Browsing Tag

döngü

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yeni Paragraflara Gerek Yok

Belki de yarım bırakmak sonsuzluktur. Hiçbir yerden bir yere gitmeye çalışırken, uçurumlardan ve gördüklerinden eskimiş ayakkabılarımla bu gölgeyi, şu uzağı, o nehri özlüyorum. Bir çocuk merakıydı hep arzularım, büyüdü, mevsimleri görmediğimiz yerlere taşıdılar, sonra yaşamak azaldı, istemek bitti, beklemek ipte dizili kaldı, rengârenk. Yola varmak için bir miktar gerilemem gerekiyordu, her şey geride kalmış, uzak ya da ben görmeden geçmiştim yollardan, kendinden kaçmak için çıkılırdı yola, kimsenin kendine bile bunca tahammülsüzlüğü, yeni ufuklar açıyordu, kalbim ancak soğuduğunda biraz daha insan görünecektim, onun dışında hep geride kalınmıştı. Zaman; kaypak bir bilmişlikle akıp, gidiyordu. Tek bir eylemle tüm anları imha etme gücünü önemsiyordum.

Bildiklerim bana iyi gelmedi, tüm bilinmişliklerden sıyrılıp, bilinmezliği önemsiyor ve özlüyorum. Seni üzmeyen şeylerin ne anlamı vardı ki artık, sadece kırıldığın şeylerde duruyor ve o noktada takılıyordun, böylece kalıp, biraz olsun nefes alıyordun. Gerçekler sen bilene kadar muamma olarak kalırken, bilindikleri anda seni harcamaya başlarlar. Zamana hak veriyorum, diğer tüm her şeye ve çoğunluğa hak verdiğim gibi, alıştığın her şey için biraz daha hissizleşmeye ve artık ruhun o kırılmayı boş vermeyi öğreniyor, çatlamıyor, kırılmıyorsun ama içten içe izlerin var, hep alıştığın o kötücül beklentinin uyuşukluğunda buluyorsun kendini. Mutsuzluğa meftun, tutkun ve hayransın, bu en doğal zamanların, berraklığı önemsiyorsun, şeffafsın bekleyemeyecek ve bildiğin gibi olacağına emin olduğun kadar. Mutluluktan emin değilsin ama mutsuzluğuna güveniyorsun. Bildiğin şeylerden korkmazsın bilirim, dip gibi, mutsuzluk gibi, kasvet gibi ama mutluluğu bilmezsin, korkarsın o yüzden.

Kimseye değmeyen şeylerin bunca acıtması gibiydi herkesle aramdaki mesafe. Hissettiklerim kimseye değmiyorsa o zaman da kimse bana dokunmamalıydı. Öznesi olmayacak cümlelerle yaşıyordum, eksik, anlamsız, kusur gibi… Kusursuz kurduğumu zannettiğim cümleler ve şeylerde bile kusur buluyordum. Geceleri gözlerimle birlikte bir sürü sözü de yakmak, harcamak istiyordum. Boğazıma tıkayan o yumru kocaman bir aldanıştı. Her kırıldığımda kendime kaçıyor, kendimden de ruhumu uzaklaştırıyordum.

Kendi musibetimle yetinmeye başladım uzun zamandır, başka şeylerden tiksinti duyarak katlanabiliyorum şu zamana. Öpme beni o yüzden, tadımı kaybettim, tadım yok, kendime bile. Ölüme kafayı takmışlardanım ben de. Hep hevesimin kursağımda kalmalarıyla meşhurdur hayretlerim. Ölerek yalnız bırakılmak gibisi yok, buz gibi bir ayrılık, azalmak, eksilmek, bir daha tamamlanamayacağını hep bilmek, her kar yağdığında. Dünya acı yüklü bir tuval, şimdi tüm resimler eriyor sızıdan.

Kendimi başka yerde bıraktım, seni başka yerlere saldım. Devamı olmayan cümlelere anlam yüklemeyi bıraktım, en çok bu anlamlar tüketti beni. Sana bulaşan, bir türlü kurtulamadığım varlığımdan da istifa edebilsem keşke. Yaşamak ağrıma gidiyor. Kalbimi parçaladığın o gece, ikiye bölündüm, diğer her şey gibi, varla yok arası gibi, nefes alırken aynı zamanda tıkanmak gibi. Yazacaklarımın ölçüsünü aldım, acılar çok ölçüsüz ve hunhardı, kelimeler çok merasimsizdi.

Biriken onca büyük şeyden sonra, iki kelam edecek hâli kalmadı içimin. Daraldı sanki her şey, onca acı içime sığdı, sıkıştı ve bir türlü çıkaramıyorum, çıkarmanın yolunu da anlatabilmenin ilmini de bilmiyorum artık. Uzağım, içimin doluluğundan kendime bile yaklaşamıyorum. Kendimin anlatıcısı, içimin yancısı, kalbimin sözcüsü olamıyorum, olmam gerekirdi biliyorum, en azından ifade edebilmeliydim ama tüm tabirlerim sanki betonlaştı, sertleşti, damarlarım gibi. Dido’nun içine sığınıp, o zamandan ne geriye ne de ileriye gitmeyeyim artık. Eğer kaçacak bir yer olsaydı, iyice geri gidip, koşarak dünyadan aşağı atlardım ama buralarda yok olmak değil, kaybolmak bile imkânsız. Nereye düşsen, bulup, çıkarırlar seni, nereye atlasan tutar, çekerler, nereye gitsen, gelirler, denize bile düştüm, çıkardılar. Çıldıracağım, her şey bin yıl geride kalmışken, nasıl böyle taze ve yeni hissedilebilir ki?

Hevessizliğinden tanıyorum seni, oraya buraya kolayca harcadığın umursamazlığından. Hiçbir hevesimden nasibimi alamadım. Zihnimde bir ışık gibi patlayan her şey şimdi sessizce duruyor, ortalık dağınık, üstelik beklenilen bir şey yok. Ecelime giden yolları, sevgilerimle döşedim, sonrasındaki boşluk soğuk taş gibiydi ve bir sürü vardı bunlardan. Boşuna değildi bağlılık ile korku arasında mekik dokumalarım, ben bilmiyordum ama içim biliyordu, belki yüz yıldır, belki çok öncelerden. Tam ortasında huzurumu yakaladı bu ikilem, huzursuzluğuma faydası yok şimdi bunların. Boşuna sevilmek, beklediğin hâlde sevilmemek gibiydi, emeksiz ve haksız yere. Şimdi ikisini de istemiyorum. Sürekli uzakların kitaplarını okuyorum, oysa bana yanı başımdaki yer bile uzak geliyor artık.

Soğumak için her şeyden yeterince elimin altında neden, sebep, argüman, bilumum malzeme var, yine de sahte bir umutla bir şeylere gerçekten ısınıp, iyi hissedeceğim inancına dayanıp, kendimi kandırmayı bazen başarıyorum ama sonra hemen akabinde bir şey oluyor ve ben olmam gerektiği hâlime hızla, yine geri dönüyorum. Yeni bir şey yok, ikilemden öteye, diğere giden bir yol yok. Yitip, giden bir şey de yok, hepsi burada, bizimle. Döngüden başka gidilecek yer yok, kapılacak bir şey yok. Her şey tekinsiz ve ürkütücü bir saçmalığın çemberinde, biz de o çembere takılmaktan başka çaresi olmayan, sürekli dönüp, duran, bundan başka bir şey bilmeyen fareler gibiyiz. Çıkamıyoruz bu hilelerin içinden. Çemberi eğip, büksek çıkacağız belki de o kaostan. Ama dönüp, dolanmak varken, hep o saçma bilinirliğin sandığımız güveni varken, kimin elini gitsin ki yontmaya gerçekleri, bulmaya doğruyu.

Söz bazen sözcükleri aşar ama yine de yerine ulaşamaz, bazı gerçekler gibi. Ulaşamayınca ruhun tembelliğine sarılıyorsun ya da o seni sarıyor, bunun hiç önemi yok. Ben artık düşünmeye bile üşeniyorum. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, anıları beğenmiyorum, hiç, beğeneceğim, seveceğim onca şey yaşamıştım oysa yaşadığımı zannetmiştim. O zamanlarda da mı kendimi kandırabilecek ya da avutabilecek kadar bilginiydim kalbimin… Çıkmaya çalıştığım, bolca çabaladığım yokuşları, yok oluşları ve kırılganlıkla dolu bir dünyayı hatırlatıyor. Buna rağmen gelecekte yaşanılacak şeyler de zerre kadar ilgimi çekmiyor artık. Olduğum yerde duruyorum, böyle sıradan kalmak istiyorum, bu bile artık yeterince zorken. Gelecek denilen şey artık hem manası ve hem içeriğini yitirmişken… Söyleyecek her sözü söyleyip, yitip, gitmek belki de en iyisi, üstelik çok daha iyiyken, mağduriyetin şehvetine kapılmadan ve acı çekmenin gösterişine girmeden hemen önce. Sonra arkanı dönüp, baktığında da; ne güzel de silindim, kendi hayatımdan bile, hayatlarınızdan, sokaklarınızdan, yakınlarınızdan ve uzaklarınızdan diye düşünebilmek. Gideceğin her yerde bir yabancı olma sıfatıyla başa çıkamayacağını bildiğin için tüm bunlar da zor olmasa gerek.

Asıl biz zaten yakın hissedildiğimizde ürküyoruz artık, yabancılığımızdan değil. Yabancı hissettirildiğim her yere selam olsun, bin teşekkür olsun. Fonda Sezen Aksu; Hasret çalıyor; “gün bizim, güneş bizim.” İçimizdeki söz bizim, kayıp da olsa, yitik de olsa, bitmiş de olsa tüm cümleler. Bu paragraf yoksunluğu da bizim.

Yedi Mart İki Bin Yirmi Üç 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Tekerrür

Tekerrürden ibaret olan bir hayatı yazmaya değer miydi bilmiyorum. Her şiirde kalbi başka atan biriydi, mesafesine şiir yazamıyordu bir tek. Aramıza giren mesafelerin, ayrılıkların senaryosunu çoğu zaman biz yazamayız. Neyin yakınlaştırıp, nasıl uzaklaştığımızı bilemeyiz, o şiiri hep başkası tamamlar. İnsan, insanın çözemediğidir. Martılar en çok benim beynimi yemeyi seviyor. Gecenin bilinmezliğinden medet umarken daldığım yerden martı çığlıkları uyandırdı, hayır uyumuyordum, dalmıştım sadece.

Eski travmalarım daha iyiydi. Kim daha güzel yakacak canımı bakalım, kiminki daha fazla iz bırakıp, daha fazla eser verdirtecek bana. Bekliyorum, katilini bekler gibi hazırım çünkü ezberim sağlam, hayal kırıklıklarının yerini ezberledim, nerenin nasıl ve ne kadar acıyacağını hesapladım. Başka türlü kırılamayacaklarını öğrendim artık. Zor geliyor artık bazı şeyler, birine karışmak, kendine kalamama tedirginliği, güven korkusu, eskiden çok rahat yapabildiğin şeyleri artık bin defa düşünerek yapma zorunluluğu, sanıyorsun ki kapatırsan kendini rahat edersin, kimseye yaklaşmazsan zarar görmezsin, ama dışarıda yine de öyle şeyler oluyor ki, yüreğinin sızlamaması mümkün değil. Kör olsan hani hissedersin o derece belirgin bir sızı. Yarım kalacağını bilerek ve buna razı olarak yaşamak istiyorsun sırf biraz daha kırılmamak için. Güvenli değil bu biliyorsun, bu yüzden yaralarını da saklıyorsun, yaraların üzerine bulaşıp, o ıslaklıkla yapışan kirleri, kendinden bile saklıyorsun bazen birçok şeyi. Böyle güvende olacağını biliyorsun, hatırlatmamaya çalışıyorsun kırıldıklarını, travmalarını silmeye çalışıyorsun, silsen hoş hayatında kaç sağlam gün kalır onu da bilemiyorsun.

Binlerce hayal kırıklığı oldu yine de doymadı hayallerim kırılmalara. Kolumun altında pullar vardı ve ben onları harcamaya kıyamıyordum.

Eskiden yürüyünce her şey düzelecekmiş gibi gelirdi, şimdi depar atıp, koşsam bile hiçbir şey düzelecekmiş gibi gelmiyor. Uzun zamandır beklenen finali, yeni bir başlangıç zannediyoruz, yıkım da burada başlıyor. Doğrular yanlışa dönüştüğü gibi, gerçekler de yalana dönüşüyor, tüm sesler birbirini karıştığında birbirini bozup, yitiriyor. Yaşama sevinci hep bir motivasyona bağlandığı için, hep meşgul olabilecek bir şeyler keşfetme umuduyla oradan oraya koşturmak gerekiyor, güya kendimizi yorarak motive edeceğiz. Oysa tam da şimdilerde olduğu gibi durup, iç sesini dinleme, anlama, keşfetme zamanı geçmedi mi çoktan? Sessizliğimin içinden çıkmıyorum, sessizliğimi birilerinin okumasına, anlamasına gerek duymuyorum. O şeyi kaybettiğinde iyi olacağını bildiğin hâlde bazen yine de üzülürsün.

Gecenin altında kaldım, üzerimden kuşlar geçiyordu, beceriksizim, mutlu olamayacak kadar, olsam bile elimde mutluluğu muhafaza edemeyecek kadar. İçindeki şarkıların sesini duymak istemediler, evet şarkıları dinlememeleri ölüme yol açabilirdi ve ister istemez bu sebepler senin katilin olabilirdi. O güzel rüyanın içindeyken, uyanacağını bildiğin için, bir yanın eksik hüzünleniyorsun. Gerisi bitmeyecek kâbuslar, uyusan daha mı az kâbus görürdün…

Yakınlarımla bile yakın olamayacak kadar uzağım. Onlar gibi olmak için bir miktar taklit yeteneğim olmalıydı, ayrı yönlere bakarken çaktırmadan birbirimizi kaybetme telaşına kapılıp, son bir gayretle birbirimizi süzüyoruz ama asla derine inmeyecek, iç içe geçmeyeceğini bilerek. Kimseyi takip ya da taklit edemiyorum bu da benim yeteneksizliğim. Bir zaman sonra onlardan olmadığın anlaşılmasın diye göze batmamak adına kendimi silmeye başlıyorum. Gölgesin ama hangi kısmın silik bilmiyorsun. Bu seni hem korkak, hem cesur yapmaya yetiyor. Gölgeliğini bilmekle yetiniyorsun. Kimseyi kırmayacak derecede samimiyet, alınmayacak kadar mesafe, ciddiye alınmayacak kadar delilik, kimseye değmeden, dokunmadan çılgınlığımı sergileyip bu karışımla geçen zamanı dolduruyorum. Zaman dolduramadığım anlarda kimsenin bilmediği, üstelik öyle içimde de büyütmediğim aşkımı tat alamadığım bir yere gömüyordum. Benim de hırsız gibi girip, çıktığım geçici mekânlar kadar geçici kalplerim de vardı, gündüzleri bir şekilde idare edip, geceleri dert olup, daha çok ağrıtan. Geçiciydim, dünyadaki herkes kadar, bunu dile getirebildiğim için de değersizleşiyordum. Ne olacaktı ki sanki onlar üzüleceğine benim kalbim kırılırdı.

Hayal kırıklığı bile yaşayamıyor insan bir yerden sonra, hep ezber, hep aynı, hep tekerrür, olan olayın ikizi gibi benzeri, hep mükerrer. Yine de bir şeyler devamlı yaşatıyor. Belki de kitaplar için nefes alıyorumdur. Geri her şey nefesimi boğazımda esir ediyordur, birilerinin suratında olması gereken yumrular boğazımda düğüm oluyordur. Kâbusun en şiddetli yerinden kaçmaya çalışırken, kalp gümbürtüsüne yenilip, o sisten çıkamadan hayatla arandaki o incecik bağları koparmak.

Küçücük bir âna sonsuzluğu sığdırabilecek kadar değer bilir, o ânı yalnız kendisinin yaşadığının farkında; gizlice gururlanırdı. Ölüm gibi bir anda biteceğini bildiği hâlde şükreder, bıçağın saplanıp, ortadan ikiye ayıracağı zamanı dinginlikle beklerdi. Nefes aldığı şu süre içinde milyonlarca defa zihninde hem de kendi tasarladığı şekilde kurup, başa saracaktı. Şüphesiz o bunun vazgeçemeyeceği tesellisi ve hayatta var oldukça sonsuzluğuydu. Varsın olsundu, bu ona yeterdi.

Sanki bir fotoğrafın kenarından koparılmış gibi duruyorum. Böyle inanmaz, şaşkın, yabancı bir uzaklıkla. Kötülük bence hakkı yenmiş bir teşekkür ya da unutulmuş bir güzel an, incelikten yoksun, kabaca günleri unutabilirsin ama hatırlanmaya değer anlara bin şükür borçlusundur. Ama yine de genellikle onlarla ne yapacağını bilemezsin, yaşadığın o anlar aslında apayrı bir yerdedir ama sen onları o anlamsız, sıradan günlerin içinde biriktirmeye devam edersin.

Etkilendiğin onca kelime bir zaman sonra çöp yığınına dönüşüyor, sen sonra yeniden onların geri dönüştürülüp, kullanılır hâle gelmesini bekliyorsun. İçgüdüsel olarak uzaklaştığın şeylerin yıllar sonra aslında o anda çok doğru yaptığını anlıyorsun.

Birini öldürmek için illâ sırtına ya da kalbine bıçak saplamak gerekmez, onu anlamamakta bazen öldürmektir, fikirlerini dinlememek de yok saymaktır, dahası farklılığını kabullenmeden yargılamak da öldürmektir. Sevmekten uzak durup, sadece sana hitap etmiyor diye dışlayıp, yabancılaştırmak da bir cinayettir sadece ortada kan yoktur, hoş belki de vardır. Yaşadığımız birçok durumu sanki biz değil de dışarıdan birisi yaşıyormuş gibi, ekrandan seyreder gibi seyredip, hayata devam etmeye çalışıyoruz. Bu da kendini artık tanıyamama ve yabancılaşma, ruhundan uzaklaşma olarak bize geri dönüyor. Biz artık kendimiz olamıyoruz. Biz olmaktan çıkıp, başka birisi gibi davranıyoruz, dolasıyla aslında kendimizi yavaş yavaş yitiriyoruz.

Sessizliğimi sakladığım yerde bulup, çıkarmaya dermanım yok. Uzun zamandır kaldırımlara, sokaklara, taşlara hatta suya bile sessiz gidiyorum. Bir çukurda boğulmadan önce son sesimi unutmuyorum ama ne dediğimi de hatırlamıyorum, keşke lafı biraz daha uzatsaydım. Sesimi bulana kadar belki hatırlamam lazım o son cümlenin üzerinden devam edebilmek için yaşamaya, tekrar yeniden. Şimdi içi su dolu çukurlara ihtiyacım var, karanlığa ihtiyacım var, biraz da pencereye. Ancak böyle yutabilirim vermem gereken cevapları, ancak bu şekilde teselli bulabilirim kimsesiz susuşlarıma. Genelde öldükten sonra hikâyenin peşine düşerler, yaşarken hikâyen değersizdir. Ağlayarak, ortalığı yıkarak geldiğim dünyada birçok şeyi görmüş, anlamış gibi bir sükûnet içindeyim, arızalarımı orta yere dökecek hâlim yok, olay çıkarmadan sessiz, sedasız da gitmek istiyorum. Zırvalarımı ve deliliğimi gösterecek zaman ve mekân da yok.

Yirmi Dört Haziran İki Bin Yirmi 12:30
Nevin Akbulut