Browsing Tag

yoksa

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Paragraf Yoksunluğu

Şiirlerin olmazsa olmazı “yoksa”.

Tehdit gibi, iyi bir cümleyi hayalete uğratır gibi, içindeki anlam gibi yok ederim gibi, yoksunluktan gelmiyor aksine, varlıktan artan, fazla gelen bir cümleyi, hizaya sokmak için. Ne çok yoksa var şiirlerde, ne çok gitmek, ne çok ölmek. İnsan hasretini yazar, çizer, bozar, döşer de tüm bu yoksunluk dolu kelimeler, başka özlemli cümleleri örtbas etmek için miydi?

Yıkıla, dağıla, küserek zaman içinde her şeyi bıraktım, sırasıyla değil, öyle denk geldiği yerden, ipin incelip, kopmasını bile beklemeden, direkt kopararak. Bazı durumlara katlanmış olmam en yakınımdakileri üzmemek içindi, belki buna bile pişman olacağım zaman içinde ki geldiğim nokta da bunu gösteriyor. O son bağı da koparmadığıma yanacağımı biliyorum. Katlanabildiğim şeylerin kıymeti bilinmediği gibi, anlaşılmadığı gibi, suçlu hissettirmek, beni kendimden daha da şikâyetçi bir hâle getirdi. Sadece katlanıyordum, bu dayanabildiğim anlamına gelmiyordu, onlar yaşıyorum zannediyorlardı. Kendine tahammülü kalmayanların, kendinden dışındakilere her durumda anlayış gösterebileceğine nasıl inanabiliyorlar, aklım almıyor.

Hiç bıkmamış gibi, her şey iyiymiş, iyiye gidiyormuş, umutluymuş, kırık değil, paramparça olmamış gibi gülüyoruz, hiç eksilmemiş, yaşanılanlar yarım kalmamış gibi, ağzımızı doldurup, kalbimizi boşaltır gibi, hiç ölmeyi düşünmemiş gibi neşe saçıyoruz çoğu zaman, tutunmuş gibi, aitmiş gibi, iyi gibi. Ama Sylvia da tıpkı öyle gülüyordu, hiç intihar etmeyecek gibi. Yüzümüz yetmiyor, kirpiklerimizle, parmaklarımızla, kaşlarımız ve beynimizle gülüyoruz.

Hayatımın sayfaları iyi bir yazgının eline düşmedi. Çok güzel bir hikâye olurdum aslında, en güzel ben yazılırdım, eğer yerimi bulabilseydim. Dönerek, dolaylı yollardan içine çeken bir boşluk gibiydi kalbi, şimdi içimin sızladığı tek mısra adının yolları.

Rezillikle yoğrulup, kepazeliğe bulandı zaman. Vicdanı arayıp, bulan yoktu, muhakkak bir yerlerde çürüyüp, kalmıştı. İyi niyetin üzerine dünya hevesi ve gösterişle karıştırılan tonlarca beton dökülmüştü. Nereye gitsek, ayrı bir aymazlık, başka bir çukur vardı, yolumuz kaygıdan geçilmiyor, önümüzü huzursuzluk ve belirsizlikten göremiyorduk. En nadir kelimelerle bile anlatmıyorduk artık ne acıyı ne meramımızı. Yine de durmadan tek bir ümitle kitap sayfalarının arasına saklanıyorduk. Çağın zulmü oraya da geliyordu, her yerimizi sardığı gibi. Kapana kısılmışlığın mücadelesi ve şaşkınlığıyla kalakaldık. Belki de artık bundan böyle seyretmekten ve üzülmekten başka bir şey yapamıyoruz.

Gerçeğimden feragat ettim, yalanları da anlayamadım. Tek doğru belki de kaybolmaktı. Son zamanlarda iyice bahane dolu bir yaratık olduğumu düşünmeye başladım. Öyle ya insan olsaydım eğer; aynı anda iki şeyi birden isteyebilir miydim? Hem de tüm bahane, belirsizlik ve bunca kaygıya rağmen, oyunlara rağmen, oyalanacak nitelikte bir sürü nesne varken. Belki de tam da bu yüzden. Bir bulut gibi olmasam hem kaybolmayı, hem bulunmayı, hem kaybolmamayı, hem unutup, aynı zamanda hatırlamayı dileyebilir miydim? Bir yerde bir boşluk vardı, belki tüm boşluklar içimden geçiyordu, belki tüm yanılgıları içimde bulunduruyordum. Hem var gibiydim, hem de somutluğumu bırakıp, buralara kadar gelmiş gibiydim. Olsa olsa, havanın, hayatın ve dünyanın ittirmesiyle ancak böyle süzülebilirdim yeryüzünde. Yüzümü saklamadan, kalbimi sakınmadan, kazaların üzerine gitmekten çekinmeden, ne de olsa kaderin içinde gizliydi hepsi.

Öyle mükemmel bir boşluktu ki;
içinde hiçlik bile yoktu.

Dudaklarından çıktığına inandığın hâlde, tüm yüzüne yayılan ama en çok da çakmak gibi gözlerinde yer eden o gülümsemeni önceki hayatta bıraktın. Başka hayatlarda da gülmeyi başaramayacağını bildiğin için, ona artık ihtiyacın yoktu. Belki hayatın cilvesindeki c harfinde saklıydı artık tüm sır, inanmış ve inanmanın ötesine geçerek, teslim olmuştun.

Kadın, belki hayatındaki onlarda seçeneği zamanlara yayarak, yaşamaya çalışarak bir sebep bulmaya çalışıyor. Tüm seçenekleri, iyi, kötü, güzel, çirkin, varlıklı, varlıksız gözden geçiriyor hayal ya da ölüm ile yaşam arasındaki o arafta. Ama yine de ölmeye karar veriyor çünkü belki de tüm bunca seçeneklerin içinde, yine de yapacağı hiçbir şey yoktu. İçinin gitmeleri artık sinyal veriyordu. Kanatlarımı bir uçurumun kırılmış kenarından ödünç almıştım. Yalan bir öyküde olduğunu, uyanınca anlıyorsun. Yalanların etrafında dolanmadan, bulaşmadan anlatacak bir şey bulamıyorsun, anlayacak birini de. Bizim arada kalmış, sıkışmışlığımız, arafımız belki de buydu, yalanla, gerçekliğin arası. Zararından zıkkım olan gecenin belirsiz saatlerinde hayaletimsi bir varlıkla odadan duvara, duvardan sokağa, sokaktan saate gücümüz yettiğince dolanıyorduk.

Herkes istiyor ki; hep güllük, güneşlik olsun hem gün, hem yüzümüz. Derdimiz, tasamız olmasın. Nasıl insan olacağız ki o vakit? İzahı olamayan şeylerin, mizahı bile yapılamıyorsa artık. Salt kötülük var, yalın haksızlık var, büyük ezilenler var demek. Başka da bir şey yok! Var olmasaydık, bunu göze almasaydık, sancımız da olmayacaktı muhakkak. Önce sözler değişiyor, sonra yüzler, en sonunda sözüne hâkim olmaktan aciz, uzak şairler, kendi şiirine ısınamamış, kendi sözünü benimseyememiş, başkasının sözü gibi uzaktan bakıp, durulan o sözler… Başkasının sözünde ne kadar misafir olabilir, ne kadar durabilirdin ki? Sahiplenilemeyen her şey gibi, uzaklarda duyduğun o eşsiz, melodiyi sahiplenmen gibi sahipleniyorsun sözleri, başladığın paragraflar bile sana ait devam etmiyor artık. Gerçek yoksunluk buydu belki de, satırları anlayamadılar, sen de bitiremedin paragrafları, tamamlayamadın tam anlatmak istediğini ama bir şeyi çok iyi anlattın; yoksunluğu, yoksa’yı, varsayımları… Uzak bir masal şehri gibi uzaktan izledin kendi yazdıklarını, yazamadıklarının da peşini bıraktın uzun zamandır. Birisi nasıl olsa üzerine devam eder bir yerlerde diye düşündün. Böyle aidiyet duygusunu yitirdikçe yalınlaştın, uzaklaştın ve yabancılaştın, kendini de yarım bıraktığın paragrafların gibi bir türlü tamamlayamadın. Üstüne bir de bu olgunluk diye kendi içine caka satar oldun bununla. Halbuki ham çiğlikti, belki de tembellik ya da vaz geçmişlikti, onda bile dürüstlüğe gönderme yapmaya yüreğin yetmedi.

Beckett gibi bir kez daha yenilmeyi göze alamadım. Bende cesaretin tabanı eksikti, hamurum buna uygun değildi, içimdeki eksiklikler ya da fazlalıklar gibi. Üstelik yenilecek güzel bir şey de yoktu artık. Daha güzel yenilecek bir şey aramaya da ne lüzum vardı ne de buna mecalim. Bir kere yenilmek, tüm ömrü hayatına mâl oluyor ya da yetiyordu bir şekilde. Yaşadıkça bu bir tek, onmaz yenilgiyle başa çıkmaya çalışacak ve yalnızca onunla yetinecektim. Uğramadığın felaketler tereddüdüydü senin travman ya da kâbusların; birçok şeyin özeti ve önsezisiydi.

Yapaylaştıkça değişmiyor, bozulmuyor aynı kalıyorsun. Tıpkı yıllardır plastik saksılarda hiç değişmeden duran yapma çiçekler gibi. Sanal bir döngünün içinde geçiyor tüm günlerin, saatlerin, başka bir şey olamıyorsun, kırılmıyor, örselenmiyor, yaralanmıyorsun. Bu da sahteliğin bizzat sana bahşettiği kötü bir mükâfattı. Şimdi yeni kahkahalar için, yeni alan lazım içte, içinde. Bulabilirsen eğer yeni bir boşluk, orayı da doldurabilir, harcayabilirsin. Yeni yerler gerek, için biraz daha açılması gerek, yeni gülmeler için, yeni bir şeyler olması gerek, kaldıysa tabi, kullanılmışı ya da kullanılmamışı…

On Yedi Nisan İki Bin Yirmi Üç 16:00
Nevin Akbulut