belki ya da sadece aşkı çağrıştıran o ışığı sende gördüğümden bilmiyorum ama sonra olamayacağımı bilince bir ağlamak geliyor içimden, elindeki balonu habersizce bir rüzgârın peşinden uçup, giden bir çocuk gibi. Aşkın ıstırap olmayacak olması sahiciliğini kaybettiriyor bana, hislerin sahtesi dökülüyor ortaya yaldızı dökülen değerli şeyler gibi. Oysa benim bu şekilde özleyebildiğim o kadar az şey var ki; bunlara annemin keki de dâhil.

Eğer bir suysam gideyim ben artık kurumadan, durulmadan, yolumu, yerimi, kuyumu bulayım istiyorum, o deyimi gerçekleştirmek istiyorum. Bu yüzdendir ki, olmayacak şeyler değil de basit düşler kuruyorum, herkes tarafından kurulabilen ve özel bir yeteneğe, bir hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Doya doya yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi sokağa, sonra ben yerdeki taşı daha boylamadan, ayağımdaki terliklerle hızla merdivenlerden inip yakalıyorum kendimi. Kendi ettiğimi kendim bulmak istiyorum, bir kere de kendi kendime kötü gelmek istiyorum, kendimi bu sefer ben hasta etmek istiyorum sonra yine ben iyileştirmek istiyorum, kendimi parçalayıp, sonra birleştirmek istiyorum, şimdiye kadar kaybettiğim parçalarımla birlikte, bu defa gerçekten yepyeni bir şey olayım istiyorum.

Her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu anlamaya başladığımda kendimden de kuşkulandım. Hayallerimi kontrol ettim, kusuruma da bakın isterseniz sizlerden değilim. Gidecek bir yerin olduktan sonra bir de gitmek için bir neden lazım. Hiç olmamış birinin yokluğu, hiç gidilmemiş bir yolun ezberi, sanki hep varmış da bitmiş gibi bir şeylerin eksikliği. Psikolojisi düzgün, dört dörtlük insanları sevemiyorum, kusura bakmayın ama ben kusur seviyorum çünkü ben de kusurluyum, özenle yaratılmadım, övgülerle karşılaşmadım, hatalarla dolu bir müsveddeye öylesine karalanmışım, karalanmayı da seviyorum, karayı da. Anlaşılır olmayı kabullenmiyorum, anlaşılmak duygularını hiç karşılığı olmadan elden çıkarmaktır. Anlamak için en az benim kadar kaybetmiş olmalısınız. Hayatı kusmuk gibi yaşarken, yazma cesareti delilikten ileri geliyordu. Biliyorum, ardını, arkasını, önünü, sonunu yine kimse temizlemeyecek.

Beş Eylül İki bin on dokuz 16:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Paradoksal Halüsinasyonları

Daha ne kadar yalınlaşmak gerekiyordu acaba, sevilmediğimin bilincine varıp, diplerini arşınlamak için. Aslında anladığın şeyin, hep inanmak istemediğinden kaynaklandığını, içindeki huzursuzluğa hep başka anlamlar yüklemeye çalıştığından… Elimi hiç yürekten tutmadığından zaten, bıraktığını da anlamadım. Şimdi yerli yersiz düşünsem, kendi kendime konuşmaktan öteye gidebilir miyim acaba? En son beni derin ve büyük dalgalar yuttuğunda böyle olmuştum. Bir daha olamam, bir daha hiçbir şey zarar veremez, kendim bile… Öyle zannediyordum. Kendi ağzımın tadını bozmakta üzerime yoktu, rahat olan yüreğimi de benden başka kimse içine bu kadar edemezdi. Belli bir zaman uyuşukluğun geçmesi gerekiyormuş, asıl acı o zaman başlayacakmış, sabaha kadar üşüdüm, sabaha kadar ağladım, sabaha kadar yürüdüm. Hepsini birden yaparken, aslında hiçbir şey anlamıyormuşum, ertesi gün sızlayan kaslarımdan anladım hiçbir şey yapmadığımı. Daha kaç sabah kötü uyanacaktım, kaç gece kâbuslarla bölünecekti uykularım.

Allah’a yalvarsam dinler miydi beni? İsyanımı nereye sıkıştıracağımı bilmiyorum, ama bununla birlikte patlayıp, yok olmak istiyorum. Dalgalar yutsun beni istiyorum. Artık söz başka bir şey istemeyeceğim. Yeniden bir daha yaşamayı isteyeceğim anlar kalmadı. Hepsi tüketildi, size göre bir hiç uğruna, bana göre çok şey uğruna. Anlamlı hiçbir şeye ihtiyacımız yokmuş artık, bunca kolay harcayabildiğimize göre en değerlilerimizi. Şimdi ben ne yapayım, kendi kendime deli gibi senden önceki zamanları, hatıraları mı bulup, hatırlamaya çalışayım? Mutlu olduğum zamanları içimden bulup, çıkarayım, içinden çıkamadığım şeylerin içinden? Teselli olur muydu acaba seni hiç tanımamak, tanımamış gibi yapmak? Yaşanmışlığın, tükenmişliğin, paslı ve küflü kokusu, o eskimişlik yok mu olurdu? Temiz bir badana gibi her şey iyi mi gelecekti artık? Tırnaklarımı elime batırmam diğer acımı hafifletir mi biraz olsun ya da yemem onları bir şeyi değiştirir mi? Mucizesi yok ki unutmanın, olduğunda zaten farkında olmuyorsun, unutamadığında da unutamayacağına inanıyorsun bir yerden sonra.

Hepimiz birbirimizin dengesini bozduysa, dünya adil bir yer hâline gelmiş olabilir, o zaman büyük bir iç rahatlığıyla gidebiliriz, kalp kırıklarımızın öcüyle birlikte, sonuçta burası intiharlı bir dünya. Kaktüs olsaydım, dikenlerim yine de kendime batardı… Yanmadan nasıl kül oluyorsak, her şey hızlandırılmış, düzenli bir şekilde düzensizlik yayılıyor yaralarımızın üzerine, öyle ki tanımıyoruz bazen yaramızı bile, ne zaman olduğunu hatırlamıyoruz, nerenin acıdığını bulamıyoruz. Yazdıklarım bir hikâye etmiyor, bir romana giriş cümlesi bile olamayacak kadar ayrık.

Her şey belki de kendimi yosun zannetmemle başladı, yaralarımı saran tuzun beni sevdiğini zannetmiştim, tuz sarıldıkça daha çok acıdı yaralarım, yarama yara kattım, acıma acı ekledim. Yeni bir öykü yazamayacak kadar eskimişti varlığım burada, köklerimi söküp, başka bir yere gidemem, gidersem de yaşayamam zannetmiştim.

Güvenlik gerekçesiyle sorulan her soruda içimde bir imparatorluk yıkılıyordu. Kayıt altına aldığınız her şeyin altında biraz daha eziliyordum, intihar: ecelini dinlememek. Yaşarken ölmekten daha iyi değil midir bu? Üstelik çürümek, kayıt altına alınan tüm kayıtlarla birlikte, onlar arşivde, sesim boşlukta. Gülümsememdeki acı zehirle dudaklarımı sarkıtırken, sallandığım salıncağın zincirini boynumda hissettim. Eğer boynumu birkaç yüz kere kesmeselerdi, kesin boğardım kendimi. Ecele yol veriyordum, Azrail’in işini kolaylaştırıyordum. Cinsiyetime eklenilen süsleri alıp, cinayetime takmak istiyordum, hayatın beni takmadığı yerden. Nasıl unutulduğumu anlatmak için hatırlamak zorunda kaldım, içimi ihbar edebileceğim bir kurum bulamadım, ıslık çalamadığım için şiir okudum, uyurken dinlediğim şarkıları hiç unutmadım, sadenin sadesine kadar ayıklandı içim, şiir gibi bir hayat değil de bir türlü tahlil edemediğim bir roman gibi yaşadım, iyi bir iş çıkaramadım. Seri ölümlerde kendime yer ayırtamadım, sıra bir türlü gelmiyordu, katilimi seri bir şekilde istiyordum. Seni haklı çıkarmak için defalarca kendimi suçladım, bu büyük bir haksızlıktı, kendime haksızlık yapma hakkını yine kendimden alıyordum. Cüretlerinle küstahlığın arasında sıkışıp, kalmıştım, bu hak belki de oralardan geliyordu. Her gece beni başka bir biçimde üzüyordu, sanki bir romanın en üzünç yerine denk gelmişti hayatım. En sahip olunamamış şiir kimsenin tamamlamaya cesaret edemediği yarımdı, yaraydı. “Bir varmış, yokmuş”la başlayan her masal yok oldu.

Kölelerin hiç durmadan, kendini düşünmeden ve hırpalarcasına çalışırken, teselli buldukları tek şey kaderdi, herkesin efendi olamayacağına inanmışlar ya da inandırılmışlardı, huzuru bilmedikleri için de imkânsızlığı huzur zannediyorlardı.

Olmayan aşkın, olmayan ıstırabına kendini inandırmak mı istiyordun flues? Her şeyin bunca yalan olduğunu bilerek, kendini kendinde kandırma gücünü mü test etmek istiyordun? İnandığına inancını kanıtlamak peşinde miydin bunca yalanın peşinde yuvarlanırken? Dizlerin kanarken aşk fısıltıları nerede sönüyordu? Yaşam denilen enerjinin feri nerede sönmüştü, kimlerde başlamıştı? Herkesten bir şekilde uzaklaşmanın bahanesini buluyorum kendimde, aslında bahanelere sığınacak kadar da basit değil, düpedüz uzaklaşmam için kanıt buluyorum kendi içimde. Zamansız, hesapsız ve plansız gülebilmelerim de bir işe yaramadı, kendimi ayrıcalıklı sanıyordum, acıklıymışım oysa. Diğerlerinden tek farkım aklım gökyüzüne biraz daha yakındı, acıklıydık aslında. İçimdeki huzursuzluğu tarif edecek kelimeleri bulamadığım için belki de her şeyi sonlandırmak istiyorum, insan kelimeden de kelimesizlikten de ölebilirmiş, bunu bilin istiyorum. Yüksekten atlama isteği her zaman psikolojik sorunlar olduğunu göstermez, insan bin türlü şey için yüksekten atlamak ister; uzaklaşmak için, uçmak için, yukarıdan yuvarlanmanın nasıl olduğunu öğrenmek için veya küçükken kaçırdığı uçan balonların nasıl gittiğini anlamak için. İlla ki psikologların dediğine göre intihar eğilimi gibi nedenler mi yakıştıracak uçuşumuza?

Küçümsenemeyecek kadar yok olmuştum, kalan yanlarımla da azımsanmayacak kadar delirmiştim. Ölü gibi bir deli, deli gibi bir ölü, yatsam bile rahat yatamazdım emindim. Sürünürdüm, ters dönerdim, kemiklerim şimdiden sızlamaya başlardı muhakkak. Ayakta olmam gereken yerde yuvarlanır, kimsenin ayakta duramadığı yerde dimdik ayakta olurdum. Hayatında çok sevdiğin, boşluğunu bir türlü kabullenemediğin ve artık şimdi sadece şey olmuş eşya gibi şeyler yüzünden bir daha normal olamazdın. Buna rağmen normal gözükürdün, birilerinin yanması içindeki kıvılcımı büyütürdü sadece, bunu bile etmeye tenezzül etmezdin. Toz kokusunu özler mi hiç insan? Çocukluğu hatırlatıyorsa küf kokusu, rutubeti özlemez mi? Bunu fark edebilecek kadar canlıyım diye sevinmez miyim hiç?

Hayatlarını bölen insanların kendilerini kandırmak için biraz renk verip parçalanmış ömürde oyalanmaları, yeni oyunlar uydurup, yeni oyuncaklar keşfettikleri bir dünyaydı burası, adına mutluluk deyip, zamana uyacaklardı çünkü mutlu olmak için hiçbir şeyden geri kalmamak gerekirdi. Ama sonunda herkesin öldüğü can sıkıcı bir hikâyeydi bu hayat. Ömrü vefa ettiği sürece anlayamayacaktı bazıları da, sonunda ölüm olan bir hayatta nasıl mutlu olunacağını, bu durumun mantıksızlık olduğunu bir türlü diğerlerine kabul ettiremeyeceklerdi.

Altı Ağustos İki Bin On Dokuz 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Benim Kendim Yok

Kötümserlikle masal arası gidip, geliyorsun, bazen yıllarca düşündüğün şeyi, birkaç saniye içinde yaparsın, gitmen gereken bir yere gitmek için o kapıyı çarpıp, çıkarsın. Dünyada sanki başka hiçbir duygu yokmuş gibi, bir kırılmak kaldı elimizde, birbirine küsmüş, başka yönlere akmaya çalışırken, yitip, giden nehirler gibiyiz şimdi.

Bir şeye inanmak ne zamandır defolu davranış olarak kabul görüyordu? Yapamadığın tercihler yüzünden, hakkını onlara devrediyormuşsun gibi, yerine karar verirler, onların istediği olurken, sen hayallerine biraz daha uzaklaşırsın. Kusurlara yelken açmayı dilerken, düzgün görünme zorunluluğu içinde boğulursun. Sanki kendini bulunduğun çevreye ait hissetmen için, herkese benzemen gerekmektedir ve eğer onlara benzemezsen, oraya ait olamazsın. Arkadaşlarının olması için, onların dediklerini yapıp, hep samimi olduklarına gözün kapalı inanıp, senin sadece ve sadece iyiliğini istediklerine emin olman gerekir. Eğer onlara benzemezsen, dünyaya da benzeyemezsin, kendin olmana izin verilmez, dünyada olmak istiyorsan çevrendeki herkes gibi olmak zorundasındır biraz. Kendin olmak için yaktığın gemiler görünmez, duyulmaz, içinde her gün suladığın çiçeğin tohumu, boyunu aşsa bile görmek istemezler. Senin eskide kalmışlığın hiçbirinin umurunda olmadığı gibi sürekli seni değiştirmeye çalışırlar, içini yerler sırayla, aralarında paylaşırlar, içini tüketirler. Bazen o kadar üzerine gelirler ki, sen kendin olduğuna pişman eder, bin lanet okursun, üstelik bunu seni sevdikleri için yaptıklarına inandırırlar, onlar sevdiği için, sen kendini sevemezsin. Üstelik öyle güzel dostundur ki, kendi kusurlarını güzel bir kapatıcıyla çekinmeden kapatırken, senin küçük bile olsa, açıklarını hep görünür hâle getirir. Açık verdiğin her şey açıktadır artık, iyi arkadaşların sayesinde. Özrü kabahatinden büyük olurken, sen özrüne kabahat uyduramazsın. Kabahatiyle boy ölçüşemezsin, özrüne özür beğendiremezsin.

Günü geldiğinde üzülmek üzere çıkardığın kederinin üstüne bir de tuz döker, içinden geçen bir anlık da olsa her şeyin, aklının bir köşesine değer her düşüncenin bir gün bu şekilde karşına çıkacağı aklına gelmiştir elbet, ama bir türlü inanmadan geri kalmayan, akıllanmayan ve büyümeyi hep reddeden yüreğine anlatamamışsındır. Kurulan pusulara, sen kolayca, muhakkak akıl edemediğin için yakalandığında, sevinenlerin kuyruğuyla yol alırsın. Seni hiç düşünmedikleri hâlde, düşündüklerini düşünüp, inanırsın. Çocukçadır bu, su katılmamış duyguların saflığında kendine yer bulmaya çalışırken, belki de artık onların dünyasında yerin olmadığını anlarsın. Artık herkesin iyilikle başlayan cümlelerine kuşkuyla yaklaşıyorum, iyilikle tuzak kuruyorlar, iyilik adı altında kurnazlık yapıyorlar, iyiliğin kötülüğü bu. İnsanın kendi eliyle mutsuzluğu, yaradılışından, bizim büyük yetkisizliğimiz.

Berbat filmlerden bile bir anlam çıkardığın zamanlardı, anlamsız her şeye fazlasıyla anlam yüklediğinden belki de şimdi yükleyecek bir anlam bulamıyordun. Ölsen bile ölümsüz kalacaktın, buna inanıyorduk. Gerçekler yüzüne çarptığında geç kalmıştık, zaten zamanında olabilen ne vardı ki? Her şey ya hiç gelmezdi ya da geç gelirdi, şaşkınlığının içindeki kederden seçtin, içine yerleşen hayal kırıklığını, bunu tanıyordun çok öncelerden, belki ta çocukluktan. O zamanlar bile daha çok inanırdın bir şeyleri değiştirebileceğine, şimdi ölümsüzlük kadar imkânsız her şey. Kelimelerin gücündeki güçsüzlüğe, kusurlu yalnızlığa ve kirlenmiş zamandaki el izlerine güveniyordun. Rüyalarımı unutmanın kabahatini çekiyordum, kalbinin dışında kalmışım gibi, ezikliğini yaşıyordum. İçimdeki sırrı bir tek sen biliyordun da sen de unutmuşsun artık gibi geliyordu. Sanki birbirimizin içinde birbirimizi unutmuş gibiydik, bizi ayıran sınırlar vardı, çizgiler çekiyorlardı aramıza, unutmanın hafifliğinde rahatlıyorduk. Zaman da dengesini çoktan yitirdi bence, kime nasıl davranacağını bilemiyor, iyilik bir yerden bir yere bulaşmıyor, kalıyor orada, bu tarafa geçemiyor.

Beynimin duvarlarına çarparak öldürsün beni bazı şarkıların yankıları ve bazı sözler. O zaman hakikati bulabilir ruhum, sarılabilir, kendim yok olduğumda ancak bazı şeyler var olabilir. Bir yara izinden hayata başlıyorum. Başladığım yer acıyor, iyileştirsem o yarayı belki hayat diye de bir şey kalmayacak, başlangıç o. Aradaki zamanı unutmuş ya da yok saymış olabilirim ama başlangıcı biliyorum, yanlış ve zamansız bir hikâyenin içindeyim, doğru ve yanlışın anlamını yitirdiği, uzak ile yakının hükmünün kalmadığı, erken ile geçin aynı olduğu…

Yeterince nefret etmem gereken şeyleri yapmışlardı aslında, ama ben unutuyordum, bir türlü yeteri kadar nefret edemiyordum. Duyduğumuz büyük sözcüklerin yeri nerede tamamlanıyor, tam anlamıyorken bile içimizde yeri sabit duran şeyleri ne kadar daha biriktireceğiz? Kırıkların birikme payı neydi ve ne kaç yüzyıl daha devam edebilirdi böyle? Büyük harfle başlayan kelimeleri hep daha fazla önemsedik, belki de sessiz, sakin duran bir kelime daha çok şey anlatıyordu, kim ezberletmişti bunu bize? İçimize sormadan kim ekmişti bu tohumu? Mürekkebin görkemine mi iman ediyorduk? Mürekkebin koyu tarafı kaderine denk geldikçe kedere boğuluyordun ve kararıyordu gözlerin, mürekkebin sıvısıyla yarışıyordun. Okuduğun kitaplardaki hikâyeleri hayatınla karşılaştırıp, kelimeleri aşındırırken, özü kayboluyordu bir şeylerin, içine yer etmiş hayatlardan biliyordun bunu. Unutacağını bilerek, inatla ezberlemeye çalışıyordun, öğrensen yetecekti oysa bir kere inansan bir daha inanmaya gerek de kalmayacaktı. İnanmadan bilmeyi seçtiğinden belki de yarım yamalak oluşun. Bazen durmadan konuşmak istiyorsun, sonra ağzını açmaya çalıştığında yine hep aynı kelimeler düşecek ağzından diye korkuyorsun. Öyle ya, başka kelimeleri nereden bulacaktın, “yine” kelimesine bunca bağımlıyken, “yeni” kelimesinin yanından bile geçemezsin.

Bizi uzaklara sürükleyen kelimeler de bir zamanlar birilerinin dilinden dökülmemiş miydi? Neydi bu acemiliğimiz ve acımız? Hiçbir zaman merhem olacağına inanmadığımız yaralarımıza başka biri gibi gülüp, geçiyoruz, yoksa katlanılmazdı, felâketimize anlam yükleyemezdik dahası bir kelimesi, bir adı da olmazdı. Şimdi biz varız, buradayız, şu yapaylığın içinde, aslında olmayan şeylerle teselli bulmak için doktorlara gidip, ilaçlara sığınıyoruz. Varlığımız yaramızın anlamı demek, acımızın adı demek, felâketimizin sanı demek.

Bir yeri hiç kırılmayanların, sanırım kalpleri çok fazla kırıldığından kırılamıyor. Kemiklerim o kadar güçlüymüş ki, taş olsa çatlayacağı yerlerde bile kemiklerim eğilip, büküldü ama hiç kırılmadı, bedenimin bana tek kıyağı buydu belki de ama burkulduğunda, içim gidiyordu ve inanılmaz ağrılar ekleniyordu yağmurlu gecelerde, gezen romatizmalarıma. Hatta bir keresinde bileğim ters döndü, daha evvel de olmuştu, yine dedim, kemiklerim çok sağlam benim, kırılmaz biliyorum. Kalp kırılmasından biliyorum çünkü bileğin kırılmayacağını. Daha bir yaşımda bile yokken, kundaklanıp, sandalyeye bırakıldığımda (yatağım ya da beşiğim henüz yokmuş, sandalye ile idare ediyormuşum) bizimkiler uyuduktan sonra gecenin bir körü nasıl olduysa sandalyeden kayıp, burnumun üzerine yere düşmüşüm. Tabi ben feryat figan, burnumun kenarındaki morluktan başka bir şey olmamış, dümdüz duruyor, oysa esnek olmasına rağmen, başka küçük bir burun olsaydı, muhtemelen kıkırdakları kırılırdı, hem de zevkle, yamulurdu ama hiçbir şey olmamış. Hayatın zatıma lâyık gördüğü büyük kazalardan kolayca yırtıp, genellikle küçüklerine kafa yoruyordum. Herkesin korktuğu şeylerle benim korktuklarım arasında fark vardı, mesela onlar büyük kazalardan korkarlardı, ben küçüklerden, küçüğün belirsizliği büyüktü çünkü ya da atlatılabileceğinden emin olamıyordum ama büyüğü ya atlatırdım ya da atlatamazdım. Hastanelerin acıyı morluklarla değil de sadece kırıklarla ölçmesi ne büyük talihsizlik bizler için.

Kırılmamayı öğrenmek belki de küçük yaşlardan başlıyor, öyle ya en yakınların bile sen düştün diye bir de onlar kızarken, bir de kırılsa bir yerin kim bilir ne yaparlardı… Küçükken sürekli bahçede düşüp, dizlerimi yara yapardım, yediğim azar boyumu geçer, bir de canım yanarken, onlar için ağlardım. Çoraplarım yapışırken yaralı tenime, bir de onlar çıkarılırken ağlardım, öyle ya o kadar çok ağlanacak şey vardı ki bir de bir yerimi kırıp, onunla uğraşamazdım, hem kimseyi de uğraştıramazdım. Morluklardan büyük kavgalar vardı bizim hayatımızda, o zaman onların panikle kızdıklarını anlamaz hep suç işlemiş olduğumu düşünerek kızdıklarını zannederdim. Ama hâlâ anlayabilmiş değilim, bu yaşa gelsem bile, zaten ağlayan bir çocuğa niye bağırılır ki? Zaten ağlıyor, sussun diye bağırıyorsan, imkânı yok susmaz, daha çok ağlasın diye bağırıyorsan, o zaman doğru yoldasın ama buna da hiç ihtimal vermiyorum. Biz belki de büyürken neyi ne zaman yapacağımızı şaşırdık, karıştırdık, durmamız gereken yerde koştuk, bu yüzden kanadı dizlerimiz, koşmamız gereken yerde de durduk, bu yüzden kırıldı kalbimiz.

İçimde sürekli bir yerler kırılırken, dışıma hiçbir şey olmaması belki de şansımdı, hep ayakta kalmak zorunda olanlara bağışlanan bir tür prim, yıkılacak yeri olmayanlara sağlanan imkânsızlıktan doğan imkân. Ufak tefek sıyrık ve çatlaklarla kurtulmak şu hayattan belki gerçekten şahsıma uygun görülen ödül, gerçekten kırılmanın verdiği rahatlıkla hiçbir şey yapmama lüksüm olmadığından kırılamıyorum. İçimle dışım bölünmüştür belki de yanlışlıkla, zaman beni ortadan ikiye ayırmaya çalışırken, içten dışa bölünmüşümdür.

Dokuz Mayıs İki Bin On Dokuz 15:20

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Uçurum Sarhoşu

Artık hayatta hiçbir şeyin seni şaşırtamayacağını anlayınca, yaşama sevinci denilen şey de bitiyor. Güven yani o çok iyi bildiğin ezinç, uçurum sarhoşu. Bazen gezip, dolaştığın sokakları okuduğun bir kitapta bulduğun, başka bir ülkenin sokaklarından tanırsın…

Tüm şu hisler nereden peydahlandı bilmiyorum, kalbimin odalarının hepsini röntgenlesem bile göremeyeceğim şeyler var. Zaman değerini yitirip, geçtikçe, eskiden burun kıvırıp, ilgilenmediğimiz şeyler, şimdilerde burnumuzun direklerini sızlatıyor, zamanın değil de kendimizin nankör olduğunu bir kere daha acı bir tecrübeyle anlıyoruz. Artık çoğu şey anlamını yitirdiği için, kendi manasını yansıtmıyor, belki de konuşurken, doğru kelimeleri kaybetmemiz bundandır. Kendimizi kelimelerle abartıyoruz, belki de ihtiyacımız olan şey, daha çok susmaktır, hiçbir yerin ortasında olunca, hiçbir yere varmak için çabalamana gerek kalmaz. Çizgi filmler de hastalanır. Kemikli veya köşeli kelimelerle dile getirdiğim cümlelerim şimdilerde hantal geliyor. Zamanında çok doğru şekilde ifade ettiğim açıklamalar şimdi yalın kalıyor. Hiçbir zaman yaşadığımı yaşadığım gibi ya da yaşamış olduğum gibi anlatamayacağımı anladım.

Konuşmayı bilmeden daha, kırılınca öğrendin, ömrün boyunca zayıf kalacağını ve kalpsiz, duygusuz en önemlisi vicdansız insanlar tarafından yapılan bir beton yapı kadar bile yer kaplamayacağını… Kalıcı değil de geçici bir şey olduğunu bilmek bile, bir çeşit uçucu bir teselliydi. İnsan hatadan oluşup, şüphe ve çelişkiyle var olur. Bacak kadar bir çocukken her şeyi merak edip, öğrenmeye çabalarken, çok bildiğini, bilmiş bir hâlinle etrafına çekinmeden gösterirken, büyüyüp kocaman bir insan olduğunda; bilmekten bıktığını hatta artık bilmek istemediğini, bildiklerini unutmak istediğini acıyla fark ediyorsun…

Petrolden, zamlardan, betonlardan, felaketlerden eğer zaman kalırsa, şiir yazar, şairlerin hayatını anlatırız rutubeti bol gecelerde. Yazın kavurucu ve kuru sıcağında hâlâ eğer yüzümüze vuran asfaltın zift kokusundan fırsat bulursak edebiyat konuşur, doğru bildiğimizi anlatmaya çalışır, birbirimizin ne dediğine kulak veririz, belki arada hak verdiğimiz bile olur, eğer bir gün kapitalizmden kurtulursak, gereksiz harcadığımız bunca zamandan sonra birbirimize öğretmeye değil de anlamaya çalışırız… Şu şehirde yaşayıp da içinden egzoz kokusu geçmeyen şiir kaldı mı? Kaldıysa kesin bir yerlerde unutulmuştur.

Rüzgârın soğuk bir gecede sarstığı buklemden haberim yok, kimse kimsenin kuyusunu bilemez. Gerçek tanıdıklığını yitirdiğinde, artık sana yabancı gelmeye başladığında hakikiliğini kaybeder. İnsan bol kusurlu, bozuk ve kırık bir yaratıktır, gösterişi çoğaldıkça, özeni azalır. Cenneti yaşamadan dünya denilen bu cehennemde sürgündeyiz, belki de bunun için daha çok cehenneme döndürme çabasındayız. İçindeki kalıplaşmış o sert, zaman aşımına uğramış, unutulmuş ama aynı zamanda da hep varlığını hissettiren yumrudan kimsenin haberi yok, onlar bunu boşluk diye biliyorlar, sen boğazında düğüm diye tanımlayabiliyorsun, ötesini anlatamıyorsun.

Kahramanı olmadığı için yazdığın kitaplar beğenilmedi, herkes elle tutulur, gözle görülebilir şeyler istiyordu, görünmeyenlerin varlığının bir anlamı ve kanıtı da yoktu. İçimde çok eskiden kalan bir şeyi nedensiz yitirmiş gibiyim, o şeyi yitirdiğim için de içimdeki diğer şeylerin bir tanıdıklığı yok benim için. Kahramanı olmayan karakterlerle yaşamaya alıştığın için yokmuş gibi oluyorsun.

Tüm sarhoşluklarımı bir araya toplasam, bir narkoz etmiyor.

okudukça tamamlanmış gibi
yazdıkça eksilmiş gibi hissediyorsun…

İçimdeki iki kişilikle de uğraşıyorum; birisi hep aynı kalmayı isterken, hiçbir şeyin değişmemesini yürekten dilerken, diğeri hep değişim, daha fazla şey bilme, öğrenme derdinde. Birisi hep dursun durduğu yerde, hiç ilerlemesin, ayağına taş değmesin, dokunmasın, hissetmesin, diğeri hep gitsin, yeni şeyler bilsin, görsün, okusun, öğrensin istiyor. Kendi bedenimde çelişkideyim, ikisiyle de başım belada.

Zaman; gidenlerin ardında bıraktıkları ve geri dönüp bakmadıkça asla görülemeyecek çizgilerdir, şerit hâlindeki, saat; kulağının çınladığı zamansız, gecenin bir yarısı ansızın çalan bir telefonun zil sesindeki acı bir ölüm haberidir. İzler sıkıldı, yok olup, gidemeyince. Bir sonraki gezegende iz olmayacaktı, yapaylığından ölecektin, canın bile sıkılmayacaktı, ağlamayacak, gülmeyecektin ama tüm bunların dışında sahte olmanın verdiği hakka dayanarak ciddileşecektin. Sonsuza kadar olacaktın belki ama kavga bile etmeyecektin, onun yerine sayıların yetkisi konuşacaktı, kaç kere silebileceğini, kaç defa yok edebileceğini düşünecektin, yok olmayacaktın ama gerçekleşemeyecektin de…

Gün gelir, teselli bulduğun şeylere lanet okumaya başlarsın, bu bile teselli olmaz! Sızım ağrıyor, derdimi sadece iki kelime ile anlatıp, susamadığım için ve söyledikten sonra da duramadığım için. Kedinin keyfi, benim kederim bitmiyor. Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman, sırf kendimle arayı bozmayayım diye, açmadığım konular var. Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, uyuşup, alışacak kadar.

Sen gidince o masa ölü olmuyor, sadece senin içtiğini bir başkaları senin gibi içemiyor. Sen gidiyorsun, masa kalıyor, hayat varsa eğer devam ediyor, diğer masalarda oturanlar sen yoksun diye utanmıyor üstelik. Gülüşünün kıyısından düşen bir sitem kalıyor orada bir yerde ama sitemini bile görecek gönül yok masanın etrafında. Sen ölünce diğerleri yaşamış olmuyor, masa kalıyor, kahır kalıyor ama diğerleri kahrolmuyor sen yoksun diye. Bıraktığın şiirleri senin gibi, benim gibi kimse okumuyor, kimse kelimelerle kafayı bozmuyor. Sen gidince bir daha kimse senin gibi şiir yazamıyor, kederin bile rengi değişti. Tüm parçalarımı içimden çıkarıp, bir kenara yığsaydım, biliyorum daha az canım yanardı. Anlatacağım hikâyede kırık, ezik ve yırtıklardan öteye gidemiyorum, şimdi biz yaşamış mı oluyoruz tüm bunları söylerken, yoksa susmuş mu?

Tedavisi var mı mesela bu anlatamamanın? Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, alışacak kadar. İçimde sürekli düşmeye alışmış bir müntehir, yükseklik korkularımdan biliyorum. Yarın yakınlığını bırakmış, gelecekten çok şey kaybetmiş. Kimse kimsenin dramında olamadığı gibi, herkes kendi evhamında yer ediyor, gömülmüş, endişeden başını kaldıramıyor. Her gün şu vücudu ayakta tutmak için yaşıyoruz, ezberlenmiş bir görev gibi. Oysa içimdeki dünya ateşi çoktan söndü. Ölüm beni çağırıyor, belki de ateş.

Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman…

Beş Mart İki Bin On Dokuz 14:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Yaşamın Sonuna Yolculuk

Artık yeterince hissizleştiğime göre, altıncı hissim de zarar görmüş müdür?

Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler. Ölümün olmadığı her plan, sahtekârlık içerir, her umut bayatlamış bir oyalanmadır. Belki de hiç doğmadım, birinin yarım kalan ömrünün üzerinden devam ediyorum. Ateşin çıktıkça daha çok üşüyorsun, bu bile hayatın ne kadar tezat olduğunun göstergesi.

Koltuk deseni gibi oturuyorum, Tomris de gülleri değil, papatyaları severmiş. Hayatımda heyecanla öne çıkardığım şeyler, bir zaman sonra sadece heveslere dönüştü, bunun farkına varmamdaki bilmişliğimden kurtulamıyorum, pekâlâ kendi kendime de hayal kırıklığı yaşatabilirim. Kırık, döküklerimi de toplamaya ömrüm yetmeyecek biliyorum. Hayatım; anlamsız bir dipnottan fazlası değil. Bardağa dolan suyun sesi var, ama dolduktan sonra suyun sesi yoktur, ne zamandır sesim yok benim de… Bazen damarlarımın sesi bile daha fazla çıkıyor. Bir şiir elbette şifa ayeti olabilirdi kalbimdeki damarlara, tıkanıp, kalan bir şeyler var içerlerde ve ilerlerde.

Yüzündeki gözler her zaman senin değildir. Aynaya baktığında bazen kendini bulamazsın. Kelimeler olmasa, hayatın önü, ardı kocaman bir boşluk yani yalnızlık. Beni hiç inceleyemeyeceksin ve bunun için de hiç anlayamayacaksın. Ama bu benden hiçbir şey eksiltmeyecek, senin hayatından, belki… Sonunu bildiğin bir romanı yazarken, aradaki zamanı atlarken aslında rol yapıyorsun, yaptıkça da bu oyun gerçeğinin yerini alıyor ve bu gerçek hiçbir yere sığmıyor. Uydurduğun zamanların içinde sona gitmeye çalışırken yaptığın her şey uydurma ve buna katlanıyorsun. Kendimi bulup, o gecede kaybetmek isterdim fakat bu sefer de bulunacağım için korkuyorum.

Hiç yorulmadan Sisifos gibi sürekli yukarı yuvarlayarak çıkarmaya çalıştığın, yuvarlansa bile hep yeniden denediğin o büyük kaya parçasıyla birlikte bir gün “neden” diye sorduğunda içinde biriken tüm tiksintiler dışarı çıkar, hayal kırıklığına uğrarsın ve bıkkınlık çöker üzerine.

“Yaşlanınca anlarsın” diyen insanlar benim için yarının var olacağını nereden bilirler ve nasıl bu kadar emin olabiliyorlar, hayret ediyorum. Hiçbir şey yapmadan öylece durup, beklemek istiyorum, zaten bitecek olan ömrün, ziyan olduğunu görmek istiyorum. Zamanı gerçekten akışına bırakmak istiyorum, zaten ölümlü bir hayat için, bunca uğraşmak için, gerçekten aklımızla ilgili sorunlarımız var demektir. Hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini benden uzaklara göndermek istiyorum, yaşamadan. Herkesin bildiği ama dile getirmediği hakikat, birisi tarafından söylenildiğinde, içlerinde sessizce barındırdıkları asıl hakikat değil de bunu dile getiren kişiden huzursuzluk duyarlar…

Herkesin gittikçe birbirine ve hızla evrildiği şu zaman diliminden tiksiniyorum, sanki herkes inatla birbirinin aynı olma derdinde, herkes bir diğerinin devamı gibi, farklıyız deseler de… Bunları görüp, fark ettikçe, ruhuma teşekkür edip, haklı çıkmakla beraber sinirle gülüyorum. Ama komik değil mi ya? Hepiniz var olun, yaşamak için bolca hayal kırıklığı verdiniz, güldürmek yerine fazlaca ağlattınız, yazmam için de epey malzeme bıraktınız, dengesizler…

Her inanışım, daha önce yaralanmamış bir yerimi parçaladı. Her gün kelimelerin başka anlamlarına bakıyorum, kendime yeni cümleler kurmak için, teselli bulmak için, belki merhem olur edasıyla deniyorum, tedirginliğim geçmiyor. Bir kere özleyince kaçan iştahın yüzünden başka daha hiçbir şeyi özlemek istemiyorsun. Tedirginliğimden bile memnun olduğum zamanlar vardı ya da bana öyle geliyordu. Ölünce Rapunzel olacağım, bunu en iyi Marquez bilir… Üç noktaların söyleyebildiğini hiçbir işaret anlatamaz ve bıraktığı derin boşluğu hiçbir cümle dolduramaz ölüler ve düşler hariç. Belki bilmediğim bir dilde, anlamını bilmediğim bir kelime tüm her şeyi tek başına açıklayabiliyordur, kim bilir… Adım başı dertli rubailerden oluşan şu hayat, deli bir kızın türküsündeki yağmur…

İnandığım şeyler sizinkilerle aynı olamayabilir, kabul, sizin gibi inanıyor da olmayabilirim. İçimden gelen renge inanıyorum, içimin alışık olmadığı bir şeyi kabullenemiyorum, istediğim gibi gülüyorum, istemediğimde sizlere göre komik bile olsa gülmüyorum. Dünya üzerime geldiğinde de içimdeki güce inanıyorum, sızılarıma güveniyorum sezilerimden çok. Her şey ters gitmeye devam etse bile, düz gittiğinde daha iyi olacak diye bir şey yok, bunu biliyorum. Bir dakika sonrasında ne olacağını bilemediğim için bunun bile gelecek olan mucizelere bir umut doğuracağına inanıyorum.

Birçoğumuz okumayı yazmayı belki de intihar mektubu yazmak için öğrendi. Pencereden bakarken beslediğim umutlar kuşların kursağında kaldı. Her gün dışarı koyduğum su kaplarının sularını yeniledim, bir şeyler iyi olsun, temiz olsun, içilebilir, yutulabilir olsun istedim, içimde bekletip, çürüttüğüm şeyleri çoktan unuttum. Unuttukça dengem kurtuluyordu, elimde değildi, yuvarlak bir dünyanın içinde ayakta durabilmek zordu. Kuşlar gibi uçup, konabileceğim bir yer yoktu, bu bile beni kimsesiz yapardı ya da hiç yapardı, birinin hiç olması aslında başkalarına bağlıdır daha çok, kendim içimde çoktan kabullendiğim hiçliği, uzaklarda denize bırakabilirdim, üzerime konması gereken martılar vardı, her kanat çırpan kuşun, alacağı özgürlük vardı dünyadan, ya benim neyim vardı? Huzurun konforundan uzak, güvenlikten yoksun, sıcaklık aramakla bile bulunan bir şey değil.

Yaşayarak öğrenemediklerini, yazarak öğrenmeye çalışıyorsun, oysa bir kalemin ucu bir ipe bağlıdır çoğu zaman, gökyüzüne bağlı değildir. Yürümeyi öğrenirken, kanatlarından vazgeçeceğini biliyor muydun acaba? Öğrendiğin anda bir daha asla eskisi gibi olamayacak hayatın diğer zamanlarını? Sınırlarını yürüyerek çizmeyi öğrettiler sana, siyah bir tükenmez kalemden daha fazla tükenemeyeceğine inandırdılar, yazsan bile görünmeyen kelimelerle anlatmaya çalıştığını varsaydılar yani boşunaymış gibi senin yaptıkların, yapacakların, yapmaya teşebbüs ettiklerin, sürekli önünü kapadılar. Bu bilinçsizliği kim yerleştiriyordu böyle zihinlere bilmiyordun. Bilmeyince biraz daha masumdun. Dünyanın dengesi yazmaktan önce de vardı, içini susturamayanların romanını dinliyoruz, tutmak istediğimde uyuşan elimle ulaşmaya çalışmak, aşırı çabadan başka bir şey değil, sarılmak her zaman sağlıklı değil. Söylediklerim yerine ulaşmıyor, sustuklarım her yeri kaplıyor, suskunlukları sahiplenecek çok kalp var çünkü. Saçlarımı koparıp, attığım gibi, beynimi de koparıp, fırlatasım var, yerde ne çok kelime var, yukarılarda ne çok susan var.

Bir tek öğle güneşinde güveniyorsun gölgene, beton zeminlerin üzerinde yürürken, yüreğinin sertleştiğini hissediyorsun, yumuşacık topraklara benzemiyor buralar, ayaklarını yutacak gibi geliyor zemin, sonra da seni zaman, yenileceksin böylece. Durduğun yere hapsolmuş gibi, bir hareket yapmak eziyet, başını kaldırıp, bakmak işkence, adım atmak korku, durduğun yerde tüketiyorsun önce zamanı sonra kendini. Üstelik bundan zevk alıyorsun, yok etmek istediğin şeyleri böylece daha çok yok edeceğine inanıyorsun, hiçbir iz bırakmak istemiyorsun, zaman nankör, dünyaya sadece ziyaret amaçlı gelmiş gibi sürükleniyorsun. Melaike değiliz ki buradan gidebilelim, yoksa ne işimiz olurdu bu kötülüğün ortasında? Ruhunu alıp, önce bir ağaç dalına asıp, oradan da gökyüzüne uçurabileceğini sanıyorsun, üstelik ayakların yerde, yerin dibine batarken, hâlâ…

On İki Aralık İki Bin On Sekiz 10:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hiçbir Şey Anlatmayan Yazı

Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.

Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.

Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.

Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.

Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.

İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.

Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…

Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.

Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.

Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.

Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut