Browsing Tag

dergi

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yalnız Bir Kurgu

İnsan birisi öldükten sonra bile iyi dileklerle anılabilmeli. Ben öyle yapıyorum, öldükten sonra bile iyi niyetlerimi esirgemeyeceğim. Güzel kitaplar okumanı, güzel filmler izlemeni, harika şarkılara eşlik etmeni isteyeceğim hep. Benim için ölmüş olman, başka bir hayatta olmadığın anlamına gelmiyor sonuçta. Geçip, gittiğimiz yolları hiç unutmayacakmış harcamıştık sokaklarda, oysa şimdi eminim ikimiz de yollardaki o toz zerreciklerine, yolun kenarında dayandığımız o kış günkü soğuk duvara, yazın bizi yakan o sevimsiz güneşe bile muhtacız. Geçerken, bitirdiğimiz yollar şimdi bizi öldürüyor, saniyemizden, ömrümüzden, hayatımızdan harcadık o günleri, geri sayıma tutulmuş kronometreli nefesimizi harcadığımız gibi. Seni hafızamın ezberinden silebilseydim, bunca şeyi unutmak zorunda kalmayacaktım. Bir kedinin tek başına gördüğü rüya gibi yapayalnızsın, seni unutmak zorunda kaldığımda hiç kimse tarafından da hatırlanmayacaksın. Düştüğüm, ağladığım, hastalandığım tüm parçalarda sen varsın, üstelik parçalarımı kaybetmek uğruna bile unutabilirim. Bir kere de iyiliğimin yanında olabilseydin, yalnız bir kere ayağa kalktığımda ardımda bulabilseydim seni, yaralarımızın kötü ve çirkin kabuklarından kurtulabilseydik, yaraya bunca müptela olmasaydık.

Özenle kurduğum tüm cümleleri zatına soytarı gibi göstermeseydim, zaman adaletsiz bir şeymiş, tarih bunca sırlarla kaplı bir sandık olmasaydı. Yanlış zamanda doğru sıralamayla, yalnız bir kurguydun içimdeki. Zekâmın içtiklerinden sarhoş olurken beynim, sorgulayamadım sonrasını, yaşadıklarım tekrarlardan oluşsa da, başka türlü görünmüştü, zihnimin çocuksu oyunu. Kimden nasıl intikam alacağını bilemeyen bir çocuğun hıncını oyuncaklarından çıkarması gibiydi beynim. Başka tekrarları unuturken, bir tek sende takılı kaldım. Hangi kitlenin acısını yaşıyorduk amaçsızca, psikolojimin nevrini döndüğü zamanlarda içimde biriken isyanlarla birlikte üzerine biraz esriklik serptiğim kederimle birlikte aşırıya kaçmış olabilirim. Ciğerimin birini bitirip, ikincisine başlamıştım, bundan sonra kalbime de sıra gelebilirdi. Hadi birbirimizin acılarına bakıp, gülelim biraz, kalbimizdeki ateşi yiyelim, bitmeyen sevimsiz şeylerin adını sonsuzluk katalım, iyi bir şeymiş gibi…

Elimde kalan kırık dökük bir hikâye, yarısı yok, hikâye olmasına neden olan kişi ortalarda görünmüyor çünkü. Biraz mizah kattım durumuma, biraz bağımlılık, temeli oluşturan asıl nedenler yok olduğu için, olur olmaz şeyler bu hikâyenin vazgeçilmezleri arasında artık. Sanat yaptığını zannedip, sanatı olmayanlar şimdi bu satırları okusa belki bir dâhiyle ya da bir deliyle karşılaştığına yemin edebilirdi. Ama bunu kullanabiliyor muyuz, tabi ki hayır. Bu olumsuz havalar kadar olumsuz düşünmeye sevk eden şeyler var hayatlarımızda. Hasta ve asabi hissettiren, hiçbir yere ait hissettirmeyen. Bunlar da bu hikâyenin yersiz bir parçası, kitap olsa hani okuyucuyu sıkacak cinsinden, kitabı bir köşeye bırakmayı bırak, bildiği, bulabildiği en yüksekten uzaklara fırlatırdı herhâlde. Bildiğin ruhsuzluk. Sessizliğimin kuşkusunun kimseyi sardığı yok, kimse ürkmüyor bir şey söylememekten. Bunca zaman aynı şeyler olurken, hâlâ şaşırabilen yaratıklarız. Doğada benimsenmediğim kesin, o yüzden suskun bir şey, suskun ve karmaşık. Mazi yapışkan, o yüzden çekip gitmiyor o zamanlar. Tecrübe ettiklerimiz tespitlerimize yansımıyor, yaşadıklarımız unutuluyor o yüzden aynı acıya, aynı yerden yeniden hazırız. Kıymık sancısı gibi acıtan şeyler olduğu hâlde nasıl da umut ediyoruz, büyük acılardan sıyrılacağımıza, biz mutasyona uğramış cahil çocuklarız, hep yeniden inanmaya hazır. Altını kırmızı kalemle çizdiğim satırların ucu hiç sana batmadı ki, hiç acıtmadı, şimdi neden inanasın kalkıp da bu yazdıklarıma, bunların bir değeri olsaydı en azından tozlu rafları verirlerdi, okunup, silinecek. Parçalı, bulutluyum, parçalanıp, tükenmiyorum. Omurilik sancısından beynimi yok etmek istediğim saatler var, tümörleri neden yok edemiyoruz? Hoş belki de seviyoruz. Bunca kötü şeyin içinde iyi niyetlerle doluysam, ben gerçekten doluyum. Beynimdeki kelimelerden başka silahım yok, yoksa çoktan hikâyemle birlikte bir intihar düzenlerdim. Sürekli ağlayan çocukluğuma bu yaşımda mendil uzatmaya çalışıyorum, kendi gözyaşını silemeyen herkes gibi bir başkasının gözyaşına elinin yetişeceğini zannediyorum, nasıl da yanılıyorum. Papatyalar pek çok kokmadığı hâlde, sana onların kokusunu anlatmak isterdim, bunun için belki de başka bir yaratığa dönüşmem gerekebilir. Her gün başka bir şey düşündüğümden belki de artık başka birisi olma hayalimi de yitirdim. Hayallerim ve parmaklarım şişti, güzel kokulu sokaklar başka şehirlere yerleşti, beynimin üreten kısmında hep terk etmeyen bir ağrı, yüz üstü çakılmış gibiyim, dünyanın en yüksek binasının tepesinden, söyler misin bana neden o zaman hâlâ içimdekiler dökülmedi yere, ya da dökülmüş gibi neden rol yapamıyorum ben? Dünün korkunçluğu ve yarının zulmü arasında eziliyorum, adım diyebileceğim bir yerim neden yok benim?

Dünyaya yetecek kadar zulüm vardı, dünyanın belirli başlı yerlerinde. Bu zulümleri anlatmaya bile kalksak, ne olacaktı? Anlatırken biraz kendimizi affetmeye çalışıyoruz sanki. İnsanların bencillik ve duyarsızlıkları o kadar kaplamıştı ki her yanı, bunca şiir neden yazılıyordu? Ne işe yarıyordu etrafımızı büyülemek için söylediğimiz, karaladığımız cümleler? Kitaplar okunmuyor ama rafları dolduruyordu. Felsefe üzerine dünya dolusu cümle vardı, yine de anlaşılmayan şeyler çok fazlaydı, zulüm kendine dokunana kadar kimse görmüyordu ya da gözlerini kapatıyorlardı. İyiliğin ve kötülüğün gerisinde acı denilen bir şey var ve buna neden olan insan diye anılan yaratıklar var.

Geçmiş günler sanki geçilememiş, sanki az sonra ilerde biraz daha lazım olacakmış gibi. Kendimi bilmediğim bir yere saklayıp, kaçmak istiyorum, suçlu gibi, tüm suçlu gözlerle kendim dâhil herkesi düşman olarak görmüş gibi.

Anlatmakla bitiremediğim kaçıncı hikâyeydi bu, hikâye deyince sanki yaşamamışsın gibi oluyor ya da başkasının başına gelmiş gibi ama aslında hiçte öyle değil, o normal insanların sıradan düşünceleri. Banyoda suyla birlikte ağlamanın yeri bir başka hayatımda, o hâlimle aynaya bakarken, artık hayal kurmaktan vazgeçtiğimi, tavandaki çatlaklara gözümü diktiğimde, her şeyin aslında geçiciliğini, şu ıstırabın bile kalıcı olmadığını biliyorum. Mutsuz ailede büyümenin sancısını tüm hayatın boyunca hissederken, baba şefkatsizliğine türlü bahaneler bulmaya çalıştım, anne sevgisizliğine içime atarken, içimde büyüyen umutlardan başka harcanacak bir şeyim olmadığını, yüzüme yapışacak kadar uzayan arsız ve ıslak saçları, bir çırpıda kesip atmak istediğim şeylerin içinde biriktirdim, hayalleri ve umutları da beraberinde… Kimse duymasın diye atamadığım çığlıklar içimde çığ gibi büyürken, neden rahatsız olacaklarını düşünüyordum bilmiyorum, biraz da onlar rahatsız olsunlardı. Ama beni görmeyen insanlar, benden rahatsız olamazlardı ki zaten… Bunları anlatamam ki zaten, nerede ben de o yürek? Kalemden vazgeçip, çıkıp birilerinin karşısına anlatayım. Utangaç da değilim aslında da sanki beceriksiz gibiyim ya da gerekli görmüyorum sanırım. İçimde tutmam gereken şeyler vardı ve bu bir kanseri yeni baştan yenmeye çalışmak gibiydi, nereye gideceğini bilmediğin hâlde bir yola isteyerek çıkmak, işte bu çok zor.

On Altı Mart İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Keşke bunca…

Böyle işte insanın hayattaki hevesleri kırılırken, vazgeçiyor artık çocukluğa dair meraklarından. Solucanları küçükken rahatsız edip, toprağın içinden çıkarıp, yerlerinden eden bir çocuğun inanılmaz azabıyla büyüyordum belki de, hiçbir yere ait olamamanın verdiği bir yükle, yuvasını yıktığı hayvanların ardında bıraktığı yuvasızlığıyla ve yüzsüzlüğümle birlikte kalpsizliğimi de isterdim. Sokaklarından şiir akan memleketlerin uzaklarda kaldığı, yalnızca paranın geçiş yapabildiği bir kokulu rüya gibi şu sıralar. Ardımda bir sürü kırık cümle bıraktım, bir sürü yarım yamalak ve imlâ hatalı, kimseye toplayacak bir şey bırakmayacak kadar talan ettim ortalığı, hayatımla birlikte. Toplayan birinin olmaması, daha kolay dağıtacağım anlamına da gelmiyordu üstelik. Bir sırada üç çocukla sıkışık oturduğumuzda pencereden düşlediğim yemyeşil yolları takip eden yüreğimle, mezarlıklara giderdim. Sanki uzak tek yer mezarlıktı, sanki bir tek mezarlara ihtiyacım vardı. Sürekli düşmelerimden dizlerimde yer eden yaralardan bile daha az yer kaplıyordum dünyada, onlar kalıcıydı, ben geçiciydim, siliktim, daha da silinecektim. Çoraplarım sanki benim bağımsızlığımı anlamış gibi, gideceğimi sezmiş gibi, yapışıp dururdu dizlerimden yaralara, kurtarmaya çalışırken dizlerimden, hepimizden de bir şeyler giderdi, onun kabukları benim canım, çorabın birkaç sökük ip parçası. Yerimden kıpırdamadığım hâlde gittiğim yerlerin tadını şimdi ne kadar uzaklara gidersem gideyim, bulamıyorum, o seyahatler başkaydı, yüreğimi bırakmıyordum o zaman bir yerlerde, onu da taşıyıp, beraberimde götürebiliyordum. Gizli içilen sigaraların alımlı ve korkulu heyecanının tınısı hâlâ kulaklarımda, o zamanların silik tüm hayalleri bunca belirginken, şimdinin gerçekleriyle belki de başa çıkamadığımdan hep azalıp, siliniyor, yok oluyor. İçime sinmediği hâlde yüzüme ve bedenime sinen dış kokular var. Sigaranın dumanını sevdiğim kadar kokusunu sevemedim mesela. Bitik cümleleri birbirine eklemeye küçüklüğümden başladım, belki de bu yüzden hiçbir şeyi birleştiremedim, uğraşmasam kendi kendilerine bütünleşeceklerdi belki de…

Kurduğum cümlelerin yoğun bakım masraflarını karşılayacak gücüm yok, biraz da bu yüzden hepsini sokaklara döküyorum, saklamam gereken yaralarım gün yüzüne âşık oldu, içimin seni bağırdığı zamanlarda, sesli düşünürken, kendimi tüketirken, seni ezberletirken sokaklara, sahile, boşluklara… İçimin tiz sesi titreşirken beynimde onulmaz yaralar açarken sesinin hiçbir şey yapmayışı, bir daha eskisi gibi olamayacağımızın kırmızı lambalı işaretiydi. Çenemin titremesini alıkoyamadım, gözlerimin dolmasına aldırmadım. İçimde biriken tüm küfürleri cömertçe savururken, bu defa başladığı yere gelmeyeceğini hiçbir şeyin, artık biliyordum. Bilmek canımı sıkıyordu. Kendi eksenimde dönerken bile kendime gelemiyordum, eksenim yer değiştirmişti ya da dünya artık burada değildi. O umursamazlığınla dururken, keşke durmasan dedim. Keşke olmasan, keşke hiç olmasaydın. Seni aşkımla doğurmuş gibi severken, beni öldürür gibi yapmanı anlamıyordum. Keşke bunca delirmeseydim sana bakarken. Keşke bakmasını bilmeseydim bunca, seni doğurmuş gibi seni doğururken, kendime de hayat vermiş gibi hissetmeseydim keşke. Sen tüm mutlu olduğum toplasan birkaç saat zamanı ama matematiğin içine sığmayacak birkaç saati burnumdan, ağzımdan, kalbimden getirmeseydin, senin harabe gibi bıraktığın yerden kendimi harap etmeye devam ederken, sana nasıl sadık kaldığımı cümlelerimle bile anlatamamışken, başka cümlelere gidemediğimden biraz da dilsiz sandıklarından beni. Ama keşke dilsiz olsaydım, bunca anlamasaydım seni. Tek suçumuz imlâ hatasıydı, yanlış bir cümlede kullanılmıştık, gereksiz yere bunca seviyorduk, sebebini hiç anlayamadığımız, yaptıklarımıza kılıf uyduramıyorduk. Zamanla çığlıklarım yer değiştirdi, bizi belki de birleştiren, yalnız ikimizin içinin anladığı ortak bir tasaydı. Avazlarımı çıktıkça kendi kulaklarıma doldurdum, çocukluğumun bitmez anılarını kalbime yerleştirdim, ayakta durabilmenin çaresi buydu belki de… Ama gördüklerimi nereye sığdıracağımı bilmiyordum, gözlerin çok doluydu, çok uzaktı.

Minneti benden öğrendin, duygularımın savunmasız yanıyla değdim, yenildim, evrene defalarca minnettar oldum, bir de sana, sen hem minnetlerimin içinde hem de mutsuzluğumda vardın. Değiştiremedim, ikisini bir araya toplayamadım, bölünen kalbim gibi. İkisi de yarım yarımdı, yarım yamalaktı. Herkesi yabancı gözlerle suçlarken, içimizdeki korkular dökülüyor yüzümüze, gözlerimizin içinden geçip, gidiyor korkular ve biz bu sırada hayatımızın en değerlisini kaçırıyoruz belki, yanımızda yürüyen insandan bile korkuyoruz artık, suçlu ya da masum olsun. Oysa hiç tanımadan güvenmiştik çocukken birbirimize. O zamanlar daha mı cesurduk daha mı masum, yoksa daha mı insandık? İnsanları korkudan bunca içini didiklerken, kendi içimizi örseledik, eksildik, herkes gibi olduğumuz için, kimse gibi olamadığımız için. Kısıtlandıkça içimize hapsolduk, kendimizden başkasına güvenemez, sevemez olduk. İçtikçe kustuğum şeylerden çok, sindiremedikçe kustuklarım var. Durup dururken de kusabilmeli insan, hiçbir şey yokken ama o kadar çok neden var ki kusmaya…

Düşme arzularım eskilere dayanıyor, anne karnına, düşemediğim için şimdi her gün düşüyorum, düşlerimle birlikte, üstelik bana bir şey olmuyor, onlar sürekli kırılıyor, batıyor, kirleniyor. Mutsuz fotoğraflar biriktiriyorsun ya kursağında yutkunamadıklarınla birlikte, işte ne kadar anlaşılamazsa bir insan, o kadar anlaşılmıyoruz. Kötü bir dublajın içinde, seslere uyum sağlamaya çalışan, ortama bir türlü kendini ayarlayamayan acemi oyuncularız. İlk sezonda atılacağız bu filmden çünkü bıktık artık. Yağmuru kıskandıracak şekilde ağlardım bazı gecelerde. Geldiğime mi, gittiğime mi, bir şey olmadığına mı yoksa olmak istediğim yerde olamayacağıma mı? Bilemezdim. O anların hakikatini anlatmaya çabalasam, sadece susmuş olurum, susmuş ve ağlamış, sana anlattığım her şeyin kendiliğinden şiire devşirilmesi kelimelerin bize sadece güzel bir hediyesiydi. Yalnızlığımın vazgeçilmez nedeniydin, önüme serilen intiharlardan arta kalanı. Kalbinin kıyısına benim kadar süzülen olmamıştır, balık gibi yüzmekten korkmadım da kuş gibi uçarken kaybolmaktan korktum. Dizlerimdeki yaraların nedeni çocukluğumsa eğer, hiç kapanmayan yaramın da nedeni sensin. İntiharların kapladığı içimde gidecek yer bulamıyorum, savruluyorum, ölümü birden bire beklerken, yavaş ama hissettirmeden süzülüyorum içine. Tek silahlık bir ölüm tasvir etmiştim, olmadı, ölüm bile uzaklaşırken benden, ondan habersiz kendimi yok etme planının içine yerleştirdim kendimi.

Varlığıma inandırmaya çalışan hayalet gibiyim, yorgunum. Duyulmuyorum. Kimin rüyasını görüyorum, bilmiyorum. Kimin gerçeğinde, rüyayım, çözemiyorum. Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.

Yarım bıraktığım çayın ardından, bitiremediğim başka şeyler de olduğunu düşünüyorum, yarım bırakmaya alıştıklarım. Uyandığımdaki gibi değilim, uyuduğum gibi de değilim. İçimden geçenler, gidenler, gelenler var, ama hiçbirisi eskisi gibi değil. Geçmeyen huzursuzluğun yerini, koro hâlinde beynimin içine seslenen çığlıklar alıyor. İçimde tiz bir sancı, o da geçmiyor. İçimde yarım şeyler biriktikçe neyi nereye koymam gerektiğini, hangisini hangisiyle birleştireceğimi bilemiyorum, galiba bu beni çıldırtıyor. Ya ölüme ya delirmeye en yakın gerekçeler bunlar. Dışım başkalarının olmak isteyeceği durum, içim kendini tırmalayan sancılar, ben bile içimden kaçıp, gitmek istiyorum. İllaki bir hikâye yakıştırılıyor insana, oysa ben bir parçadan ibaretim, bir bölüm, belli belirsiz bir paragraf. Sonunu göremediğim için sonsuz biraz.

 

Yirmi Üç Şubat İki Bin On Yedi 16 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Çürümek

Karanlık uykulara dalmak için, gözlerimi kapatmak da yetmiyor bazen. Siyahın daha da karanlık olduğu köşeleri bulman gerekiyor. Seninle konuşurken şiir dilinde öykü gibi konuşmak isterdim, söylemek istediklerimi anlatmaya çalışırdım. İnsan çok şey anlatmak isterken bu kadar hiçbir şey anlatamaz mı? İşte ben öyle oluyordum. Sussam daha çok şey söylemiş olacaktım. Güneşin çarptığı iki soğuk ve bitik şişe gibiydik. Yalnız olmuyordu, birbirimize çarparak durabiliyorduk, çarpıp kırılıyorduk. Daha bir sürü eşya ya da duygu yaratabilirdim ikimizden, eğer şişelerden birisi başka yerde kırılmaya gitmeseydi. Bu kadar gamdan sonra gelen mutsuzluktan kim hoşlanır? Bunu bile göze almıştık, sormayacaktık, gecelerin soğuk ve nemli odalarında rutubet biriktiriyorduk, duygularımız da bozulmaya başlamıştı, büyüdükçe çürüyen bedenimiz gibi, hangisini nereye koyacağımızı bilmiyor, ne hissedeceğimizi kestiremiyorduk. Büzüşen ve soğuktan moraran parmaklarımla kalem tutmaktan kim hoşlanırdı? Ancak benim gibi duygusal zekâsı tavan yapmış, ruh hastası olduğunu itiraf edebilen birisi…

Biz çürümeye devam ederken, içimizdeki duygu adına her şey küflenmeye başladı, modası geçmiş kötü şarkılar gibi oldu içimiz. Kendime kaldığım için böyle mide bulandırıcı yazılar çıkıyor ortaya, oysa kendime kalmasaydım hiç yazmak istemezdim bunları. Bunca ağrı, sızı belki de çürümenin nedenlerindendir.

Mutluluğu şiddetle reddediyorum, mutlu olanlardan tiksinme nedenlerim var; dünyada bunca mutsuz varken, bence hiçbirimizin mutlu olmaya hakkı yok, ama gurur duyarak mutlu olanlar da var, tuhaf geliyorlar ne beynim ne de kalbim bunu hiçbir zaman anlayamayacak. Sanki bu yeryüzünde yaşamıyorlar, sanki dünyadan ayrı bir dünyaları var. İnsan gibi olamayacağım korkusundan dolayı nefret ediyorum mutluluktan.

Gittikçe suskunlaşıyoruz, cümlelerimiz tükeniyor, yaşadığımız kaos, karanlık. Geriye dönüp baktığımızda bizden sadece bir enkaz kalacak, belki de o yüzden bir faydası olmadığını, olmayacağını düşündüğümüzden bunca suskunluk. Felaketler atlası gibiyiz, öyle güzel sürükleniyoruz ki çukurlara, karanlık olduğundan anlayamıyoruz belki, farkında değiliz, asıl farkında olmamız gerekenlerin. Böyle giderse birkaç yıl sonra geriye bakabilirsek eğer, bizden kocaman bir ziyan, buradan da geriye koskoca bir çöl yığını kalacak.

Kimsenin kimseyi anlamadığı, anlamak istemediği bir hayattan sesleniyorum, bunca çaba ne kadar da boş değil mi? Oysa insan biraz kulak verse içindeki kötü hastalıkların bile sesini duyabilir, herkes biraz sağır olmayı tercih etti, belki de bu yaşamak için gerekli bir şeydi. Kâbuslarla dolu nice sayısız geceler geçirdikten sonra, hiç gelmeyecek olan güzel sabahları bekliyoruz. Ruhun aklına ihanet ederken, bedeninden onun acısını çıkarıyorsun. Acıyla kıvranırken içinin derinliklerinde tek dileğin boğulmak, boğulup, duman olmak, yok olmak. Saniyeler beyninin en hassas bölümüne saplanırken, gelecek zamandan endişelisin. Kafatasını delmek istediğin zamanlar olmuştu, kafan sapasağlamdı, dahası tüm düşünceler içindeydi, unutmak istediklerin bile. Kaçıp, gitmek istediğin zamanlarda o düşünceleri nereye koyacağını, nasıl tüketeceğini bilemediğinden gidemedin. Bir sessizliğin ortasında kalakaldın, üstelik seni duymayan bir sessizliğin…

Zihnini başka şeylere verip, beynini bölümlere ayırman da bir işe yaramadı, aklının ruhuna hiç yakın davranmayacağı belliydi. Bulunduğun yer gittikçe küçüldü, sığamaz oldun, kapana kısılmış fareler gibi çırpınıp, duruyordun. Beyninin yanmasıyla ısınıyordun. Duvarların üzerine yıkılmaya başlamıştı, otobanda üzerine gelen arabalar gibi tüm düşünceler üzerine geliyordu, saklanacak yerin yoktu, belki de en iyisi o otobana atlamaktı, bildiğin en yüksek yer bile yüksek değildi. Dünya yusyuvarlak olduğundan, sığınacak güvenli bir köşe yoktu, korkudan, tiksintiden ve belirsizlikten büzüşmeye başladın. Ne kadar küçülsen de seni görecek, sobeleyecek bir şeyler vardı muhakkak, bu da boşunaydı yani. Hayatı ortadan ikiye bölen zamanların, bıraktığı izlerin seslerinden rahatsız olurdun, beynini felç edecek büyük ve sonsuz o düşünceyi beklerdin sabahlara kadar. Ağrıların bitmediği sabahlara kalkarsın, kalkarsın çünkü aslında uyumamışsındır, birkaç kâbus birden sığdırdığın gecelere uyumak denmezdi, kâbus gördüklerini uykudan saymazdın, bilirdim, tüm bunları aslında kendimden bilirdim. Sabah yüzümü uyuşturan kırgın ağrılardan bilirdim. Bu döngü bir gün tamamlanacak, bir gün her şeyin sonu olması şuan için bizim buradaki tek tesellimiz.

Gereksiz yere bunca uzaklara gittim, geldim. Beynimi yordum, başımı ağrıttım, “anılar” denilen şehrin içine daldığımda hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyordum. Boşunaydı uğraşması beynimdeki bunca hücrenin, onların çoktan ölü olmaları gerekiyordu ve anılara da en çok ölüler yakışıyordu. Üstelik soru işaretlerini oldukları gibi bıraktım. Ve bazı hikâyelere dilediğin kadar nokta koymaktan kaçın, yine de yarım kalıyor bir şeyler, noktayı koyabilsek belki o zaman tastamam bir hikâye olabilirdi bu. Kaçtım, belki de sağlam bir hikâye olmaktan korktum, belki de bu umurumda olmadığı için, Sahi hikâyem sağlam olsa bile hiçbir kitapta yine yeri olmayacaktı, kimse okumayacaktı ama ben kendi hikâyemi kendi ellerimle bitirmekten korktum.

Yalnızca şu ânı iyileştirebiliriz, ölümü ve yaşanılacak hiçbir şeyi erteleyemeyiz, o yüzden nedir ki bu mücadele, bu hırs? Yaşadığın şu zamanı iyileştirebilmek de gerçek bir sanat işidir.

Sancılı düşler sonrası uyanmış gibi şaşkınsın. Biraz sabır, geçecek diye her gün kendimize öğüt veriyoruz, sabır ve nasihat diliyoruz. Oysa öyle sabırsızız ki, kırmızı ışıkta bile kimsenin beklemeye sabrı yok.

Yeterince ağlayamıyorsan, hissettiklerin israftan başka bir şey değil. Gece benim gibilere çok fazla zalim davranabiliyor, sarhoşluk sakladığın en acımasız anıları, beyninin girmek istemediğin odalarını aydınlatıyor. Oysa kâğıtlara yazdığım beynimin ölen hücreleriydi, unuttuklarımdı. Yazmasam yaşanmamış da olabilirlerdi ama ben bununla ilgilenmiyordum. Bitip, tüketmek istediklerimi, yok etmek istediklerimi yazıyordum, yazıp, bir çırpıda kurtulmak istiyordum, onlara ait en ufak bir tohum bile kalsın istemiyordum. İçimde o duygulara bir daha hiç yer kalmayacak kadar yazmak, yazmak ve tükenmek… Yavaşça siliniyor her şey, düzenli bir sıralamayla, yeniden eskiye doğru, büyükten küçüğe doğru. Son kalan milyon düşünceyle birlikte yeni rüyalar görüyorum, son gücümü buna harcıyorum, çok müsrifim. Yeni rüyalar beynime yeni ağırlıktan başka bir şey yapmıyor, hayatıma yeni düşünülecek şeyler ekliyorlar, yeni kalabalıklar ve bir sürü yeni anlamsızlıklar. Geceye eylem gerekiyordu, düşünmekten sarhoş oluyordum, diğer sarhoşluklardan bin kat beterdi. Herkese içimde kalan son umutları da ısmarlıyorum, şimdi daha kolay ölebilirim çatlak sesim, kırgın şiirlerim ve kesik öksürüklerimle birlikte. Ölürken güzel pozlar hayal ediyorum.

Çocukluğuma ulaşamıyorum. Zihnim olan biten tüm kötülüğüyle birlikte her şeyi bırakıp, sonsuzluğu seçti, kendi isteğiyle ve ben buna mani olamadım, elimden gelmedi, hakkım da yoktu zaten.

İki Şubat İki Bin On Yedi 14:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Pürüzlü Bir Hikâye

Yaşama sevincimi bir kademe artırmayı başardığımda odamı toparlamaya karar veriyorum, bu akşama kadar sürüyor, akşama aynı renksizlik, ruhsuzluk, aynı ton ağırlığında sıkıntılar. Kuruyan ellerin, zaman geçmesinden değil de üşümekten, roman kahramanlarına özenmen, kahraman olamayışın. Yorganının senden daha yorgun olması, çileden çıkaran çileler. Kendini bildiğinde, ezberlediğin o gülüşün hâlâ aynı yerde ve aynı şekilde olması. Roman kahramanlarının hayatta hiç karşına çıkmaması ve çıkmayacak olması… Bağlılığı değil de bağımlılığı anlatan yumaklar ve bağımlılığın aslında bir kopuş olduğunu iliklerine kadar hissetmen. Yanlış yere koyduğun noktalar ve noktalaman gereken yerde unuttuğun virgüller. Bilimle açıklayamayacağın şeyler var, ilimle bilemeyeceğin şeyler olduğu gibi… Herkesin bir şey biliyor olması seni uzaklaştırıyor her şeyden, sıcaklık deyince bir parça kan geliyor aklına, sonra ağzında hissediyorsun o paslı tadı, iğreniyorsun sıcaklıktan. Soğuk deyince bir parça kar düşüyor avuçlarına, soğuk temiz, güzel ama hayatsız, donmak bir şeyin aynı kalması anlamında senin lügatinde.

İnsan en çokta çok acayip şeyler söyleyeceğini zannettiğinde yanılıyor. En basit cümleleri kurmaktan başka bir şey yapamıyor çünkü…

Yıpranmış yılların ardından, pürüzlü bir hikâyenin, hatasız kahramanlarıydık. Karanlıkta kavuşmanın ağırlığıyla birlikte güzel, mum, çiçek kokusunu andırıyordu saatler. Sanki seninle olduğum o zamanlar, güzel bir kutunun içinde, dünyanın en güzel hediyesi gibi bahşedilmişti bana, hak etmiştim, hak ettiğimi düşünüyordum, bunca kötü geçen zamanlara karşın. Dünyanın en güzel romanının içindeki yine en güzel pasaj gibiydik. Yanındaki en huzurlu misafirdim çünkü kalbini görüyordum, açık ve ortadaydı. Tam ortasındaydım. Şimdi öylesine her şeyin ucundayım ki, bir adım atsam yokluğa sürükleneceğim, bir adım atsam, kuyulardan belirsizliğe uzanacağım. O ânlar kendimi dünyada, varlığımı yeryüzünde unuturdum, burada değildim, buraya ait olamazdım, varlığımın senin bazı zamanlarına değmesi bile benim bu dünyada denk gelebileceğim tek mucizeydi.

Dünyadaki kendimden kaçmaya çalışırken, acele telaşlarımın içine karıştığın hâlde, geçip gidememiştim, oysa geç kalmıştım, çoktan gitmeliydim, gitmeli ve unutmalı, unutacak zamanı bile bulamamalıydım. İnsanlardan kaçıp, sana sığınıyordum, senden kaçıp, kitaplara. Okuduğum kitaplarda seni bulma telaşıyla daha hızlı okuyordum. Dünyadaki herhangi bir şey bana haksızlık yaptığında, ıslak ve mutsuz dizlerine sığınıyordum, avuçlarından bir yuva istiyordum. Zaman geçiyordu, birbirimizi koruyamıyorduk kendimizden. En çok korunması gereken hayallerimiz çubuk kraker gibi dağıldı, aç kalmış sistemin boğazında. İçimdeki sana yine de anlatamadım kendimi, bu benim eksikliğimdi. Önce kendi masumiyetimi kurtarmam gerekiyordu, artık kendi masumiyetinden bile şüphe duyan birisini masallarla kandıramazdın. Ben bunları düşünmeye çalışırken, sen kırmızı iplerimi en acıyan yerlerinden kesip, bir gece yastığımın altına bırakıp, kayboldun ya da bendim kayıp olan, beni kaybetmiştin belki. Üstelik aranılan yerlerde olamayacaktım artık, bulunamayacaktım, kendimi bana bile teslim edemeden yok oluyordum. Hikâyenin uzun anlatılması, upuzun günlerin geçtiğine işaret değildir, hatta hiçbir gün bile yaşanmamış olabilir. Fidanlarım şimdi sessizce hangi yabancı bahçelerde büyümeye çalışacaklardı?

Bir şiirin ardından sürüklenip, gittim. İçimdeki inanç kalbimi sıyırdı, bir sezgiye saplanıp, kaldım. Artık daha yaralıydım ve daha inançsız. Her şey sürekli değişiyordu ama sanki hiç değişmiyormuş gibi bir kanıksama vardı, sanki hep böyleydi, her zaman aynı şeyleri düşünüp, uyuya kalırken, sanki aynı rüyalar karşılıyordu beni. Belli bir yerden sonra onlarla da anlaşmayı başarmıştım. Ayaklarıma dolanan kedilere anlatıyordum derdimi, sanki bir tek ve hep onlar anlıyordu. Zamanla yokluğunun verdiği huzursuzluğu iç huzurumla yatıştırdım, o kadar inandım ki olmadığına, bir rüya gibi gelip, geçtin, geçerken biraz kalbimi hırpalamayı da ihmal etmedin. Hayatımın en güzel günlerini çaldın huzur defterimden, sanki o yapraklar kopunca, geriye pek bir şey de kalmadı. Sevdiğim şarkıları melodisinin olmayışı gibi bir eksiklik. Yarımımdan fazlasıydı varlığın, şimdi yarımımdan azı kaldı bana.

Bir kış akşamı öldüğümde, kalbinde bulunsun, şefkatle öptüğün her yanımı merhametsizce gözlerimle ıslattım, senin mırıldandığın içi boş ezgiler, benim melodisi olmayan dizelerimle birleşti, en azından onlar kavuşmuştu. Hayalin korktuğum akşamlarda duvarlarda gövde gösterisi yapıyordu, yine de bir gövde olmuyordu bizden. Ya yalnızlığımız büyüktü bizim ya da varlığımız küçük geldi bu hikâyeye. Sokaklarda dolaşırken ıslatan yağmur da yetmiyor artık ruhumu dinginleştirmeye, umut etmek istiyorum, umutlu günleri çok geride bırakmışken… Dünyanın darlığı, sokakların çokluğu boğazımı sıkıyor, konuştuğum her şey yapışıyor gırtlağıma, üşümek için biraz gökyüzü lazım, kurtulmak için biraz yağmur içmek lazım. Satırlarımın sana ulaşmaz biliyorum, ulaşsa da okuyarak bile anlaşılamayacak şeyler var ama seni yine de her satır arasına sakladım. Kelimelerin çokluğu, senin yokluğun anlamına da gelmiyor buralarda. İnsan bazen içinin sesini de tırnak içinde saklamalı. Hiç yerinde olmayan bir özlem bu, hiç zamanı gelmeyen bir ayrılık, kara haber ulağı gibi geçti bu mevsim, hüsran ve mahcup. Şişeye ruhumu sattığım geceler, karanlık bir sabır gibi dikiliyor karşımda, hiç sabah olmuyor. Onca hüzne rağmen bazı geceler nasıl ağır geçiyor. Karanlığın içinde ağlamaktan kırmızıya dönüyor gözlerim. Aklıma geldiğin kadar, kalbime dokunabilseydin şimdi kaybolmazdı bu hikâye. Hafızam keşke bunca sadakatli olmasaydı, ihanetlere karşı. Hatırlamak intiharı çağrıştırıyor. Her hatırladığımda ölürken hatıralar, bir kere bile ölümü tatmamış gibi acemiyim. Oda dolusu kaçmak birikmiş aynamda, sitemlerimden duvarlarımda yer kalmamış güzel bir söz yazacak. Hangi duygudan medet umacağımı bilmeden dolanıp, duruyorum akşama kadar. Her şeye karşı tepkisiz, herkese dağıtacak birazcık gülümsemem var, o da yüzümde donuk. Sana yazdığım şiir imgesini aramaya çıktı, belki de biraz yaşasak daha rahat ölecektik ama vakit yok. Hep yokuş yukarı tırmandık, iyilik bile iyiliğiyle kalmadı.

Hava sıfır derece ve beni yalnızca bu katılaşmış soğuk üşütmüyor. Karaciğerimi bıraktığım yerde bulamadım. İnsan beynini yaktığı günleri, kafayı kırdığı anları bile özlüyorsa, yaşanacak pek de güzel gün kalmamış demektir. Umutsuzluk beynini ele geçirmiş, tavan yapmıştır.

Konuşamıyorum, ağzımda büyüyor kelimeler, büyük laf etme demişti büyüklerim, büyük lokma da yiyemiyorum. Boğazımdaki düğüm kalbime dayandı, zorluyor. Çıkarıp, atmak istediğim cümleler var çenemde, çenemi ağrıtıyor, söyleyemedikçe. Anlatabilmek için bazı şeylere, daha ne kadar virgül kullanmam gerekiyor ve hangi imla kurallarıyla izah edebilirim bunları? Kitabı var mı bunun? Bence yok, derinlerde olup, biten şeylerin kitabı yok. Minnettar olduğum acılar var, büyüttüğüm, boyumu aşan, dilime yer eden. Viski bardağıyla içtiğim şarap kokan genzimle, âşık olmaya içmişim, yemin gibi. Hayalini en çok karlara yakıştırdığım için, hiçbir parçan kalmadı. Erimeler peşinde sürükleniyorum. Gittiğim yollar da eriyor. Yazıp, kurtulmak istediğim cümlelerin acısını hissediyorum içimde, acının kalıcı olması için elimden geleni yapıyorum.

Bileklerini unut, ellerini yok say, en önemlisi de gözlerini yokmuş gibi yapman gerekiyor. Bileklerini unuttuğunda acıyı da unutacaksın. Yalnızca ince, ipince bir metalin varlığı olacak zihninde, o da kaybolacak, üstelik gözlerin o metalin yansımasında körleşmeyecek. Azaların seni terk etmeye başlamadan sen onları bırak. Bir silgi al beynini silmeye başla, soldan sağa, hayatına ait tüm genellemeleri terk et. Ölmek bu kadar da zor bir şey değil.

Yerkürede başka gezegen hayalleri kuruyoruz. Ölümüne susamış kervanlara katıldık. Tüm susamışlığımla, içimden seslendiklerimi duyman gerekirdi, anlatamadıklarının kölesi olmuş, acemi şairler gibiydim yanındayken. Anlaman lazımdı, dudaklarımdan süzülen dumanda suretini çizdim.

On Bir Ocak İki Bin On Yedi 12 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Zehir

Bulutlar yağmur öncesinde içi boş poşet gibi, hırpalanıyorlar. Sirenler acı, geceler tatsız, insanlar tasasız. Herkes gideceği yere geç kaldığı için bekleyen kişiler de beklemeye geç kalıyorlar, dolayısıyla rötarı çıldırmış şehrin geç kalan çocuklarıyız. Zil çaldı, dünya bizi kusacak zamansız bir anda başlayan akşam ezanında, kıyametimiz kopacak. Kafalar dolu, gözler bomboş. Herkes yanındakinin çukurunda yuvarlanıyor. Her şey olması gerektiği gibi oluyormuş gibi, ama aslında hiçte olmaması gereken gibi. Bir cümlede bu kadar çok aynı kelimeyi kullanmak ya ruh sağlıksızlığına ya da bilgisizliğe delalettir. Birincisi olmayı umuyorum. Acı çekmeyi bıraktım, onun yerine şaşırıyormuş gibi yapıyorum, acı gibi uyuşturmuyor ama olsun. Tüm üzerime düşen görevleri yerine getirmiş gibi bir rahatlık hissi, peşinden bir utangaçlık, peşinden bir huzur, huzurundan utanıyor insan, ağlıyor. Her şeyi bırakmış olmanın, gizlice veda etmiş olmanın verdiği huzuru kim bilebilir? Hatırları harcaması kolay olmamıştı oysa küçük parçalara böldüğü, uzaktan bakıldığında çöp odayı andıran hatıralarını kim tanımlayabilir? Nasıl ve kime anlatabilir, her birinin eşsiz şekilde içinde bir yere yerleştiğini, şimdi gitseler bile…

İçindeki zehir dilini kamaştırıyordu, konuşamıyordu. Susmayı tercih edişi belki de bu yüzdendi, yıllar içinde sadece çok mecbur kaldığı zamanda, kısa cümleler kurmaya özen gösteriyordu. Ne zamandır içinde sakladığı zehri bir tek kendisi için kullanacaktı, yine bunu bir tek kendisi biliyordu. Akrep gibi tek başına ama gururundan ölecekti. Sonrası gece yangınlarında sessiz, ambulansların bile sesini duymayacaktı artık, kulakları çınlamayacaktı, birilerinin onu andığına inanmayacaktı. Ne kadar sessizliği tercih ettiyse o kadar çok ses duyuyordu geceleri, cırcır böcekleri gibi hiçbir şey susmuyordu. Gece kâbuslarından saat üç gibi fırlamayacaktı, ter ve korku içinde, kalp gümbürtüsünün sesiyle, vurulan kapının sesini de karıştıramayacaktı. Sabaha karşı hissettiği huzuru da benimseyemeyecekti. Bunu kabullenip, kendini rahatlamak zorunda hissetmeyecekti, en önemlisi içindeki zehri teselli etmek durumunda kalmayacaktı. Varlığı bir tek kendisi için, yalnız kendisine gösterilmiş bir şeydi. Başkalarına açıklamak zorunda kalmayacağı zehrin kalıntıları, kendi kendini yok etmeyi de bilecekti. Herhangi bir çağın teknolojisi de yetişemeyecekti bu kalıntıları bulmaya.

Mektuplar boş sayfa olarak, yalansız ve kelimesiz kalacaklardı. Kalın kitapların karton kapakları kırışmayacaktı, en önemlisi de yatağında artık bir kitap uyumayacaktı, yorgun kapaklarıyla. Belki biraz daha tozlanacaklardı, birkaç asır. Pencerelerin perdesiz oluşu da umurunda olmayacaktı artık, camların açık oluşundan doğan etkiyle tüllerin savruluşu yer değiştirecekti ruhunun pervasızlığıyla. Birlikte düşlenen her şey sadakatsizce tek başına unutulacaktı. Belki yarım şiirlere yazık olacaktı, bir daha yazılmayacak ve bir daha hiçbir hikâyede anılmayacak kişilerin ruhları vardı. Onlar da bu zehirden sonra yok olmaya mahkûmlardı.

Kaldığı gurbetten başka bir şey değildi. Gitmek daha çok sılasıydı. Özlemlerin tutkunu olduğu durakların istasyonsuzluğuydu, kalmak yönsüzlüktü. Kapıları açık bırakabilirdi şimdi sonuna kadar, eşiğinde hayvanlar bekleyebilir, paspasının altına bırakmak zorunda kaldığı anahtarı unutabilirdi. Şimdi her şeyi öylesine, bulmak istemeyeceği şekilde bırakıyordu. Kimseye karşı içinde vicdan azabı beslemiyordu, içinde zaten çok az şey yetiştirmişti, onlar da tüm hayatı boyunca yeterli gelmişti, bütün duygularının kontrolü için kısa ömrüne yetmişti yaşadıkları ya da yaşayamadıkları. Günler fırtınasız geçecekti artık, belki bir rüzgârı bile özleyecekti ama emindi güneşi özlemeyecekti, güneş içini ısıtanlardan değil, canını yakanlardan olmuştu. Kapıları eşiksiz bırakabilirdi. Ellerinin soğuğundan defterleri üşümeyecekti artık, soğukluğu da düşünmeyecek, takmayacak hatta hiç özlemeyecekti. Yalnızlığının içine gizlenen gururdan kendi dâhil hiç kimsenin haberi yoktu, şimdi bu zehrin ardından bir gurur bulutu kaplayabilirdi bu şehri. Haberi olmayacaktı gidişinden arta kalan boşluktan. Bu boşluk varlığını dolduramamış ama aynı zamanda bir semti kaplayacak kadar büyümüştü. Kendisine yetiremediği boşluk şimdi kocaman bir adresi kaplayabilirdi. Boşluğun izahını yoklukla tarif edemezdi.

Şair belki de yazdığı son şiiri, son şiir olduğunu bilemez. Artık bayrak kavgası, gülünç ihtirasları geride bırakmıştır. Önceden severek yaptığı birçok şeyi, hatta kavgaları, sonraları çocukça ve komik bulmuştur. Kelimelerle kavganın bir yararı yoktu, her zaman yazdığı aynı şiiri aynı anlamlara gelen başka kelimelerle döküyordu kâğıdın yüzüne, şiiri bir taneydi. Kitapların arasında kalan eskilerden kalma mistik enerjileri bulabilmesi yetiyordu, hatta hissedebilmesi bile. Hazır şiirin zirvesinde görüyorken kendini, tam doruğundayken o şiiri dalgalara geri verme zamanıydı. Kelimeleri eğip, bükemeyecek, eğemeyecekti artık onları. Köhne imgelerin peşinde gecelerce sabahladığı zamanların nedenini hiçbir zaman bilemeyecekti artık, bundan böyle süslü püslü, bencilce yalnız kendine sakladığı yazıları da neden yazdığını bilemeyeceği gibi. Algılamak, hissetmek, sevdalanmak, zirve, kavga hepsi bomboş şeylerdi artık. Tüm kelimelerin anlamı birbirine karışmıştı. Ama tüm bunların güzelliği de vardı, çocukça hissediyordu kendini, büyüdüğü aklına gelmiyordu. Geriye bir tek vicdan azabı kalacaktı.

Vicdan azabı, insanın iyilik yanına katkı sağlayan bir duygudur. İnsan olduğunu hissettirir. Dünya dengelerini yitirdi, hepimizin de bunda parmağı var. Asıl olan sürekli kötülük dengesinin çoğalması. İyilik de gün gelip yok olacak, ama şimdi dünya tüm kötülüğü ve rutubetiyle çürüyecek. Çürürken kötü kokulara çıkaracak. Bütün yorgunluklarımdan kurtulduğumda geriye pek bir şey kalmıyor, biraz sade sözcükten başka. Ben bunun için mi bu kadar yoruldum? Kendime geldiğimde kıyametin koptuğunu düşünmeye başladım.

Bazen de yazdıklarını, kitabına uydurmak için yaşarsın. İyice kaybolmadan, aklını ve ruhunu henüz kaybetmeden, her şey henüz yalan olmadan, bitmeden yazıyorum. Kendi varlığımın yalanını ortaya çıkarmak için yazıyorum çünkü kimse kimsenin dramında değil, işte bu en büyük dram.

Hayallerim gerçek, gerçeklerim doğru değil. O hayali ilk nerede gördüğümü hatırlamıyorum. İlk nerede nüksetmişti hayatıma, belki bunu bulabilsem, gerçek olmaya biraz daha yaklaşabilirdim.

Bu dünyadan yalnız saçlarımı ve ellerimi bir de dövmelerimi alıp, gideceğim. Herkes kötülükten şikâyet ederken, onlarca kötülük yapıyor, hatta birilerinin zarar görmesine vesile oluyorlar. Bilerek veya bilmeyerek, bilerek olanları Allah affetmesin, ama bilmeden olanları affetmeni isterim Allah’ım. Tonlarca kötülük gördüğüm için gideceğim. Mağlup olduğum için, daha fazla kalmamak için mağlup olmayı, bizzat kendi rızamla tercih ettiğim için gideceğim. Her güz mevsiminde, sararıp, dökülen yapraklar ölümü hatırlattığı için, özlememem gereken şeyleri özlediğim ve bu özlemlerin ruhuma ve bedenime zararı olduğu için gideceğim. Dayanamadığım için ve bunu bir tek kendim bildiğim için gideceğim. İnsan insanın yamyamıdır, bunu bildiğim için, dünya denilen yerde herkes çıldırıp, birbirini yemeye kalktığı için gideceğim. Küçükken kesilen topları ve kolları, kafası kırılan bebekleri unutamadığım için gideceğim. Yaralarımın kendimden ruhuma, ruhumdan yine kendime bulaştığını bildiğim ve bunun ilacının olmadığının idrakinde olduğum için gideceğim. Kendime daha fazla yazık etmemek için ve ruhuma iyi bir şey yapmak için gideceğim.

On Altı Aralık İki Bin On Altı 16 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

Şiirler

Paspas

Sorgu meleklerinin yazıcısı
Beynim uzun uzadıya yorgun cümlelerle dolu
Kimsesizliğimden dem durmaya başladığımda
Sabah oluyor
Yine de başka dillerde hayal kurup
Kendi dilimde delirmek isterdim

Misket isimli bir kedimiz vardı
Gözleri misket gibi olduğundan
Ve akşamları daha da duygulandığından
Paspas dilemiştim o ve tüm kediler için
Geçen akşam soğuk merdivenin köşesinde büzülmüş görünce
İçim nasıl ezilmişti
Mermerle birlikte
O gece tüm düzene bir daha düzensiz sövmüştüm
Her şeyi yanımda olmayışının kızgınlığında yoğurup
Öyle ikiye katlamak istiyordum
Artık geçmişti
Yakarışlarım yerini bulmuş
Yüküm o yönden hafiflemiş
Başka bir yanımı ağırlaştırmıştı

Pencerelerde mırıldanma sesi arayışımın içine
Huzursuz çığlıklar yerleşti
Rüyalarımda bile korkuyorum
Kapı kolunun üzerine renkli boncuklar asıyorum
Renkli olunca her şey düzelir zannediyorum
Batıl inançlarım var benim böyle

Nisan ağlamalarım da geçti
Babamın cebinde tanıştığım ilk günahla birlikte
Bir şekerin bedeli bir çocuk için günah olmamalıydı
Kendimi hapsetmek istediğim çekmecelerin anahtarı yoktu
Kırgındım kemiklerime kadar
Üstelik bilmiyorlardı, inanmıyorlardı

Ihlamur kokan sokakların arasında dolaşırken
Çıkmaz sokakta bir portakal ağacı gibiydim
Biraz zaman geçince büyüdüm
Gidebilirim zannettim
Portakal ağacına astım her bir dileğimi
Kabuklarında gizlensin istedim
Kışın sobada yakacaktım hepsini
Ev portakal ve benim hayallerim kokacaktı
Islanmasından iyiydi yanması

Aynada yüzümü incelediğim zamanlarda
Kendimi iki kez anlamadığım
Ve hiç anlaşılamayacağım için de
Farklı hissetmenin tatmini gizleniyor gülümsememde
Yükseliyorum, boş oturan yıldızların göğsüne

Zaman daha ileri gitmeye yetmiyor
Yine de insanların projeleri var, yerli, yersiz
Doğallığın üzerinden bin yıl geçti
Bir avuç çimenle yaşamak hayalleri yerleşiyor dilimize
Açık bir pencere yok, nefes yok, kapılar otomatik kartlı
Hayatı kısıtlayan ne varsa normalleştirildi
Herkesin gelecek ile ilgili maddi düşleri var
Ama gelecekte bir gelecek yok
Maneviyat sıfırın altında eksilerde
Eskiden olsa kopabilirdim

Gökyüzünde buluşabileceğim bir senaryom bile yok
Upuzun bir merdiven isterdim yalnızca
Yürüyebildiğim kadar yükseklere
Yüksek topuklarla
Hayalim bitmeyen bir çocukluktu kırlarda
Bir sabah topun peşinden koşarken
Araba ezdi
İçim bu sefer daha büyük ezildi
Adımızı yan yana yana yana yazdığım bulutlar vardı
Çoktan buhar oldu
Şimdi son kez
Bilinmeze uğurladığım anılarımı paspasın altında gizliyorum
Bu bir elvedadır masallara
Ben gidince bakarsın
Bir Haziran İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Türkçe Sözlü Ağır Dram

Öleceğim Çünkü…

 

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

 

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

 

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

 

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

 

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

 

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

 

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

 

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

 

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

 

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum…

 

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

 

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.

 

Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40

Nevin Akbulut