Monthly Archives:

Ağustos 2015

Genel

Ölü Paragraf




Uzun zamandır kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün, böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden, henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı. Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor.  İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına, inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor, süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu kelimesizliğime, bilmiyorum.
Ölürken o son sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi, ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü. Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.
Bir daha hiç görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup, konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.
Yağmur her şeye şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık sırıtıyorlardı…
Herkesin bu kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor. Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden, teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum.  Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz, minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…
Üzümlerinizden artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.
Bedenden önce ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol, yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…
Büyürken, saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.
On sekiz yaşıma kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası, yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan, bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar, ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…


Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Unutma Eyleminin Çaresiz Kıvranışları

 

Nasılsın’ın samimiyetsizliği ile iyiyim’in sahtekârlığı arasında bir yerdeyim.

İnanmak istemediğim şeyler için, bilinmezliğimi affediyorum, kendimi durmadan ruj izi bıraktığım bardaklarda bulma hevesime yenik düşerken, uykulu bir şeydi yaşamak, içimde kalmıştı, sızlamıştı, yorgan istiyordum yorgun düşlerime, emeklemeden uçma hevesini kuşlara özentimden almıştım, uzaklarda olma istediğimi özgürlükten. Kendimi durmadan anlatma çabası, ifadesizliğimle birleşti, yerimden kıpırdayamadım. Her akşam bir şişenin dibine anlatıyorum diyemediklerimi, sustuklarımı yıldızlara fısıldıyorum, her sabah bir şişeyle bir yıldızın birleşeceğine dair umutla bir rüyadan uyanıyorum. Kederden başka bir şey diyemedim, susmaktan başka bir şey söyleyemedim, bunca şiiri boşuna karaladım. Harcadım sızlanmaları cömertçe, derdimi her şiirin üzerine serdim güzelce, kaplı bir kitap oldu, yıllarca boşuna inandım gitmeyeceğine ve seveceğime…

Bilmediğin bir şeydim, yalnızca yokluğumda anlayacaktın.

Ölümü anlatmaktan çok yaşadığım bir Cuma gecesiydi, ertesi günü bana göre pazardı, canımı yakan günlerin üzerinden atlıyordum, küçükken binaların üzerinden atladığım gibi, en yüksek binanın tepesine çıkıp, bulutlara uzanıyordum, öyleydi bu gece de. Anlatıp, susmaktı amacım, sonra neden ıslanıyorum? Yağmura mı bıraktılar beni, çıplak? Doğmak ölümü içime işlemişti, doğurmak öldürmek gibi bir şeydi içimde. Çocukluğumun bir tek gülücüklerini getirebildim yanımda, resmi dairelerin soğuk koridorlarından geçiyorum, resmiyetleri bana hiç resmi geliyor bazılarının, sinir bozucu bir samimiyetsizlik, o koridorlar gibi. Anlatacağım çok şey olduğu zamanlarda susarım, Cuma gecelerindeki gibi, fazla söze yok, bir gün anlatarak intikamımı alacağım nasıl olsa üzgün çocukların, kalbimi onların yanına bıraktım, şimdi yalnızca gitmek istiyorum, çocukluğumu unuttuğum sokaklardan…

Senden haberdar olduğumdan beri
Kendimden bihaberim

Yaşıtlarımdan nefret etme nedeniyim belki de ben, neslime inanmıyorum, ışığa inanıyorum, aydınlığa, bir de her gün sönen yıldızlara, karanlığı bildiğim için ışıksız uyuyamam, bu da benim en ucuz bağımlılığım, yine de buna rağmen, görmek istemediğim şeyler var, gözlerimi güvenle kapatabiliyorum, açtığımda karanlık olmayacak çünkü. Kötü anılardan iyi bir hikâye çıkardık, ders olmadı. Bazılarının nasıl bu kadar akılda kalabildiğine şaşıyorum, bazılarının hiç olmadıkları halde İyi hikâyemde olmalarına, günahsızım gün kadar, tek suçum esirgeyememek, gülüşümü cömertçe pay edebilmek insanlara, büyük payı hak etmeyenlere devrettim, gülmek benim uzun süreli planımdı. Bir ara sokaklardaki bulduğum boş çirkin duvarlara güzel şiirler yazardım, geçti, içimde kendime bile söyleyemediğim şeyler var. Acı çekerken hiç seninle aynı çerçevede olmak istemedim, belki de en çok bu yüzden yalnızdım, çirkinliğimi anlatabilseydim o anda, çirkinliğini de sevebilirdim, güzel görebilecek kadar güzel gözlerim vardı ve her şeyin hıncını unutturacak kadar tatlı dilim, zehir tadıyordum, yoksa tadını bilemezdim dilimin.

Benim en güzel masalım ellerin ellerimden uçtuğunda bitti ya da o zaman öğrendim masal dinleyecek yaşta olmadığımı ama seninle olmanın başka çaresinin olmadığını, masallardan çıkış yaptığımda artık seni kavrayamayacağımı, varlığımızın sonu olmayan bir yalandan öteye gidemediğini…

Bıraktığın ellerimle ettiğim dualardan da hiçbir şey olmadı, belki aynı ellerdi o yüzden olmuyordu, belki değiştirmem gerekti ellerimi, tokat gibi bir sondu avuçlarımdaki, yine de sessiz kaldım, sessiz kaldığım için titredim, bir daha kimseyle el ele tutuşamayacağımı, dualarımdan biliyordum, aynı ellerimle yaptığım çaydan içtim, aynı ellerimle unutma eyleminin çaresizliğinden, kolay olsun diye yakardım… Cümlemin saçmalığından anladım duamın işe yarayamayacağını, yine de niyet denilen bir şey var, içimde bir yerlerde o inancı besliyorum. Sarılabildiğim şeyler, bana hep özlediğim şeyleri anımsatıyor, yeri dolmuyor yine de sarılmak istediklerimin.

Hayatım terk edip, gidenlerden bozma
Derleyip, toplayamıyorum…

***
İki satır yazının peşine düşüp, her şeyi unuttuğumdan beri deli gibi hissediyorum kendimi, kendimi o dışa dönük dünyanın içinde hissedemiyorum, oraya buraya sıkıştırdığım kelimelerim var benim, bir türlü hatırlayamadığım, işte unutmak için delirdiklerim oluyor, bir de hatırlamak için çıldırdıklarım. Ama o sakladığım imgeler olmasa ne yapardım ben? Hatırlamak istemediklerimi hatırlayıp dururdum, aklıma iki gün sonrası gelmiyor hiç, gelecekten bu kadar mı uzağım? Kendime her gün oyunlar oynamaktan bıkıyorum, yaşamak oyunu, akşam olunca gerçek tüm acımasızlığıyla karşımda, acıyım ben oysa ve biliyorum, beklediğime değecek herhangi bir şey olacağına karşı inançsızım.

Rahatsız ama dingin gözlerle izliyorum etrafımda olan her şeyi, sakinim hayata karşı, bu sakinlik içimde fırtınalar koparsa da, en sağlıklısı bu diye düşünüyorum. Yüreğimdeki iz, yüzümde oluşan kaygıdan daha büyük, dışarıda hapisteyim, içimde mahkûm.

Dünya güzel dönsün diye, semazen düşlerini ödünç alıyorum, dünya sadece dönüyor, öylesine, ben kırgın mektuplar bırakıyorum taşların altına, iyileşeyim diye, taş kırıklarımı ezsin diye ve yeni bir ben doğsun diye. İyi hikâyeler bırakmak istiyorum ardımda, olmuyor, yazılan hikâyeler hep kötüdür. Ağzım küfürleri yeni öğreniyormuş gibi, kızgın ve acemi. Dışarıda hikâyeler dolaşıyor, yazılası.

Günde dört vakit geliyorum kırıldığım yerlere, o ağacın altına, incinin içine, sinema salonunun önüne, otobüs durağına, en çok otobüs durağında birikiyor kırıldıklarım, yolculuklar umut vermeli, sevinçler barındırmalı, beklenenden fazlaydı bu kırılma, ağacın üzerinde kalan, o sağlam tek dal parçasının hüznü gibi, ağaç yalnız, ağaç üşüyor, dalları olmazsa kim saracak onu? Bir trene atlayıp da gidemiyor içini ısıtan yerlere, bir sevinçlik yer yok bu yolculukta, hüzün yükü.

Çatlasa camlar, içeri yağmurdan çok hüzün dolacak, ıslanmayacağız, yastıklarımız ıslanacak ağlamaktan, kuru olduğumuzu kim görebilir? Kim bilebilir miktarını gözyaşlarının?

Hiçbir gidişim ferahlık yaratmadı içimde, çocuklar gibi taşıyamadım sevincimi yolculuklara, kırıklarımı taşıdım, gittikçe ağırlaştım, hüznümü taşıdım, gidemiyordum. Hüzünlerimi bırakıp gitmeye kalksam, hiçbir şey kalmayacaktı üzerimde. Adını andığımda hep içime kapandı kapılar, içim sıfırlandı, içimin genişlemesini ummuştum, daraldı, gittiğim yollar kapısızdı, gittikçe üşüyordum. Üşümek için mevsimin kış olmasına gerek yok ki ben her mevsimden uzağım. Bir derdim yok onlarla, dönüşleriyle derdim var, dokunuyor, iz bırakıyor mevsim dönüşleri. Her mevsimden çiçek ya da kar yerine hüzün topladım. Bir de sarı yapraklar, onlar o kadar çoktu ki, tüm mevsimleri kaplıyordu etekleri.

İflah olmaz bir yara açtın içimde, onmaz bir koku. Onsuz olamayacağım bir yaşam, her şeyime sindi o yokluk, kitaplara, defterlere, masama, odama, kapılara. Tüm kapılar korku doluydu, sonuncu kapı korkmadan gittiğim için hüzünlüydü, içeri girdim, ne bekliyordum ki? Geçmişe sık aralıklarla yaptığım yolculuklarda anılarımı açıp bakıyorum eski resimlere bakar gibi, bizden bir hikâye çıkmaz biliyorum, kırıkları tamir edebilecek bir yapıştırıcı yok ve kırılan herkes bir yanı dilsiz.

Başımı ellerimin arasına alıp, avucumun içine yüzümü düşürüp, ağlamak istiyorum, ne kadar çok şey söylesem de, ben en çok buna önem veriyorum. Dizlerine sarılmak istediğim için, dizlerim hep kollarımın arasında, inanmış gibi yapmaktan sıkıldım, ellerini aramaktan, her köşe başında beklediğine kendimi kandırmaktan, kendimi ne yerine koyduğumu bilememekten yoruldum. Yorgunum ve benim için en önemli şey bu şuanda…

Yükseklerden baktığınız alçaklardaki kırmızı kiremitler mavi bir gökyüzü hayali kurdurmuyor mu size? O kiremitlere naylon bir ip bağlayıp, gökyüzüne doğru salıncak yapmak istemiyor musunuz? Biliyorum, buralarda mümkün değil.
Yirmi Yedi Nisan İki Bin On Beş 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Şüpheli Bir Şey


İnsanın saplantıları bile yalnızca kendini rahatsız etmeli, kimseye dokunmayacak, kimseye ulaşamayacak saplantıları olmalı insanın, huzursuzluğumun nedeni herkesi aynı renkte görmem, buna rağmen herkesten uzak durmaya çalışmam, meleklerin varlığını hissedemediğimden beri, şeytanların melek olduğuna inanıyorum, insanlar mı? Bence onlar hiç biri, benim kafam niye bin dünya?

Dizlerime çektirdiğim acıda en çok sırtımın payı vardı ya da sırtımdakilerin, aklımdakilerin de olabilir, bazı şeyler hiç masum değil, hayatın zor aşamasından geçerken, hep birikir o anlar, harcayacak bir yer bulamayız, satışı yoktur hüzünlerin, bedava da olsa hoş, kimse yine de almak istemezdi. Eskiden hayalim masa başı bir işti, okuyan, okutan birisi olmak tek isteğimdi, sonra hiç olmaz insanlarla muhatap olarak hayatıma devam ettim, değmez insanlara, değecek şeyler yaptım, orta halli memur gibi her gün monoton, akşam iş çıkışlarında özgür hayatlar yaşamayı seviyorum yine de, belki de içimde ölen bir yerlerimden miras kaldı bu bana, sokaklarda dolaşmayı da seviyorum ama ağrımdan başka gücüm yok…

Kırmızı balık demek, yarın ruhsuz demek, yarı baygın demek ve çok ölü demek. Bir kılçığı hep ölümün içinde, kendine batırmakla meşgul, kırıp, çıkacağım bir fanus yok artık, ölümün içinde bile balıklar var, sahil kıyılarındaki kumlarda kaybolmanın yasak olması demek bu. 

Bu kadar bela varken insanın başında, hala neden trafik lambalarına dikkat eder ki? Hayallerimi isteyebilecek kadar cesaretlendim artık sanırım, bazılarına takma isimler koyuyorum, çok yakışıyor. Birbirlerini seven insanların gece olunca, güzel sohbet edemeyip, başka şeyler yapmalarını hatta bunu birbirini sevmeyen insanların da yapmalarını anlayamıyorum, bir yerde bir terslik var ama ben hatalı soldayım, içmeden birbirine dokunamayan, karışamayanlar var, oysa içimizde her gün başkalarını taşıyoruz, içine dokunamayınca insan, başkasına da mı dokunur hep? Saçlarımı sevdiğim renge boyadığımdan beri, sevmediğim insanlar çoğaldı, tesadüf mü bu bilmiyorum, hayallerim hala çizgili masal kitapları gibi, çocukluk mu bu ya da değil ya da her şeyin bilincinde olup da çocukça şeyler yaparak, susmak, daha güzel bir şey olmadığı için, bunu yapıyorum. Ama hiç biriniz çizgi filmlerdeki kahramanım olamayacaksınız ve hiç biriniz roman kahramanları kadar bile içime dert olamayacaksınız ama yine de şiirine birini aldıysan, çıkarmıyorsun içinden, öyle de bir şey var. 

Yorgunluğumun üzerinde, seni özlemişliğimi bulabilirsin, uzun zamandır giyilmemiş kıyafetler gibi dolabın bir köşesinde bekliyorum, yorgunum bir o kadar da rutubetli duvarlarım, bana dokunduğunu bildiğim halde bir şeylerin, daha önce hiç duyulmamış halde, iyi olacağımı umuyorum, ruhun uyuşması da bu sanırım, bahar cilvesi… Kuşkulanmayı öğrendiğimden beri, bir tereddüt yerleşti içime, artık başka bir şey var gibi, artık herkes şüpheli gibi…

Hayatımı ikiye ayırdığım o çizgiden kimsenin haberi yoktu, fark edilmemişti, yanındayken nasıl güvende olduğumu, tereddütlerimden uyandığımda anladım, ben hala sarmaşıklı düşler kuruyorum, çiçekler gibi sarılıyoruz, çocukken eve gelen misafirlere sorgusuz sarıldığımız gibi, bizim zamanımızda çocuklar daha güler yüzlüydü, şimdi şüphe okunuyor hepsinin bakışlarında, gözlerim yaşlıydı benim, gelecek bir zamanda, ileride bir hayatta uykusuz düşlerimde, kimsenin olmadığı büyük parklarda kayboluyorum, içime yer eden tek şüphe çocukça. 

Kronik sancılarım var benim, rahat nefes alabilsem bu kadar yorulmazdım. Dokunduğum çiçeklerin kadifeliği hayatı anlamlı kılmaya yetmiyor bazen, yine de dokunmak istiyor insan, varlığını hissettiği ya da hissedemediği bir şeylere, şüphe bu işte, dokununca inanacak, dokununca gerçekleşecek, oysa birçok şey dokununca kayboluyor. Yaranın geçmesi için, başka bir yerden, başka bir acı tedarik ediyoruz.

Sezen Aksu’nun şarkılarında kendimi bulduğumdan beri, sana ihtiyaç duyduğumdan şüpheliyim artık. Benim zoruma giden başka şeyler var, dünyanın bazı yerlerde yamuk durması, mesela bazı insanların eğreti durması, hayır simetri değil hiç düşüncelerim ama bazen, bazı şeyler hiç de olması gerektiği yerde değil. Başkasının acısını sahiplenemiyoruz. Belki yeterince sevilmiyoruz, yoksa neden elimizden alınsın ki, hayatımızın bağlı olduğu şeyler? 

Bir sabah uyandım ve yüreğimdeki kitleyle reşit oldum, herkesin acısı kadar büyüdüğümü hissettim, hiç hazırlıklı değildim, endişeyi o gün öğrendim, ontolojik bulgular olmasa, bilemeyecektim içimdeki yerini, keşke bu kadar sahiplenmeseydin, yerini, biraz yadırgasaydın, yumru gibi bir şey inmişti yüzüme, gözlerim ellerimden hesap sorar gibiydi, ellerimi güneye çevirdim, oraya yakın olup, insanlara uzak olmak istediğim o sene öyle geçti, sonra bulgumdaki çaresizliğimi, aslında hiçbir şey bulamadığımı, dizlerimin üstünde sabahladığımı, sabahın bile karanlık olduğu birkaç yıl daha geçti, aklımdakileri birleştirecek sabrım, onları bozabilecek bir puzzle yoktu, ortada resim de yoktu zaten, anlatacaklarım, unutulan hikayeme yalnızca kurgu oluyordu, oysa hayatımdaki önemli insanların hayatlarının hikayesindeki simgelere bile dikkat ediyordum, nasıl sahipsizdim, içimdeki acıyı bırakacak yer yoktu, lavaboya bırakmayı istedim her sabah yüzümü yıkarken, su batıyordu, soğuk aynadan daha soğuk bakıyordum dünyaya, ama sıcak su olunca çıkan buharları seviyordum, başka türlü ısınamıyordum, uzun yola çıkıp, yanındaki yabancıyla aynı koltuğu paylaşıyorum gibiyim kendimle, kendiliğinden bir uzaklık bu, ama yakın. 

Hayatta kalan güzel anları yutup, iyi olmak isterdim, anılardan başka iyi yanımız yok, endişe kemirirken içimizi, yine de ümit etmekten geriye duramıyor insan, içinden bir yol gidiyor dışa, sanki nefes almak gibi, kontrolsüz, uçsuz ve bucaksız. 

Her hikaye kendi katilini besliyor içinde, bense yüzümün yarısını katilime bağışlıyorum, besliyor gözlerimi tuzlu su ile boğmak için, kırmızı tırnakların içine yazıyorum acımı, benim yarımımı bağışladığım gibi hayat da beni bağışlasın istiyorum, kurbanı olmanın ruhunu didikliyorum, yine de mutlu olamıyorum. Bazı hikayeler kısa olduğu halde nasıl da uzun sürüyor, geçmeyen zamandan izin tahsis edemiyorum, geçen zamanların ardından elimle kalan köşesi kırık yıldızlar, yuvarlanıyor avuçlarımda, beslemek istemiştim, acımı törpüleyen şeylerin köşesini, sivriltip, kendime batırmak istemiştim, kırıldı, kalbim kadar kırık her şey, camdan olduğumu, aynaya çarptığımda anladım. Sokağa çıktığımda saçlarımın yağmur altında dımdızlak kalması, saçlarımın yalnızlığındaki elsizliğidir, yabancılar bundan sorumlu tutulamaz, yine de sevebilirim, bir çift yabancı eli, çocuk saçlarımı okşayabiliyorsa, şüpheli bir şey bu, gözlerime sıçradı, hepimiz kalabalıkta mutluluk törenleri düzenleyip, yalnızlıkta cenaze törenlerinde simsiyah giyiniyoruz. Hava daha ne kadar kararabilir?

Gece ne kadar masum olabilir ki
Karanlık bu kadar kırmızıyken?


Bir Mayıs İki Bin On Beş 15 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kafamdaki Çiçekler Bomba Açtı


Dudaklarımı ve tırnaklarımı yediğim her şey için biraz et borçlusunuz bana, yürek eti, eğer varsa tabi… 

Küçücük şeylerin travma yaratması, o şeylerin küçüklüğünden ya da daha büyük bir şey yaşayamadığından değildir, o şeylerin çok büyük bir his kaybına uğrattığıyla alakalıdır yani hisler her zaman daha fazla yer kaplar hayatımızda, elle tutulur, gözle görünenlere oranla…

Acının bir kısmını yaşadığımda yetmedi bana, en son seviyesine kadar acıtmak için elimden geleni yaptım, sonu olacağını bildiğim için, başlangıcı düşünmedim, nerede olduğunu ve nasıl ilerlediğini, gittikçe yükselen bir acıyla sana bağlanıyordum, kanımın akmasına kadar gidecekti bu, umursamadım, içimdeki kan kırmızı bir intihar düzenliyordu her gün, sessizce akıp, bitmesini anlıyordum, bitince sonumu düşünemeyecek kadar uyuşuyordum, bindiğim bir taksinin beni tanımadığım eski bir apartmanın kapısında bırakmasını diliyordum, senin artık olmadığını düşünerek daha da saçma şeyler yapıyordum, hangi kokuya bulaşırsam bulaşayım, duyduğum sendin, geçmiyordun ama sürekli gidiyordun, benim artık tek derdim, sonuna kadar acıya bulaşmak, dibine vurmak acının ve yüreğimden sonra her yerimin bu acıyı tatması…

Mesela midem ağrıdığında, geçmesi için daha büyük bir acı istedim, demli çay eşlik etti buna, aynı anda üç sızıyı birden yaşayabilirdim, belki de tek yeteneğim buydu, bana miras bıraktığın şarkılar kadar fazlaydı, sızılar, her bir yanımdaydı, kokunun değdiği yerler ağrıyordu belki de artık, geçsin istemiyordum… Edebiyatın masallığına seni uygun göremiyordu cümlelerim, masallar yalan gibiydi artık, ben acıdan yanaydım, ama ebedi bir sızı çıkardı senin bıraktıklarından…

Nefes darlığım var, yer darlığım var, daraldıklarımı birbirleriyle karıştırıyorum hatta sıkılınmayacak insanlardan bile sıkılıyorum, her şey birbirine karıştı, bu benim suçum değildi, bugün kendimi iyi bir insan gibi hissetmiyorum, buna rağmen her şeye aynı derecede ayırmadan hiç, darılıyorum. En çok sokaklardaki ışıklar kırıyor beni, bin parçaya bölünüyorum, bin şekilli avizelerin altındaki gibi, bin bir şekle giriyorum, yüzümü bir türlü birleştiremiyorum, daha da kırılıyorum. Gözlerim ilk defa birbiriyle göz göze geliyor uzaktan, aynı anda birbirlerine bakabilmenin şokunu atlatamıyorlar. Şehrin sokaklarına sesleniyorum, duvar gibi yüzüme bakıyorlar bir süre, sonra dayanamayıp, gidiyorlar, kimisi de kendini uçurumdan aşağıya atıyor, seviniyorum buna, şehrin boş olmasına seviniyorum çünkü rahat rahat kırılabilirim artık, o rahatlıkça dağılan parçalarımı toparlayabilirim, belki eskiden olduğu gibi bütün olabilirim tekrar, hayalden başka ekmek yok bana buralarda…

Şehri boşaltın, çünkü kırılıyorum…

Küçücük evlerde büyüdüm, ahşaba merakım doğduğum evden. Çocukluğumu hatırlatacak en ufak ayrıntılara bile hayranım. Büyüyen binalarda birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz, hemen hepimizin yükseklik korkusu var ama yükseklerde gözümüz, mesafeler yakın ama iletişimimiz kopuk, havayla birlikte bir selam gönderemiyoruz, kuş ayağına bağlanılan mektuplar masallarda kaldı, bu yüzden anlaşamıyoruz bence, suyun altında sigara içmek isterdim, içerledim, gözümü sudan değil de dumandan açamamayı isterdim, göz yaşartan kimyasallarımız var artık, çok mu şey istiyorum?…

Benim yüreğim fesleğenlerini döktü
Siz onlardan yemek yapıyorsunuz…

Kaç gecedir kalbimi bahçedeki ipe asıyorum, yaşadıklarıma ancak gülerek katlanabiliyorum bir de yazarak hatta daha çok yazarak…

Çoğu zaman hangi kitaba başlayacağımın düşüncesi içinde ama hiç düşünemediğim bir kitaba başlıyorum, çekiyor beni, beni kitaplardan başka bir şey çekemez zaten. Bir elimde sigara, dumanda boğularak ölmek isterdim, bacaklarımın arasında bira şişesi, elimde tutamam zaten, muhtemelen dizlerimin arasına sıkıştırırım, tabi öldüğümde o dizlerim gevşeyecek ve o şişe dökülecek, kokuşmayacağım ama bira kokacağım… Üzerimde kirli bir beyaz elbise, beyazlar hep kirlenir bazen doksan derece bile yetmez temizlemeye, kaynatıp, canını yakmak gerekir beyazların, o zaman da yumuşar… 

Kafamda çiçekler açtı.

Bazı şeyler düşüncemdeki figürden ileriye gidemedi, belki de bu yüzden hiç unutmuyorum, bir ruha bürünebilseydi, o ruh canımı yakacak ve unutulacaktı. Üstelik ona hitap ettiğim gibi kimseye seslenememişken…

Birilerinin birilerini merak etmesini nasıl yadırgıyorum, eski çağlarda kalmış bir huy gibi geliyor bu, birini merak etmek, tam da ona sahip olduğunu düşünmektir ki bu merak aslında korkmaktır, kaybedeceğinden korkmak… Korkmasa merak etmez.

Özellikle de bazı şeylere müdahale edecek gücü bulamıyorum kendimde, 

Herkes bir şekilde birilerine kötülük yapıyor, bazen hatta iyilik yaparak bile. Yalnız kendine kötülük yapabilenler yalnız ölme bahtiyarlığını yaşayabiliyorlar, çoğunluk yanındakilere ölürken, yalnız kalmamak için katlanıyor, oysa en çokta onlar öldürüyor…

Mesela benim hiç teraslı evim olmadı, hep giriş kat balkonlu evlerim oldu, balkonun amaçsızlığını düşünüp durdum giriş katlarda…

Tırnaklarım kırılmıştı, ojemin yarısı sıyrılmıştı, sanki çıplak kalmıştım ellerinde, ellerinin bu kadar güzel olmasından nefret ediyordum ve yaralardan da, sakınamamaktan da, güçsüzlerin ezilmesinden de, ben hiçbir zaman güçlü olamayacağımı biliyorum, ezildikçe… Güzel şeyler ortaya dökülür zannettim kanayınca, dökülen resim kötüydü, çirkindi, eskimişti, insanın içinde de eskiyen bir şeyler muhakkak vardı, ama özlemleri taptazeydi, özlememek için hep uyumayı tercih ederdim, bazen insanın özlediği şeyler öyle bir batıyor ki, iz bırakıyor. Rujumun bir kenarı sıyrılmıştı, dudağımın derisiyle birlikte, çeneme bulaşan sıvı, ama izin vermedi kulaklarımın uğultusu, öyle büyüktü ki, tüm kafamın içine yayıldı, dinleyemedim başka sesleri, sağır gibi bir şey oldum, midemde bir fenalık var, kalbimde kırıklık…

Kendimi gördüğüm insanlar da oldu, ama şimdi yoklar, biraz ölüler, biraz rüya, çok hatırlanmak üzere, az konuşulan. Kendimi sustuğum insanlar da oldu, onların yerine cevaplarını kendimin koyduğu ve hiç cevap bulamadıklarım da oldu, sırf bu yüzden gittim peşlerinden, sonra kaçtım korkunç cevaplarından. Bir zamanlar özgürlüğümü kısıtlayan tek şey, kollarıma bağlanan serum kablolarıydı, hayata bağlanmak ölüme yaklaşmak gibiydi ve başka bir şey daha var; hayata bağladığına inandığın insanlar da seni ölüme yaklaştırıyor. Şimdi keşke bu ikisinden birisine bağlı olsaydım, hiçbir şeye bağlı değilim, bunun ihtiyacı da beni sakince öldürüyor…

Kimsenin kötü olmasının nedeni değilim ama iyi bir, kötü neden olmam için zorluyorlar…

Yanlış yere konulmuş sorular var hayatımda
Dosdoğru sorulması gereken

Ama cevaplayamıyorum
Yüreğim zaman makinası
İçimde saatli bir bomba var



Yirmi Mayıs İki Bin On Beş 12 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Çizgili Roman

 

Son bir kere daha kırgınlığımı dile getirmenin anlamı yoktu, bu seninle birlikte benim de içimdekilerle yüzleşmem demekti, içime attıkça, içimde küçülür zannettim, öyle de oldu. Bazı şeyleri dillendirmemek en iyisi, içimdeyken unutmak daha kolaydı, ağlamalarım gibi çocuk kaldı, bebek gibi kırılgan bir şey oldum sonra, küçüldüm, büyükler beni ayıpladı, arkadaşlarım kınadı, sonrada yalnız kaldım, yapacak bir şey yoktu, ben de daha fazla çocukluğa vurdum, kelebek ölülerinden başlayarak, her şeye ağladım. Pazar sabahlarını hiç sevemedim ya midem veya başım engel oldu buna. Hafta içinde biriktirdiğim sevinçlerimi hafta sonları barındıramadı, şarkılara sığındım, çoğunlukla hareketliliği yadırgadım, sessizdim, içimden konuşmak gelmiyordu, dünya keşke kocaman pembe bir pamuk şeker olsaydı, puf diye yok olsaydı bir çocuğun ağzında, iyi niyetlerin hiçbir zaman iyiye kullanılamadığı, kocaman kötü bir dünya burası, dilden dile kötülüğünün konuşulması bile temizleyemiyor artık… “Herkes kendi kapısının önünü temizlese” demişti bir büyük, ben küçükken, herkes kalbini temizlese… Her gün içimden bir kuş uçup, gidiyor, adresine ulaşamadan insafsız bir sapan tarafından vuruluyor, içimde buluyorum ölüsünü, her şey bu kadar ölürken, canlı hissedemiyorum kendimi, öyle çocuğum ki…

Hâlâ gerçek olamayacağını bildiğim, ezber masallara inanıyorum, negatifler elimde…

İnsanların yüzlerindeki alayı, öfkeyi ve sahtekârlığı görmemek için, çizgilere dikkat ediyorum uzun zamandır, adımlarımın işi çizgilerle, duygu biriktiren diye bir isim taktılar, umursamadım. Herkesin dumanı sönmüş gibi, ölü şeyler var aramızda. Bundan sonra belki hiç birimiz, diğerimize bir aşk mektubu yazamayacak, ne yeteneği ne de sahteliği izin verecek buna.

Acının bir kimliği olmasa bu kadar kanamazdı, garip seslenişleri vardı bana, bambaşka bir hüzün veriyordu bu, ürpertiyle birlikte. Adını her koyduğumda biraz daha acıyordun, uzaktın, mesafeydin, yalandan başka bir şey değildin, araya iki ucu uçurumda biriken, kirli yollar girdi, bizden önce yürümüşlerdi ve bir aşk yaşamak için illaki insan olmak gerekiyormuş gibi gereksiz diretmeler…

Muhakkak bir isim gerekiyormuş gibi, tek sorun buymuş gibi, sorunlu dünya, oysa yalnızca renklerimle anılan bir kuş olmak isterdim, hem o zaman uçurumlardan da kaçabilirdim. Gökyüzüne merdiven dayama çalışmalarına hiç girişmezdim, kendime bu kadar yalanlar söylemek zorunda kalmazdım. Artık doğru yol diye çıktığımız her seyahat kandırmacalarla dolu, kimse doğruyu söylemek zorunda hissetmiyor kendini, hatta doğrudan rahatsız olunuyor. Buna alışmak en vahimi, rujumu bıraktığım sigara izmaritleri bile daha gerçek sanki ve odamda akşamları oynaşan sarı perdeler, az yaşamak, çok hayattan iyi. Bundan böyle yalnızca yarım gözle bakıyorum her şeye, yarım ağızla susuyorum, muhtemelen ölü taklidi yapıp, canlı bir hikâye yaşıyorum. Çiçekli yatak örtülerini sevmiyorum, yapmacık desenleri de itici buluyorum, soğukkanlılığımı kaybettiğimden beri, her şey ters gidiyor, sıcak, bunaltıcı bir terslik, emek verdiğin, üzerine titrediğin sevgiler bile ölüyor, karıncalara ağlamam mı garip ya da kelebek ömrüne özenmek mi? Benim tek rezilliğim yerli yersiz ağlayıp, kızmak, siz hâlâ ayık mısınız? Masallardakiler bile taze cesetken…

İstediğim zaman inandığım bir masaldın, yalanını aramadığım, doğrusunu da bulamadığım, acıtmazdı üstelik yumuşacık, hayallerin içinde yalın ayak dolaşırdım, tüy gibi hafiftim, belki biraz da uyuşuktum, kediler şarap içermiş…

Erken biten kitabımın, orta yapraklarının arasında kalmış gibiydi bendeki susuşun, eskiden izler arıyordum aynada, henüz hazır değildim, sensiz kelimelerle yola devam etmeye. Tıkalı bir şey benim gördüğüm, bilemediğim, her gün yastıkları dikleştirerek uyumaya çalışmak, daha rahat solumaya yardımcı olamıyor, tıp rutubete çare bulamamışken henüz yumuşacık şeylerin incitmesine neden şaşırıyorsunuz? İncecik, odanın ortasında sessizce oturan ters bir sandalye gibiyim, yokluğuna perdeleri de karıştırdım, uzun, hüzünlü şiirler yazdığımda, rüzgâr da girdi işin içine. Herkesin sürekli birbirinden bahsetmesi, beni kendime yabancılaştırıyor, üstelik onlar yalnızca belirli zamanlarda özlüyorlar birbirlerini, sürekli özleyen birisi özlemenin ne olduğunu anlayamaz artık, susarken anlatmak gibi. Artık daha iyimserim zamana karşı ama tam olarak içimden çıkamayan kelimelere kızgınım.

Yaşamak gamzelerimde gömülü, gülmeyi unutuyorum. İçinden çıkamadığım şeylerin içindeyim.

Ondan sonra bir daha artık kimsenin canını bu kadar acıtacağını düşünemezdin, tekrar canını acıtanlar oluyorsa, o yaralarını unutmuşsun demektir, ama tüm yaralar yeniden kanamak için iyileşiyor.

Seni hatırlayınca, içimde çırpınan şiiri öldürdüm.

Saçlarımın dumandan daha yukarılara çıkacağının hayaliyle yaşıyorum, saçlarım çıkınca Rapunzel gibi beni de yukarıya çekecek, biliyorum ben hayal kurarken zaman çok hızlı geçiyor, siz yaşarken hızlı geçtiğini zannediyorsunuz. Geçmiş nesillerden kalma hayallerimle daha uzun süre yaşayabilirim, bir çocuğun kaleminden çıkmış resim gibi bir hayat yaşamak istiyorum, her şeyin kenarı çizgili, evlerin pencereleri küçük, evim de küçük, hep bana gülümseyen bir güneş, bulutların rengi akşam kırmızısı, tüm zamanların kenarı belirgin.

Senden sonra, dünyanın hızlı döndüğüne değil de, hayatın devam ettiğine inanmaya başladım, bir dakika bir ömür uzunluğunda bazen, zamanını tamamlamış bir açlığım var ölüme karşı, her şeyin bir nedeni var da, bazılarına bir neden bulamıyorum, susmalarım dâhil.

Yine de birinin yüreğinden geçecek olan bir tesadüfe inanıyordum, orada kaybettiğim bir şeyi bulacağımı biliyordum, çoktan çöp olmuş duygularla bulunmazı istiyordum, eski, zayıf bir ezgiydi bu, harcanmıştı, boş zamanlar gibi ya da dolu cepler gibi…

Sen de sevsen kuş olurdum
Bu nasıl eziyet?

Odamda dolaşan kelebek öldü dün gece, benden başka gören yoktu, tırnaklarım biraz daha uzadı, mavi bir ışık yayıldı tüm yollara, yaktığım mektuplardan. Hayat bundan sonra duvarda asılı duran “sus” işaretiyle hemşire resmi. Dün yandı, bugün tutuştu, yarın da eriyor. Tüm zamanları birbirine karıştıran anlamsız bir şey, akşam makyajla yatıp, pantolonla uyumak gibi sıkıcı. Gündüz güneşini istemiyorum, gece de ışıksız uyuyamıyorum, öyle ya insan zihnindeki tezatlara şaşırmadığın kadar olgunsun. Birazda sessiz. Seni kendime yakıştırdığımı okuduğum romanlardan başkası bilmiyor, seni kendime yazdığımı şiirlerden başkası bilmiyor. Kitaplar olmasa biz de yok gibi bir şeyiz. Gelecekten değil de, geçmişten bekleniyoruz, çağrıldığımız sonsuzluk. Geleceğin çizgileri geçmiş kadar belirgin değil.
Üç Haziran İki Bin On Beş 15 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Denemeyi Denemek


O kadar uzun zaman oldu ki; “seni unutsam da olur artık” zamanına geldim. Yasını tuttum, hatırlama ya da anma her neyse, borcumu ödedim. Seni unutmak beni sıksa da rahatlık da olmadı değil. Seni hatırlamaktan kendimi unuttuğum o bitmez ödevi tamamladım. Üstelik bir daha hiç uğramayacağım sokağa taşındın sen, ben de o şehirden mezun oldum. Geçerken, yolum bile düşmez artık oralara. Şimdi içimi kaplayan koca bir boşluk var, renkli çekmeceme uygun, yine renkli uyku hapları, uyumayı deniyorum, ölmeye çalışırken. Her defasında başarısız bir öğrenci gibiyim, bu sefer de geçemedim öbür dünyaya, yine notum kırık seni unutmada. Ellerimde renkler, tırnaklarımla sorguluyorum, kırılganım her yanımla. Unutmadığımı her gün hatırlamak zorunda hissettiğim için kendi kendime deliriyorum. Yakınlarımın bilmediği yalanları söylüyorum, iyi olduğumu hissettirmek adına, güzel görünmeye çalışıyorum, beyaz yalan diyorlarmış, sıklıkla deniyorum. Yaşamı da deniyorum aslında ben, en iyi yapabildiğim şey nefes almaya çalışmak, belki ölüler bile yapabilir bu kadarını. Artık senin bile anlamadığın, alkolün bile avutamadığı şeyler bunlar, ama çaresiz de hissettirmiyor kendimi, biraz masum biraz da utanç içinde hissettiriyor.

Birine bir kelime bağışlayınca insan, eksiliyor. Sonrasında bir cevap verme zorunluluğuna karşın, beklenti doğuyor, ölmek için bekleyen şeyler…

İçinde kaç tuhaf boşluk olduğunu zannediyorsun? En büyüğü kendini avutmak için düştüğün çukur olmalı, o bir anlık gizemli dakikada kurtulabileceğini sanıyorsun her şeyden nasıl da yanılıyorsun… Herkes seni biraz daha derine çekmeye uğraşıyor, sana dokunmak için, ağırlığından yararlanıp, boğulmak için. İçin bile düşman sana, yoksa bu kadar derin olur muydu? Siz de hoş geldiniz cehennem boşluğuma…

Çaremin ondaki çaresizliğini bilmiyordum. Kalbinin payını alanlar, bir daha da kimsenin eline bırakamazlar kalplerini. Biraz da bu yüzden yüreksiz olurlar. Korkmakla eş anlamlı değildir bu yüreksizlik. 

O masal bitti
Artık yeni şiir gelmez

Daha az konuşsam, belki daha çok hayaller kurabilirdim. Yaşama umudu ellerimde başlıyor, sanırım ilk önce de onlarla bitecek. Bazı şeyleri sevdiğim halde, nefret etmek lüzumu hissediyorum, çünkü kafamda hiç olmayan ve olmayacak anlamlar yüklendi daha önce onlara, sıradanlıktan kurtulmak için belki de, geceleri zikzak çizerek yürümek gerekiyor. 

Yüreğim bu siyah dünya zeminin ortasındaki bembeyaz bir nokta gibi, her şey görünüyor. Sanki her gün puanlı elbiseler giyiyorum, sanki her gün Salı günü, dünya üzerinden boşluk. Bu kadar siyahlığın içinde, belki de bembeyaz bir nokta olmanın anlamı bile yok, bir kör fark edebilir belki bunu. Herkes birini öldürmek istiyor bu yaşamda, en az birini ve sıradan insanların en az hiç tanımadığı halde birden fazla düşmanı var, ancak sıradanlığı bozmak isteyenler ve kimseyi öldüremeyenler intiharı deniyor. 

Her gece insanoğlu bir sonraki güne kötülükleri aktarmak için uyuyor, güç topluyor. 
Kötülük ciddi güç gerektiriyor. Birini önemsemek demek, yalnız kalmak demek, bazı iyilikler iyi bile gelmiyor. 


Bazı elbiselerin sadece bazı yerlere ait olduğu gerçeği bence bu dünyanın en saçmalarından… Yüreğimin ait hissettiği yere, kendimi ait hissedemiyorum, demek ki ben hiçbir yere ait değilim bir bütün olarak, demek ki hep bir şeyler eksik. 
Bazı şeyleri gizli yerlerde yapmam gerekirdi, mesela ağlamak, bunun için denizden karşıya geçtim, yüreğimi de cebime sakladım, ellerim her ihtimale karşı ceplerimdeydi, bazı yerler hiç bitmiyordu gitsen bile ve bazı sesler hiç susmuyor, bazıları durmadan konuşuyor. 

Niye yalnızız biliyor musunuz?

Geçtiğimiz sokaklardaki yüzler tanıdık ama ifadeleri yabancı, yüzüne bakınca dost gülümseme, arkanı dönünce düşmanca muamele. Tüm bunlar beni sokağa çıkma isteğimi öldürüyor, dahası yaşama isteğimi de söndürüyor. Kimsenin net olarak ne düşündüğünü bilemediğin için de nasıl davranman gerektiğine karar veremiyorsun ve bu seni bir bakıma yaşamakta acemi kılıyor. Aynı dili konuşmaktan başka bir yakınlığımız yok. 

Mürekkep ve ilaç kutusu yan yana, arada mürekkep içesim geliyor, içimi maviye boyamak istiyorum, sonra sayfalarca yazdığım halde hiçbir şey anlatamadığım aklıma geliyor, yazdıklarını bilmek gibi bir şey bu. Yazarken bile yazamadığını bilmek ve bunu yazmak, şüphesiz bilincinde olmak bir şeylerin. Ne yapsak az, ne söylesek yetersiz. Anne babasına bile yetemeyerek büyüyen bir çocuk, onların bile iç yüzünü hiçbir zaman çözemediğini hisseden bir çocuk, neyin iç yüzünden emin olup, kime güvenebilir ki? Sanırım bundan sonra bir hayatım daha olursa, anne-baba bile sevmeyeceğim. 

Unutmaya hacet yok, aynı şeyleri yaşadıkça, hatırlamak gibi bir şey çabasız. Kimseyle yaşlanamayacağımı biliyorum, kendimle bile.

Her gün tırnaklarım acıyor, muhtemelen gece gördüğüm kâbuslardan. Ellerimin dünyadan silindiği gerçeği, hiçbir yazıyı tamamlayamıyor. Yıldızları sokakta bırakıp, eve girmek nasıl bir mahkûmiyettir hatta onları gökyüzünde bırakıp, özgürlükten konuşmak…

Biriyle uyumak fikri ne kadar yabancıysa bana, birine sarılmak ihtiyacı o derece tanıdık. İhtiyacın içindeki bir ihtiyacı daha aramanın gereğinin olmadığını algılıyor sanırım benim huyum, ona göre huysuzluğunu çıkarıyor ortaya, huysuz da huyundan vazgeçmez.

Terk edilmelerimden belli
Demek ki kimsenin yanında götürmeyi istemeyeceği biriyim ben.

Ölmek istiyorum, her sene yeniden doğarken. Bir kelebeğin bendeki duası belki de bu, ya da bir susuş, kendini haklı çıkarmak için, ama konuşmak için çok yorgun, dinlenmek için fazla uygun, zaman kayıp bir ada, susmaların peşin hesaplarını ödüyorum, ömrümün sonuna kadar konuşabilirim, bir süre sonra yakındığım insanlardan nefret ettim çünkü yakındım.

Her gece yorganın altına gizlediğim ucuz bir çerçeve var, içinde, tam ortasında ağlayan bir çocuk, herkes “ağlama” dedikçe daha çok zırlayasım geliyor. Gözyaşları bu kadar ucuz mu diye sormak istiyorum çerçevedeki çocuğa? Sonra uyuya kalıyor. Sabaha ölmüş olmanın huzurunu düşünerek uyuya kalıyor belki de, bilmiyorum ama her gece uykuya dalarken, ölüm uykusuna geçmeyi denediğini biliyorum. Çerçevenin kenarlarından anladım. 


Yirmi Beş Haziran İki Bin On Beş 17 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Gece Seğirmeleri


Seni her özlediğimde, biraz daha yükseldim bulutlara, her kimsesiz kaldığımda yağmur yağdı sokaklara, her sokağın başında adım varmış gibi ıslandım. Özlemek annemden miras kaldı bana, babamın da hırçınlığı, ikisinin ortasında acemi bir bahardı adım, yepyeniydim. Yaşadığım hikâyelerden çok, duyduklarıma inandım. Uçurtmalar hep bir erkek çocuğunun elindeydi, ne güzel seyrederdim. Belki de aşk ikimizi de kandırdı, yere çakıldığımızda. 


Herkesten uzak kalmanın yolunu, kendimi yadırganacak şeyler yapmakta buldum, kendimden başkası sevmiyordu bunu. Hatırlamak istediklerinden çok, unutmak istediklerin varsa, az yaşamış, çok acı çekmişsin demektir. Kime neyi kanıtlıyoruz? Kendimizden başka inananımız yok.


Yarayı biraz koparınca, kısa bir süre için rahatlıyor yara bir zaman koptuğunda, acıdığı için unutuyor o yarasını çünkü varlığı tam orada mevcut, bir sonraki koparma zamanına kadar rahatız. Ne zamanki biraz iyileşmeye başlıyor, o zaman yeniden koparma ihtiyacı sarıyor içini, dişlerin ve parmakların sabırsızlanıyor. İçinde kalbini kemiren bir şeyler var, yaranın varlığı bu ihtiyaç biraz da insanî. 


Sanki her şeyin için boşaltılmış, her şey biraz vaktinden önce koparılmış gibi, bir şeyleri birleştirmek için ayırmaya mecburum. Pırlanta ışıklarının altında ısınmaya çalışıyorum, lüks ısıtmıyor, ısınmak için daha asil kollara ihtiyacım var, ama her şeyin için boşaltılmış diyorum, bomboş bakıyorlar. Nasıl da doğruluyorlar söylediklerimi… Uzaklarda hasretine yandığım şehir, bu ip beklemekten, bağlanamamaktan, güneşin altında biraz inceldi, sonra birileri taşla vurdular kafasına, ipince bir şey tutuyor artık bizi, keşke hayatla aramdaki ip de bu kadar iğreti olsaydı, düşer miydim dünyadan?


Dünya dönerken, masumiyet de dönüyor, döndükçe değişiyor ve kenarları yenmiş gibi azalıyor. Masumiyet dünya dönerken, bembeyaz bir elbisenin içinde ellerini iki yana açıp, başını gökyüzüne uzatıp, gözlerini de kapatarak, dönmektir. Ama açtığında gözlerini ayakta duramazsın ve yere düştüğünde elbisen yine kirlenir.


***


Beni acıttığın için seveceksin, acıtabildiğini gördüğün için seçiyorsun beni sevmeyi. En güzel benim yaram kanadığı için özlüyorsun kırmızımı. Aslında bu canımı aşırı derecede yakıyor ve acıdığı için üşümüyorum artık. Unutulmuş gibi bir şey oldu bu üşüme, kenara itilmişti biraz. Üşümeyi bile özlüyordu insan. Çıplaktım ruhuma kadar ama üşümeyi bilmiyordum artık, belki derimi soymam gerekirdi üşümek için, biraz daha derine inmem gerekiyordu, derin mevzular için, yalnızca acımayı biliyordum. Üşümenin yerini başka sancılar doldurabildiği için belki de seviniyor tenim, içindekilerinden habersiz. Tüm yanımı uyuşukluk sararken, payıma kandırılmışlık düştü, imlâ kurallarına bile bu kadar dikkat etmem hiçbir şeyi düzeltmiyordu, acıyı da azaltmıyordu, teselli veren kelimeler bile birer canlı azaba dönüştü. Asıl insanın içini sızlatan kandırılmışlık da değildi, asıl acıtan hiçte tahmin etmediğin bir anda beklemediğin bir hamleydi, hazırlıksızdın, şaşkındın. İnsan bir süre sonra çok güzel oyunculuk yapabiliyor, içi bu kadar yanarken, o tüten dumanı yutmak, sonra hiç bir şey yokmuş gibi gülümsemek, sonra ruh hastası sanıyor senin canını yakanlar. Kendinle kalabildiğin tek yer tavan arası ya da kirli bir lavabo veya eskiye gidebilsek ana rahmine kadar, keşke gidebilsek…


İnsan kaç adım uzaklaşabilir ki geçmişe gitmeden? Dünya yuvarlaksa elbette geçmişlerimiz bir yerde geleceğimizin karşısına çıkacak, ansızın. İpte sallanan elbisemden başka bir şeye önem vermiyorum belki de, rüzgâr ittikçe, içinde canlanan bir şeyler var, herkesin biraz dokunulması lazım yaşamak için. Yeşil rengi hariç, kalbim bende uyuyor bu gece, yatılı misafir gibi, belki de son kez. Belki ölürken yalnız renklere veda edeceğim, benim hayatımın şerit filmi gözlerimdeki renklerden başlıyor, fazla ıslandı o elbise, fazla kaldı ipte, iyi sevgili romanları okuduğumuz için iyi insanlar yetmiyor bize, manikürden sonra biraz daha yaralı ellerimle, biraz daha kopacak zamanlar besliyorum. Benden bundan sonra çocuk olur mu bilmiyorum, ama yaşadığım bazı anlar çocukça. İyi aile hayalleri gerçekleşmediği sürece hep çocukça, hep mutluluğa doyumsuz, bir de bunun bir yerinde yalnızlık var, iyi aile olmak için kimseye kendini yaklaştırmayan. Mutlu ailede büyümeyenler, mutlu bir aile olacaklarına asla inanmazlar. Daha dehşet verici şeyler olduğu için yaşamda, renklerin hafifliğine bıraktım kendimi, beni yağmur sonrası gökkuşağı paklar ama o da yok bu şehirde. Mutlu Pazar kahvaltıları uzak pencerelerde, başka ailelere misafirliğe gitti.


Kavuşmanın mislisini ayrılıklarda ararken, bunu izah edememek ne güç, elinde terk edilmişlikten başka sahip olduğun bir şey yok, onu hep bunlarla hatırlayacaksın, gülümsemelerini değil, sinirlenmelerini ve onun yanındaki endişenden utanacaksın. Onu bulduğun tek yer, kaybettiğin yer olarak anılacak ve yıllarca bu böyle sürecek. 


Sözümün bittiği yere gelmiştin, daha fazla konuşamazdım. Kıyıya vuran balıklar gibi çaresizdi gözlerim, son bir çırpınışla yakarışlar besliyordu, bizden bir hikâye olamayacağının acıklı sonuydu bu susmak. Daha fazla duramazdım, son bir köpürüşle toza karıştım. Toza sor.


O kadar güzel beklettin ki, gittiğine değdi. 


Sanırım üç, dört yıl önce yazmıştım; “zamanın neresinde olduğunu bilemiyorum” diye. Zaman kavramını belki de çok küçük yaşta kaybettim, bazı zamanlara durulan özlem, şu an bulunduğun zamanı yaşamanı engelliyor. Bazı zamanlara gittiğinde, olduğun zamanı yaşayamıyor insan ve dolayısıyla hiç yaşlanmıyor çünkü aslında şu zamanı yaşamamış oluyor. Seninle arama zaman girdi, daha büyük bir şey giremezdi zaten, başka yerde doğmak bile zamandan daha önemsiz. Bazı yerde beş saniyenin azabı günlere hatta aylara bedel olurken, bazı yerde de çok uzun zaman beş dakika gibi geçip gidiyor. Seninle çok güzel zaman farkını yaşadık, bir yerde gece olurken, bir yerde gözüme güneş ışınlarının sinsice batması gibi, güneş gözlüğü taksam da onun zamanına ulaşamıyorum yani elinden hiçbir şey gelmiyor insanın, sadece yaşamış oluyorsun. Ölmekten bile daha emin olabiliyorum. İnsan sırf bu zamanın içindeki kaybolmuşluk yüzden hiç tanımadığı birine sarılmak istiyor, durup dururken, zamanın kalbini hissetmek için bazen kalbinin durması gerekiyor. Hepimizin ortak korkusu; unutulmak… Zamanın neresinde olduğumu hâlâ öğrenemedim. 


Onun haberi yokken, uyumak gibi… Ona hiç dokunmayacağını bilerek ağlamak gibi, onun duymayacağını bildiğin halde şarkı söylemek gibi, içinden tuttuğun şarkı fallarının çıkması da bir anlam ifade etmiyor, o yokken uyuyup, o yokken uyanıyorsun ve ona yazdığın tüm şiirleri yokluğunun içinde biriktiriyorsun, bir gün belki gelip o boşluğu doldurur diye… Yaşamanın anlamı belki de şu ahmakça ümit kırıntısının içinde gizli. İnanmak; ihtiyaçtan başka bir şey değil.


Haşeratla paylaşıyorum tenimi, uzun zamandır. Sizler kalbimi çok yediniz, duygularımı üzerine pasta süsü gibi yapıp, ekerek. Geriye yalnızca beynim kaldı, o da; acının sınırını ölçebilmek için. 


Ne kimsenin gerçeğiyim, ne de kimse benim yalanım. Tek kazancım nefes almak bir de kitap okumak. Beklemeyi bilen insanların diğer insanlardan daha fazla bildiği bir şeyler vardır.



On Üç Temmuz İki Bin On Beş 11:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

İyi Gitmeyen Şeyler



Hiç bir şeyin dönüşü bazı gidişleri telafi edemiyor. Kafamda bir ütü, hava sıcak, herkesten uzağa kaçabilmek için, biraz kimsesiz ve sessiz olmak gerekir. Beynimde birçok şeyin tamiri için bir tornavida, her gün beynimi deliyorum. Sonra kimsesizlik nasıl bir şey, bazen kendimi deniyorum. Beyaz tenli olduğum için daha çok yanıyorum, daha çok acıyor yanıklarım. Mini elbiselerin büyük geldiği zamanlar, saçlarımı kesiyorum. Akşamları gölgeler hariç her şey uzuyor ve zamanın bu vakti beni hep üzüyor…

Uykunun en derin ve en yabancı yerinde, tanıdık bir yorganın ucuna takılıp giden küpenin bile peşine düşmedim. Üşengeç ya da tembel olduğumdan değil sadece yorgunum, terk edilişlerin ezberini yaşarken masalsı rüyalar görüyordum. Burnumun direkleri sızlıyordu… Beklemenin daha hangi türünü yaşayacaktım bilmiyorum.

Güzel vedaları şiirlerden ezberledim.

Daha ne kadar tevekkül etmem gerekiyor varlığımızın yokluğuna değiştiği zamanlara gidebilmek için? Daha ne kadar hatırlamam gerekiyor, unuttuklarını unutabilmek için? Unutmak bile bilmekten geçiyor, bazen öyle çok inanıyorum ki, hiçbir şey bilmediğime ve bilemeyeceğime… 

Allah’a dua eder gibi konuşuyordum seninle, tüm içimle, detaylarımla seviyordum detaylarını, olanlarını, olmayanlarını, olamayacaklarını… 

Zamanı gelen ya da gelmeyen herkesi gülücüklerle uğurlama gibi bir huyum var, belki de sırf o yüzden, o yumuşak yüzümden gerisin geriye dönmek istiyorlar, ama aynı yumuşaklıkta değilim artık, zaman beni yumuşatacağına daha da sertleştiriyor, yüz hatlarım buna dâhil değil, bir de Yıldız Tilbe şarkıları…

Durup dururken çaresizce gökyüzüne bakıyorum, beklediğim ne ki hâlâ bulamadım, mesela ellerin. En azından bunca zaman affetmeliydi onları, artık serbest olmalıydı dokunmaya. 

Ondan uzaklaşınca aslında onun “o” olmadığını anladım, insan bazen çok yakından bakınca göremiyor tümünü, bu bana yalnızca bir şeye sahip olmaktan çok, kaybetme duygusunu tattırıyor. Bolca alıştığım değişimler, değişikliklere alışık olan birisine yeni bir şey veremezsiniz, yeni ne yapmaya çalışsanız yeni olmaz. Onun yanındayken, kendimin bile inanamayacağı şeyler yapıyordum, o gidince bunun ne kadar saçma olduğunu keşfettim, üzülerek, kaybettiklerim arasında meğer en çok kendim varmış, o normalde başka birisi, bende başka birisiymiş yani ben aslında aynı insanı sevememişim. Zamanın içinde kahraman olduğuna inanmak büyük gereksizlikmiş, kahramanlar yalnızca romanlarda sahici duruyor. Bunu öğrendiğimde inanmayı bıraktım ve daha çok okumaya başladım. 

Bir harfin etkisiyle yüzleşemeyecek kadar yorgunum artık, oysa nasıl da sarsılmıştım, şaşırabilmiştim ilk defa, tekdüze değildi hiçbir şey, tüm harflerden vazgeçip, tek harfe sığınmak yetersizlikten başka bir şey değilmiş ya da doymak mıdır bu, tok gözlülük mü, suskunluk mu? Deryalara yüzebileceğine inanamamaktır bu, inançsızlıktır, ama inanmak başlı başına bir beladır. Üstelik aşk bile artık kelime ezberiyken… 

Sonuna kadar uzanamıyorsa kolun yorgunluğa
Sonsuz hayaller peşinden koşamaz ayakların
Paramparça bir dünyada
Büsbütün hayatlar düşlüyoruz
Bir de sevdalar, nasıl yarım, birilerinden hatıra kalmış gibi.

Ateş yine düştüğü yeri, yüreğimizi yaktı, İbrahim ateşini yakan ne kötü ne zalimler varmış, bir avuç karınca yetişemedik söndürmeye ateşi, gücümüz yetmedi. Kötüler hep güçlüdür çünkü değil mi? Cehenneme çevirdiler, kendileri de cehennemi yaşasınlar diyeceğim ama hiçbir ateş bu kadar içlerini yakamaz. Bir de bu ölümlere sevinen, insanlıktan çıkmışlar var, bari sussunlar, hiçbir şey yapamıyorlarsa. Bunlar insansa ben değilim. Kimin kimleri öldürdüğünü öğrenip, sevinenler, kendi kanlarında boğulsunlar. 

Bir şeylerim eksildiğinde, cesaretim çoğaldı, artık korkacak bir şeyimin olmadığını kayıplarımdan anladım. Kaybettiklerim de kaybolabildiklerine göre… Üzerine bir şeyler içmekten başka çarem yoktu, tanımadığım insanlara gülümseyebilecek kadar uzaklara gidebildiğim zamanlar olmuştu, tek sorumlusu kayıplarım değildi, bir kaybolmalarına neden olanlar vardı. 

Bazı şeyleri öğrenmeyi reddettiğim için hazır değildim henüz. Gidenlerin gittiğine inanabildiğimde geri dönebildiklerini gördüm, ama sanki artık zaman değişmişti. Ezberimi iyi ya da kötü şekilde bozan şeyler vardı, alkolün üzerine kahve kadar kötü giden şeyler de ve sadece kötü olan şeylerin üst üste gelmesi, üst üste sigara içebiliyorum, gece boğaz ağrısından uykularımdan uyanıyorum, ama biliyorum ki normalde de uyuyamam, her şey rahatsız ediyor düzenli olarak, içimi ve dışımı… 


Seninle ilgili her yazıya başladığımda, içimdeki duygulara pansuman yapmam icap ediyor, yaramın ucunu her defasında, en keskin bıçağın kenarına bağışlıyorum, kelimeler mutlu oluyor, kelimeler rengârenk oluyor, en çok kırmızı. 

Kelimeler verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemiyor hiç. Hikâye o ya, gece sancıyorum, gündüz mutlu olduğum şeyler gece sızlatıyor, yatağıma tam boylu boyunca uzanamıyorum, yine de yük garip şey, eşyaların dili, gece gevezeliği tutuyor, oysa sessizlik istiyorum ben, korktuğum hâlde, koyuluğu belli olmayan rengi dudaklarım, sessizlik mukavemeti, uykularım mışıl mışıl uyuyor, ben başlarını bekliyorum. Yarım kalan uykularımı da hayallerime bıraktım, öyle sessiziz ki, yatak ürküyor, duvarlar göğü bulma telaşında, maviye boyanıyor. Gece gök de dâhil her şey lacivert, hiç konuşulmasa da anlıyoruz sessizliğimizden, sessizlik kulaklarımın uğultusu, birisi konuşsa da duyamam. Duyamamak böyle bir şey mi? Sağır olmak her şeye, bir gürültüden mi geçiyor? 

Seni hiçte hak etmediğin şekilde seviyorum, hâlâ kızıyorum, dağına bıraktığım eteklerimi topluyorum, uzun bir zaman dilimi bu ayrılık, ayrılığın sensizlikle alakası yok, eteklerimi topluyorum, kırmızı, yağmur ıslatmıştı en son, gözlerimin altını, mor, renklerin dili olsaydı, beni gökkuşağı ilân ederlerdi. Yine de memnunum sessizlikten, anlatabildiğim için, bir sarılmaya, yüz kere gitmek düştü, aldırmadım, yüzsüzlüktü belki, dudaklarımı onda bıraktığım için yüzümün bir yarısı inatla olmadığı için, bir tarafı gülerken, diğer yanı ağladığı için yüzsüz olmuş olabilirim. Anıları hatırlarken, hepsinin sonuna ünlem işareti yerleştirmek istiyorum, imlâ kuralsız olur, ama içimde öyle kurallı ki bunlar, hepsi tüm varlıklarıyla başlı başına heyecanı, ondan da ziyade daha fazla şeyleri hükmettiriyordu, kalbimin çırpınışları tam da şu kelebek kanatlarıyla açıklanabilir. 



Tüm karışıklıklara rağmen, içimde reddedemediğim, kaybettiğimi kabullenemediğim ama aynı zamanda mütevazi bir odanın içinde yaşanmışlığımla saklanıyorum, ne kadar büyürse büyüsün bedeni insanın, bazen hâlâ çocukça gizleniyor, bir yanım dingin aynı zamanda kendime mesafeli, mor kuş tüylerinin rüzgârındayım, kendi kokum işte tam da bu zamanlarda geliyor burnuma, sonrasında yalnızlığımdan burnumun direkleri sızlıyor, başka koku yok etrafımda, en büyük kimsesizlik sanırım bu. 



Yirmi Dört İki Bin On Beş 18 00
Nevin Akbulut

dergi edebiyat nevinakbulut

İçimdeki Sızıntı



Son çocukluk arkadaşım da dün evlendi, ben iki kelimenin peşinde, yaşanmışlıklardan çok, yaşanmamışlığa aşinayım. İnsanlarla dünyam ayrıldıkça, daha çok kitabım oluyor. Bu hayatta en çok, tavana kadar kitabım olduğu için şükredebilirim. Herkesin kıymet vermediği şeylere karşı aşırı değer verdiğim oluyor ve onlar benim esasında çok umursamadığım şeyleri umursuyor. İçimdeki tiz ve yırtıcı ses, her geçen gün biraz daha yara yapıyor ve kanatıyor, üstelik bunun tedavisi de yok, yeterince antibiyotik ve bilumum ilaç kullandım, hayatımda iki şeyi çok iyi hatırlatıp, hiç unutmayacağım; kanser ve yazılar. Tam olarak yaşadıklarımın sırasını kaybetmesem de, neyi zaman yaşadığımı hiçbir zaman hatırlayamayacağım. İnsanlara göre kayıp gibi görünen şeylerin, bana aslında ödül olarak geldiğinin sonsuz bilincindeyim ve bu kaybetmişliği itirazla reddediyorum. 

Bir şeyler gitgide üzücü olmaya başladı. Bazı şeylerin yokluğunu dile getirmek acıtıyor, var olmadığını bildiğimiz hâlde, bunu söyleyebilmek büyük ağırlık. Etrafındaki kimseye benzemeyişin, onlara benzemeye çalışmandaki gayretin, nasıl yabancılaştırıyor seni kendine, kendime yabancılaşacağıma, başkalarının tanımadığı biri olmayı tercih ederim. Hayattan vazgeçmişliğim boğazımdan başlar, o çizgiden, o çirkinlikten ve onulmaz yaradan. 

Unuttun değil mi? Öyle ya, ebedî hayatın boyunca hatırlayacak değildin, sana göre hatırlayacak bir şey olmadığı halde ve yeterince zorlanırken hatırlamak seni. Ben unutsam hücrelerim unutturamazdı, her gün birisi muhakkak hatırlatırdı, hücrelerimin dışında, canlı ya da cansız her şey hatırlatıyordu, benim hatırlamamam için yeterince sebebimin de olması yetmiyordu. 

Kapkara bir gündü, akça, pakça hayallerle çiziyorduk gökyüzünü, bir de kolumdaki kedi izinin bitmeyen sevgisi vardı, yaşamaya eskiden daha hevesliydim. Sonra ölmek isteyen herkesin yerine geçtim, empati yaparken bir şeyler, sırtıma yapıştı, kalıcı oldu. Daha çok başkasının hikâyesini sahiplendiğim oldu, gözlerimi bir tek onların çukurlarına dikebiliyordum, büyük geliyordu, her sabah soyunuyorum, yara bağlamış kabuklarımdan, sonrası acının verdiğinden çok vereceği korkuyu düşünmek tüm gün. Ruhumun içinden başka bir ruh daha çıkıp, aydınlanır mıyım bilmiyorum, elbette yazdığım ya da okuduğum hikâyelerden birisi beni hayatıma olacaktı, biliyordum, böyle cümlesiz böyle hikâyesiz nereye kadar alınabilir o soğuk nefes? Hastalıklı da olsa bir ruha ve bir miktar nefese sahibim, çoğu zaman gerginim, çoğu zaman duygusal, belki de çoğunlukla sinirimden ağlıyorum. Ama bunu hiç biriniz bilmiyorsunuz, duygusal bir şarkıyı dinlerken, kolu kopan birini hatırlayıp, ağlayabilirim ya da gözleri görmeyen birinin rüyalarını merak ederim, en çok kedilerin korkularını, içimde çünkü onlar. Oysa tırnağına bile kıyamayanlar var, benim de vardı bir zamanlar… Zaman uzun zamandır yalnızca beş harfli kelime benim için. Herkesin bir sınıfı var, bir de herkes kendini güzel göstermek için başka sınıflara girmeye çalışıyor. Sanırım ben sınıfsızım, kimseye kendimi iyi, kötü, güzel ya da çirkin gösterme çabasında değilim. Biliyorum böyle okuyunca çok farklı bir şeymişim gibi görünüyor, yalnızca olduğum gibi davranabildiğimin farkı var bende. Hayal kurmayı unutsam da hâlâ inandığım masallar var, çoğunun sonunu artık değiştirebilsem de, büyümek böyle bir şey belki de, sonunu biliyorsun artık birçok şeyin. Her gün unutmak istediklerimi içimde öldürüyorum, gerçek hayatta karıncalara bile kıyamam. Ama gökkuşağı çıktığında her şeye inanırım o gün, güzel şeylerin geleceğine, renkli günlerin devamına. Çoğu zamanda başkasının masalında kendimi uyuturum. Tükendiğim yerde bir çay daha dolduruyorum, bitki çaylarından nefret ediyorum, meyve sularından da. Bu hayata dair sevdiğim çok az şey var, bu da daha az bağ demek. Herhangi bir kuruma bağlı olmaktan da nefret ediyorum, sınırlı mesai saatlerinden, akraba ziyaretlerinden, beni zorunlu kılmaya çalışan her şeyden ve en çok da iyi ya da kötü amaçla kullanılan, emir kiplerinden. Erkek çocuklarını da seviyorum, kız çocuklarından fazla olmasa da, ama baba olduklarında sevmiyorum. Büyümelerini sevmiyorum, kendimin de büyümesini sevmezdim zaten, büyürkenki o kasvet, sıkıntımı atamadığım o günlerin huzursuzluğu, büyürken yaşadığım korkular… Kadın kahkahalarını, bir de erkek gülümsemelerini seviyorum. Heyecandan ayaklarım yerden kesilmeyeli belki de yıl oldu, heyecanlar seyrekleştiğinde insan yaşlanmaya başlıyor ya da umursamamaya, soğuktan değil de, onun yanımdaki varlığından titrediğim zamanlar dondu içimde, soğuk bir kış gününde, ben en çok kışı özlüyorum. Onca şarap içtiğim halde, dudaklarım çatlamayalı çok zaman oldu. Yetişemediğim zamanların telaşına kapılmıyorum artık. Koşturduğum halde sakinim bu yaşamda. Bolca tebessüm ediyorum tüm kötülüklere rağmen, bir tek onları değiştiremeyeceğim ölünceye kadar ve içimden konuşmayı çok seviyorum. Hayallerimde bir sevgilim bile olabilir ama gerçek hayatta bundan nefret ediyorum. 

Mezarlıklar belki de artık, en güvenilir yerler. İçimdeki sızıntıyı bastırmak adına, bolca su içiyorum, bunun susamışlığımla ilgisi yok, sızılarımın ve sızıntılarımın kavgaya tutuşmasını istiyorum. Bir de alfabemi yeni baştan yazmak isterdim. İçimdeki sızıntıların tenimle ya da bedenimle ilgisi yok. Hayatımda yan etkileri yüksek ilaçlar var, belki tek neden budur. Çekmecelerim hatırlayayım diye değil de, unutayım diye böyle dolu.
Ama hiç bir yerim, ruhum kadar hasta ve yoksul değil. Benim sokaklarım küçük, dar ve eski. Akşamları un çorbası ve rutubet kokar, hemen ilerimizde eskici bir amca var, eski benim sokağım, eskilerden çoğunun öldüğü bir sokak burası, gerçek hayatta insanlar öldürülürken, pencere kenarlarındaki saksılarda, çiçekler yaşatıyoruz. Bir de kediler, kedi mamaları dolu her yer. Günümüzde tüm diğer hayvanların da şüphesiz besin kaynağı. Sabahları da hiç değişmez şekilde taptaze kahvaltı kokar. Birçok teyze, daha küçükken yaşadığı herhangi bir olayı kelimesi kelimesine hatırlıyor, anlatırken. Ben düşündüklerimi bir türlü aktaramıyorum. Tek bildiğim boşluk, kasvet ve huzursuzluk. İşte bunun romanını yazabilirim. Gelecek zaman, bana unuttuklarımı fısıldamaktan başka bir şey vermiyor. Dedim ya, mezarlıklar artık daha güvenli ve daha iyi davranıyor hem insanlara, hem kedilere…

Önceleri yaranı sevdiklerini söylüyorlar, dokunmak için. Dokunmak birçoğu için bir ibadet ama bu eziyet sonradan olan, dokunmak yetmiyor. Kimse senin yaranı sahiplenemiyor, sahiplenmek ve dokunmak istediği yalnızca ten, yaralar değil ve ancak bir şekilde sevebilirler sendeki yaraları; kendileri açtıkları zaman. O zaman sahip olduklarını düşünürler ancak. Kızlarını sevmeyi bilmedikleri için, babaları sevmiyorum. Dokunmak onların anladığı gibi değil. 

Vedalarda başlıyor, en güzel aşklar ve trenler, onlar aşksız kalmadı hiç. Rayların gürültüleri arasından bile yaşanabiliyor bazen güzel görüntüler, sonrası toz, bulut ve duman. Dumansız olmaz zaten, hiçbir aman. Ne kalbimi nefesime yetiştirebildim, ne de nefesimi kalbime ayarlayabildim, düzensizim. Çarpılar ve çarpıntılar da yetişemiyor imdadıma. Sınırlarımı ihlâl eden, sinirlere hâkimim, çoğu zaman bu benim suçum değil, vücudumun yapısı bu, kalbimin ya da duygularımın. Adımlayken bile, adımsızdım, adının herhangi bir harfinin adımın içinde olması bir şeyi ifade etmiyor, adımın ne kadar adının içinde olduğu mühim. Kafa karıştırıcı şeyler bunlar, biliyorum, ama karıştırmadan bulamıyorum içimdeki sensizliğimin cevabını. Sorular bile bu kadar basitken üstelik. Dudaklar can sıkıntısından ne güzel de yeniyor, sonra ağzım yeniliyor, konuşamıyorum. Kelimeleri tekrar bekletip, biriktikleri yeri bulacağım bir gün, mücevher bulmuş gibi sevineceğim. Sonra kendimi affedip, yürüyüş yapacağım bizim sahilde, üzerine de soğuk su içeceğim. 


Yirmi Dokuz Temmuz İki Bin On Beş 16:00
Nevin Akbulut

Genel

Köşesi Olmayan Yazılar



Atmayı çoktan bırakmış, daha çok ölüme müptezel, yalnızca seğirmelerden oluşan bir kalp, o da istem dışı. Nefes almak, hiçbir zaman yaşamanın kanıtı olamadı. 

Her şeyi olağanüstü güzel bulduğum günler, kötü günlerde kaldı. Senin yanında kendimi güzel hissettiğim ahmaklığı, bir daha okunamayacak kitapların dip sayfalarına sakladım. Tozlu biraz yüzüm, biraz da tuzlu. Gözyaşları ne kadar tanıdık, çirkinlik ne kadar güzel. Üstelik olduğu için iyiye giden şeyler de yok artık, olsa da olmasa da kötüye giden şeyler var. Yağmur yağmıyor mesela uzun zamandır. Herkes kendi gözyaşını biriktiriyor, kendi gökyüzünde. Hazin bir hikâye nefes almak, üstelik yıldızların sonu hiçte bizimkilere benzemiyor. Yaranın da yarası oldu, sustuğumdan beri, adını hiç anmayacaktım, dilimdeki ezberin aklına giremedim, silemedim orayı. Gittiğinden beri dünya daha büyük bir yer, birbirini bulamayacaklar listesinde en üst sıralarda görünmüyoruz, orada bile kayıbız, dünya küçük bir yerdi hani?

Zaten seninle konuşulacak her şeyi söyleyip, bitirseydim şimdi böylesine birikmezdi söyleyeceklerim. Sinema salonunda, koltukta yan yana oturduğumuzda söylemek istiyordum kulağına, şimdi söyleyeceklerimi, oysa her yerine ayrı seferlerde söylesem de anlaşılamayacak bir şey bu, ellerim şimdi daha bir kimsesiz, daha bir soğuk sanki. Söyleyebildiğim tek şey, konuşamadığımdı. Nasıl dağınıktı cümleler, nasıl kayan yazı gibi duruyordu aklımın köşesinde, zamanı tutamadığım gibi, seni de tutamadım, kelimelere bile sahip çıkamadım. Hatta kendime bile sahip olamadığım yerde söylüyorum bunları, saçlarım ellerine sahipti, ellerim dudaklarına. O kadar da kimsesiz değildim yani. 

Ellerim bolca tırnak kemirmece, bol çekmeceli, fazla çeşitli duygularım. Seni düşünürken bir anda, kahvaltıyı özlüyorum mesela, iştahlı sabahlarımı özledim, kahvaltıdan çok kokusunu, senden de çok kokunu. Heceliyorum her bir acıyı, biraz daha kalıcı her şey ve zaman artık daha yavaş geçiyor. Büyüdüm mü sahi o günlere göre? Kalbimin büyüdüğü kesindir, hani hep böyle kendi kendime konuşuyormuş gibiyim ya, aslında değil, inan yalnızlık değil bu, insan yalnızca düşünebildiği yerdedir ve hiçbir mutluluk kelimeler kadar uzun ömürlü değildir. Hüzünlü şeylere gülmeye çalıştığım kadar komikleştirebilmeyi de becerebildiğim zamanlardayım. Nasıl gülüyorum şimdi o günlerdeki acemiliğime, kendimi iyi hissetmediğim halde, güzel bulduğuma, nasıl şaşırıyorum şimdi. Yaşanan her şeyin makul bir nedeni vardı. Saçma bulduğum şeylerin şimdi hep bir anlamı olduğundan beri, saçma bile olsa yaşayamadığımı hissediyorum acıklı bir sonla. Şimdi o altını çizemeden geçtiğimiz tüm zamanların anlamının ağırlığı içinde eziliyorum. Dil tarihinde yeri yok belki anlatamadıklarımın, ama yine de anlatmaya çabalıyorum. Anlatamadıkça daha da ağırlaşıyor zaman ve cevabını bulamadıklarımın soruları büyüyor gözümde, soruların da sorunu var. Tüm bunlar içinde çıkılamaz hâl aldığında, hiç kendimi bırakamadığımda, aynı cümlede hem sana hem kendime yer vermek yerine, bizi unutamayışıma… Biraz daha uyuşuyorum, gidebildiğim kadar gittiğim uzaklıklarda, çaresi olmayan sancıyla boğuşmak yerine kaçmak daha akıllıca, telâfisini birkaç biraya bırakıyorum, şişelerin affına sığınarak, oturduğum sandalyeleri bile seviyorum, kenarlarına şiir konası kanatlarıma, bir görünüp bir kayboluyor her şey. Üzerinden geçemediklerimi bulmaya çalışıyorum, utanışım, çekinmem, gözlerin hep mi karanlık kuyu gibi çekerdi beni? Hayatımda hiçbir göz böyle anlamlı olmamıştı gözümde, babamın gözleri bile cennetten çıkmayken. 

Gittikçe yabancılaştığındaki kaygımı içimdeki derin anlamlara yüklüyorum. Herhangi bir şeyin senin yerine geçebilme ihtimallerini yok ettim, bunun senin güzelliğinle bir ilgisi yok, ancak içimdeki duyguların yersizliği olabilir. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerim gibi… Çocuk sevincimi çocuklara bıraktım, çocuklar da öldü. Sevinç denilen şey, savaşlardan önce vardı, mühimdi, parlıyordu belki. Şimdi üzeri kirlenmiş ne parlaklığı ne de varlığı bilinen ya da görünen bir şey. 

Boğazımda yanık kokusu, içimde birkaç mektup yandı ve bir hayat. Gökyüzünde çiçekler astılar kendilerini. Kuracak hayaller kalmadığında daha fazla vişne reçeli yiyeceğim, gittikçe daha az meyve suyu içiyorum. Birçok sebzeden nefret ediyorum, nedensiz. Gerçeklerle yüzleşememenin yorgunluğu çöktü içime, uzun zamandır umduğum bir şey yok, umduklarım gelmediğinden beri. Beklemeyi de unuttum. Boynumdaki benlerin beni daha kimsesiz gösterdiğine inanıyorum. Gece kâbusları en iyi umutlarla ya da en karanlık umutsuzluklarla sabaha dökülüyor, gün ortası daha yaşanılmaz bir hâlde, gece çekilir dert değil. Ölesim yoktu, gülüyordum. 

Sonsuz güvenen insanların, belirsiz zamanlı gücenmeleri var üzerimde ve acemice kırılmaları. Gereksiz yere eğildim, olmayacak yerlerim büküldü, içim daha bir büzüldü. Sonrası alışkanlık; vücudun, tenin, yüreğin hep o yanlış noktadan dosdoğru kırılması. Susmaktan başka konuşacağım bir şey yok. 

Bir kere sevdiğimde uçmuştum, uçmayı sevdiğim için, biraz daha sevdim onu. Sonra düştüm. Duygularım başka birinin hissetmesi gereken şeylermiş gibi gelmeye başladı, uçmayı sevmemeye başladım, sevmeyi de… Hoşuma giden şeylerin, gitme kısmı kaldı, hoş kısmı onlara gitti. Bölünmeyi defalarca yaşadık, parçalanmanın sesi kulaklarımda olduğu sürece, içimde bir parça eksik, bu eksiklik yer etmiş bir fazlalık. Neyin fazla, ne kadarının eksik olduğunu hesaplayamayacak kadar karıştım. Üstelik pazarları ayaklarım daha çok dinleniyor, gözlerim ve ellerim daha çok yoruluyor, en sevdiğim günlerde ağlıyorum. Açıklayamıyorum bazı şeyleri, açıkladığım hâlde. Tam yoksunluk meselesi, kazanırken kaybetmek ve aslında kime kırgın olduğunu hiç bilememek. İlla birine kızgın olmak gerekiyormuş, onların kuralları böyle söylüyor, insan nedensiz yere ağlayamazmış bir de… Kimseye kırılamadığımdan beri, kızamıyorum da. Kendim dâhil, kimseyle o derece bir yakınlığım yok.

Beni yaprakların arasına gömün, tüm yapraklara şiir yazacağım. Saçımdaki saçı başka yerlerde görmüştüm. Sizlere uzaktan ya da yakından bakabilmem, gözümdeki değerinizi değiştirmiyor, yalnızca başımı stres duvarlarına vurma nedenim. Uzaktan görebildiklerim; müthiş bir riyakârlık, yakından görebildiklerim de tamamen sahtelik. Bozdurup, harcamak istediğim dostlarım var, neyse ki dünya malına çok kıymet vermiyorum. Daha fazla yaklaşabildiklerimin becerdiği izler ve kırıklar kangrene dönüştü. Neyse ki, değişen ruh hallerim var, hiçbir şeyin üzerinde birkaç saatten fazla durmaya değer görmüyorum, vakit bu mühim bir şey, kolay harcanmamalı. Ama uzun bir süre anlatabileceğim öyküler var, “kuşlar ölmesin” diye başlayan…


Sekiz Ağustos İki Bin On Beş 11 40
Nevin Akbulut