Browsing Tag

hikâye

blog

Bitkin Bir Pürneşe

Adımla geldiğime bu dünyaya, emekleyerek, düş izlerini takip ederken, büyümenin büyülü bir şey olduğunu zannettiğim zamanların adımdan eski olduğunu bilmiyordum. Zaman dişliyordu kollarımı, inançlar beynimi kemiriyordu. Yarım yamalak kaldığım zamandan beri hiç tamamlayamadım şiirleri, tam anlayamadım dünya işlerini, şöyle dopdolu bir nefesi soluyamadım, içime bir yağmur, ciğerlerime bir dolu nefes, kalbime bir sen borçluydum. Zaman eskiyor, adımlarım yenilenmiyor, içim doluyor, adım eskimiyordu. Dünyanın altını üstüne getiremeyeceksem, o dipler benim hakkımdı, beni batırmaya yarayacak her şeyin peşindeydim, gemilerin, çakılların, hayallerin ve balıkların, üstelik ağırlık yapacak o taşı da yanımda getirmiştim. Adım kalabilirdi ama beni kimse tutamazdı buralarda.

İçime sahil doldurdum, gömleğimin ceplerine rüzgâr, aklımın içi tozlandı. Gelgitlerden bir araya gelmiyordu iki yakam. Sokak ve ev ayırıyor bizi sahipli, sahipsiz diye, rivayetlere meylettiğimiz kadar hidayete fırsat vermedik. Beynimin içi girdap… Bizi özenle ayıran tüm zamana kızgınlığımla birlikte, yine bir araya plansızca getiren duygular. Kimden, hangi zamandan sorabilirdik ki bunun hesabını? Bazı sesler çok gürültülü, kakofoniden kimse yanındakini duyamıyor, bazı sesler ne kadar sağır, duymak istemeyene. Tesadüf ettiğimiz seslerdi bizi yabancı olmaktan ayırıp, başka bir dünyada bekleten. Mitolojik bir hikâyeye çarptım aklımı, kahramanını sözlerinden tanıdığım… Sana renk diye geldim, tonunu ikimizin uydurup, bulduğu. İnzivaya çekilmeye niyetlensem, gidecek yerim yok. Ne âlemin dervişi, ne de mecnunu olabildim. Belki şimdi bir yerlerde aklımdan feragat edebilirdim, içinde olmayışını bulsam. Dumanla birlikte, o sisle, pusla her şeyi kaldırabiliyordu midem, ekmek ve şarabı, kötülük ve inancı, açlığı, tokluğu ve yokluğu, hele şu boşluğu. Kramplar giriyordu zihnime, yoksa mideme miydi, bilmiyordum. Bir hevesle tutunduğum her şeyin ellerimde çürümesi, ansızın ve habersizce, parmak aralarımdan hayal kırıklığı geçiyordu. Tutamadığım her şeyin içine seni yerleştirdim, kaçan, gidenler, susup, ölenler sende birikti. O hikâye böyle ancak katlanılabilirdi. İnkârı bir kenara bıraktım çoktandır, inat etmenin de âlemi yoktu ne zamandır, her şey benden daha inatçıydı ama her zaman. İntiharların içinde korku olmasa kaç kişi kalırdı şu dünyada güle oynaya? Edemediğim şeyler var, anlamlandıramadığım hislerin ortasında. Söylemeyeceğim, demek zorunda kalmadığım artık. Hesabını kendi içimde, kendimle hallettiğim meseleler var. Bir söylentiye göre çok delirmişim, kendi kendine çekişmeler yüzünden diyorlar. Ne çok şey biliyorlar, onlar kadar bilsem şurada böyle yaşayamazdım, yapamazdım da onlar gibi, kalamazdım da. Aklımdan önce kendimi kaçırırdım. Sokak lambasının altında, yağmur yağdığında kaç kelime kendini asıyordu güzelim gecelerde, bilir misin? Bilirdin, anlatabilsem bilirdin. Bir mucize daha olurdu, bir rivayete göre ölülerin İsa’dan beklediği gibi bir mucize. Sabaha kadar belki yanımda… Kimse kendini daha çok öldürmeden, yağmur dinmeden, sokak lambaları henüz daha hiç sönmeden, uydurduklarımız gerçek olurdu.

Yağmur da ıslanır, kendi kepenklerinden kurtulduğunda, karşıdan karşıya geçerken, o telaşla, yitirecekmiş gibi tüm damlalarını bir çırpıda. Anlamamak insana dâhil, umduğunu zannettiğin şeyleri ummayı bırakabilirsin artık. Hiçbir şey umduğun gibi olmuyorsa, varlığından emin olduğun şeylerin başından beri yokluğuyla sınanıyorsan. Aslında bulmayıp, kendinden olanı kaybediyorsun, uydurduğun şeyler gerçekten uydurulacak şeylermiş, uydurunca hiçbir şey gerçek olmuyormuş. Hayaller gibi.

Aslında birleşik olan kelimelerin özensizce ayrılması gibi ayrılıyoruz artık bir diğerimizden. Sen alçakça çalan bir müziktin, yalandan yamalar yaptığın ruhumda, kalbimdeki itibarını zedeledikçe, gürültüden ve mesafeden başka yerin olmayacaktı. İhtimal bu ya duymamak için kendimi, kalbimi, kulaklarımı paralarken, onlarca ettiğim yeminlerle, unutmak için o müziği tonlarca dinlediğim şarkılarla söküp, attığım yamaların yerini dolduruyordum. Kendimi eksilterek seni tamamladıklarımla, bıraktığın boşluğu böyle onarıyordum. Bir şeyi defalarca okudukça yer eden, yer buldukça bozulan ezberime zeval gelsin diye, okudukça unutuyordum. Kelimelerin hatırı büyüktü ama artık hatıra kalsın istemiyordum hiçbir kelime. Bir nokta dâhi, anlamını bulamasın, ortalıkta dolansın, konacak öykü bulamasın istiyordum, hiçbir şey henüz bitmesin diye.

Uyudum belki de buraya rüya görmeye geldim. Bunca kayıp insanın içinde kendini bulup, aslında sadece bir rüya gördüğüne kendini nasıl ikna edebilirsin ki? Üstelik seni uyandırmaya çalışan başka bir çift el yoksa. İçtenliğin de içi tükenmişti. Boğazımızda takılı kalan o yumruların içi açılabilseydi; diyemediklerimiz bulunur, içimize hapsettiklerimiz birikirdi. Konuşmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmeler bunca suskunlaştırmıştı ve hepsine de neden olan en az bir isim vardı. Aldanış ve mağlubiyetlerin yasını tutarken, içinde açan çiçekleri sulamıyorsun. Yarım kalmak da bir noktadır. Eğer ne kadar neyin içinde sıkışıp, kaldığını bilmiyorsan, ne zaman yarımlaşmaya başladığını hesaplayamıyorsan, tamamlanmak gibi bir şeyi de dert etmiyorsan artık… Kendin olmak için verdiğin tüm savaşların mağlubu, gücünün tükendiğini hissediyorsun. Artık sonsuzluk değil, son istiyorsun, o nokta, diplerine odun taşıyıp, duruyorsun son gücünle. Yettiği kadar, yetmese de. Ne zaman yok olacağını bilememenin rahatsızlığı huzursuz ediyor, herkesin yanında hep arta kalan olurken, kendi rahatlığını yadırgıyorsun. Gitmeyi özlüyor, sanki her şey çok yolundayken, bir tek sen özlemekle kalıyor, gidemiyorsun. Gidemedikçe büyüyor, ağırlaşıyor, katılaşıyor içindeki uzaklıklar. Kaldıkça eksiliyorsun biliyorsun ama belki gittikçe de dağılacaksın. Bunun tesellisindeki çelişkidesin, bir şey gelmiyor elinden, içinden başka.

Her şey olağanca saçmalığıyla devam ederken, kendi kendine sorduğun sorulardan da cevap beklemiyorsun. Gündelik meselelerin ölüm-kalım meselesine dönüşünü ve beraberinde kendini ortaya salan tahammülsüzlüğümüzü görmek yoruyor artık. Herkes hatasını anında kabullenip, yoluna gitmiyor, yıllar sonra iş işten geçtikten sonra hata yaptığını kabullenebiliyor ancak. Kıt olan aklımız, ancak dank ediyor kafamıza. Oysa herkes hatadır. Bunu en başından kabullenmek herkese iyi gelecektir. Utançların ceremesini çekeceğiz diye ruhumuz sarktı, sarardı, soldu. Öfke ve keder arasında sürünüp, duruyoruz. İyi gelecek şeylerin bile artık iyi geleceğinden emin değiliz. Bu şüpheler bizi yiyip, bitiriyor. Kendi ruhunun morguna kaldırılmış gibi bir his çoğu zaman, tüm hayatımız sanki zamansız olan iyi şeyler ve zamanlı gelen hatalardan oluşuyor, mutsuzluğumuzla cebelleşmekten, bunu değiştirememekten, yedi dilde ağlasan birinin bile kendi dilinde duyamamasından gittikçe ürküyor, çekiliyor ve nihayetinde hayalet gibi siliniyoruz. Kalbimdeki inanca, ruhumdaki sızıya alerjim var, en büyük problem belki de mutsuzluk değildir, başkalarının esas mutsuzluğuna özenmektir. Hatırlamaya çabaladığın kadar, unutmayı kabullensek daha iyi olacaktı.

Pek sayın kalbim; yeterince içimize attıklarımızı bir yerde durdurmamız ve bu tıbbî atık işini artık halletmemiz gerekiyor, hep içimden konuşacak değilim ya biraz da hazır konuşacaklarımız varken, seninle de konuşmalıyız artık ve belki de sadece seninle.

03.10.2024 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Uçup Giden Tesadüfler

Yarım kalan şeyler, öyle de kalsın artık.

Teessüf ederim, en çok da kendime, bunca zaman sonra, bu hikâyeden daha hakkımı alamamış olarak ayrılıyorum. Kendime kalanın bile bana düşmediği, düşemediği şu hayatta çok da bir şey beklememek lazım geldiğini çok önceleri anladım. Konuşacak, hesap sormayı deneyecek sadece kendimi bulabiliyorum; o yüzden böyle yalın, cümleleri döke, saça kullanabiliyorum ama bir yerde kişinin kendisi de olsa bir özen gerekirdi, kırıldıkça, boş verildikçe, boşluklarda salındıkça sanırım o özen ve nezaket de içimden bir yerlere gitmeye başladı. Beni benden başka kim bu kadar anlayabilir ve tanıyabilirdi diye düşünürken, bir hayal kırıklığı da kendimi anlamadığım, tanıyamadığım zamanlarda oldu. Garipsenmemeli kişinin kendiyle mukavemeti. Bir türlü bitmeyen şeylerin o bıkkınlık veren batışı ve telaşı, sıradanlığın içinde gizlenmeye çalıştığımız, yerini bulmamız ve artık boş verip, aramaya değer görmediğimiz tüm kayıplarımız orada bir yerde birikti, doğru zamanda, doğru yerlerde bile yanlış yerlerimizden kırıldık. Kırılmak için, kırmak için kimse kimseyi beklemiyordu artık.

Cinayete uğrayan da uğradığı yere döner bir gün, terk edildiği o parka, unutulduğu banka, boş verildiği uzaklara. İlla hep katiller dönecek değil ya, bazen de maktuller döner, dönmelidir de ayrıca böylesi daha adil. Neleri yitirdiğini, nelerden bırakıldığını, iz bırakıp bırakmadığını ve en önemlisi yeniden ölmemek için döner. İnanamadığı ölümü kanıtlamak için, ölümünden bir işaret bulmak için gelir. Artık öldüğünü bilmek ya da bulmak için, belki öldüreni değil ama öldüğünü… Cinayetime bir mum da sen diktin, üstelik duasını bile etmeden. Bir yasın varsa ne kadar görmezden gelip, kaç gün susturabilirsin ki? Ben kendi yasımın bekçisiyim, kendi ölümümü aramam gibi. Kendi ölü hislerimin yasını tutuyorum, üstelik kıran, yok eden, öldüren hep başkaları olduğu hâlde. En çok buna tutuluyorum, en çok bunun için kayıp, gidiyorum buralardan.

Rastlaşmak için binlerce dilek dilerken, şimdi karşılaşsak o film gibi kısacık anda, hiçbir şey yapmam gibi geliyor, hatta hiç karşılaşmayalım isterim, ruhumun o huzurlu ve huzursuz rahatlığı ve rahatsızlığı hiç bozulmasın, hatta dokunulmasın isterim, yok olalım isterim, zaten hiç olmamış gibi olmadık mı? Karşılaşmamız bundan böyle o kadar manasız olurdu ki; o yüzden karşılaşmayız, karşılaşamayacağız, rastlaşamayacağız, içimden biliyorum ve böyle olmasını diliyorum, tüm kalbimle olmasa da, yarısıyla dilediğime eminim. İçimden yeterince atamayacağım o zehri bir yerlerde susturmayı başardım. Geç kalmış bir hüzündü benimkisi, her şeye geç kaldığım gibi, hikâyeme bile geciktiğim gibi bu hüzne de gecikmiştim. Herkesten bir miktar boşluk kaldı, onlar hatıra bıraktıklarını düşündüler ben sevilmeyen, istenilmeyen bir miras olarak aldım. Bırakıp, gittiğinizde yerinizde kalan şeylerle, izlerle, anılarla teselli bulmaya kalkmayın. Boşluktan başka bir şey değildir artık çoğunlukla geriye kalan, bu hissimde de ne kadar yanılmamış olacağım ki; dün akşam bir haber kanalında gördüm; anılar zihni yoruyormuş meğer bilime göre de böyleymiş. Bundan bir ay önce falan da istenmeyen anılar artık silinebilir gibi bir şey gördüm, yıllardır beklediğim bu işte dedim bir hevesle. Sonra acaba hangi birini silmem gerektiğini düşünüp, bulmaya çalışırken, daha da yoruldum. Bir şeyleri silsek, birbiriyle bağlantılı diğer anılar ne olacaktı, bir yere tutunamayan, ortada kalmış, anlamını yitiren birkaç cümle gibi soluk, ıssız kalacaklardı. Üstelik silmek istedikçe, sildikçe boşluk büyüyecek, o koca boşlukla; (ben yaşanmamış zannedeceğim) ne yapacaktım…

Artık sevecenliğini bırakan dünyada, rüyalarımız ıssızlaşmıştı ve kâbuslar çerçevelemişti onları, nasıl daha korkunç bir hâl alır bu durumlar diye uğraşırken zaman, içindekiler onun yerine uğraşıp, her şeyi kötüleştiriyorlardı. Bunca kelime kâbuslara kadar sızmasa nerede sabahlayacaklardı?

Son birkaç yılı kaybolmuş gibi geçirdim, içinde ne yaz vardı, ne deniz ne de güneş. Yıldızları görmek için de hem gecenin içine, hem cehennemin dibine, hem de en yüksek tepelere çıkmak gerekiyordu. Üşendiğimden tabi, hiçbirini yapamadım, zaten çıksam o tepelere adımlarım yetmez, nefesim yetmez, gücüm yetmez, boyum yetmezdi. Geçmeyen ağrılar da başımı bir türlü serinletmiyordu, her yer sıcak olsun istiyordum ama bir tek başımı benden alıp, soğuk bir odaya koysunlar istiyordum. Tam unutmaya başladığım zamanlarda, kötü bir anı gibi kendini hatırlatıp, duruyordu. Başım hiç hoş değildi bunca sızıyla.

Bu kadar kaybolmak istesem bu kadar olmazdı. Bu da oldu, içimdeki sevecenlikle birlikte yıllar içince yavaşça kayboldum, her giden duygu bir şeyimi eksilterek aldı, götürdü benden. Önce biraz güven gitti, bir yerlerim kırpılmış, ısırılmış, bir haksızlığa maruz kalmış gibi kaldım. Üstelik ne kadar iyi bir şey olsa bile bu eksiklik tamamlanmayacak düzeydeydi ve daha da kötüsü son yıllarda hiç iyi bir şey olmuyordu. Belki de güvenden önce iyilik bırakıp, gitti bizi, öyle ya iyilik olsa tüm bu olan kötülükler olmazdı ya da içinde bir miktar iyilik kalanlar kötülüklere ses eder, engel olmaya çalışır, hiçbir şey yapamıyorsa kınardı. Dünya kadar içime döndüm, döndükten sonra da başka biri oldum, kendime ait bir şey kalmadığı gibi ve sürekli bunu yinelerken; ‘artık’la başlayan her kelime biraz daha kendimi yitirdiğimi hissettirirken, artık hiçbir şeyin şifası olmayacağı gibi nedeni de olmayacağı bir zamanı kazasız, belasız atlatamayacağımı dibime kadar biliyordum. Kaybolmakla da kurtulamıyorduk, içimdeki marazlı boşluk, eksiklik her seferinde bir yerlerime batıp, kanatıyordu. Kaybolacaksam insan olmayana kadar kaybolmaktı niyetim. İnsanlığı artık bırakmak, insanlığın sustuğu gibi susmak, yaraların acımasını artık hissetmemek, mümkün olduğunca hissizleşmek… Eski sızılardan kurtulamadıkça, yeni olan hiçbir şeyden de artık hayır gelmeyeceğinin bilincine çoktan varmış bulunuyorum. Bir önceki istasyon inanmak’tı. Geride bıraktım, tüm o sevecenliğimle birlikte. Anlayış ve tahammül de bir yerlerde kayboldu, içimden eksilen eksilene, uğurlar ola. Renkler, sevinçler ve hatta üzüntüler bile azalırken bunca, ben nasıl hâlâ tamammışım gibi gözükebiliyorum aklım almıyor. Kendime bile tahammülüm kalmadığı şu zamanlarda hiç ama hiçbir şeye tesadüf etmek istemiyorum, öylece uçsun, gitsinler, beni bıraksınlar istiyorum. İstirham ederim.

26.04.2024 11:00

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut Şiirler yeni şiir

Geçmiş Anılar Ülkesi

D/oluyor bazen öyle şeyler…

Uzun bir yola çıkmaya teşebbüs etmiştik
İlk kim fedasını sundu bilmiyorum ama fazla oldu
Kısa kestik, uzun konuşulması gereken her şeyi
Uzaklık merkezli mutlulukları parçalayıp, böldük
Ferahlık bildik
Yakınları uzaklaştırdık
Bir hikâye daha böyle anlaşılmaz oldu
Ederi belki de ulaşılmazlığındaydı

Rehindi ruhumda, sana anlatamadıklarım
Adını telaffuz ettiğim anda
Bozulup, susacaktı tüm öykü
Biraz da böyle yarım kalacaktık.
Boğuldu nefesim içimde
Nerede olduğunu kestiremeyince
Bir düş oldu kafamdaki tüm kırmızı renkler

Uzaklarda sirenler, yakınlarda mezarlar
Bulutlardan bile anlam kapıp, korkar olmuştuk
Yıkımlardan kopya çekiyorduk
Bir kül rengiydi bizim hayallerin içleri
Bir köz renginde, sabaha karşı susmuştu saçımdaki renkler
Saçmalıktı, ıssızlıktı, ürküntüydü
Dolu gibi, ölü gibi, kimsesiz gibi
Rüzgâr ve ölüler hep susturuyordu
Peki biz nereye kadar soyunacak,
Nereye kadar çıplak gidebilecektik anıların içine?

Bir ömür beklediğin vuslat neredeydi ki
Sana değmeden geçip, gitti
Geçmiş anılar ülkesi, bizim dilimizde kalan her hikâye
Tüm olmazların, olmuyorlar, olmayacakların nedenlerine
Kestirme yolu bulmuştun
İmkânsızlıkla yoğrulmuş, olamazlarla yıkanmıştın
Çıplaklığın buradan geliyordu

Rica ederim, sen yine de üzerine alınma bu şiiri
Kendini o kadar ulaşılmaz da bilme ama ol
Benim için ol,
Şu mükemmel hüzün için,
Uzak hikâyeleri biriktirmek için ol
Ve tüm olacak şeylerin karışık hüznü ile
Kalbinin bir yerinde kalan o onulmaz susuşlarınla birlikte
Dol ve git demeye dilim varmıyor ama yola çık.

Öleceğine sevdi herkes, çok ile süsledi
Ben de seveceğime öleyim istedim
İzahı olmayan şeyleri ölüme yaklaştırır
Ölüm gibi derdik ya ben de öyle yaptım
Ölüm gibiydi hepsi.

Aslında bu hikâye herkesin kendini bulduğu
Ama anlatamadığı, anlamadığı
Ve asla hak etmediği bir ülkenin kenarından geçiyordu
Öylece susuyordu önce periler
Sonra tüm renkler.

02.09.2023 16:30
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Gerçekle hayali karıştırdığım gibi, artık doğru da yoktu
Ya da sen o doğrunun içinde değildin, hayaldin, uzaktın
Sendeki doğrunun gerçek bir tanımı yoktu.