blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Duble ızdırap, çifte hüzün, keyfe keder

Yalnız insan kimdir biliyor musun? İçinde barındırdıklarına yer bulamayandır, bunu başkalarına anlatamayan ve anlam bulamayandır, hissettiklerinin sadece kendisi için bir önemi olduğunu anlamasıdır, kendisi hariç, kimsenin samimiyetine inanmayandır.

Bir an en önemli parçasını bulmuş yapboz gibi hissettim ama çok küçük bir an. Sonra beynimden bir çığ yuvarlanmaya başladı. Aşağılara indikçe aramaya başladım, bulamadım, korkularımı yakıştıramadın hayallerine ve senden farklı oluşumu suç olarak görüp, farklı olduğumu kabullenmedin. Farklı şeyleri sevmem, senin sevdiğin şeylerden uzak oldukça sınır koydun aramıza, kudretinle yükseldin, zaaflarımla alçaltırken beni. Müziğin sesini açmak istiyordum çünkü kendi iç sesimi dinlemekten kafam şişmişti, büyürken büyüyeceğim yerler incinmişti, bu yüzden sevmediğin her şey benim en sevdiklerim oldu. Daha çok kitaplara gömüldüm, daha çok dumanı sevdim, belki fark edilmek istedim çocuk aklımla, bilmiyorum, pek başardığım da söylenemez zaten. Kendime acımadım, belki sen görürsün de merhamet edersin diye, içimin sızladığı zamanları şimdi bir tek ben biliyorum, yaralarımı öğren istedim, öyle bilgisizdin ki bu konuda, anlatamadım. Senin için hep başka şeyler önemliydi, yine de benim sana olan ihtiyacım dinecek gibi değildi. Senin yarım bıraktıklarınla, benim çocukluğum birleşirse, belki bir bütün olabiliriz, hazır dokunulmayan bir onlar kalmışken…

Gerek yokmuş kedi masallarına, dünyanın kirinden, pisliğinden nefret ederken, yaşamakla nasıl mücadele ettiğimizi övünerek anlatıyoruz. İçimizde bizden hariç bir işgüzar daha var. İçimizle aramızda mesafe var ve kendimizden kopuğuz ya da uzlaşmak istemiyoruz. İçimdeki sorular yüzünden, yüzümdeki simamın kolajlar hâlinde yaşlandığını hissediyorum, başkalarının insan etinden olmuş bir ömür parçası, isyanla biriken gen hastalıkları var insan türümüzde, oysa insan etinin içine sıkışıp kalmasaydık, belki kendimiz olabilirdik, başkalarına benzemek, çekmek değil de sırf, duru ve saf başka bir şey olabilirdik. Başkalarının can çekişini içimizde yaşamak zorunda kalmazdık. Birilerine mecbur ya da maruz kalmak, kendi varlığımız anlamına gelmiyor çünkü yaşamak aslında can çekişmedir. Başkalarının kurduğu hayatın kurgusuyuz, kendi hikâyemizde ancak figüranlık yapabiliyoruz, söz hakkımız ya yok ya da kısıtlı, bu yüzden diğerlerinin fikirlerine önem veriyoruz. Bu labirentten çıkamıyoruz, kanatlarımız eksik.

Her gün tek bir noktandan bile anlam çıkarmaya çalıştığım zamanlar bitti, tükendim sonra uyandım, meğer herkesi inandırmaya çalıştığım masala bir tek kendim inanabilmişim. Bu benim yüreğimin katıksızlığı değil, inancıydı. Dünyanın etrafını ölçen çizgilerin bile gücü yetmez saçlarını sevmeye zannederdim, dağılan her şeyi toparlayabiliriz zannederdim, dağılanların keskin yerleri saçlarımı kırpmadan önce. Benim hatırladığım her şeyi özensizce unutacağını bildiğim hâlde tüm bunları saklamayı başardım, bir gün geri dönüp, hatırlamak istemeyeceğini biliyordum. Unutmak nasıl olsa kolaydı, ben zor olanların peşindeydim, yüreğimin her bir parçası başka bir yarımadaya dağılsa bile. Korkularımın üzerine biraz fesleğen ektim, şimdi daha güzel korkuyorlar. Kaçtığım ya da saklandığım yoktu ama unutacağım diye biraz korkum vardı, tüm o duyguları saklamam bunun içindi, içlerinin bozulmaması ve değişmemesi içindi. İnsan sadece korktuğunda saklanmaz, bazen de içindeki sesleri duymak için saklanır.

Genetik miras olan kaderinin derdinden kurtulmak için kendini daha ne kadar değiştirebilirsin ki? Gittiğin yere içindekini de taşıdıktan sonra ve onlarsız gidemedikten sonra… Geceleri dinlediğin şarkılar, okuduğun kitaplar da uzaklaştıramadı seni benliğinden, öylesine şikâyetçiydin ki içinden, kurtulmak istedin, bütün hikâyeleri sildin, bir an kısa süreli uğrayan buhranlarında her şeyi unutabileceğine dair tutamayacağın yeminler ettin. Buhranların olmadan olamazdın. Üstelik bir işe yaramasa da bunalımların isterdin, istemesini bildiğini zannederdin… Bazen denizler taşsın, depremler olsun, dünya yerle bir olsun istiyorum, kıyamet kopsun istiyorum elimden bir şey gelmediğinde masumlara yapılan kötülüklerde, biliyorum benim dileklerimin dinleneceği bir yer yok uzun zamandır, yine de istiyorum, bir bebek öldüğünde, bir yavru köpek katledildiğinde bir masuma kıyıldığında, dünya yansın istiyorum.

Küçücük bir zaman gelir, o gece ay ışığında çıkan dalganın sesleri tüm zamanlarını istila eder, sesini keser, nefesini keser, hislerinin sonuna vardığını daha fazla ileri gidemeyeceğini hissedersin, kesilirsin, lanet edene kadar bir sürü canını acıtır o dalgalar küçük çiseler hâlinde, iğne gibi batar. İşte böyle bir felaket istiyorum bazen de kendim için; kapımın önündeki apartmanın kenarına dikilen direğe büyük harflerle konulan “Dikkat, ölüm tehlikesi” yazan tabelaların altında kalmak, harfiyat çukurlarında unutulmak, dalgaların ıslattığı kaldırımlarda sabahlayıp, boğulmak istiyorum, yeryüzünden silinmek, hiç olmamış gibi olmak istiyorum… Ki şu hâlim inan daha az boğuluyor değil.

Kusurları öven birisinin kusursuzluğu…

Nehirler boyu yürüdüğüm o yollar yalan, vardığım yere inanıyorum ya da inanmıyorum. Bilekleri ne zaman kilo alır insanın, kaç yaşında mesela? Kesilmekten usandığı, ağrımaktan bıktığı, vurulmaktan yorulduğu zaman durup, dinlendiğinde mi? Olmayan korkuları büyüttüğünde mi küçülür insan biraz daha? Kurduğun düşlerin kırıldığını anladığında mı kırılır daha fazla?

Olmuşla ölmüşe çare yokmuş, bende çare tam da bu, ölmüşlerden hatıralar biriktirip, kendimizi hatırlıyoruz, olmuşlardan besleniyoruz çünkü geçmişten bir adım ileriye gidemiyoruz. Dilimin varmadıklarını yüreğim sustu da bu ağrı hep bundan. Mazi dediğin şey kara delik gibi yaralarla dolu. Yine de hatırlamaktan kaçamıyorsun, kendinden kaçamadığın gibi. Düşsem, bir yerim acısa, bileğim incinse, sendelesem, bayılsam hep aşk acısına yoruyorum, buhranlarımın hesabını ondan sormak istiyorum. Gözlerime kadar batmışken bu karanlığa, daha fazla kavrulmam bir şeye yarar mı artık bilmiyorum. Yanındayken unuttuğum saniyelerin hesabını bile sordu hayat, şimdi biriktirsem de yılları birbiri ardına ekleyemem. Paramparça olmuş gecelerin dinmez fısıltıları, unutulmayacak sözler, bitmeyen şarkılar, dinmeyen sızılar, dinledikçe daha çok içine alan şarkılar… Cevapsız deli mektupları, sarhoş kahkahalarından çok gözyaşları, buluşulan hatta sonra çok değişen ama bir türlü unutulmayacak caddeler, dokunulan yaralar, iyi olma sözleri, değilen kum taneleri, parmağın ilerlemesine izin vermediği yelkovanlar. Yolu kesilen kaldırım taşları, sadece o an anlamlı gelen mısralar, çürümüş yeminler, şiş gözler, sırılsıklam yastıklar, nasıl unutuldu o vaatler diye hayıflanmalar kaldı geriye. Hayal kırıklıklarının yarattığı öfke nöbetleri, yumruklanan duvarlar, sadece kendi ellerini acıttığın anlar, sirenler, anonslar, ayrılıklar kaldı. Tüm bunları anımsarken bile gülümsüyorum, kayıp gülüşümle ya da kaybolan yerlerimle. Herkesin sonu mutlak bir ölümse bilinen tek gerçek bu, kesin bilgi, tüm ciddi her şeyin dışında bu.

Dünyayı ıslatacak kadar ağlarken, kaldırım taşlarını bile ıslatmaya gücün yetmiyor, sırf bu yüzden ıslanan yüzünü silmiyorsun, yüzünde kuruyor hepsi, içinde kuruyup çürüyor söyleyemediklerin. Uzaklarda akşamlar birbirine benzer ve evler hep mutlu zannedersin çocuk aklınla, bir sızıdır kaplar içini, özlemin sebep olduğu bir sızı ya da ne yapacağını bilememenin verdiği sıkıntı. Seninle aynı düşüncelere sahip kimse yoksa o akşamları da tek başına göğüsleyeceksin, bunu biliyorsun. Gözünden çıkan kıvılcımlardan yüzüne yayılan ateşler de yetmedi doğruluğunu anlatmaya. Bunca ruhsuzluğa dayanamam zannederdim önceleri. Sonra dalgalarca uydurduğumuz diller, akıntıya kapıldı. Kumlar, denizanaları ve yosunlardı sahiplenen bu dilleri. Üstelik iç ferahlatan her şeyi kaybediyorduk büyük bir hızla, önce gün batımları, ağarmaları, ağaç yaprakları, sonra birbirimize söylediğimiz kelimeler, sonra bizler ve en sonunda her şeyi yutan o kıvrımlı dalgalar…

İki Ağustos İki Bin On Sekiz 15 : 00

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply