Browsing Tag

nevinakbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kelime Düşüşleri

Bir bütündüm, parçalara ayrılmadan önce. Bölünmek her şeyi ayrı düşünmek demek de değilmiş, canının etinden ayrılması gibi bir şey. Zaman geçtikçe insan çevresinden çok kendi içindeki kötülüğün de farkına varıyor. Bana yapılan kötülükler için onları cezalandıramayacak kadar iyiyim, ama kendimi öldürebilecek kadar kötüyüm hem bunun için yani kendimi öldürdüğüm için kimse beni cezalandıramaz. Eksik parçama sahiptin, vazgeçilmez değildin. Şimdi şurada hemen ölsem bile kalbime gömdüklerim kadar yer kaplayamam. Gülkurusu tadında hayaller kurunca, ağzında gül tadı kalmıyor, reçel falan da olmuyor dökülen yapraklarından, muhtemelen kurumadan yapraklarını yiyorlar sana da dikenleri batıyor. Ya koparıyorlar ya da solduruyorlar.

Kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını aynadan başka anlatacağın hiçbir yer yok. Sinirlenmelerin, yumrukların, küfürlerin her defasında aynaya çarpıp, kırılıp, çoğalarak yine kendine geliyor. Senin kendinden başka kızacağın hiç kimsen bile yok. Kendi içinle çarpışmaktan sürekli sarsılıyor gibisin, kaç deprem atlattı yüreğin hesaplayamıyorsun. Savruluyorsun hiç durmadan, yine de yorgunlukların seni dinlendirmeye yetmiyor. Bir yerde düşüp, ölmen gerekir belki de… Kimseyle savaşamadığın için hep kendine yeniksin. Sürekli kendinden ve her şeyden kaçma hâlindesin ama her gece ıssız sokaklarda tek başına dolaşırken, yine yakalandığın kendinsin. Hep sonbahar mevsiminde, hüzün durumundasın, gözüne hep kirpik kaçmış da çıkaramamış gibi, gözyaşlarını kendi ellerinle silmek zorundasın. Son günlerde ne kadar da az gülümsediğini bir tek sen fark ediyorsun, yüz hatların gittikçe sertleşiyor, dışarıdan baktığında kendine hep sinirli gibisin, olgunlaşıyorsun. Olgun ve anlayışlı bakışların var artık. Kendinden başkasına borçlandığın da yok, güzel günler göreceğiz diye kandırdığın kendin. Bölündün, parçalandın ve dağıldın ama çoğaldın da aynı zamanda. Çitilendin ve tortulandın, yıllar sonra akıllanan kalbin gibi ya da yıllanmış şarap gibi bir tat oldun. Her şeyi boş vermenin derinliği ve sessizliği var gözlerinde ve büyük yitirmelerin boşluğu dudaklarında. Unutmanın sükûneti kaplıyor şimdi tüm suratını. Her şeyi solgun ve gerçek renklerini görmeye başladığından beri artan bir hissizlik duygusu yerleşti içine, kendinle arana bile mesafe koydun artık, daha az konuşuyorsun, daha az kavga ediyorsun çünkü aynaları patlatmanın bile hiçbir işe yaramayacağını biliyorsun artık. Kaygıların gün yüzüne çıkıyor, memnuniyetsizliğinle birlikte. Ne yapacağını şaşırmanın yanı sıra, hiçbir şey yapmanın bir şeye yaramayacağının endişesi terk ederken, rahatladığını zannediyorsun ama yalnız bir süre için geçer bu rahatlık. Uzaklara gitmek için gönülsüz, hayal kurmak için artık fazla gerçekçisin, suskun ve soluk perdeler gibisin, ne zamandır burada öylece oturup, kaldığını bile bilmiyorsun. Geçmişi düşünmek, geleceği düşünmekten daha kolay geldiğinden geçmiştesin sürekli çünkü geçmişte yaşanan hiçbir şey artık değişemez, bunun rahatlığı var. Sırtını geçmişe yaslayıp, yine geçmişe dair hayaller kuruyorsun, gelecekle ilgili hiç planın yok.

Nefes almaya devam ettikçe, her geçen gün daha ağır bilançolar yıkılıyor üzerime ve ağır hesapların altından kalkamıyorum. Yaşamak gittikçe yük olmaya başladı, her gün omuzları düşüren ve yaşlandıran. Şu günleri yaşayacağımızı bilseydik yine de bu kadar yaşamaya hevesli olur muyduk? Tabi ki olmazdık. İlk yaklaştığımız anda ölüme teslim olurduk. Hayatın adının “hayat” olması “yaşamak” anlamını içermiyor, daha çok zorluk, sıkıntı, yalnızlık, zorunluluk ve keder. Dünya aslında içindekileri burada durmaya mecbur bırakıp, hipnozla köleleştirdi. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var, yaşamak yüzünden. Her ne kadar görünmeseler de hepimizin bağımlılıkları var, aynı orantıda da teselli ve bahaneleri. Bunlar da bir tür uyuşturucu, insan hiçbir şeyi yalınlıkla net bir şekilde göremez oldu. Derinlere biraz inmeye kalksan ya deli oluyorsun ya da sarhoş. Kendini avutacağın hikâyelere sığınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Okuyorsun, daha çok okuyarak, başkalarının masallarıyla mutlu olduğunu zannediyorsun. Böyle uyuşuyorsun, hem de en ayık olduğun zamanda. Kimse kimseye fazladan ümit vermek istemiyor, istese de veremiyor zaten. Kimse kimsenin yarasına merhem olamıyor. Kendi yaranı iyileştirmek ya da kanatmak zorundasın, insanlar ancak sebep olabiliyor, nedenli ya da nedensiz…

Bir cümleyi diğeriyle birleştirmeye çalışırken, satır aralarında sabahlıyordum, o boşluklardan yuvarlanıyordum, dünyanın yuvarlak olduğunu düşünerek, korkumu yatıştırıyordum. Yine de başımı yastığa koyabildiğim bazı zamanlarda başım dönüyordu, o zaman dünyanın durduğunu hissediyordum. Hatıralarını unutanlardan ve kolay harcayanlardan korkuyorum. Yaşanılan şeyleri, kolayca silip, yaşanmamış süsü verenlerin hayatı var ile yok arasında bir yerdedir.

Herkes kendi düşüncelerinin çarmıhında geriliyor. Üstelik sonunda gökyüzüne yükselmek falan da yok, devrik cümleler var, devrilen bardaklar, evrilen zamanlar. Yazdıklarım deliliğimin delili olmayabilir belki, eğer öyle olsaydı okuduğumda beğenme şansın artardı. Kırmızı ruju yine kırmızı Uniball marka pilot kalemle karıştırdığımda uçmaya başlıyorum. Çocukların küçükken kaybettiği en değerli şeylerin gökyüzünde biriktiğine ancak bu şekilde inanabiliyorum.

Mürekkebin ömrüne iman etmiştik, ah nasıl da inanıyorduk yazdıklarımızın bir yerde, bu dünyada bir yerde kalıcı olacağına, ölüm bile bu kadar, böylesine, unutkan ve geçiciyken. Ne çabuk unuttuk insanların vefasızlığının harflere benzemediğini… İki gün sulamayınca, odadan soluk alan çiçeğin bile yüzüne bakmadığını.

Hiç yazılmayan bir hikâyenin çatısında beni aradığından beri, artık ölmek için daha geçerli bir sebebim olduğunu düşünüyorum. Hayallerin gammazlandığı, bir eşkıya doğrultusunun dağlarında zikzak çizerken, elleri toprak kokan, ayakları lastik kokan çocuklar, saçlarında papatya kokuları, gözyaşı döken bir gülün çizdiği kırmızıçizgide ilerliyorum. Bulutlar biraz küf kokuyor, gülün kanı bozulmuş, bozuk çiçeği yüzümle ölüm korkusunun üzerinden atlıyorum, yarı yarıya bulut üzerinde, açık üstümle, battaniyesiz ve sabahsız. Eski zamanlarda ölenleri seviyorum, özlemdi belki bu çiçek kokusuyla büyüyen ve sonra bozulan bebeklere, büyümek istemediğimden, büyümesini istemediğimden geçmişin içinde geziyordum. Kurutulmuş ve asılmış çiçekler ya da unutulmuş çiçekler ölümü hatırlatıyor, saçlarından bağlıyorum çiçekleri, balık hafızasına hayranlığıma gülüyor bebek unutkanlığıyla, ne zamandır unutuyorum çocukluğumu, dizlerimin iyileşmesi bana hiç iyi gelmedi. Biraz daha unutursam ulaşabilir miyim istediğim, özlemlerime, gözlerinde sönmeyen yıldıza âşıktım, gözlerimdeki ferin geçici olduğunu unutarak… Hangi merdiven yaklaştırabilir şimdi yıldızına ulaşmak için kaç hikâye yakmam gerekiyor, kaç masaldan firarım isteniyor? Hazırım, yıldızındaki pırıltının gölgesinde yeniden sabahlamak için tüm sabahları yakmaya da razıyım. Merdiven yanlış gökyüzüne uzandı, asılı kaldım, düşmekle ölmek arasında mekik dokurken, hiçbir şey yokmuş gibi davranan umursamaz çocukları hatırlattın bana, başka türlü sığınamazdım bir yalanın arkasına, saklanamazdım daha fazla.

Kelime düşüşlerime benzemiyordu, aramızdaki mesafe, bir kelebek ölümü gibi, bir kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığım her şey dışarı taştı, ayarlayamadım, taşıyamadım da… Yazdan kalma çiçekli elbiselerime, çiçekli kokmayı öğrettim, tıpkı zamanında plastik saçlarıma plastik kokmamalarını öğrettiğim gibi. Kirle ovulmuş duygularıma, kilden oyulmuş yüzümü sevmeyi de öğrettim. Kokulu gülümsemeler sergiliyorum, kokmuyorum, kokum kayıp, adımın eksikliği gibi, adımlarımın fazlalığı gibi, ölüme susamış birini, yaşamak sevinciyle kandıramazsın artık. Çiçek koktuğu için yıkamıyorum elbiselerimi ve yüzümü de… Ait olamadığım bir dünyadan hiç ait olmayacağım bir eve göç ediyorum. Sokaklarında şarkı söyleyemediğim bir şehirden ayaklarımı bir türlü çıkaramıyorum. Gidemiyorum ait olduğum yıllara, ağzımda yarı baygınlık, biraz daha eskiyorum. Çiçeklerim de bozuluyor, bekleyen her şey gibi. Daha fazla şiir yazmanın da anlamı yok, zaten hepsi biraz yarım hepsi birbirine benziyor. Şarkı da söylemeyeceğim. Titrek ışığın yansımasında tüm tedirginliğimle varlığıma inanmak istemiyorum. Yokluğum için her şeyi göze alsam bile yetmiyor. Yarım şiirlerle nereye kadar gidebilirsin ki? Dünyayı kaçırın benden, o yuvarlak şeyi elimden. Belki o zaman tamamlanır şiirlerim, belki dünyada bir yerde, bir şeyin altında kalmıştır kayıp ve utangaç dizeler. Üşüyorum ve bundan yalnızca hava durumu sorumlu değil, geçen yıllar pırıldayarak döktüğü pullarını yüzüme vuruyor, öyle ya gece her ayıbı örterdi evvel zaman içinde bir masalda. Sarılsan bile artık, iyileşmeyecek şeyler var içimde.
Otuz Bir Ekim İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

Şiirler

Paspas

Sorgu meleklerinin yazıcısı
Beynim uzun uzadıya yorgun cümlelerle dolu
Kimsesizliğimden dem durmaya başladığımda
Sabah oluyor
Yine de başka dillerde hayal kurup
Kendi dilimde delirmek isterdim

Misket isimli bir kedimiz vardı
Gözleri misket gibi olduğundan
Ve akşamları daha da duygulandığından
Paspas dilemiştim o ve tüm kediler için
Geçen akşam soğuk merdivenin köşesinde büzülmüş görünce
İçim nasıl ezilmişti
Mermerle birlikte
O gece tüm düzene bir daha düzensiz sövmüştüm
Her şeyi yanımda olmayışının kızgınlığında yoğurup
Öyle ikiye katlamak istiyordum
Artık geçmişti
Yakarışlarım yerini bulmuş
Yüküm o yönden hafiflemiş
Başka bir yanımı ağırlaştırmıştı

Pencerelerde mırıldanma sesi arayışımın içine
Huzursuz çığlıklar yerleşti
Rüyalarımda bile korkuyorum
Kapı kolunun üzerine renkli boncuklar asıyorum
Renkli olunca her şey düzelir zannediyorum
Batıl inançlarım var benim böyle

Nisan ağlamalarım da geçti
Babamın cebinde tanıştığım ilk günahla birlikte
Bir şekerin bedeli bir çocuk için günah olmamalıydı
Kendimi hapsetmek istediğim çekmecelerin anahtarı yoktu
Kırgındım kemiklerime kadar
Üstelik bilmiyorlardı, inanmıyorlardı

Ihlamur kokan sokakların arasında dolaşırken
Çıkmaz sokakta bir portakal ağacı gibiydim
Biraz zaman geçince büyüdüm
Gidebilirim zannettim
Portakal ağacına astım her bir dileğimi
Kabuklarında gizlensin istedim
Kışın sobada yakacaktım hepsini
Ev portakal ve benim hayallerim kokacaktı
Islanmasından iyiydi yanması

Aynada yüzümü incelediğim zamanlarda
Kendimi iki kez anlamadığım
Ve hiç anlaşılamayacağım için de
Farklı hissetmenin tatmini gizleniyor gülümsememde
Yükseliyorum, boş oturan yıldızların göğsüne

Zaman daha ileri gitmeye yetmiyor
Yine de insanların projeleri var, yerli, yersiz
Doğallığın üzerinden bin yıl geçti
Bir avuç çimenle yaşamak hayalleri yerleşiyor dilimize
Açık bir pencere yok, nefes yok, kapılar otomatik kartlı
Hayatı kısıtlayan ne varsa normalleştirildi
Herkesin gelecek ile ilgili maddi düşleri var
Ama gelecekte bir gelecek yok
Maneviyat sıfırın altında eksilerde
Eskiden olsa kopabilirdim

Gökyüzünde buluşabileceğim bir senaryom bile yok
Upuzun bir merdiven isterdim yalnızca
Yürüyebildiğim kadar yükseklere
Yüksek topuklarla
Hayalim bitmeyen bir çocukluktu kırlarda
Bir sabah topun peşinden koşarken
Araba ezdi
İçim bu sefer daha büyük ezildi
Adımızı yan yana yana yana yazdığım bulutlar vardı
Çoktan buhar oldu
Şimdi son kez
Bilinmeze uğurladığım anılarımı paspasın altında gizliyorum
Bu bir elvedadır masallara
Ben gidince bakarsın
Bir Haziran İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yukarı Yuvarlanmalar

Allah bizi yaratmasaydı

Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

 

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

 

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.

 

On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Türkçe Sözlü Ağır Dram

Öleceğim Çünkü…

 

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

 

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

 

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

 

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

 

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

 

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

 

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

 

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

 

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

 

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum…

 

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

 

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.

 

Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40

Nevin Akbulut