Browsing Category

Uncategorized

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Şu Biçim

Ölümün ilacı yok, ne çare? Evvel zaman öncekiler burnumun direğini sızlatırken, hâlâ dün gibi olması ne garip… Ama ne gam, büyük keder, günümü göremeyecek kadar kör ben. Herkesin terk ettiği bir memleket gibiydim, saçlarım uzuyordu kırmızı, gözyaşlarıma karışıyordu. İçimde bir şeyi öldürdüğümü zannediyordum her aynaya bakışımda, üstelik her defasında başka biriyle karşılaşacağımı bilerek, yine de incelemeden geri alamayarak kendimi. Bu uğraşlar boşuna, ölüme gitmenin kestirme yolunu da uzatmışlar. Başlayan hikâyelerin biteceğine inandığımızdan bir türlü gelişme dönemini yaşayamıyoruz, aradaki zamanı yaşamadan geçip, gidiyoruz. Oysa yarım kalsa ne olurdu ki? En fazla sonsuz bir hikâye olurdu. Hayattan alacağımı, bana olan borcunla birleştirdiğimde içimin muhasebesinden çıkamıyordum, bir an önce gitmeliydim yaptığım hesaplara göre, ama hiçbir tarih izin vermiyordu gitmeme. Beni gündelik olaylarla bağlayacak hiçbir şey yoktu burada, kapanamayacak kadar yaralarım vardı, hatıralarım olmasa ne çıkar?

Hiçbir harfi yakıştıramadığımdan adına, böyle isimsiz, sıfatsız, harfsiz seviyordum, kelime olmaya gerek yoktu, böyle yarım hikâyenin içinde. Görseler, duysalar hakkımda iyi şeyler düşünmeyeceklerini biliyorum. Ama illa da isim mi koymak lazımdı her bir şeye?

Hiçbir kelime, hiçbir harf çıkmadan da ağzımdan anlatabiliyordum seni sevdiğimi, bağırsam bile anlamayacağın şeyler de vardı, artık çok geç mesela, bunu hangi zamana koysan geç kalınmış oluyordu. Geç bile olsa seni affetmeden kendimi alamıyordum. Bunca cömert olmamamı öğütlüyordu hayat, ama ne elimden geliyordu, ne yüreğimden… “Seni kendimden biliyorum” derken en çok kendimi tanıyamamışım ben, şimdi hangi buluşma, tanışma anlatabilir bizi? Hangi geç kalmışlık onarılır? Kanayarak öğrendiğim şeylerin yaralarını izah edemem sana ama ölü birini doğmuş gibiyim dersem belki de anlarsın tarifsizliğimi… Yine de anlatmak istiyor insan, en çok neresinin acıdığını, burnunun nasıl sızladığını, o direğin büyüklüğünü, uykusuz gecelerdeki kâbusları, bu dünyayla uzaktan, yakından ilgisi olmayan ve olmayacak şeyleri. Ama suskunum işte, küsmek gibi değil de dargınlık gibi.

Masal anlatır gibi, sıradan havadan sudan bahseder gibi ama gizlice, güvenliğinin olmadığını söylüyorlar ve kimseye güvenin kalmadığını… Kendi yaranla başkasına tecrübe taslayamazsın, kendi bildiğin başkasının bilmediği anlamına gelmez. Dahası kendi yaranla başkasını da iyileştiremezsin.

Düşmekten korkanların gidemediği sokaklardayım, düşeceğini bilen birinin cesaretsizliğiyle güvenli olamazdım. Ne kadar yüksekten düşersem, o kadar anlayacaktım, ne kadar yerin dibine girersem o derece öğrenecektim bilmediklerimi. Düşmekten korkanların hiçbir güzel şeye, tecrübeye erişemeyeceğini zaten çok küçükken öğrenmiştim. O yüzden bulduğum her yükseklikten boyuma bakmadan kendimi bırakma isteğim, o yüzden kendimi bunca yükseltmem ve diğerlerinden daha hızla alçaltmam. Dünyadaki diğer çokbilmiş canlılarla aramda şayet bir fark varsa, olsa olsa ancak budur. Atlama isteği, düşme inancı.

-i ve ünlem işaretinin (!) yan yana gelmesi gibi bir şeydi bizimki… Paragrafa ilk defa küçük harfle başladım belki bunu hak etti bu durum. Bilmiyorum. Bitmeyen cümlelerin yerini kısacık, tek kelimelik cümleler aldı, durum bunu gerektiriyordu. Ne imlâ kuralları umurumdaydı artık, ne okunup, beğenilmesi. Hayat bana en büyük hatasını yapmıştı zaten. Okuduğu kitaplara deli gibi inanan, o karakteri gerçekten arayan birinin incinmesi gerçek hayatta daha kolaydı. O kitaplara inanmaktan başka çaresi kalmayan insanı da son bir kez kandırmış oldun sadece. Bundan sonra inanılacak bir şey kalmadığına göre, konuşacak da bir şey kalmamıştı. Her şey yalan olsa bile seni aradığım sokaklar gerçekti. Anlattıklarının hepsi yalan olsa bile benim inandıklarım gerçekti. Bundan böyle ne hayal kırıklığım, ne kırgınlığım, bir tek damla saf bir yaştan başka bir şeyim olamazsın. Sana böyle tutulmamın nedeni, sadece uzaklarda olman ve benim kaybolmaya olan zaafım.

Bir şey anlatmaya kalkışsam, kırmızı satırlı, tüm kitaplar resmi törene geçiyor. Kedilerle oynadığım oyunlara özeniyor çocuklar, onlara masal anlatıyorum, kaldırımlar söz konusu olduğunda hep beklemek kalıyor geriye. Acıyı yüklenince hafifliyorsun, sanki başka yükün yokmuş, olmayacakmış gibi geliyor. Koltuğun köşesindeki dertli yastık kadar yorgunum ama sandalye gibi dimdik oturuyorum. Kendi bacaklarım kendime batıyor artık, beynimdeki tahtalar eskidi, belki kurtlandı düşünceler, düşünemiyorum. Bir bıçakla bir çivi aynı işi görmüyor, tamir eden her şey biraz daha acıtıyor. Yatağın hep duvara yakın yanına ilişiyorum her akşam, dünyanın kenarından düşecekmiş gibi soğuk duvardan imdat dileniyorum. İsyankâr şairlerin kelimelerini yokluyorum her an beynimde durup durmadıklarını kontrol etmek için. Kırmızı satırlardan kırmızı bir çorba yapmak istiyorum, tarifi de tadı gibi belirsiz. Bıçağın ucunun değdiği kelimeler gibi yersiz ve estetiksiz ağzımdan çıkanlar. Ruhumu yanlış bir yere mi üfürmüşler yoksa? Nedir bu boşluk? Avuçlarım bomboş, kaç zamandır parmaklarım değmedi ellerine ve kaç zamandır ellerim özlemedi bir çiçeği, bir ağaca deli gibi tutunmadı… Her şeyi yıkamış ve öyle kalmış gibiyim, ama yıkılmış da gibi, pürüzlerimizden yeni bir dünya yaratabiliriz belki, her şeyin anlaşılabileceği bir dünya. Kötü şarkılar dilime dolanmasın Allah’ım, kötü kelimeler de uzak dursun ağzımdan.

Anlatarak bitiremediğim hayatı susarak anlatmaya meylettiğim son paragrafındayım bugün. Bunca acının içinde, balkonda bağdaş kurup, pijamalarınla otursan da seninle hiç bağdaşmayan şeyler var. Saçlarından yastık yapsan da, şişelere sarılıp, eski hikâyeleri ansan da uyunmuyor! İçimizde doğan her yeni fikir, içimizdeki başka bir şeyi bitirir, öldürür. Ömründe bir kere boş yere bile hüzünlendiysen, bu hep böyle devam eder. Nasıl bitireceğim bu hüznü, bilmiyorum, öğrenemedim. Sevdiğim şeylerle, öfkeleriniz arasında yuvarlanıp, gidiyorum, çoğunda görmüyorsunuz beni. Bazen bir balkonun parmaklıklarına parmaklarımı geçirmiş oluyorum, bazen yıldızlara tutunmak istiyorum, kuşlardan sevgili ediniyorum, en yoksulundan. Avucuma yazdığım şiirler hayat bulamadı, su olsa çiçek sulardım. Tırnaklarımı geçirdiğim avucumdaki izlerden belli hiç kimsesizliğim, böyle sessizliğim. Eski hikâyelerin tereddüdü ve tekerrüründen doğmuş bir müsveddeyim, kendi hikâyemi yaşama lüksüne ya da gafletine gelmeyeceğim, yaşanamamışın ucundan koparıyorum, az kullanılmış, çok yıpranmış birkaç satır kalıyor kırmızı tırnaklarımda, nereye gideceğimi bilemediğim muammadan trenlerle yol yapıyorum, yıldızları çalınan şehrimden.

Gitmelerden arta kalan insanlar, gittikçe mi değişirler yoksa kalsalar da mı değişeceklerdi? Terk edilmeseler de kalpleri yine nemli odaları rutubetli mi olacaktı? Huzuru yanlış uykularda aradık belki de, yoksa cevapları yanlış sorulara kaptırmazdık. Küçümsediğimiz o duyguyu da yitirdiğimizde artık bir gölgeden farksızız. Görünmezliğimden ürperdim, bilinmezliğimle gururlanırken. Utançla yıkandığın o günler nasıl da senin gölgeni hiçe sayarak gerçekliğe koşuyor, yetişemiyorsun. Yetişsen de elinden bir şey gelmeyeceğini biliyor ve anlıyorsun. Geceleri de boşuna bekliyorsun, gelmeyecek yine uykuların. İlerde güzel günler olacak gibi saçma umutlara girmiyorsun artık, heveslenmiyorsun, aptalca buluyorsun mutluluk kelimesini. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinin kesin, geri dönüşsüz itaati bu, değiştiremediğin için hiçbir şey yapmama gönüllüğü… Yalnızlığını başkalarına yükleyip, suçlamak en kolayıydı, sen affetmeyi seçtin. Kendinden kaçmasını beceremeyenler hiçbir yere de gidemiyorlar, gitmek için önce kendinden kaçmasını öğrenmek gerekir. Gidişin hikâyesini oturduğun yerden yazarak da gitmiş sayılmazsın, hele de uyandığın karanlık aynıysa… Apaçık yanlış olduğunu bildiğim şeylerin zihnime yaptığı baskı neticesinde, sezgilerime inanmış gibi yaptım, her şeyi bunca karmakarışık yapan aklımı bir kenara itip, sersemlikle birlikte ne için yaptığımı, nereye gideceğimi bilmeden gittim çünkü inanmıştım kendimi kaybetmek seni bulmak anlamına geliyordu kalbimdeki lügatte. Hiç olmak istemeyeceğim birine dönüşürken, yarımımı yitirdim. Şimdi ruhu olmayan diğer yarımla yaşamak zorundayım, üstelik nefes alıyormuş gibi yapıyorum.

On Altı Kasım İki Bin On Yedi 16:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Muadili

Gelmeyen uykularla ne yapacağımı bilmiyorum, gece içimizdeki kalıntıları, katılaştırıp, gözümüzün önüne çıkarıyor. Bazı gecelerle ne yapılır bilmiyorum, kimse bilmiyor aslında çünkü herkesin gölgesi birbirine benziyor. Farkına varmadan anladıklarımın anlamında boğuluyorum, kendimi tanıyamadığım için kimseyi de bulamıyorum. Aynayı da görmüyorum uzun zamandır. Denize yuvarladığım şişelerden hiçbir haber çıkmadı, mutfakta uzun zamandır açık bırakmak istediğim gaza da zam geldi, içimizi patlatmak için bile pahalıyız artık ya da geç. Oysa kimsesiz şişeler gibi sınırı olmayan denizlere yuvarlanabilirdik, insanların koymaya çalıştığı sınırlardan bize ne? En çok güldüğüm zamanlarda, içime birdenbire gelen o durgunluğu hiçbir ilahi sözle anlatamam. İlahi de değildir muhtemelen, bir şeylerin muadili, artık bulunmayanın ve olmayacak bir şeyin kopyası. Talih kuşunun uğramadığı ya da kör olduğu zamanlardan bahsediyorum, talih körleşince “kader” diye anılmaya başlanıyor. Sırf yeni olduğu zaman güzel elbise, eskiyip, kirlenince çamaşır diye anılan kıyafetler gibi… Gidişleri gönlümde büyüttüğümden, gözümde kutsallaştırdığımdan bu suçlu anlamlar.

Dünyanın telaşından kendimize küçük oyunlar bulup, kapılıyoruz ki; bulunduğumuz durum bizi çıldırtmasın. Deliliği deli gibi özlerken, her şey aslında delirmemek için. İçinde bulunduğumuz gerçekleri kabullenemediğimizden kendimize ya masallar icat ediyoruz ya da efsanelere inanıyoruz… Ruhum küçümsüyor aklımı, yazdıklarım küçülüyor gözümde, gözlerim büyüyor, sırf bu yüzden daha büyük gözyaşları dökülüyor ağlayınca, tüm dünyayı ıslatabilecekmişim gibi geliyor. Sonra bütün üşümelerim, tek bir günde birikmiş gibi, üşüyorum.

Kalbinden geçenlerin aklındaki hesaba uymadığı zamanlarda gider insan en çok. Sigarandan önce kirpiklerini yakıyorsun, genç yaşta ölen teyzenden öğrenmişsin böyle sigara yakmayı. Kirpiklerin uzun zamandır kısa, saçların kısa zamandır uzun. Tüm bu tersliklerdir seni dosdoğru tutmaya yarayan şey. Yine de harcamadan edemedin şiirleri, kurcalamadan gidemedin hayat denilen şeyin anlamını… Bir sürü şiirdi kimsesizlere bağışladığın, aşk diye ağladığın gecelerde, kendini çöplük gibi süründürdüğün… En az birkaç aşk sığardı oysa o şiire. Tırnakları kaşınan kedinin, yepyeni, pürüzsüz bir deri koltuk bulmasındaki hınçla karışık sevinç gibi törpülemişlerdi seni, işte bu yüzden bile tenini sevmiyorsun, içine kadar örselenmiştin. Batmıştı bir sürü şey içine, kanayacağın kadar kanamış ve bir daha kanamayacaktın. Yaşamak büyük zahmet oluyordu ama hayat hiç de zahmet olmuş gibi davranmıyordu, muhtemelen sana zahmet verdiğinin farkında bile değildi. Kendine ait tüm parçaları toparlayabilsen belki de ölmek için uygun zamanı bulabilecektin. Bir avuç atık kadar yer etmediğin dünyada, yine de parçalarını bulamıyordun, o kadar uzaklara fırlatılmıştı ki, kalbin… Şiirlerden başlamak gerekirdi toplanmaya, oysa onlar çoktan gitmişlerdi. Bir daha hiç ama hiç toparlanamayacağının farkında, sokak lambasının ışığında payına düşen yasını okuyordun.

Hepimiz bir süre tekrarlara inanırız, tekrar hatırlayabileceğimize dair hafızamızı umursamayız. En çok hatırlamak istediğin anda hafıza tam da burada ihanet eder beynine. Belleğin acımasızlığı çarpar yüzüne.

İçi, dışı bir olsun diyorsun ya, sanki bir meyveden bahseder gibi, inan bana bilmek istemezsin. Her bildiğin bir şey sende hayal kırıklığı yaratacak ve sonra ruhunda izleri silinmeyecek derin ve onarılmayacak çatlaklar. Sen sadece dış görünüşüne bak, yüzünün güzel görüntüsüne, simasının ferahlığına ve iğreti gülümsemesiyle yetin. İçini öğrenmeye kalktığında merak ettiğine pişman olacaksın çünkü her insan içinde katil kadar kötü hisler taşır sadece biz bunları sevdiklerimize yakıştıramayız. Acımasızlığını merhametiyle gizler, kötülüğünü iyilik yaparak, ruhundaki çirkinliği güzel gülümseyerek ve acılarını kahkaha atarak… O yüzden kimsenin iç yüzünü merak etme.

İçimde sürekli sanki aynı monoton şeyleri yaşamam gerektiğini vurgulayan bir ses vardı, dinliyordum istemsizce. Bir yerden sonra bedenin, beynin, ellerin hep o ezberin peşine takılıyor, ezbere yaşıyorsun. Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı yollardan geçip, aynı sıkıcı hayatın içine karışıyorsun, her akşam aynı hızlı adımlarla koşturup, eve ulaşmaya çalışıyorsun, ezberini bozamadığından uykun geliyor, her akşam bir başka kitap elinde uyurken düşüp, göğsüne vuruyor. Her şey aynı bir tek mevsimler değişiyor, dolayısıyla kıyafetler. Kışın kalın giyinip, sarınırken, yazları da aynı ezberden en ince kıyafetleri giyiyoruz. Daha yaşamaya başlamadan içimize ezberletilen ve bizi hazır ettiğine inandığımız şeyleri yaşıyoruz.

Geleceğini söylediği hâlde bazen bilirsin, asla gelmeyeceğini. Yine de içinden çok nadir zamanlarda inanmak istediğin yalana inanırsın, hatta gelecekmiş gibi bütün işaretleri beklersin. Hayal edemediğin bir zamanı yaşıyorsan, gerçeklerin gerçekten de çekilmez bir hâl almıştır.

Bazen neye nasıl sevineceğimi bilemediğimden, sevinme bozukluğu yaşıyorum, sevinecek bir şey bulamadığımdan belki, elimdekini de kaybediyorum. Yüzü olmayan günlere uyanıyorum sabahları, akşamları da koyu karanlık, yüzsüz gibi bir şey… Birlikte üzülmeyi bilmediğimiz için de birlikte sevinemiyoruz… Hayallerim maslup olmuş, içimde gittikçe eskiyen bir cenazeyi gömememiş gibi taşıyorum, katılaşan ruhum eşlik ediyor, kopkoyu gece varlığıyla… Dünyada yalnızca bir tek merasimim var; ne düğün ne sevinç, ne özel günlerin kutlanması, ne kitap imza günleri, ne başka bir şey. Yalnızca ölüm törenim, onu da giderken alacağım dünyadan, kimse kutlamasa da benim düğünüm olacak o gün. Hadi bunca inşaattan sonra, bunca kazıyıp, harfiyattan sonra, hadi inşallah, amin…

Herkes şair, ressam ya da filozof, herkes çok edebî ya da bilgili… Kimse içini açıp; acizim, güçsüzüm, korkuyorum, yaşamak yük gibi geliyor diyemiyor. Aynada gördüğü kırık yüzü umursamıyor. Herkes mükemmel oysa kimse senaryosundan memnun değil, tuvale atılan yanlış fırça darbesi gibiyiz, durmadan bulaşıp, yayılıyoruz. Yanlış bir şeyler var ama kendi çizgimizin yamukluğuna değil, düzenin bozukluğuna kabahat buluyoruz. Zaten her zaman biz değil, karşımızdakilerdedir kusur. Hepimiz çok okuyor, çok geziyoruz, eğleniyor ama hiç anlamıyoruz. Ölen şairlerin hayatlarına içlenip, şiirlerin kıymetini bilmiyoruz. Biz gerçekten çok donanımlı, teknoloji delisi, sanal efendisi ve her şey hakkında muhakkak fikir sahibiyiz. Sahiden biz çok şey biliyoruz!

Biraz daha gayret etsem, pek umutlu olabilirdim, az kalmıştı. Defalarca aynı yerden sevip, başka yerlerden hatırladığımı anladım, böyle yapmasaydım belki yalan yanlışlardan daha kolay sıyrılabilirdim, her bir yalan en güvensiz yerime, kalbime denk gelmezdi bunca. Ne zamandır yastık gibi bir şey taşıdığımı fark ediyorum kalp yerine. Aptal, saman gibi bir duygu, hatta duygu bile denilemez, yine boşluk diyeceğim çok kullandığımdan o kelimeyi demek istemiyorum. Yersiz bir yerdeyim, yerli değilim. O yüzden belki de her hareket ve ifadelerim yersiz kalıyor. Payıma düşen, düşmeyen acıları görmüş ve yaşamış gibiyim, buradaki zamanım dolmuş, tüm rüyaları görmüş bitirmiş gibiyim. Yapacak bir şey kalmadı… Öyküsü olmayan hayat, eceli olamayan ölüm gibi, abartıyor muyum, aslında hayır.

Yirmi Beş Ocak İki Bin On Sekiz 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Boşluğu

Hafıza kaybı düşleri kuruyorum, neyi ne kadar kaybettiğimi düşünmeden geçen zamanda, ne kadar üzülmem gerektiğini de bilemeyeceğim günler gelsin istiyorum.

Duyduğum sanrıların da altından artık bir şey çıkmayınca, boşluğa bağırmaktan başka çarem kalmadı. Dokuz köyden de kovulsam gidecek bir köyüm daha yoktu, kendi içimden öteye yer yoktu. İnsan kendi kendini doğurabilirken, neden aynı şekilde geri de alamıyordu? Neden çıktığımız hiçbir deliğe tekrar sığamıyorduk, ölümü saklayan mezarlıklardan başka? Cinnetime hâlen isim uydurabilmiş değilim, öyleyse bunca çıldırmanın anlamını aramayacak mıydık? Saçma sapan şeyler yapmaya çalışırken bile, mantık yürütmenin saçmalığıyla boğulmadın mı hâlâ? O zaman sana bu hiç dinmeyen çukurdan bahsedeyim; o zaman kesin gitmek isteyeceksin ya da bir an önce o çukuru doldurmak, bu doldurmanın boşluk doldurmakla hiçbir ilgisi de yok, zaten çukurla boşluk aynı şey değiller. Aynaya her baktığında gördüğünü zannettiğin ışığın seni terk ettiğinde, aslında onun da sana ait olmadığını anladın, kış günü çıplakken, soğuk ve nemli bir beton duvara çarpmak gibi bir şeydi bu. Tenin ürperirken, çaresizlikle kıvrandın ve içinden en az birkaç bir şey daha eksildi. İşte boşluk tüm bu eksilenleri dolduramayacak olmandır. Çukur ise, doldurabildiğine inanmandır. Yıldızların ışığına aldandın kimi zaman, hatta içlerinden en parlak olanı seçip, kendinin zannettin, o yıldızlar da gidince artık hiçbir şeyin sana ait olmadığını ve olmayacağını anladın. İçindeki kıpırtı bile nedensiz susunca, demek ki için bile sana ait olamamıştı. Sen bile sen değildin belki de artık. Arada bir özenle tırnaklarına sürdüğün oje bile senin değil, tırnaklarınındı, hoş tırnakların bile sana batamadıkça senin değildi, tutunduğunu zannettiğin her yer yok olup gidiyordu, ellerin bile senin değildi, bu dokunma hissi de yalan.

İçtiklerinin nereye gittiğini hesaplarsak, muhtemelen onlar da yalan, hoş onları da hatırlamıyorsun ya, ama yine de en çok hatırladıkların yalan. Gönderemediğin mektuplar bile sana ait olamadı, üstelik onların bir farkı vardı; hiçbir yere ait olamadılar. Senin telaffuz ettiğin kelimelerle başka şeyler anlattılar, kelimeler de sana yabancılaştı, ama en çok sen kendine yabancılaştın. İçinde taşıdığın boşluğunla birlikte, (işte bu sana aitti) sırtında taşıdığın bir araya getiremediğin onca kelime öbeğiyle ve bir türlü bulup, dolduramadığın bir çukurla. İşte bunlar hep sana aitti.

Kar tanelerini o kadar beklemene rağmen, hiçbir kar tanesi senin olmadı. Güzel şeyler hep başkalarınındı, sana yangınlar, sana bolca ıstıraplar, ama kar taneleri hep başkalarının, çocukların oynadığı kartopları da hep başka çocukların oyuncağı oldu. Senin çocukluğuna uğramamışlardı bile.

Aynı dili konuştuğunuz hâlde, aynı şeyleri söyleyemediğin için susuyorsun, susmalarının sebebi kendin olmadığı için sana ait değil. Hızla geçerken sokaklardan çaktırmadan camlarından kendini görmen için baktığın binalar da senin değil, üzerine yağmurda, çamurda su sıçratan arabalar da senin değil. Olmak istediğin hiçbir yerde değilsin. Ama yine de sana dairmiş gibi görünen bir çocukluk var. Küçükken annenin dinlediği kasetler var, içine yer eden şarkılar var, senin olmadığı hâlde, sahiplenmek istediğin zamanlar var, hiç olmayacağını bildiğin hâlde vazgeçemediğin hayallerin var. Kimsenin kimseye kalmayacağını öğrendiğin için kimse kimsenin olmayacak. Ellerinin sıcaklığı bile sana ait değil, yoksa bunca üşümezdin. Yazmaya çalıştığın şu kalem bile senin değil, birilerinden ödünç alınmış gibi, eğer senin olsaydı, yazdıklarının altını çizebilirdin, çizemedikçe başkalarının… Yazmayı tam orta yerinde durduramayınca, bitiremiyorsun bir türlü. Beceriksizliğin bile birisinden miras kalmış gibi, aynı ezberlenmiş hareketler, okudukların bile anlayabildiğin kadar senin, kaçı aklına yer etti, içine bu kadar işlerken? Yarım bıraktığın, yarın devam ederim diyebildiğin şeylerin hangisini yarın tamamlayabildin? Yarımlık içindeki boşluktan mı geliyordu, yoksa üşeniyor muydun? Yazamadığın tüm hikâyeleri tam ortasından kesip, atabildikçe büyüdün işte… Sana büyüklüğü gösteremem, ama belki anlatabilirim. Sildikçe izleri hatırlayacaksın, üstelik o izler öyle silik ki, tam da sana ait gibi. Kuş gibi göğsünde uyuduğun o uyku da senin değil çünkü sen hiçbir zaman bunca derin uyuyamazsın. Anladığına inanmanın cahil sarhoşluğuyla, sanrılarını kucaklıyorum çünkü aslında tüm bunlar bile bir miktar masumiyet içerir.

Yetinemediklerimizin götürdüğü yerden dönemiyoruz, yüzümüzü yitirdik belki, biraz da hatırlarımızı. Birini sonsuza dek sevmenin, severken yeteceğine inanırken, o gittikten sonra yetinemeyeceğini anladığının ve sevmeye devam etmenin yalın pişmanlığı… Kâğıtlardan mutlu şeyler yaratamadığın zamanlardan, kesekâğıdının hüznüne, solmuşluğuna saman kâğıdı defterinin, yüreğinden dökerken ansızın ve acımadan zımparaladığın o kelimelere… Annenin lüzumlu ya da gereksiz televizyon üzerine, sehpalara hatta saksının altına bile yerleştirdiği dantelleri, babaannenin sana hiç öremediği kazağı, bu hayatta kalanların, gidenlerden daha fazla canını acıttığı, sabahları yataktan kaldıran şeyin yalnızca yeni bir kitaba başlamanın heyecanı olduğunun ayırdında olman. Tüm bunlar ancak seni biraz daha eksik anlatır, yarım bırakır…

Ayaklarımın değdiği asfaltın altında tüm yaşanılanları bitirdiler, şehrin içinden sessizce gitmelerim hiçbir anıyı hüzünlendirmeyecek. Hiçbir martıyı hüzne boğamayacağım, onlar hâllerinden memnun vapurlarla yarışırken. İçimdeki şehri oraya buraya taşımaktan yoruldum. Her şey aynı yerindeyken, kendimin oraya buraya savrulmasından… Adımımı attığım yerin boşluğunda boğuluyorum, üstelik öldürmüyor, kemikleri kırmıyor çünkü ne merdiven boşluğuna benziyor bu, ne de asansör boşluğuna. Sırlarımızı saklayan ağaçlar da yaşamıyor artık, üstelik gömülü değil, gidip dertleşeceğimiz bir mezarları bile yok. Odununu, kurusunu bile bırakmadılar. İçimden kendimi çıkarsam, içsiz kalırmışım gibi, bu bedene, bunca boşluk çok fazla. Aşka bir türlü yakıştıramadığım özneler, yanlış yere bırakılmış dudak izleri, başka masalarda sabahlamalar. Yanlış coğrafyada benliğini fırtınaya bağışlamış gibiyim, üstelik hiç de sihirli bir şey değil bu. avunduğunu zannettiğin düş parçalarını bile ufaladılar. Elini değdireceğin kadar bir parça kalmadı, üstelik bunu zaman yaptı hani her şeyin ilacı olan zaman, sana bir türlü iyi gelmedi. Hiç kurumayacak bir yazıyla anlatmaya çalışıyorum seni tüm teferruatıyla…

Durdukça yosunlara özeniyorsun, bekledikçe onlara benziyorsun, hiçbir şey yapamayınca onlar gibi kokuyorsun.

Çizdiğin tüm çizgiler, onca dikkatine rağmen hâlen yamuk çıkıyorsa, belki de yer yaradılıştan düzgün değildir. En sivri uçlu kalemi eline alıp, yüreğindeki damarlara batırarak çekip, aldığın, hayatından kopardığın kelimelerin ahıydı belki de bu yaşadığın ya da yaşamadığın. En acı veren şeyi bile unuttuğunda hüzünleniyor insan çünkü bir yerlerde kendisinin de unutulduğunu ve unutulacağını hatırlatıyor bu, senin travmanın bir başkasının bakıp, geçebileceği küçük, acıklı bir trajediden öteye gidememesi gibi, bazılarının kalbine hiç ulaşamıyorsun, derisinden ileri geçemiyorsun. Aynı acının bir yerden sonra hep kopyalanıp, hayatına yeniden ve yeniymiş gibi yapıştırılması ve o acının acımasını unuttuğunu zannettiğin anda, yeniden daha başkaymış gibi acıtması…

 

On Beş Aralık İki Bin On Yedi 16 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir de Bu Acıdan Bak

Hayatımdaki en önemli paragraftın, tamamlayamadım. Yaşadıklarımı yalanlamak gelmedi aklıma ama yaşayamadıklarıma biraz yalan ekledim, öyle tamamladım o paragrafı. Yoksa bu bir hikâye olamayacaktı, çöp gibi bir şey olacaktık.

Martıların gagaladığı bir midye kabuğu, bastığım kızgın kumların arasındaki görünmez bir şey, ayaklarımı kanattı kanatacak. İçimi süsleyen cümlelerin beynimi sulandırdığı, midemi kazındırdığı zamanlardı. Süslü bir oda demek, kalabalık demekti benim için, nesnelerin kalabalığı. Günler ya beni eksilterek geçiyor ya da beni benden alarak. Oysa kendimi kendimden korumam gerekti, kendimi sevmeden evvel. Hazırlıksız yakalanmışım, gereksiz acılar çekmişim ve ummadığım zamanlarda kesilmiş bir yerlerim. İlaçlar ya zehirleyecek ya da iyileştirecek, ortası yok, zaman da yok. Açılmayan mektuplar var, bir türlü yerine ulaşmayan, mektup yazıldığının bile farkında olmayanlar var, aramızda küs olan bir şeyler var, kelimeler mesela, yasaklı gibi hiç anmadığımız ve benim hiç hesaplayamadığım, anlamakta direndiğim bir mesafe. Bir ömürlük mesafe değil ki bu, ya vardık ya varacağız. Ölümle yaşam değil ki bu, öyle olsaydı belki daha kolay olurdu. Ama hiçbir şeyin ortasında olamayan biz, tam olarak bir belirsizliğin ortasında tüneyip, kaldık, martılar gibi. Kenarları kıvrılmış bir kâğıt parçası gibi başka sayfalara yüz verdik. Bir kitabın içinde birleşsek bile, biz bunu hiç anlayamayacağız. Uçurduğum uçurtmaların kuyruğu bile değmeyecek gölgene, akşamüzerinin gölgesi ne kadar büyük olursa olsun. Üstelik buna hiçbir kahramanın gücü de yetmeyecek. Biz belki de hikâyeden önce, kahramanımızı yitirdik. Gecelerim sabah serinliğine dargın, kokulu ve alıngan. Hangi edebiyat türü anlatabilir içimdeki tereddüdü?

Sefa çiçekleri baygın, uyanmayı unutmuş gibi, yanımda uyuyan kedi hep hâlsiz, her şey bozuluyor gitgide ve ben hiçbirini iyileştiremiyorum. Toprağına ihanet etmiş tohum, zamanına ayak uyduramamış saat, hikâyesine sadık kalamayan paragraf, belki hayat dediğimiz şeyin özeti tam olarak bu. Aramızda yanlış yere yazılmış mesajlar, doğumhanede unutulan çocukluk fotoğraflarımız var, aramızda o kadar mesafe var ki; uzaktan bakıldığında hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor. Uzaklarda birilerinin bir sürü daha yazı var, yaşanacak. Bizim toplasan birkaç yanlış zaman anısı, biraz beğenilmeyen fotoğraf ve beğenilmekle beğenilmemek arasında gidip, gelen birkaç saçma yazı.

Kalıplaşmış, yaşantımıza öylesine sızmış alışkanlıklar, taşlaşmış insan kalpleri, doğasını yok etmeye uğraşan bencillikler, bunlar bizden uzak dursun yine de, çıplak elleriyle şiir yazan gönül işçiliği olsun bizim mesaimiz. Mesafeler yine olsun, ama ulaşılabilir olsun, şikâyet edersem, tek kelime yazmak nasip olmasın. Yazılamamış başka şeyler kalsın aramızda. Yeni doğan bir bebeğin dilinden annesinin anlaması gibi, kedinin derdini anlayabilmek gibi, yalnız bizim de anladığımız şeyler olsun istiyorum. Anlamak bilmenin kaç katı eder diye hesap yapmak istemiyorum. Anlamasak bile hissettiğimiz şeyler var, iki ucunu bir araya getiremediğimiz zamanlar mesela. Hiç görmediğim babaannem mesela, ama tanıyorum görmesem de… İki cümle bile birleşmez bazen, art arda yolu düşse bile kâğıda. Aramızda upuzun bir sessizlik var, hangi cümleleri içine yerleştireceğimi bir türlü bilemediğim… Belki başka yepyeni bir dilde bu cümlelerin içini doldurabiliriz. Yaşla dolan gözlerin alfabesini biliriz biz, yağmurda ıslanmanın ağırlığını, kimsesiz sokaklara sahiplik etmenin mütevaziliğini ve sokaklardaki hayvanlara annelik etmenin cömertliğini, yüzü kızaran bir çocuğun utancındaki iç ağırlıklarının toplamını, ameliyat sonrası hissizliğinin, sevgisizlik gibi bir şey olmadığını, uyuşukluğun, uyumakla ilgisi olmadığını ve bitkisel hayatın bitkilerle ilgisi olmadığını… Yüksek dozda duygusallık kimyasına bulaşınca, biraz saçmalamış olabilirim, tüm bunlar da içimizde kapladığımız yere dair. Her gece yastığa değil de duvara dayadığım yanağım, ıslak yanağım şahit ki bizi kurtarsa bu yeni dil kurtaracak. Yoksa bu rutubet tüm şehri eritecek.

Bilmiyordun çocukken, büyüyünce daha çok ağlayacağını. Bilseydin, bunca ağlamak için tutturur muydun? Ağlamak istediğinde, sana hiç cevap vermeyen ve ne yaparsan yap, cevap vermeyecek soğuk duvarlara sığınıyorsun çünkü ateşin çıkıyor. Şiirlerine laf atma bahanesiyle yanaşacaklar, biliyorsun. Pencereyi açtığında geceleri, umduğun soluğu bulamadığından bu şehirde, gitmek isteyeceksin belki de ciğerlerinin isteği bu, ayakların istemeyecek. Kendine eşyalardan sırdaş yapmaya devam edeceksin, pencerenin eski, küf ve ıslak tahta kokan ahşabına yaslanacaksın, sızlanmalarını dinleyecek. Ayna hariç çünkü aynalara yalvardığında seni hiç dinlemeyecekler, devam edeceksin hep ağlamaya. Gözlerinin en derinindeki o kırmızı ıslaklığa bakmak da dindiremeyecek ağlamanı ve yalvarmanı. Gökyüzüne yıldızlı şiirler yazman, gecenin aydınlık olduğu anlamına gelmez ve doğanın güzelliğinden bahsetmen, dünyanın daha çok yaşanılır bir yer olduğu anlamına da gelmez. Senin susman bir sürü şey söyleyebildiğini de değiştirmez.

Nefretle sevginin bunca yan yana olması sanki bir tek seni rahatsız ediyordu. Sevinçle hüzün gibi, gülmekle ağlamak gibi, hep iç içe. Kaçıncı kıyametimizden sıyrılıyoruz?

Yüreğimdeki tüm kuşluğu bir insanın göğüs kafesinde bıraktım, parmaklıkların ardında ezildi yüreğim. Benliğimi ve bana ait olan her şeyi o kafesin ardında yitirdim. O parmaklıkları kıramadığımdan, kendimi parçaladım. Sonrası ne bir daha kuş olabildim, ne uçabildim, ne başım bulutlara değdi…

Ağlarken sızdıran burnumu dikebilsem keşke… İpe sapa gelmez şeylere, uluorta ağlamasam, ağlayınca çırılçıplak hissediyorum kendimi, en mahrem duygularım çamurlu yolun ortasına düşmüş pespembe bir kıyafet gibi… Dünya bozulurken, inancım da ona ayak uydurmasaydı. İyi niyetim, kötü niyetlerin esareti altındayken, iyi niyetten eser kalabilir miydi? Beynimle midem arasında kesinlikle bir bağlantı olmalı, ne zaman düşünmeye başlasam bir ağrı, bir tatsızlık vuruyor. Umutsuzluğumuzdan beslenen mutlularla bir de bu dünyada uyum içinde yaşamaya çalışıyoruz, bundan büyük işkence var mı? Herkesin içinde ayrı bir hüzün varken, dışardan bakıldığında herkes birbirini taklit ediyor gibi bir görüntü, bir gariplik var bu işte, bir tutarsızlık. Kolayca savurduğum cümleler son birikintilerin. Zaten kim olduğunu hiçbir zaman düşünmeye yüreğin yetmedi. Ayrıca ne fark edecekti ki? Ya soruların yanlıştı ya da cevapları yüzyıllar öncesinden verilmişti, burada değildi.

Kelimeler de artık gittiğinde yerinde kokular kalır, bazen ekşi, bazen dumanlı, bazen koca bir kasvetle birlikte bir de boşluk korkusu. Bir daha hiç söylemeyeceğin kelimeleri ölümlerine terk ettiğinde birkaç yerinden kırılmış ve yıllanmışlık kalır. Gündüzleri hak etmediklerini düşündüklerin geceleri haklı çıkar, kelimelerin bile haklıdır artık. Derdini diyecek kadar anlatabilmeli, gerisi koskoca bir hava boşluğuna dönüşür. Dünyaya gelmiş olmanın ağırlığını omuzlarından alıp, kelimelerine yükleyebilen insanlar, diğerlerine göre biraz daha şanslıdır.

Sevdiğim şarkılar gözyaşlarımda boğulurken, sevdiğim kelimeler de bir denizin dibinde öldü, fazla tuz ve havasızlıktan. Gerçeği sakladığımız diplerde, sahteliğimiz boğuldu. İnsani ihtiyaçlardan sıyrılamadığın sürece, hangi manevi acıdan bahsedebilirdin ki? İzleyip de konuşmadığım şeylerin büyüsüne kapıldığımı zannediyor görenler, başımın arkaya sarkması boynumun ağrıdığı anlama gelmez, belki başka uzakları görmeyi umuyorumdur. Bu suskunluğun dil bilmemekle ilgisi yok, duygu karmaşasıyla ya da duygu körlüğüyle ilgisi var. Tüm olup, bitenlerden saklanmak istiyorum, bir şeyler olurken, ben olmamak istiyorum.

On Yedi Ekim İki Bin On Yedi 14: 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Dejavu Tedirginliği

Muhtemelen hamurum hayal kırıklığıyla yoğrulmuş. Şaşırmayı unuttum ama hayal kırıklıklarına dair bir çözüm bulamadım şimdiye kadar, kısacık bir zaman içinde tüm buraları terk edip, gidesim var. İyi olduğumu söylemek için konuşmak isterdim ama öyle bir şey de yok, daha çok yazıyorum, kötü iyi olmadığım belli olmasın diye. Elimden gelen rol buydu, yapabileceklerim bu kadardı, kızgınlık bile duyamıyorum bir yerden sonra, o sınırı aşınca, çığlık atılacak zamanları da geçtim, içimde sürekli konuşan sesi de solladım. En son hangi gerekli bir neden için ağladığımı unuttum, kaskatı bir şey oldum. İçimden geçenleri yine içimin çukuruna gömmekten başka elimden bir şey gelmiyor. İçim belki de çoktan derinlerde bir yerde öldüğünden, ölümler, yok oluşlar da yabancı gelmiyor artık. Anlatmak, eski dilde, masallara özgü bir şey, lüks bir ruh hâline mahsus. Susmak bizim en hazin, en etkileyici kelimemiz.

İntihar etmek isteyen birisine, intihar eden bir yazarın edebî kitaplarını önermek…

Bu dalıp gitmelerinin bir anlamı var sanıyorsun, belki de vardır, bilmiyorum, huzursuzluğun nasıl da tanıdık, bir dejavu tedirginliği var tutulmalarında. İnancından kurumuş bir papatyaydım, hani beyazdım, sonra kirle tanıştım, inanmak bir kere daha kirlenmek anlamına geliyormuş, biliyordun, sen biliyordun ama söylemedin. Üçüncü kez koparıldım yapraklarımdan ve defalarca kalbimden. Defalarca delirmelerimin nedenini biliyorsun, ilaçların sinir krizleriyle arkadaş olduğunu da… Her şeyi belki birlikte planladık, bu kötü dünyayı, kavuşmak için başka bir yer yoktu belki, ettiğim kavgalara gülücüklerimle cevap verdiğimden ve gülümseme artık en değersiz silah olduğundan yenildim. Öldükçe büyüyorum, büyüdükçe kirleniyorum. Bu yenilişimde tanıdık bir şeyler var, tanımadıklarımla da şimdi tanışacağım, tek başıma yürüdüğüm sokaklardan biliyorum, sigara dumanına yakıştırdığım yüzlerden ve küllerindeki tanıdık yalnızlık duygusundan. Pencerelerin çokluğu birini beklediğin değerle ölçülüyordu, kimseye mantıklı gelmeyen şeyler nasıl da sana anlamlı geliyordu. Delilik diyemediklerine mana yüklemek zorundaydın. Her rüzgârda bahçedeki ağacın sallanan yapraklarına içinin ürpertilerini de katıp, karıştırıp, o kırışan yapraklarla birlikte uzaklara giderdin, gelişini ertelemekten başka çaren yoktu. İçindeki seslere tek başına bilenirken, hiçbir müzik seni senden alamazdı, oysa en çok senin kendinden kurtulmana ihtiyacın vardı, bunu bilmiyorduk. Yalnız kalınca daha iyi olur her şey zannettik, bilirkişi raporuymuş gibi. Zamana bırakalım dedik, o da geldi bize sarıp, durdu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sorma bana, içimdeki korkuları bırakacak yer bulamıyorum. Kendimi bazen bomboş bir araba gibi alıp, bariyerlere çarpasım geliyor. Trenlerin havalanmışlarını hayal ediyorum ama hiçbir bulutu ezip, geçmiyorlar, trenler her araçtan daha merhametlidirler. Çocukken yolun karşısına kaçırdığım topları hâlâ yakalamak derdindeyim, oysa dinlediğim şarkının melodisini bile yakalayamıyorum, ayın ışığı nereye gitsem yakalıyor, saklanamadığım siren sesleri var, çarpma sesleri, kulağın dolusu metal sesleri, hepsi sinirimizi bozuyor. Gitmem lazım, daha ne olsun? Yağmur yağınca artık daha az salyangoz çıkıyor, karınca yuvaları toplu katliama uğramış gibi. Her yanımız hafriyat alanı, içimizi oyuyorlar.

Sen yine de paramparça hâlimi görürken, bütünlükten bahset, yalan söyle, belki biraz yaralarımız iyileşir. Yan yana dizilen aynı model sandalyelerin bir kısmında yalandan sigara yasağı var, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor gözüküyor, ama herkes birbirini rahatsız ediyor. Bunları söylediğim için, yine de beni aşırı bil. Hayat aşırı kötü, insanlar aşırı sıkıcı, herkes aşırı duyarsız, ben bunları dikkate aldığım için aşırı tedirgin olayım. Sustuklarım beni kusturuyor, söylemesem olmayacak ya da beni siyah-beyaz fotoğraflı zamanlara gönder, gönderemiyorsan da “gitme” deme. Anlamak gurur meselesi olmamalı ki bizim hâli hazırda pek çok meselemiz mevcut. Martılar sevilmeyen çocuklar gibi ağlıyor. Duvarımda daha evvel yapıştırdığım kartpostalın izi, söküp almış boyalarını, rutubetin yardımıyla, bunca yaşanandan sonra izden bahsetme bana. Hayatımızın çuvaldızını söktüler, ucuza yaşadığım sevgilerin bedelini ağır öderken, yalnızlığın faturasını yeni kendimize kestik.

Kendimi deniyorum, acımla dalga geçiyorum, bakalım ne kadar daha dayanabileceğim diye ilaç almıyorum. İşte böyle kendi kendime bile yenilebilirim, hem böylesi çok daha alımlı. Tam da böyle anlatamadıklarımın ortasında, hissettiğim rüküş, eskiden kalma ama nostalji olamayacak kadar değersiz duygularla birlikte. Suskunlarımın yanından geçebilseydin eğer, kalbimde çalan saatin sesini duyabilirdin. Saçlarımı artık hiç taramadığımı, kulağımın arkasına çiçek takmadığımı, uzun zamandır kırmızı fırfırlı etek giymediğimi, oldubittiye getirdiğim şeyleri, şişkinliklerimin acılardan kaynaklandığını, içimin darlığının, darlıkla bir alakasının olmadığını, tüm bunları suskunluk denilen o çukura koysam dolardı belki…
Yüzüme bakmak için uzandığım aynaların hepsi kaydı, gitti başka bir yüze, kırılmadan ama kayarak, erir gibi bir şey. Gözlerimden aşağıya sarkıttığım incilerin değerini bilebilecek sarrafı kaybettim. Şimdi neye değer biçsek yanlış ölçülüyor. Dudaklarım yabancı bir balığın dudakları, susuz ve uslu. Mucizeleri tükettim başka hayatlarda, kendime verecek olağanüstü bir şeyim kalmadı. Keşke sağanak yağmurlarla biraz daha içli dışlı olsaydım, o zaman belki giderdi susuzluğum, balığın hayatı yağmurdu ve buralarda tatlı su yoktu. Keşke biraz benliğimi hapseden duyguların dışına çıkıp, illegal yaşayabilseydim, varlığımı saklayacak bir yer bulabilseydim, böyle yok olmazdım. Saçlarımı kestiğim gibi, hayatımı ortasından kesip atabilseydim, kangren olmuş, kesmem gereken, hastalıklı yerinden, keşkelerimi saklayacak bir mezar kazsaydım sonra, ölümlü şeyler ne yakışırdı kendime, aynada ve saygısızca.

Kirlenerek geldiğimiz dünyada, temizlikten bahsetmek biraz fazla kibirlilik olmaz mı? Belki de sürekli çirkinlikten, kötülükten bahsettiğim için, tüm bu kötülükleri ruhum emdiği için, sünger gibi temiz sayılmam. Ama hiçbir kötülüğe bulaşmadan yaşayabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Her gün birileri dünyanın kirliliği hakkında yakınırken… Ki dünyayı da insanlar kirletiyordu en çok, o yüzden ilk kirlilik yine de insandan çıkmıştır. Sırf bunları bildiğim ve söylediğim için sizden daha fazla kirli olmuyorum, içinizden bağışladıklarınızı aşağıladığınızı biliyorum, o hastalıklı gururu da biliyorum. Dünya daha güzel bir yer olsaydı, biz de daha güzel olabilirdik. Hepimiz birbirimizin çirkinliğine muhtacız ve hepimiz her geçen gün birbirimizi kirletiyoruz. Kendimize özenle ayırdığımız renkler de bir işe yaramıyor, dünyanın kalıbı sökülmeli belki yerinden, boyanmıyor, boyansa da alttaki kirlilik boyayı da kirletiyor. Her şey iyi olsaydı çarpık kelimelerin peşine düşüp, teselli aramak zahmetinde bulunur muyduk? Dahası en inanılmaz şeylere bile inanma saflığını gösterebilir miydik? Kirlendiğini hisseden herkesin düştüğü o hiç bitmeyen çemberin içinden umut diye soluk alıp verir miydik? Ayrılık adına yazılmış hangi mısralar ya da sayfalar bizi avutabildi?

Öyleyse bu kirlilikte yeniden temizliği öğrenme mücadelesi, kelebek kanatları gibi geçici, kuşlar gibi pervasız, bir kar tanesi belki unutturabilirdi tüm kirleri… İnanabilsek belki o kelimelere, suçluluk ile özgürlüğün nasıl yakın olduğunu, unutabilirdik belki her şeyi, tüm yargıları…

İki Haziran İki Bin On Yedi 14 10
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Son Ada (Rüyası) – Zülfü Livaneli

20170528_132913

 

Kütüphanemde değişik ne okusam diye bakınırken, yıllar önce alıp, beklettiğim bu kitaba rastladım. Her kitabın okunma zamanı vardır ki, bu da tam zamanına denk gelmişti. Doğrusu Yaşar Kemal’in açıklayıcı önsözünü okusam da yine bu derece etkileneceğimi hiç düşünmüyordum. Ama okuduğum andan beri beni içine çekti, olumlu ya da olumsuz anlamda. Gerçek anlamıyla tam olarak artık o Son Ada’nın içindeki evlerden birinde, herhangi bir numarada oturuyordum.

Adaya gelen eski Başkan tarafından, kendi menfaatleri doğrultusunda, adanın eski huzuru, güveni ve doğallığını bozmaya başlıyor, felaketler silsilesi tam da başkanın geldiği zamanlara denk geliyor. Doğayı bozmanın cezasını tüm ada sakinleri çekmeye başlıyor. Huzursuzluk, katliam ve vahşet, tümü de artık adada bulunuyor. Herkes huzuru bulmak için gittiği adada huzurdan eser kalmıyor, kimse kimseye güvenmiyor, doğaya da güvensizlik başlıyor. Başkan kendi çıkarları doğrultusunda, insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. Ada sakinlerinin bir kısmı adadan uzaklaşıp, eski şehirlerine gitme düşünceleri doğsa da bunu yapamıyorlar. İçlerinden birkaç kişi durumlardan şikâyetçi olsa da çoğu başkanın tarafında yer alıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, eski huzurlu günlerini bile unutmuş oluyorlar.

Okuyup uyuduğum, uyuyup okuduğum bir hafta sonunda, adadaki o vahşeti o kadar kafama takmış olacağım ki, daldığım rüyadan daha doğrusu kâbustan, seri hâlinde birkaç kitap çıkardı. Bu kâbusların kitapla alakası var mı bilemem ama bildiğim tek şey çok gerçek olduklarıdır. Kâbustan kâbusa atlarken, ilkinde kalabalık bir yerde silahlar patlıyor ve inşaat gibi bir yerden üzerimize betonlar dökülüyor, birçok insan yaralanıyor, bizleri de bir araca doldurup, uzak bir yere götürüyorlar, ama felaket tüm şehri sarmıştı. Götürüldüğümüz yerde de sıraya dizilip, bir sandalyede oturtuyorlar bizi. Benim sırtımı bir kurşun yalayıp, geçiyor ama yaram öyle çok ağır değil. Yine de acı çekiyorum ki bunu tüm hücrelerimde gerçekten hissediyorum, kanın ılık ıslaklığı sırtımı ürpertiyor. Sıraya dizilmiş bizlerden mor saçlı bir kadın sırf yazdığı için, sorguya çekiliyor ve çeşitli hakaretlere uğrayarak dalga geçiliyor, anladığım kadarıyla bizleri yazdığımız için toplamışlar o felaketten. Sıra bana doğru gelirken, (kalbim tabi bu arada müthiş atıyor, uyandığımda duracak seviyeye gelmişti neredeyse) o arada bir motor, bot gibi bir şeye bindiriyorlar, güya tanıdıkmış onlar ama tanımıyorum, bir felaketten kaçarken diğerine tutulacağımı tahmin etsem de, o felaket türünü bilemediğim için gitmek durumunda kalıyorum. Kapkaranlık bir gecede, karanlık bir denizde yol alıyoruz, sallanarak. Sonra beni o saldırının ilk olduğu yere doğru götürürken, deniz beni içine çekiyor ve ben bu durumdan hiç şikâyetçi değilim, öleceksem bile böyle ölmeliyim diyerek, denize bırakıyorum kendimi. Ama o bıraktığım yerde bir sürü suyun yüzüne çıkmış öylece duran cesetlerle karşılaşıyorum, yüzemiyorum, kolumu attığım yerde bir şeye çarpıyor ellerim. Çok korkuyorum tabi, tek çare belki de kendimi dibe vurmak diye geçiriyorum içimden. İnsan ölülerini tıpkı denizin üzerinde vurulan bembeyaz martıların suyun üzerindeki cesetlere benzetiyorum.

Soluk soluğa ve kocaman bir kalp gümbürtüsüyle uyanırken, gördüğüm şeyin gerçek değil de kâbus olduğunu görmek de rahatlatamadı beni. Keşke bazı şeyler gerçek olmasa, okumaya dayanamazken, yaşanılanlar var. Gözlerimi açtığımda hayatın kaldığı yerden devam etmesi hiç ama hiç rahatlatmadı yüreğimi.

Martılar bizden önce de bu kıyıların sahibiydi, kendi çıkarların uğruna doğadaki düzeni yok etmeye çalışırsan, en büyük zararı kendin görürsün, başta küçük sanılan, büyük günahların hikâyesi bu.

Bir vahşetten kurtulmak için, daha büyük başka bir katliamla karşılaşıyor ada ve sakinleri. Kanla beslenen bir millet hâline geliyor çoğu, lanetli adada insanın içindeki canavarlık ve gerçek dostluk sorgulanıyor. Bunca hırs ve öfkeye rağmen hiç kimse kazanmıyor, herkes ettiğinin cezasını acı bir şekilde çekerken, bu duruma karşı çıkanlar da aynı sonuçlara maruz kalıyorlar. Masumiyet ya da suçluluk bazen fark etmiyor, kötülüğün çok olduğu yerlerde. Zenginlikle kandırılmaya izin vermiş olmanın ve açgözlülüğü huzura tercih etmenin kefaretini ödüyorlar. Bencillik, diktatöre boyun eğme, körü körüne inanmanın vermiş olduğu rahatlık, küçük hırslardan oluşan menfaat duygusu ve cehalet cennet gibi güzelim adayı cehenneme çevirip, herkesin hayatını yerle bir ediyor. Yasemin kokular ve çam fıstıkları olan adada artık yalnızca lanet, bir sürü katliam, is kokusu ve kocaman bir sis kalıyor geriye. Yanıkların bunca büyük olduğu hayatlarda bir daha hiç kimse toparlanamıyor.

O korkunç rüyadan sonra, uyandığımda bir an önce bunları yazmam lazım diye geçirdim içimden.

 

Otuz Bir Mayıs İki Bin On Yedi 15 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Sesi Kuyuda Kaybolanlar

Hikâyeler zamanla evrim geçirir, yamulur, yalana benzer bir şey olur ve en sonunda da hiç yaşanmamış… O yüzden şuan her ne yaşıyorsan, o kadar da büyütmene gerek yok. O güzel satırlar, sözler mektup yazmayı bıraktığımızda bizi terk etti!

Yanlış bir üretim gibi hissediyorum kendimi, farklı olmanın değeri, biraz da suçlu olmak insan gözüyle. Kendimi dünyadan yalıtmak istiyorum. Dünya, cümle içinde kullanıldığında çoğul anlamına gelmesi, kendi yalnızlığını unutturamıyor. Dünya artık tekdüze, tek tip insanların yaşadığı, tekildir.

Artık içindeki mutsuzluğu avutamıyorsun. Susturamıyorsun mutsuzluğunun edepsiz sesini ve hüznünün artık çığırtkanlığını. Çıkamıyorsun, yusyuvarlak bir çukurdan, dönüp, dolaşıp, aynı olumsuzluğun içine, başladığın yere geri dönüyorsun. Sen olduğun yerde kalsan bile artık her şey senin etrafında olup, biterken bile yine aynı olaylar oluşmaya devam edecek. Elinden hiçbir şey gelmeyecek, inandığın zamanlarda da gelmiyordu zaten. Bundan böyle hiçbir şeyle mutlu olamayacağını bilen insanın beklentileri olağanüstü şeyler değildir. Beklentilerini sıfırın altında dondurmuştur.

Uzun, upuzun bir ara vermek istiyorum hayatıma, belki zihnim bir süre dinlenir, belki ruhum bir yerlerde durur, gelmeyecek günleri beklemeye koyulur. Tam da Aralık ayındayken… Yetişemediğim telaşların peşinde sürükleniyorum. Vahşeti anlatacak kelimeleri bulamıyorum. Kayıbım, evrenin bir köşesinde boşlukta salınıyorum. Huzur, eskilerde kalmış, çok değerli bir hazine artık. Olmayan duyguları beleşe harcıyoruz. Kaybettiğim hikâyemi ben doğmadan çok önce yazılmış bir romanın içinde buldum bu sabah, üstelik eski dilde yazılmıştı. Çözemiyordum birçok kelimeyi ama hikâyem orada yazılıydı. İşte sırf bu yüzden bile gitmek istiyorum eskilere, kaybolmak bir bilinci belki yeniden keşfetmek, kendini yeniden bulmaktır.

Solgun yüzlerin, ufka umutla baktığı yerden geliyorum. Sürekli kayıplarımız var, azaldığımız şeyler, arttığımız şeyler var. Çocukluğumun gözlerini kamaştıran kalemlerim kayıp. Kelimeler ise, peşimi bırakmıyor. Eski cumartesi günlerini özlüyorum, karlı kış günlerini… Şimdilerde gündüzleri aydınlatmayan ışıklar var, güneşi doğmayan sabahlar. Vakti gelmediği hâlde saate aldanmalarımız, gelmeyeceğini bilerek, beklemelerimiz. Kalabalık sokaklarda içinden başka gidecek yeri olmayan, konuşmak istedikçe susmaktan başka elimizden bir şey gelmemelerimiz… Sarhoş olmadan kederini dışa vuramayan gözlerimiz… Yazgım okunmuyor, gönül defterinde, sarsıntıyla geçen çocukluğum, yüreğimi kapkara bir bulutla kaplayan kaygılarım, elemimin üzerine gülümsemelerden ev yaptım. Adı hiç konulamayan bir çıkmazda hapisim. Gördüklerim yaşama körlüğü. Uzun gecelerde, görkemli kederleniyoruz. Bunalımlarımızdan çevremize verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemiyoruz, ömürsüzlüğü tarif ediyorum, yaşayamıyoruz.

Atıldığım dibi derin, zifiri karanlık bir kuyudan sesleniyorum, biliyorum sesim bile kayboldu bu kuyuda; birinin fırlattığı yaranın, kabuğu gibiyim, ne iyileşebiliyorum ne yaramı bulabiliyorum… Siyah-beyaz bir senaryoda, küçük çocuğun elindeki kırmızı balon sevinci gibi sevindiğim zamanlar da olmuştu, ama o balonlar uçtu, gitti artık.

Likralı bir tebessüm sabahın o saatlerinde, herkes birbirine bunca benzerken, hayalleri ne kadar farklı, normal görünmeye çalışmak buradan başlıyor. Çöpçüler ve gündelikçi teyzelerle çıkıyorum yola her sabah, Cumartesi dâhil. Çöpçüler Cumartesi sabahları da çalışıyor, teyzeler yok. Birlikte garip, yeşil biraz da ıslak hüzünlü montumla yürüyoruz, ellerim her zamankinden soğuk cumartesi sabahları. Yapışık, yünlü ve sobalı bir ev düşünüyorum, o ev hep uzaklarda, beni beklemediği de kesin, belki o da beni istemiyor. Yine de sabahın o saatinde, herkesle bunca benzeşmeye çalışırken, değişik bir şey düşündüğümü hissedip, utanmadan böbürleniyorum. Aynı şehirde insanlarla arama koyamadığım mesafeler yüzünden belki de hayallerimde dilediğimce delirip, istediğim kadar uçabiliyorum.

Seni bildiğim kadar, kendimi bilseydim acaba böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum. Kimsenin dış görünüşüne aldanmadan, yargılarımızdan sıyrılabilir miydik? Ya da göründüğü gibi olamayacağını da düşünebilir miydik bazı şeylerin?.. Sahtekârlıktan, ölümden, kandırılmaktan ve kabalıktan kalan zamanlarımızda ne yaptık, unutuyorum. Mücadelemizi başka yerlere yönlendirirken hayat, bildiğimiz kelimelerin anlamları değişti. Onlarla aynı manalara inanmıyorum, kelimelerin sesleri aynı yalnız, fakat anlamları onların düşündüğü gibi değil. İyi olduk ama güzel kalamadık. Bu da bizim buradaki talihsizliğimiz olsun, başkalarına oldukça cömert davranan talih. Gereği kadar tuttursaydık, belki de mutlu insanlar olabilirdik, mesela gördüklerimizi görmemiş gibi yapsak, duyduklarımızdan rahatsız olmasak. Çağını şaşıran ömrüm, bazı gerçeklere birazcık daha katlanamaz mıydı acaba? Aklım sorular ülkesi, üstelik cevapları kalbimin derinlerinde bile yok. Gerçekleri reddettiğimden beri, hiç güzel rüyalar göremiyorum. Sıkıntıyım, sıkıntılıyım. Eğildiğimde yere yuvarlanan yalnızca şapkam olmadı, olmayacaktı. Biliyordum. Aklımdan da bir şeyler uçup, gidecekti, çocukluğum mesela, kendimi çocukluğuma götüremediğim için, şimdi buralara böyle yarım yamalak geldim. Neyse, gideyim artık.

Her günüm aynı eksiklikte geçmeye devam ettiği hâlde, bir diğer günü tamamlayamıyorum. İki yarım geçen günden bir tam gün etmiyor. Matematik kuralları da bazen yanılıyor. Bazı yazılar kayıp, bazı hikâyeler olmadıkları hâlde fazlasıyla varlar. Anılar; geçmişte unutamadığımız kişilerin etleridir. Biz insan gibi ete, kemiğe bürünüp, unutamıyoruz!

Unutulmuş bir şairin kaybettiği bir şiirim. Dizelerim yırtık pırtık. Yazılmasam olmayacaktı, yazmasam anlamış olamayacaktım. Yine de bir şeyler fazlasıyla eksikmiş gibi gelmiyor mu sizlere de? Sen yanımdayken, sanki tüm dünyaya yetecek kadar mutluluk vardı içimde, şimdi kendi hüznüm kendime bile yetmiyor! Hayat yaşanılır gibi değil artık, hastalıklı. Hepimiz yaralı ve yaşamak şartlarının dışındayız, biraz itildik, biraz da şartlara uyum sağlayamadığımız için, kendi içimize gömüldük. Ölümü özlüyoruz, uykumuz gelmiş gibi. En kötüsü de bu kadar belirgin bir şeyi ifade edebilecek uygun cümle bulamamak…

Solmasını istemediğimiz çiçekleri cansız hâlde güzel görünmeye mecbur bıraktık, sonra da sıkıldık onlardan, çöp tenekesine yolladık. Yasaklı şarkılar gibiyim, çok az dinlenildim, saçlarım devrimi geçerken, tüm ihtilaller yıkıldı. Sanıyordum. İki gündür gözlerim şiş, niye ağladığımı ya da hangisine ağladığımı bilmeden ağlıyorum, moralim sıfırın altında donuyor, ama ısıtacak tek bir gülümseme yok, daha doğrusu kafamın aslında hangi soruna takıldığını bilemiyorum, belki her şey birbirine ayıramayacağım şekilde karıştı. Önce güzel düşüncelerimiz terk etti bizi, sıra gitmeyen kötülere kaldı, herkes bir diğerinin lideri olma derdinde, kimse kendi olmaya çabalamıyor, belki ben de artık insan olmak için çabalamamalıyım. Yoksa beni bu ruhsuzluk, bu şiirsizlik öldürecek.

On Dört Nisan İki Bin On Yedi 10:10
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized

Haberde İstanbul Gazetesinde Eylül 2016 tarihli “Yukarı Yuvarlanmalar” yazım.

Allah bizi yaratmasaydı, şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Nevin Akbulut

Eylül 2016