Browsing Tag

boşluk

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Sair

Mevsimimden vazgeçtim, baharımı bıraktım, çiçeklerimi terk ettim.

Geriye giden her şeyle birlikte, kötülükle, uçuruma sırtı dönük, sırtı güneşe dönük, gövdesi her şeye dönük, dudaklarında suskun bir gülümseme, gözleri sönük, gerisin geri atlar gibi, hayata dair yanıklar gibi, suyun içinde susamışlık gibi sevmiştim. Vişneçürüğü dudaklarının kenarı bozulmuş ve beklemiş, bir kalple, çürük organlarla birlikte, özleyen ellerimi bağışla, tutamadığım her şey için, düşürdüklerim, düştüklerim için. Yazdığım şiirlerin tüm anlamsızlıklarıyla, tutunamadığım yırtık ve yorgun zamanlarımla affet. Delik deşik rüyalarımı, seni tam görememelerimi ama tüm bunlara rağmen bilip de susmalarımı, yarım yamalak uykularımı sar. Eskiyen her şeyin eskide kalmasıyla birlikte gelen rahatlığımla, yeninin de artık iyi ki yeni olmayacağının bilinilirliği ile sevdim seni. Eskinin eskide kalması yerli yerindeydi, yeninin de bundan sonra yerinin olmayacağı çocuksu inancımı, ilk kez inanıyormuş gibi sadece bir kere sarıp, sarmala.

Fotoğraflar karşısında nasıl çocuklaştığım tüm zamanlarda beni yine de büyütme. Öldür ama büyütme, yarım kalmasın bir şeyler artık, yarı yaşanır gibi yaparken, ölemiyor insan, biliyorum. Bir paragrafta ne kadar çok artık kelimesi varsa her şey o kadar yarım kalmış ve o kadar yoksundur. Bunu bilir gibi inanıyorum, bilmesem yine inanırdım.

Dinmeyen iç kanamalarımın verdiği boşluklarımdan sızan buhranlarımın yetki ve etkisine dayanarak, çürüyorum. Dönüşemeyen her şeyin çürümesi gibi, içten ve derinden, biraz sakince, çürümenin içine bir miktar boğazdan aldığım sisle birlikte dumanı karıştırıyorum. Her şey daha fazla karışık olsun diye, içimin karmaşasından kaçıyorum. Beklemiyorum hiçbir şeyin düzene girmesini, artık kelimesiyle tamamlıyorum yarım kalan her cümleyi.

Yaşamıma dair kan kayıplarım izin vermiyor elini tutmama, kendi elimi daha çok tutuyorum. Yazdığım her şey kalemden ok gibi fırlayıp, yerine oturuyor. Dingin bir sevda gibi uzaklık, kuraklık gibi suskunluk… Kendimi geriye çekebildikçe, ölmek gibi, görünmedikçe, gömülmek gibi, ruhumda açılan yaraları sağ salim saklayabilsem, sağlıklı bir yaram olurdu, o bile olmadı. Acılar bile yaralı. Yarası olanların dokunulmazlığı olmalıydı, nasıl dokunurum şimdi söyle? Batmaz mı o zaman; yanan, çürüyen, yok olan her şey.

Neticesini kaybetmiş, sebep ve sonuçlarımdan geriye bir şey kalmadı. Tükettim, her ganimet gibi, ortalık yerde öylece kalmak, daha fazla ayakta tutamadı beni. Atlara kalırsa, hepimiz yenildik, yenilerek sevmiştim seni. Beynimdeki tetiklerle, kimin nereyi işaret ettiği belli olmayan bilinçsizlikle birlikte ama herkesten farklı işlemiştim içime. Başka vurmuş, başka yerimden vurulmuştum. Şarjör ayrı, soğuk ayrı, tetik başka yerden vuruyordu. Her şey başka kaynıyordu, başka yerlerimden kırılıyordum her seferinde. Tesadüfen çarpışan iki deli mermiydik biz, hiçbir yere varamayan. Ama hep başka yerde kaynayıp, başka yerlerde kırılmaya devam eden.

Dışarı çıktığımda artık dopdolu bir boşluk dolduruyordu içimi. İçimi yemesem yer kalmıyordu bu boşluğa, bu uca, bu uçsuzluğa. Dışarıda kalan herkesle içimden vedalaştım. İçimi dışarıda biriktirdim. Yağmur yağdığında, çıkıp, gezindiğim sokaklar adımlarımı görüyordu ama yağmur acaba o yağarken ağladığımı, o hep dökülürken yaşadığımı biliyor muydu? Toparlanıp, bir noktaya taşınmak istiyorum, sonsuza kadar susmak için. Sancıların keskin ve sevimsiz devinimleriyle uğraşırken, kendini bile unutmalıydı insan. Yaşamaya tahammül edemediğim günlerde, günü itekleyip, geceye çıkıyorum. Belki de Sartre’nin Bulantı’sı benim içimdeydi, asıl oradan çıkamıyordum, çıkıp, yerleşebileceğim bir yer bulamıyordum. Sokağı geçmek bazen uçurumlara sızacak olan boşluklardı.

İçimin terklerinden kaçacak yer arıyor bulamıyordum. Kayıp bir ayete inanır gibi geliyordum peşinden her defasında, yanılgının imanına tutulmuştum. Tutuşmuştu içimdeki çiçekler, aşılanmamış, günüme bir türlü ayarlanamamış, kurumuş ve sabaha çıkamamışlardı. Uçsuz bir seheri düşlemiştim tüm gece boyu, düşler uzun sürerdi yine de o gece çok kısaydı, daha baharında ölmüştü gece, sabaha varmadan. Gün uzun sürüyor, boşluklu soluklarımın, buğulu gözlerimde tüttürdüğü, ucu kapalı bir andı. Sonrasında yalnızlık dolu odada düşünmenin rehavetiyle, duyumsadığım tüm hücrelerimle illetli bir tutkunun onarılmaz pençesinden kurtulamıyordum. Her çıkıntı kendine bir yol buluyor, her kusur kendini örtecek bir karanlığa kavuşabiliyordu, bir ben hem ortada, hem değildim. Hem kusurlu ruhumla, hem saklanamıyordum. Her gün günlerinden sıyrılıp, gecenin kucağında sabahlıyordu, her kıvrım kavuğunu biliyor, her zaman bir sonsuzluk anı buluyordu kendine, bana kalan zamansızlık oluyordu, anların içindeki zaman bile biraz yenilmiş ve kullanılmış oluyordu. Ağlayabilmek için bile bir miktar sağlığa, en önemlisi bir nefese gerek vardı.

***

Yatağını kaldırıp, kapının önüne koydu, yere ufak bir yer yatağı serdi, yatsa da yatmasa da artık orada olacaktı. Uyuyamadığı gecelerin yerine, başka uykusuz geceler gelecekti. Kendine yetmeyeceğini bildiği birkaç kitabı da ufak sehpanın üzerine bıraktı, okusa da okumasa da orada olacaktı. Artık zaten hiçbir şey yetmemeliydi, herhangi bir şeye doyması gerekmezdi. Kanması, inanması gerekmezdi, oyalanabilirdi belki ama. Zaman içinde her rahatı bırakmıştı, bedenin rahatı, huzuru artık onun için ruhunun rahatsızlığı demekti. Rahat uyuduğu günler hep kayıptı onun için, güzel rüyalar görse de hepsini unutuyordu. Yaşamıyormuş gibi oluyor, yaşadığını zannetmiyor o yüzden hep rahatsız bir uykuya dalmaya şartlamıştı kendini. Hem rüyaların hepsi hileli ve kandırmacaydı, yalandı dahası. Uyandığında yok olmaya mahkûm bir şey nasıl talep edilebilirdi? Ama kâbuslar öyle miydi? Onlar ne bırakıyor, ne bir yere gidiyor ne de kendini unutturuyordu. Küçüklüğünden beri alıştığı kâbusları artık olmayınca nereye gidebilir ne yapabilirdi ki… Daha da azaltmalıydı her şeyi, tüm dünyayı, içini, dışını, her şeyini. Olan bitenle işi kalmamış, hep yarımlığa, dünyaya artık yama olamayacağına inandığı şeylere gereksinimi vardı. Cümleleri bile yarım olmaya başlamış, sadece kendi duyacağı kadar tek kelimeler hâlinde dökülüyordu dilinden cümleler, onları da düşürür düşürmez bin pişman oluyor söylemesem de olacaktı diye düşünüyordu.

Dışarıyı azalttıkça, içini biriktiriyor, dışarıyı hafiflettikçe içini ağırlaştırıyor ve belki de böyle tam olmaya aday olarak görüyordu kendini. Eşya da yüktü, insanlar kadar. Kelimeler bile bunca yük olmuşken bunca yıl artık konuşmasa yeriydi. İçinde biriktirdiklerini şimdi suskunlukla doldurup, kaldıracaktı. Kendini uçsuz bucaksız bir sona doğru hazırlarken, yanında hiçbir şey olmamalıydı ki, gidişi gecikmesindi. İçinde dönüp, dolaşan birkaç şiirden başka bir şey kalmasın istiyor, hırs, intikam, küçük görülme hatta hoşgörü gibi duyguların bile olmasını istemiyordu. Ancak her şey biter, sona ererse tamamlanacağını biliyordu. Bir tek beyninde kalan çınlamaya bir şey yapamıyor ve o da orada öyle bekliyordu. Ama yakında o da susacaktı, diğer tüm seslerle birlikte. Yoksa insan dediğin; geliştikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe büyüyordu, lanet gibi.

Yaşanmışlığın gölgesi kalıyordu şimdi bulunduğu odada, ondan başkasının hissedemeyeceği, göremeyeceği, belirsizliğin tavana kadar uzanan ağırlığıyla birlikte yaşamak biraz doldurabilirdi içini. Boşluğu da böyle dolduruyor, eşyasız bir karanlığın tuhaflığında kendini ait hissedebileceğine inandığı bir yer olabilirdi burası. O matlığın terk edilmiş, bırakılmış hâlini benimsiyordu. Yuvarlak dünyanın düzeninde ne çok hızla değişiyordu istek, arzu ve beklentiler. Heves denilen şeyin hızlandırılmışı, tadı ve nankörlüğü kalıyordu içinde herkesin şu vakit, bu ara, o anlar… Yaşamadan bıkılan, anlamadan istenilen, istediğini bile anlamadan sahip olmaya çabayla, aslında yaşanmayacak olup, yaşamış, sindirilmiş ve hatta tahammül edilmek durumunda kalınmış gibi, bıkkın, yorgun ve değersizleştirilen… Buna rağmen yine de doyumsuzluğun köşesinde bekliyor, tatmin uçurumunun kenarlarında dolaşıyor bir türlü düşemiyordu.

***

Kendini en çok anlattığın şeylerin yalanından vuruluyorsun, aslında öyle olmadığını, olmayacağını içinden biliyorsun ama birine benzediğini düşünmek, birine anlatmak seni yalnızlıktan kurtarıyor, en az birini inandırmak seni yüklerinden uzaklaştırıyor ve güvende hissettiriyor. O yüzden yalandan bile olsa biriyle aynı olmaya meylediyorsun. Birine benzemek bir tek senin umurunda ve isteğinde, bunu bir başkası bekliyor değil. Ama sen beklenildiğine inanmak istiyorsun. Beklenilecek kadar umursanmak ve değerli hissetmek için.

Yirmi Ocak İki Bin Yirmi Üç 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kırık Pencere

Kendi boşluklarından atlayıp, geçemeyenler, içini doldurur.

Kimse tanımayınca güvende olacağını biliyorsun çünkü hep tanıdıkları hatta yakınları zarar verir insana. Bu fikirle çok uzaklara, isminden, cisminden, geçmişten, kırık pencerelerden, soluksuz kaldığın odalardan, hapis kaldığın bıçağın sırtında geçmeyen gecelerden uzağa gitmek istiyorsun. Karlı bir yere, yeşilin bol olduğu bir yere, çiçekli bir isim istiyorsun, vedalaştığın çiçekli elbiselerden sonra. Bütün duyduğun isimler geçmişi, geçmişin içinde geçemeyen bir şeyi çağrıştırıyor. Hiç duyulmamış bir isim yok mu? Ne zormuş insanın kendini bulması. Birine rastlamaktan bile zor. İnsan olmaya isminle başlıyorsun, o derece önemli çünkü. Yeni, yepyeni bir şey istiyorsun, eskilerin intikamıyla işin yok, içinde intikam ve kırıklarla çok fazla uzağa gidemezsin, heveslerinle gidersin, yastan ve endişeden uzak. Eskiler olmasın, yenilenmesin, karşına çıkan her yeni eskimiş olsun mühim değil, senin eskin olmasın yeter. Hangi ismi yakıştırsan üzerine, eskileri yenilemekten başka bir işe yaramıyor, garip. Bir nesne ya da bir sebze kadar vasıflı olsaydık keşke diye geçiriyorsun içinden. Yine içinden çıkamadığın şeylerin içindesin, dağlar, bayırlar, çayırlar bile söküp alamıyor içindeki seni. İstediğin bir son sadece ama yeni bir başlangıç için, hiçbir sonu beğenmiyorsun, sen yok olmadan gerçekleşemiyor bu son bir türlü.

Mutlu olmak kadar, mutlu ölmek de çok zor. Tüm kesiklerimi hakkını vermiş boynumdan çıkarıp, kaçtığım yere bırakıp, gitmek istiyorum. Arayan herkesten kaçtığım için, kendimi de aradığım yerde bulamıyorum. Olur ya belki de çimenlerin üzerinde mutlu bir son vermişimdir kendime, zamanında gelmeyip, beklenen virgüllerin yerine, özlenen bir nokta. En azından bunu becerebilmişimdir kendim için. Umut ediyorum, kinlerden, hayallerden, hayalsizlikten, kırıklardan, açık bırakılan kapılardan kurtulmuşumdur belki. Madem hiçbir şeyin düzeleceği yok, kendimi ardımda bırakıp, sıyrılırım. Bu da benim hayatım boyunca yaptığım ilk ve son üşengeçlik olsun.

Ceplerimizde kaygı dolu düşünceler, beynimizin içinde sürekli gösterime giren; huzursuz anılardan akan kurumamış yaralar, koptukça ıslanan. Yaşamak için hayatı kazıdığımız tırnaklarımızın arasında eskimiş vedalar, geçmişten canı yanan, geleceği ister ya da bekler mi, beklediğini bulabilir mi? Ölen hayallerimizin yükü yetti, hayatlarımızın yükü de. Yaşayacak ya da çoğalacak bir neden bulamıyorum. Uyandığın her gün doğduğunu zannederken, her kötülüğün karşısında, yeniden ölüyorsun, tekrardan başka bir şey değil bu. Sadece karmaşadan anlaşılamıyor ya da bu ölümün ismi yok henüz. Bitmeyecek yolları düşlüyoruz sürekli, durmaya katlanamıyoruz çünkü düşünüyoruz, unutamıyoruz, anlıyoruz, biliyoruz. Bilmek yük, ağırlaştırmak istemiyoruz.

Gölgesi bile terk etmişti onu, bundan sonra tüm yalnızlığının sebep ve sonuçlarını o kayıp gölgesinden bilecekti. Şimdi yıllar sonra geri gelse bile gölgesini tanımayacaktı, ardı sıra giden fazlalıktan başka bir şey olmayacaktı. İçinin acısıyla yoğrulmuş, hezeyan ve korkularla soslanmış, kırıklıkları da arasına boca etmiş bir hayatın verebileceklerinden çok veremeyeceklerini biliyorum artık. Bir an bir istek, arzu, hayal, ümit geliyor, sonra geçiyor her şey. Sonra yine geliyor, değişerek ve azalarak, onların da üstesinden geliyorum. Kendimi anlayamama boşluğundan geri dönemiyorum. Hayatla ve herkesle arama kazdığım o çukur ve içine attıklarım, artık görmek istemediklerim, istemeyi sevmediğim her şeyle birlikte o boşluk izin vermiyor. Dengesizliğim aslında güzelliğimdi, varlığım yersizliğimdi. En çok kendimi anlayamayışıma içerliyordum. Kendime söylediğim her şey, kendi üzerimden, geçmişimden, tüm dünyayaydı. Kimse ben değildi, kimsenin içinden geçenler de benimle ilgili değildi. Kendime söylenmelerim kesinlikle mantıklı ama cevabı başkalarından beklemek delilik emaresi. Ne olduğumu ya da olacağımı sanıyordum ki, doğumdan ve dünyadan öncesini bilmememe rağmen. Kucağımda kırılmış kalp, uykusuz geceler, okunamamış kitaplar, harcanamamış zamanlar, gidilememiş yollar ve bir türlü uyandırmayan kâbuslar. Nereye gidilebilirdi ki… Ayna da cevap bulamıyor sorularıma. Hevessizce geçen günlerin kuyruğuna hep bir yenisi ekleniyor, bir yerde dursun, kalsın istiyorum, eklenmesin bir yenisi daha. Cennet diye kurulan tüm hayaller cinnet olasılığı. İçimdeki dürtülere yer bulamıyorum. Öğretilen her şey ezberlenmiş korkular hâlinde içime yerleşiyor, başka hiçbir şeye yer kalmıyor. En nihayetinde inanmaktan inanmamaya geçeceğim, biliyorum, açılan her kapıyı aşk zannettim, âşık olmayı da bilmiyorum, âşık olduğunu söyleyenleri de anlayamıyorum. Tutuk, sakin, çekingen ve kusurlu geçti zaman. Zamanım yok artık.

Zaman, muhakkak zamanı var her inançsızlığın. Bir türlü yer ayırıp da içine almayan hayat, dışarı da salıp, bırakmıyor yakamı. Kendime bile eğretiyim, kime ya da neye olmayacağım ki, meyilsizliğim bu yüzden, tutunamamam… Güvenmeye çalıştığım yerlerden dağılıyorum, toplamaya çalıştıklarım çarpılıyor, kalmak için teselli ya da aradığım anlamları bulamayınca delişmen ve hırçın oluyorum. Hangi kusuru görsem, içinde kendimi buluyorum. Gerçek olduğuna inandığım her şey, bir yerden sonra sadece hayal oldu gözümün önünde, buharlaştı, gitti. Üzerinden zaman geçtikçe sadece bir sanrıydı demeye başladım, daha sonra uyku ile uyanıklık arası bir düş olduğuna inanmaya başladım ve en sonunda da uyanmak üzere olduğum bir sabah gördüğüm saçma bir rüya olarak algıladım. Gerçekler inanılmaz hızla yer değiştirdi içimde bir yerlerde. Şimdi dokunacak kadar bile gerçek olduğunu hissetsem, artık zannetmem, inanmam, inkâr ederim. Eninde sonunda sadece rüya olarak kalacaksa bir şey, rüyadan öteye de gitmemeli. Şimdiden asıl olduğu yeri kabullensin herkes.

Bildiğim yerden yaşamaya çalışıp, bildiğimi okuyordum. Onlar bildiğim her şeyi unutayım istiyorlardı, geriye bilmediklerim kalacaktı, insan bilmediğini okuyamaz, yaşayamazdı ki. Bildiklerim dokunuyordu besbelli ama bilmediğimle nereye gidebilir, ne yapabilirdim.

İyi ki yarına çıkacağımızın garantisi yok, aksi takdirde kim bilir insan neler yapmaya cüret edebilecekti. Bir tek an, tek hatıra yetmiyor günümüz yaşantısında, doymaz bir açgözlülükle hatıradan anıya, anıdan hikâyeye hep koşmak, tüm zamanları talan etmek istiyor. Her an onunla ve yalnız ona ait olunsun istiyor üstelik bunu da karşısındaki şeye ait olduğunu bildirerek yapıyor. Satır aralarını okuyamayan birinden saflıkla anlayış bekliyorsun, nasıl yanılıyorsun. Yaşanır, inan bana bu kalp kırıklarıyla da yaşanıyor çok güzel. Sadece eskisi gibi inanmıyor, hayal görmüyor, masalın içinde hissetmiyorsun kendini. Onun yerini sadece vicdanından sorumlu şeyler alıyor, tüm derdini ona yüklüyorsun, vicdanın rahatsa, sen de çok mutlusun demektir.

Sürekli bıktığımız o boşluklar, beklediğimiz başıbozukluklar, hiçbir şeyin olmayacağı o suskun bakışlar… Dış yaşantının sebep olduğu, iç sarsıntılar. Parmaklarını biliyordun, içinde bulunduğun parmaklıkları sayamıyordun. Hayal ettiğin o öteki dünyanın etrafını çizen çember, seni barındırmıyor, seni atıyor her defasında çemberin dışına, kendine yabancılığın oraya yabancılığınla akraba. Çizen o kalem senin elinde değil, dizen, özenen o şiir uzak. Yazgı mı diyorsun buna, yazık. İnan, daha kolay. Adımlarını kısıtlayan o uyuşuk esneklik, kaç binanın tepesinden uçsan gücünü teslim etmiş olur, kaç dünyayı dolaşsan varabilirsin gideceğin yere? Başka dünyayı bulamıyorsun gözbebeklerinin ardında, perdeli, tutkulu, tutsak, vasat şu zamanlardan felçli bir isteyişin gölgesinde bekliyorsun.

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin Yirmi İki 17:00
Nevin Akbulut