blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kafamdaki Çiçekler Bomba Açtı


Dudaklarımı ve tırnaklarımı yediğim her şey için biraz et borçlusunuz bana, yürek eti, eğer varsa tabi… 

Küçücük şeylerin travma yaratması, o şeylerin küçüklüğünden ya da daha büyük bir şey yaşayamadığından değildir, o şeylerin çok büyük bir his kaybına uğrattığıyla alakalıdır yani hisler her zaman daha fazla yer kaplar hayatımızda, elle tutulur, gözle görünenlere oranla…

Acının bir kısmını yaşadığımda yetmedi bana, en son seviyesine kadar acıtmak için elimden geleni yaptım, sonu olacağını bildiğim için, başlangıcı düşünmedim, nerede olduğunu ve nasıl ilerlediğini, gittikçe yükselen bir acıyla sana bağlanıyordum, kanımın akmasına kadar gidecekti bu, umursamadım, içimdeki kan kırmızı bir intihar düzenliyordu her gün, sessizce akıp, bitmesini anlıyordum, bitince sonumu düşünemeyecek kadar uyuşuyordum, bindiğim bir taksinin beni tanımadığım eski bir apartmanın kapısında bırakmasını diliyordum, senin artık olmadığını düşünerek daha da saçma şeyler yapıyordum, hangi kokuya bulaşırsam bulaşayım, duyduğum sendin, geçmiyordun ama sürekli gidiyordun, benim artık tek derdim, sonuna kadar acıya bulaşmak, dibine vurmak acının ve yüreğimden sonra her yerimin bu acıyı tatması…

Mesela midem ağrıdığında, geçmesi için daha büyük bir acı istedim, demli çay eşlik etti buna, aynı anda üç sızıyı birden yaşayabilirdim, belki de tek yeteneğim buydu, bana miras bıraktığın şarkılar kadar fazlaydı, sızılar, her bir yanımdaydı, kokunun değdiği yerler ağrıyordu belki de artık, geçsin istemiyordum… Edebiyatın masallığına seni uygun göremiyordu cümlelerim, masallar yalan gibiydi artık, ben acıdan yanaydım, ama ebedi bir sızı çıkardı senin bıraktıklarından…

Nefes darlığım var, yer darlığım var, daraldıklarımı birbirleriyle karıştırıyorum hatta sıkılınmayacak insanlardan bile sıkılıyorum, her şey birbirine karıştı, bu benim suçum değildi, bugün kendimi iyi bir insan gibi hissetmiyorum, buna rağmen her şeye aynı derecede ayırmadan hiç, darılıyorum. En çok sokaklardaki ışıklar kırıyor beni, bin parçaya bölünüyorum, bin şekilli avizelerin altındaki gibi, bin bir şekle giriyorum, yüzümü bir türlü birleştiremiyorum, daha da kırılıyorum. Gözlerim ilk defa birbiriyle göz göze geliyor uzaktan, aynı anda birbirlerine bakabilmenin şokunu atlatamıyorlar. Şehrin sokaklarına sesleniyorum, duvar gibi yüzüme bakıyorlar bir süre, sonra dayanamayıp, gidiyorlar, kimisi de kendini uçurumdan aşağıya atıyor, seviniyorum buna, şehrin boş olmasına seviniyorum çünkü rahat rahat kırılabilirim artık, o rahatlıkça dağılan parçalarımı toparlayabilirim, belki eskiden olduğu gibi bütün olabilirim tekrar, hayalden başka ekmek yok bana buralarda…

Şehri boşaltın, çünkü kırılıyorum…

Küçücük evlerde büyüdüm, ahşaba merakım doğduğum evden. Çocukluğumu hatırlatacak en ufak ayrıntılara bile hayranım. Büyüyen binalarda birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz, hemen hepimizin yükseklik korkusu var ama yükseklerde gözümüz, mesafeler yakın ama iletişimimiz kopuk, havayla birlikte bir selam gönderemiyoruz, kuş ayağına bağlanılan mektuplar masallarda kaldı, bu yüzden anlaşamıyoruz bence, suyun altında sigara içmek isterdim, içerledim, gözümü sudan değil de dumandan açamamayı isterdim, göz yaşartan kimyasallarımız var artık, çok mu şey istiyorum?…

Benim yüreğim fesleğenlerini döktü
Siz onlardan yemek yapıyorsunuz…

Kaç gecedir kalbimi bahçedeki ipe asıyorum, yaşadıklarıma ancak gülerek katlanabiliyorum bir de yazarak hatta daha çok yazarak…

Çoğu zaman hangi kitaba başlayacağımın düşüncesi içinde ama hiç düşünemediğim bir kitaba başlıyorum, çekiyor beni, beni kitaplardan başka bir şey çekemez zaten. Bir elimde sigara, dumanda boğularak ölmek isterdim, bacaklarımın arasında bira şişesi, elimde tutamam zaten, muhtemelen dizlerimin arasına sıkıştırırım, tabi öldüğümde o dizlerim gevşeyecek ve o şişe dökülecek, kokuşmayacağım ama bira kokacağım… Üzerimde kirli bir beyaz elbise, beyazlar hep kirlenir bazen doksan derece bile yetmez temizlemeye, kaynatıp, canını yakmak gerekir beyazların, o zaman da yumuşar… 

Kafamda çiçekler açtı.

Bazı şeyler düşüncemdeki figürden ileriye gidemedi, belki de bu yüzden hiç unutmuyorum, bir ruha bürünebilseydi, o ruh canımı yakacak ve unutulacaktı. Üstelik ona hitap ettiğim gibi kimseye seslenememişken…

Birilerinin birilerini merak etmesini nasıl yadırgıyorum, eski çağlarda kalmış bir huy gibi geliyor bu, birini merak etmek, tam da ona sahip olduğunu düşünmektir ki bu merak aslında korkmaktır, kaybedeceğinden korkmak… Korkmasa merak etmez.

Özellikle de bazı şeylere müdahale edecek gücü bulamıyorum kendimde, 

Herkes bir şekilde birilerine kötülük yapıyor, bazen hatta iyilik yaparak bile. Yalnız kendine kötülük yapabilenler yalnız ölme bahtiyarlığını yaşayabiliyorlar, çoğunluk yanındakilere ölürken, yalnız kalmamak için katlanıyor, oysa en çokta onlar öldürüyor…

Mesela benim hiç teraslı evim olmadı, hep giriş kat balkonlu evlerim oldu, balkonun amaçsızlığını düşünüp durdum giriş katlarda…

Tırnaklarım kırılmıştı, ojemin yarısı sıyrılmıştı, sanki çıplak kalmıştım ellerinde, ellerinin bu kadar güzel olmasından nefret ediyordum ve yaralardan da, sakınamamaktan da, güçsüzlerin ezilmesinden de, ben hiçbir zaman güçlü olamayacağımı biliyorum, ezildikçe… Güzel şeyler ortaya dökülür zannettim kanayınca, dökülen resim kötüydü, çirkindi, eskimişti, insanın içinde de eskiyen bir şeyler muhakkak vardı, ama özlemleri taptazeydi, özlememek için hep uyumayı tercih ederdim, bazen insanın özlediği şeyler öyle bir batıyor ki, iz bırakıyor. Rujumun bir kenarı sıyrılmıştı, dudağımın derisiyle birlikte, çeneme bulaşan sıvı, ama izin vermedi kulaklarımın uğultusu, öyle büyüktü ki, tüm kafamın içine yayıldı, dinleyemedim başka sesleri, sağır gibi bir şey oldum, midemde bir fenalık var, kalbimde kırıklık…

Kendimi gördüğüm insanlar da oldu, ama şimdi yoklar, biraz ölüler, biraz rüya, çok hatırlanmak üzere, az konuşulan. Kendimi sustuğum insanlar da oldu, onların yerine cevaplarını kendimin koyduğu ve hiç cevap bulamadıklarım da oldu, sırf bu yüzden gittim peşlerinden, sonra kaçtım korkunç cevaplarından. Bir zamanlar özgürlüğümü kısıtlayan tek şey, kollarıma bağlanan serum kablolarıydı, hayata bağlanmak ölüme yaklaşmak gibiydi ve başka bir şey daha var; hayata bağladığına inandığın insanlar da seni ölüme yaklaştırıyor. Şimdi keşke bu ikisinden birisine bağlı olsaydım, hiçbir şeye bağlı değilim, bunun ihtiyacı da beni sakince öldürüyor…

Kimsenin kötü olmasının nedeni değilim ama iyi bir, kötü neden olmam için zorluyorlar…

Yanlış yere konulmuş sorular var hayatımda
Dosdoğru sorulması gereken

Ama cevaplayamıyorum
Yüreğim zaman makinası
İçimde saatli bir bomba var



Yirmi Mayıs İki Bin On Beş 12 00
Nevin Akbulut

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply