blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Bol Tuzlu Az Tozlu Zamanlar

Eskiden güzel gülerdim
Çünkü gülecek güzel şeyler olurdu.
Küçücük tesadüflerin, büyüttüğü bir hikâyeyiz biz artık ve hikâyemizin içinde boğulduk, önce küçüldük, sonra da yok olduk. Bizi artık büyük tesadüfler bile kurtaramaz. Bu dünyaya değil bir çocuk, bir kahkaha, bir kedi, bir köpek, bir kırmızı bile getirmek istemiyorum. Ancak kelimeler var, onlar da elimde değil, kalbimde. Pek sayın kalbimde.
Zamanın içinde sanki bir zaman daha var; belirsizlik. O zamanın içinde kayboluyorum yavaşça, hissedilir bir şekilde. Hayatımdan söktüğüm sözler vardı, hayatında, almakla çalmak arasındaki o ufacık fark ile kalbine giden yolun üzerinde ayaklarım akraba olmuştu cam kırıklarıyla. Kalbim sürekli konuşuyor, dilim anlatmaktan yorulmuştu, gözlerimse hâlâ anlatıyordu, geçmiş zaman ekli mutlulukları…  “Eskiden böyle miydik?” diye şarkı sözleri yazıyordu ellerim, en güzel cümleleri yerinden koparan elim, günler pırıltısını yitirdi, yıldızlar çok uzaklarda yanıp, sönüyor. Dilim, muğlak, her şeye istemsizce gülen -mutluluktan değil- bir dinleyici, hayat garip bir komedyan, üzeri tozlu, yazılan tüm şiirleri iade etmek istiyorum, yerini bulamadıkları için ve yersizliğimi yüzüme bir tek onlar vurabildikleri için. Sokaklar kadar alıştım kimsesizliğime, kendi beşiğimi kendi ayaklarımla sallamaya, dudaklarımdaki gönülsüz gülümsemeye…
Elimin tersiyle ittiğim kâğıtlarda, ağıtlarım birikiyor, bir çingene sigarası dudağımdaki gülümsemenin yerini sahipleniyor. Toza alışığım ben, dumana da alışıyorum, mürekkebi içime çektiğim gibi, kâğıda dökülen yerlerinden tutuşuyorum, bu kadar tutuştuktan sonra, tutunamamak, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı anlamını çoktan içeriyor. Gözüme kaçan tozun ağlattığı gözyaşlarımla sarhoşluğumu biriktiriyorum, akşamüzeri, sahile dökmek için. Tuzla tuzu kavuşturmak için, birleştirmek için, diğer tüm ayrılıklar adına, yarayla yarayı iyileştirmek gibi bu, yoksa şu sızı, susuz böyle ebediyete kalırdı.
Nasıl anlatayım koklamadan, yaşanılan tüm o yılları bir günde silebilecek güce sahibim. Beni bu güce iten şeylere, sonsuz kaygılarımı sunuyorum, tasalarımı kenara atıyorum, yüzümdeki endişeyi donduruyorum, beraberinde bir gülümseme ekliyorum, o hep var, o hep varmış gibi, o hep olacakmış gibi, gülüyorum. Aklıma geldiğinde en çok beni ne güldürüyorsa, günlük uğraşların içinde, gülmek için tekrar onu aklıma getirmeye çalışıyorum, hep yeni bir şey oluyormuş da, hep gülüyor gibiyim.
Bazılarının yüzüne bir dakikadan fazla baksam, içlerindeki kötülüğü görecek gibi oluyorum. Kimsenin kalbi şeffaf değil, buna rağmen, üstelik o çirkin et parçası, bizi nasıl da çıkmazlara sokuyor. Bazı hayallerimi gerçek hayatta görsem, büsbütün soğuyacağım yaşamaktan. Bazılarının karşıma çıkmasını istediğim hâlde, çıkmamalarına sevinmem, üşengeçliğimden değil de, ileriyi biraz daha geriden görebilmemdir. Gece gölgelerini katlayıp gidiyor, sokaklar öksüzlerin çıplaklığı, korkularımız daha da katlanıyor, üzerimde bir tek kırmızı manto, ellerim ceplerimde, tüm yalnızlar gibi ve yanlış yürüyenler gibi. Ellerim gündüzden kalma, yavru köpek kokularını seviyor. Bazılarını bu karanlıkta görsem, dayanamam biliyorum. Kelimeler peşimi bırakmıyor, türlü anlamlar yüklüyorum olmayışına, varlığını intihar ettiğim yerde ağlarken buluyorum. Bir dil yetmiyor lügatime, beni anlamaların bitmiş, durduğun süs, varlığın yokluk, başka bir şey değil bu karanlık. Kıyıya bıraktığım bira köpükleri, sahildeki köpüklerle dalga geçiyor, en ağladığım şeyi hatırlayıp, bir daha ağlıyorum, anlamıyor ne gece, ne de gecenin içine karışanlar.
Kelebek kanatlarından ödünç alıp, yaptığım kalbimin gece vakti yaşama süresi dolduğunda, bir mürekkeple can bulacağına inanışlarım, yaşayacağını zanneden diğer tüm şiirler gibi kendimi yaşayacak zannetmem… Oysa pulla tuzun, tuzla tozun yer değiştirdiği zamanlarda bir tek zerrecik kadar bile olamayışım, noktadan hesap sormalarım, yine de kalbime sızmalarım, ölü bir kelebek gibi.
Her şey artık çok fazla geldi bana, kimsenin göremeyeceği yerlerde ağladım, ağladım sayılmazdı bu, kendimi hırpalamadım ama ruhumu, bir kuyunun içinde oradan oraya vurdum, herkes iyi şeyleri yok etmeye çalışırken, en çok ruhum zedelendi. Kuyuda bile susuzdum ve beni artık bir tek Yusuf anlardı. Ani bir ölüm düşledim hep, bir trafik kazası, kalp krizi ya da intihar. Kanseri saymıyorum, o ani değildi, yıllar içinde yine öldürememişti beni. Tüm dünya üzerime geliyor sanki bir sen gelmiyorsun. Gittikten sonra, bu şehir üstüme yıkılır zannettim, olmadı, görünürde hiç kötü bir şey olmadı, mucizelere inanmayı küçükken öğrenmiştim. İşte bu inandığım şeyler de olmadı, mucize gerçekleşmedi, gelip sarılmadı bana, yaralarımı da sarmadı, beni en iyi Eyüp anlardı. Beni anlamayıp, anlamaya çalışanlar kalabalıktan başka bir şey yapmadılar, sıkıcıyım, duygusal ve yağmurluyum. Ölümü düşünüyorum daha çok intiharla ve iftiharla. Belki biraz günah işliyorum. Yorganı başıma çeksem hatta yatağı komple kafama geçirsem de yağmurlu gecelerden korkumu engelleyemedim kulaklarıma. Basit öykülere inandım, güzel şarkılar dinledim, güzel sözler ezberledim, mükemmel şiirlere âşık oldum, yazanlara değil. Her yazıyı yarım bırakıp, kendimi tamamlamaya çalışıyorum, bir kere kayboldum, bu yüzden bir daha kaybolma ihtimalim de yok. Bulamıyorum, şiirimdeki en önemli, en hüzünlü ve en sevinçli imgeyi, ölmek istiyorum bu yüzden, tertemiz bir nefes alırken, kocaman bir nefes, ciğerlerime kıyamete kadar yetecek bir nefes. Ölümden başka bir şeye inanmıyorum, inançlar hayal kırıklığı yaratıyor. Yaşıyorum ben oysa ölür gibi, hayal gibi, bazen yeniden doğar gibi.
İnsan hatırlamak istediği şeyleri, unutmamak için anlatır. Ben uzun zamandır bir şey anlatamıyorum. Hayata dair sağlanacak tolerans kalmadı, biraz daha kaygılanayım…
Ağlıyordum, herkes sesim nemli zannediyordu, kalbim rutubetliydi, küçüklüğümden beri ya da büyüyemediğimden beri. Gözlerimi şişiren yaşların, gözkapaklarımı kalabalıklaştırdığı günlerde, bacası tüten eski bir eve saklasam hatıralarımı, dokunulmasalar, gözkapaklarım gibi, dokunulmaz olsalar. Çiçekleri akışına bıraksam, dünyayı değil, akmıyor dünya, zaman da akmıyor, sadece biz bize ayrılan sürenin sonuna geliyoruz, kendi vaktimizden tükeniyoruz, kırmızı çiçekler aşkına. Ne zaman izlesem Yeşilçam filmlerini bir ağlamak tuttururum, duman gibi, ellerim titrer, hiçbir şeyin beni teselli edemeyeceğini bildiğim hâlde, bir kavuşma sahnesi olur mutluluk. Demek ben çoktan alışmışım zamanın içindeki zamansızlığa ve ilgisizliğime, konumumu bildiremiyorum, çok zamansız, az yerliyim buralarda. Ayaklarım gidici gibi, bir salyangoz kadar, sahibim sokaklara, onun parlak izinde yürüyorum, az gidiyorum, sonra gidemiyorum. Kırıklarımı bıraksaydım gitmeye çalıştığım yollara, kolayca bulunurdum, ama bırakmıyorum, onları da götürüyorum peşim sıra. Tüm nefeslerimin bedelini peşin ödemiş gibiyim, bunca kırıklıkları taşımama rağmen, yine de hafifledim, kendime gelememek gibi meziyetlerim var, belki bir tozla bir tuza karışırım, belki bir gözyaşı olurum yine kalbimde, süzülürüm, kâğıtlarını kopardığım güzel cümlelerin içinden.

On Altı Mart İki Bin On Altı 12 40
Nevin Akbulut

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply