Browsing Tag

nevin akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Altyazıların Aynaları

Altyazılarımın aynaları, bana kendimi daha deli hissettiriyor, insanlığın son gösterimi de çok sattı, vurulduk, öldük, eksildik, zaten eksiktik. Kucağımda bir kedi uyuyor, bundan şefkatli bir şey var mı bilmiyorum. Sormak da huyum değil, bilemeyince fazladan birkaç gülümseme daha ekliyorum, anlamadığım, anlamını bilemediğim ya da algılayamadığım her şeye… Vazgeçtim uğurlu sayımdan ve günümden, vazgeçince tüm günler birbirinin devamı gibi oldu, uğurlu günlerin bile uğursuzluk getirdiği zamanlar oldu, yazık oldu, yine günsüz kaldım, güneş tepemdeyken. Bir karınca kadar bile fark edilmeyeceğim belki, bir toz kadar yerim olmayacak çölleşmiş dünyada, belki de kayboldum başka büyük tozların içinde, çöle sormak lazım ya da çölün sahibine. Avucuma bir şiir sığsın istedim, çocuklara masallar anlatayım istedim ama hiç masal bilmiyordum, hiç masalım olmadı çocukken ya da hiç masal anlatılmadı küçüklüğüme. Önceki hayatım, zamanlarım yokmuş da sanki şimdi her şeyin dehşetle farkına varmış gibiyim, yaşamak eziyetinin yolcusuyum. Bir şiir istedim avuçlarıma sığacak kadar, yalnızca bir şiir, adının geçeceği, şehrimin içinde olacağı, satır arasına kendimi de iliştireceğim, bir şiir. Ellerimi açıp, dua ederken Allah’a gösterecektim. Olmadı, bir şiir sızıp, kalmadı avucumda, oysa kalbimin her odasına yüzlerce şiir sıkıştırmıştım, ellerim o kadar küçük müydü?

Hiçbir şey yokmuş gibi yapınca hiçbir şey olmuyor, insan sadece buna inanıyor, bir şey olmadığına, olmayacağına. Kimi zaman iyi gelen kötü şeyler var, kimin uydurması, neyin tedavisi? İyileşmek her zaman iyi gelmez. Hayallerimi kimsenin un ufak edip, ezip, yemeye hakkı yok. İçim kurudu huzursuzluktan, huzursuz yaşamaya alışınca insan içini çürütüyor. Buzdolabı değil bunun çaresi. Yenilmişlik hissi, insanın neden burada olduğunu sorgulatıyor, yenilmişlik aldanmak hissiyle aynı.

Korkuların da koktuğu zamanlar olmuştu, üzerinde aynı hırkayla günler geçiren adamlar, onun için en önemli birinden gelen bir hediye, unutmamak için giyiniyordu, gerçekliğini kendine ispatlamak için belki de. Aynı elbiseyle sabahladığım geceleri unutmak istedim, elbiseler hatırlattı. Bir elbisenin giyinmek dışında başka anlamları da vardı ve beni o anlamlar hırpalıyordu.

Şu yazın gelişinde bile saçma sapan umutlu bir şey var, geçmişe özlem var ama her gününe değil. Varlığımda daha önce yaşanmışların dejavu hâli var, ayaklarım tedirgin, ellerim titrek, sesim hep çatallı ve yorgun, ruhum dingin, beni huzursuz eden asıl kalbim. Beni kaçıncı kez delirttiler, hem de hiç fikrimi sormadan, defalarca sinir ettiler, iki kez aldattılar, yüzlerce gece ağlattılar, binlerce kez hasta ettiler, beş kez kestiler, bir sürü kanadım. Kurumuş yapraklar, dudaklarımı iyi tanır, çiçekliğimi iyi bilir koca çınarlar ve bir tek onlar bilir. Defalarca aldandım, bulanık sularda yüzümü aradım, aynalar gizli satırlardan başka bir şey değildi, gözümün kalemiyle alnımın yarısını karaladım. Üç satırlık yazgıma yer bıraktım. İçimdeki tanımını yapamadığım şeyler belirginleşmeye başladıkça, ben silikleşiyorum. Üstelik azalıp, ölüyorum, azap gibi bir şey. Kalbim yalnız açılmayan pencerelere açık, ağzım akmayan musluklara, susuzluk gibi bir şey şu zamanlar, açarken kalbimi biraz daha yeniliyorum, azalıyor kalbimin odaları, beni sıkan şey kalbimin hiçbir yere sığamaması.

Akşamın oluşunda tanıdık tedirginliklerim var, yanındaki sandalyeye endişeyi de oturtuyorum. Huzursuzluk gecenin boyunu aşıyor, pencere açmak istiyorum ama dışarıdan daha çok korkuyorum, dışarının güvenliği, içerinin güvensizliğinden daha güvenli değil, tek başıma yürümeyi biliyorum, yokuş çıkmayı da, hatta yokuş inmeyi çok seviyorum, semtlerden başka semtlere, şehirlerden başka şehirlere gitmesini de biliyorum ama en çok kaybolmasını biliyorum. Camın kenarında beklerken, umut kusan içimle, hayatın karmakarışık kardığı kartları düşünüyordum, gelmediğinde bir daha karmaya çalıştığım günleri, sonrasında geçmiş günlerle gelecektekiler birbirine karıştı, yaşamadığım günler bile yaşanmış oldu. Leyla sanki bir çöl ismiydi, şefkat en çok anne ellerine yakışırdı, bütün çamaşır asan kadınlar sanki merhametliydi, kader en yakın kardeşleri gibi sokak lambasının direğinin altında bekliyordu akşam olunca. Ardından keder geliyordu, kapının altından, anahtar deliğinden selamsız giriyordu içeriye. Adım uzak bir ülkede ıslak bir semt ismi gibiydi.

Sabahın erken saatinde sahile inen insanların genellikle kimseleri yoktur, ikide bir elleri telefona gitmez, hatta o kadar zaman geçmiştir ki kimse aramayalı, telefonun varlığı bile unutulmuştur, çoğu zaman cepte olması gereken telefon muhtemelen mutfak tezgâhının üzerinde, masanın bir köşesinde ya da kitaplığın önünde unutulmuştur. Dalgaların ıslattığı sulara basarak geçiyorum, yalılara, köşklere tur düzenliyorlar, şehrimin zenginliklerini göstermek için, yalnız uzaktan bakmak şartıyla. Böyle bir eğlence anlayışında benim kafam hiç eğlenmiyor. Biz ancak o güzel yalılara demir parmaklıklar ardından bakabiliriz ya da bazı ışıltılı, pahalı romanlarda rastlayabiliriz, belki hâlimizi o anlık unutarak, hatta umut etmeye cüret ederek, kafası karışık hayaller kurabiliriz. Ne denizlerine girebilir, ne havuzunda yüzebiliriz. Oysa bir zamanlar bir masala inanmıştım, ömür boyu deniz kokacaktım, çok yüzecektim, tuzlu tenim dalgalarla yarışacaktı. Masal olacak kadar da uzak bir zaman değildi. Bazı şeylerin masal olması için ninemin zamanında olması gerekmiyordu, inanmak yeterliydi.

Şimdi yalnız sulara basabiliyor ayaklarım, her bastığım yerde ufak, ıslak izler bırakıyorum, sesimin izini bulaştıramadığım semtlere. El izimden, gözümün renginden değil de hüznümden teşhis edin beni.

Ufacık bir şeyden dolayı, hayattan bir kez daha soğudum, bir anda hem de. Soğurken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha tekrarladım kendime. İnsanların umutlu yüzleri, gülen, sarmaş dolaş halleri vıcık vıcık yapıştı yüzüme. İğrenç ve gereksizdi bunca umutlu ve kahkahalı olmak, onlardan olamadığım için de onlar beni özürlü olarak görüyor, ben de kendimi yetersiz olarak tanımlıyorum, sanırım ikisi de aynı şey, aynı anlama gelemeyen…

Çay bardağındaki küçük çiçek büyüdü, salındı, saçlarını kısacık kesti, her gün yanmayan kaloriferin üzerinde, camdan sızan güneşte güneşleniyor, pencerenin kenarından gelen rüzgârla serinliyor, saçlarını bir kez daha kısa kestirdi, artık yaz geldi, çiçek büyüdü, sigaraya başladı.

Bir semazen gibi durmadan, dönüyorum, dönünce unuturum zannediyorum çünkü dönünce düşünmeye fırsatı olmuyor insanın, zaman da izin vermiyor buna. Fırtınanın en gerisinde yapayalnız dolaşırken görüyorum kendimi, döndükçe gülüyorum, döndükçe rüzgârgülü oluyorum.

Başkalarının hikâyesindeki gölge gibiyim yazarken, olmayanı oldurmaya, olanı olduğu gibi kabullenmemeye eğilimim var. Öyle ya, bizim hikâyenin kurgusu başka yazarların eline geçmişti, bundan sonra ne yazsam inanamazdım.

On Yeni Haziran İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut