blog

İçimde Çırpınan Kuşun Adı; Ah

Yazı kendini yazdırmıştır, gerisi inanmak istediğin şeylerden ibarettir, biraz da teferruattır.

Gazete manşetlerinde defalarca kendi senaryomu yazdım durdum. Doğru kelimeleri hep yitirmişim de, elimde hep üçüncü anlamları kalmış gibi. Rüyalarımı da eksik görüyor gibiydim o yüzden gerçekleri de tam gerçek olarak kabullenmiyordum. Eksik bir şey vardı bu kaza gibi hayatta, ne olur ne olmaz biraz süs vermeliydim, saksıya güzel çiçekler dikmek gibi, kedileri severken güzelleşmek gibi, yürüdüğün yolların çizgilerinin mor olması gibi… Kötü şeyler olduğu hâlde üzülmemelisin, düzelecek bir gün diye kara borsa da olsa umut inanmalısın ama ağlamalısın kar yağmıyor diye. Kanunsuzluklara rağmen sevinmelisin bir çocuk gülüyor diye haksızlıklara rağmen hâlen ezbere bildiğin dürüstlüğü elden bırakmamalısın çünkü bir kötülüğü yok etmek isterken, senin de bulaştıracağın bir başka kötülük, o kötülüğü yok etmediği gibi daha çok kötülükten ve kötülüğün daha çok yer kaplamasından başka bir şey değildir. Bir süre sonra anlamsız gelen anlam arayışları, yerini zamansızlığa bırakırken, anlamadığına minnet duyduğun zamanlara bırakır yerini.

Zaten ölecektik, hatıraları icat ettik. Sen kendi hikâyende canın sıkılmasın diye, okuduğum tüm romanlara seni kahraman yaptım. Yaşadığım hayat, yazdığım satırlarda zehrin yan etkileri yatıyordu. Artık yurttan sessizlik, arkası yarınlar da yok zaten. Ardı arkası kesilmeyen dertler var… Normalmiş gibi olmaya çalışmakla büyük zaman harcadık, kırık kalplerimizi de alıp gidemedik, bizi alıp götürecek hızlı trenler icat edilmedi henüz. Yemek yemediğim zamanlarda ortalama iki yüz kelime yazmak doyurur beni. Dümdüz ve aynı şekilde istiflendik dünyanın sahnesinde. Kafiyemiz yok ve anlamsızız. Daldığım yerde her şey mozaikleniyor ama yine de kaybolamıyorum, gördüklerim kadar.

Düşleri tek gerçek olarak görenlerin rüyasındayız, gerisi kâbus. Kafamın içinde sabırsızca dolaşan dumanlardan bulut yapabilseydim keşke, hiç olmadı birkaç kuş beslerdim, gökyüzü gibi bir şey olurdu, olmasa da benzerdi. Hepimiz bir şeylere benzemeye çalışıyorduk nasıl olsa… Üşüme ile ürperti arasında bir yerde can çekişiyor sırtım. Tam tamına dokunulacak kadar gerçek şeylerin acısını anlatabildiğinde geçiyor, dokunamadıkların, yerlerini bulamadığın için kalmaya devam ediyor. İçimde çırpınan kuşun adı; ah… Kendimi bilmediğim anlardan korkuyorum. Başkalarını ıskalayıp, kendimi öldürdüğüm kelimelerin mezarlığıyım. Bir yerden sonra, hiçbir şey yapamayınca, içine deliriyor insan!

Daha çok yaşadığında, daha çok yer kaplamayacaksın, başkalarının yaşayacaklarını da yaşamış olmayacaksın, yaşama oburluğunu bir miktar belki sindirmeye çalışacaksın, hem bu bir ömür sürecek. Boş bakan gözlerimi dolduracak bir hikâye bulamıyorum artık, acının donmuş ve zaman aşımını uğramış hâli bu, aradığım her şeyin yerinde ya derin bir boşluk ya da bozulmuşluk. Gün içinde ellerimi yediğimi saklarım, geceleri serbest, geceleri herkes içini yiyor çünkü kendini yiyor, beynini yiyor, durmadan bir şeyler yiyor sabaha kadar. İçimde zamana ait küfürler birikirken, bazı anları hatırlayınca acıklı melodiler dolanıyor beynimde, adını koyamıyorum, sana olan özlemdendi belki de. Sanki başka bir dünyaya aitmişiz gibi seviyorduk, dünyalı olmak en son hatırlayacağımız şeydi, insan arada sırada kendi mucizesini yaratmalı, biz buna inanmıştık. Seninle ilgili her şeyi mucize olarak görüyordum, o yüzden de yok oluşları bu mucizelerin karşılığı olarak gördüm, şaşırmadım, mucizelerin bile bir karşılığı oluyordu bu dünyada. Artık bizi şaşırtacak pek bir şey de kalmadı zaten buralarda.

Bir adım daha atsa zırdeli olacaktı, oysa bir önceki adımda zaten paranoyaktı, psikiyatriden yürüttüğü kitaptan kendine her gün yeni bir hastalık beğeniyordu, günün sonunda yine dayanamayıp, geri adım atıyordu, peşindeki hayaletin ayak izlerini sayıyordu, yeni bir kaza süsü deneyine girişmeden hemen önce.

Doğmadan daha ölümlü hikâyelerin altında eziliyor en masum günahların. Pijamalı sabahlar lüksünü de yaşamıyoruz artık sevgili, bize ait olan birçok güzel şeyi başka bir asırda bıraktık, geçip gittiğimiz, ardımıza bakmadan bırakıp, kaçtığımız. Gitmenin henüz korkaklıkla ilgisini çözemediğimiz anlarda, bir özre sığan, içinde sevgili olan sözcüklerle sığındığımız işte bu hâl, bir türlü sığamadığımız kendimizle, sığışamayacağımız ömrümüzden yine biz feragat ettik, bu çağla inatlaşılamayacağını bilmeliydik. Bir biz noksan olalım dedik, cebren ve hileyle… Kaza süsü verilmiş gençliğime, birkaç bıçak darbesi de uygun görülmüştü, saksıya diktiğim çiçeklerden bile medet umarken, nedensiz manalarda boğuluyordum. Açarsa bu çiçekler, zamansız açardı, hem vakitsiz olan şeyler fazlaca konuşulurdu, diğer olağan her şey unutulurdu, içim bilmeden bilirdim. Unutulmamayı bu zamansızlığa bağlıyorum, haddim olarak, yüküm ve kederim olarak. Ansızın gelen bahar gibi, zamansız gidişini kutsuyorum, orada da bir anlam, bir hayır vardı diyorum ama yoluma çıkan o hayırlarda olumlu bir mana da bulamıyorum. Sonsuza kadar var olacak duvarlar, bir anda olmuş şeylerin; ilelebet, en başından beri devam ve edecek ediyor oluşu, beni sensizliğime, seni de suskunluğuma yaklaştırıyor. Kalp emeği, gözyaşı ile ördüğümüz bu meylimize yakıştı mı bilmiyorum. Taammüden devranımızdan sıyrılmayalım hepten diye istifamı varlığından yana kullandım. Beklenti olarak düşünmüyorum da, Gogol’un Palto’su aşkına, bir araya gelsek yine bu sıcaklıkta, bizi hiçbir şeyin tutamamasına rağmen, yüzlerce yıllık o palto gibi yine dağılırız bir kış günü, kimseye yaranmadan, yâr olmadan, bunu en iyi bizim zamanın kaza süsü verilmiş, yitirenleri bilir.

Herkes durmadan bir şeylerin değişeceğine inanır. Değişimlere ihtiyaç duyar çünkü. Bir şeylerin birileriyle bir gelenle ya da gidenle değişeceğini zannederiz. Kalan kaldığı yerde kalır, durur, durmaya devam edecektir. Bir yere gitmeyle değişemeyeceği gibi belki bir şeyleri götüreceği bile vardır. Beklediğimiz bir vapurdan, bindikten sonra bizde bir başkalık bekleriz ya da bir trenle bir yere gitmeye kalktığımızda, o kadar değişecektir ki her şey, biz bile bambaşka biri olacağız diye sarsılamaz inanç gibi sarılırız buna. Hâlbuki bir gemi ya da tren neyi değiştirebilir ki? Tıpkı birilerinin değiştiremeyeceği gibi, yeni bir yıl gelse de eskinin tüm her şeyiyle birlikte devam ediyor oluşu gibi. İçimizde neleri susturabiliriz bunları düşünürken bilinmez ama ummaya devam ederiz, değişemeyeceğini içten içe bilsek dâhi.

Her şeyin ama her şeyin bir gün yok olabilme ihtimalini doğrulattın bana içimde. Her hakikat bunaltıcıydı ve karşılığında kurtarıcı diye sarıldığımız her şey sahte bir oyunbazlıktan ibaretti. Herkes kendi sahteliğinin mefhumu, hileli inanışlarının sarhoşuydu, insan kendi kendini de kışkırtabiliyordu. Bunları fark edene kadar her şey çok eğlenceli, karşıdan bakıldığında bütünüyle günahtık.

Aynalar kırıktı belki de, bakınca gözlerimiz, oradan da yansımayla kalbimiz kırılıyordu.

Geçemeyeceğim yaralardı,
Bugünlerde tökezleyişim.

06.05.2025 13:00
Nevin Akbulut

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply