Browsing Category

nevinakbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Siyahın İçindeki Kırmızı

Mavi loş gecenin içinde, yeşil zeytin kolonya kokusu huzur veriyor mesela. Mor terliklerim aynı yerinde duruyor odanın ve ne giyersem giyeyim her gece, başka bir renge bürünüyor üstüm başım. Kalbimin kafesinin açıp, havalandırıyorum her gece, küflenmeye yüz tutmuş anılarım yüzünden üşütüyorum, önce kalbimi, sonra aklımı ve en sonunda da kafamı. İntihar edemeyip, şiir yazan ender insanlardanım, yanlış anlamayın, herkes şiir yazabiliyor, fakat intihar edemediği için yazan çok az. Biz azlığız, gecelik gibi bir şey, bir ihtiyaç, biraz ihtimal. Yeterince efsaneleşmeyi artık hak etmiyor muyuz?

Geçmiş zaman kipinde sorsan, hepimiz iyiydik, nasılsın’dan daha önemli sorularımız yoktu o zamanlar. En fazla “nerelerdesin?” diye sorardık. “Sağ-salim vardın mı?” demek aklımıza gelmezdi uğurladıklarımızı, şimdi tüm sorular can güvenliğimiz üzerine kurulu. Eski dilde cesedime rastladım, geçen zaman mahlukatı amma da değiştirmiş. Alfabenin içinde cesedime en çok yakışan harfi çekip, alıyorum. Artık benimle birlikte çürüyecek. Varlığımı kanıtlayacak kanıt ortalarda görünmüyordu, yaşadığımı kime ispatlayabilirdim ki bu cesedimle? Benimkisi biraz da yaşlı bir heyecan. Çocukken inandığım şeylere büyüdükçe başka, ulaşamayacağım bir hayatta rastlıyorum, inancın hoşluğuna ve boşluğuna yuvarlanıyorum. Kuytu köşeler bile saklanıyor benden, onlar da haklılar, hiçbir kelimeye dönüşememiş bir hikâyeyi taşımak istemiyor kimse. Öldükçe sevmeyi bıraktım, sevilmeyi ve hatırlanmayı da. Demek bunlar böyle sırasıyla oluyormuş, insan önce sevmekten vazgeçiyor, sonra ölüyor, sonra sevilmiyor en sonunda da unutuluyormuş, yoksa her ölüm sevilmemekten mi başlıyordu? İnsan inanamadığı şeylere daha çok inanır ve bağlanır hatta kutsallaştırır. İnanamadığımızdan mı böyle kutsallaşacak kadar uzaklaştık?

Göğsümüzde taşıdığımız en güzel melodileri iş makinaları katletti, sıra göğümüzdeki renge geldi, şimdi sıra diğer renklerimizde, yok olan güzel şeylerin acısı tüm kötülerin yüreklerinde patlasın, Allah’ım bu beddua değil, aslında dua. Biliyorum onların yürekleri yok, yürekleri para, belki eşya biraz da mal, mülk. Onlar patlasın o zaman. Aklımın alamayacağı acıları kalbime yükledin çünkü. Ağlanılası zamanları geçtim ama şimdi daha büyük şeylerim eksik gibi.

Kapanmayan hesapların alacaklısıyız, kedi tüyleri çok seviyor beni, yıldızlar izliyor biliyorum ama tanımıyor hiçbirisi, eğer birisi tanısaydı, böyle devam etmezdi. Utanılması gereken şeyler var, belki de dünyayı sevgi değil utanç kurtaracak, ama utanç eski kitapların gizli satırlarında kaldı. Utanmayı yeniden öğrenmek gerek belki de, o kitapları okumak gerek. Durmadan ölüyoruz, bir şey olamadan, en azından bir kelime olabilseydik, bitişik bir kelime. Türk Dil Kurumu’nun onayladığı bir kelime. Ölünce kelimen ne diye sorsalar, mezarda Münker Nekir melekleri yerine Edebiyat hocaları gelse mesela, hikâyemizi sorsa, senin harfin kim dese, kelimen ne dese, hangi hikâyeye aitsin dese, “neyin var?” der gibi sorsa, ince ve acınılası. Acımı anlatsam, herkes acısını gösterebilse elleriyle, o zaman herhangi bir dilin içine hapsolmadan yetse anlatmaya cümlelerimiz. Derdimizi açıp, gösterebilsek, derimizi gösterir gibi…

Çok mu gerekliydi bunca derdi yüklenmen? Ne yani sana bu dünyada madalya verip, diğer dünyada hanene birkaç sevap daha mı ekleyeceklerdi? Eğri bir şey gibi gördüm kalbimi, yamuk, yumuk çirkin. Ölüyorum, dilimi bulamamış gibiyim, içimdeki çığlıkların anlamını bilmiyorum, içimle aynı dili konuşmadığımız kesin. Birisi beni doğar doğmaz sandalyede unutmuş gibiyim, birileri üzerime bir şey attı belki, küller biriktirdim güller yerine. En son iyi olduğum zamanı hatırlamaya çalışıyorum, bir ağlamak takılıyor boğazıma, ben en çok boğazımla ağlarım, o boğazım acımazsa, düğüm çıkacak gibi olmazsa ağlamış saymam kendimi. İşte yine boğazımla ağlıyorum, acıdan boğulacak gibi oluyorum. Bir yerim bir şeyin arasında kalmış, sıkışmış gibi yüreğim bir kapı aralığında ya da bedenim dünyaya dar gelmiş gibi, içimin almadığı şeyler var, sınırlandırmak sinirlendiriyor. Mutlu bir aile görsem, belgesel izliyormuşum gibi geliyor. Hiç olmamış, nadir bir şey gibi, çerçeveletip, duvara asmak geliyor içimden ya da bir sandığa kilitlemek. Galiba neyi dertleneceğimi de bilmiyorum.

Kirli beyaz gömleğin hiç kirlenmediği, tüllerin hep aynı rüzgârda aynı salıntılarla uçuştuğu geceden, kirli zannedilen ellerinden utancı, aslında yaralarından renginin değiştiğini ispatlayacak hâli yoktu, zaten hiç hâli olmazdı onun. Ölünce tanınacak insanlar listesindeydi, belki daha da sonra, sanrılarından bir dünya yarattığından kimse tarafından bilinmeye gerek yoktu, anlatacak hâli de yoktu, zaten hep hâlsizdi.

Henüz yılmamış bir gülümsemeydi o sabah yüzümdeki, şuan hatırlayınca o sabahı içim acıyor, yüreğim titriyor, hiç bitmeyecek gibi, hiç susmayacak gibi gülmüştüm, mutluymuşum gibi gülmüştüm. Bir anlık bir uyuşturucu, bir nöbet gibiydi o an, unutuyordum nerede olduğumu, ne olacağıma dair kaygılarım sıfırın da altındaydı, ne yaptığım hiç önemli değildi, o duygu çok güzel uyuşturuyordu ve önemli olan buydu. Güneşin birden yüzüme vurmasıyla kendime geldim, ama gök de gürlüyordu sanki. Nerede olduğumu, ne olduğumu ve ne olmayacağımı hatırladım. Sonra sesler gelmeye başladı, gürültü denilebilecek derecede yırtıcı, karga ve kuş sesleri birbirine karıştı, hangisinin daha çok olduğunu ayırt edemedim.

İçmediğim zamanlarda doğru düzgün bir şey hatırladığımı zannetmiyorum, hatırlasam da olayların derinine inemiyorum, içmek benim için bir merdiven o karanlık kuyuya indiren. İçmeyince içmiyorum işte, gerisinin pek de önemi yok. Normal şeyler kadar sıradan, anlatıp kelime haznemi yormaya gerek yok. Yaşamaya gücümüz kalmadığı anlarda, kendimizi bıraktığımız o boşluğu dolduracak elbet bir şeyler bulunuyor. İlaçlar, antideprasanlar, yazmak, okumak, çıldırmak, içmek, bağımlılık. Yerçekimine güvendiğim günler için şimdi kendime lanet ediyorum. Gidemiyorum, ölemiyorum. Ne kadar gitsem de başladığım yerdeyim, ya bu hayat dediğimiz şey kandırıyor bizi ya da dünya hiç dönmüyor, olduğu yerde kalıyor, eğer dönseydi dönüp dolaşıp aynı kelimeleri de konuşmazdık. Yerçekimine yalvarmalıyım belki de, artık bir şeyler olsun, içine alsın beni falan diye, dünyanın başımıza yıkılması gerekirdi bunca fenalığın içinde. O yüzden onu beklemiyorum, yıkılsa şimdiye yıkılırdı, kıyamet kopardı, herkes ettiğini bulurdu. Kendini bölüp, parçalayıp, bazı parçalarını uzaklara yollayıp, bazılarıyla geçinmeye çalıştıktan sonra kendini usulca bu yeryüzünden silmenin de bir hazzı olmalı.

Bunca yalanın içinde hâlâ sağ kalacağını mı zannediyorsun? Ah yüreğim, doğru konuşacağına inanıyorsun da dinleyen olacak mı, yalanlardan başka? Anlatarak sonlandırmaya çalıştığım hayatımın bitiş noktasındaki üç noktaları barındırmaya çalışıyorum, bünyemin hazmedemediği yerlerde, bilmek bitiriyor hayatı, anlamak öldürüyor. Başka türlü bitmezdi, anlamak, anlatmaya da yetmiyor üstelik. Gecelik diye kâbusları giydiğimden, sabaha giyecek güzel şeylerim olmuyor. Yumuşak ve şeffafım, ikisinin bir arada olması, kendimden şikâyet etmeme yetiyor.

Ana rahminden çıkarken, kesilen göbek bağımızdan itibaren başlıyor belki de yerküredeki güvensizliğimiz. Hepimiz aynı acıyla gözlerimizi açıyoruz, bu bile yetmez mi bizi birbirimize benzetmeye?

Yirmi Üç Mart İki Bin On Yedi 17:20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yalnız Bir Kurgu

İnsan birisi öldükten sonra bile iyi dileklerle anılabilmeli. Ben öyle yapıyorum, öldükten sonra bile iyi niyetlerimi esirgemeyeceğim. Güzel kitaplar okumanı, güzel filmler izlemeni, harika şarkılara eşlik etmeni isteyeceğim hep. Benim için ölmüş olman, başka bir hayatta olmadığın anlamına gelmiyor sonuçta. Geçip, gittiğimiz yolları hiç unutmayacakmış harcamıştık sokaklarda, oysa şimdi eminim ikimiz de yollardaki o toz zerreciklerine, yolun kenarında dayandığımız o kış günkü soğuk duvara, yazın bizi yakan o sevimsiz güneşe bile muhtacız. Geçerken, bitirdiğimiz yollar şimdi bizi öldürüyor, saniyemizden, ömrümüzden, hayatımızdan harcadık o günleri, geri sayıma tutulmuş kronometreli nefesimizi harcadığımız gibi. Seni hafızamın ezberinden silebilseydim, bunca şeyi unutmak zorunda kalmayacaktım. Bir kedinin tek başına gördüğü rüya gibi yapayalnızsın, seni unutmak zorunda kaldığımda hiç kimse tarafından da hatırlanmayacaksın. Düştüğüm, ağladığım, hastalandığım tüm parçalarda sen varsın, üstelik parçalarımı kaybetmek uğruna bile unutabilirim. Bir kere de iyiliğimin yanında olabilseydin, yalnız bir kere ayağa kalktığımda ardımda bulabilseydim seni, yaralarımızın kötü ve çirkin kabuklarından kurtulabilseydik, yaraya bunca müptela olmasaydık.

Özenle kurduğum tüm cümleleri zatına soytarı gibi göstermeseydim, zaman adaletsiz bir şeymiş, tarih bunca sırlarla kaplı bir sandık olmasaydı. Yanlış zamanda doğru sıralamayla, yalnız bir kurguydun içimdeki. Zekâmın içtiklerinden sarhoş olurken beynim, sorgulayamadım sonrasını, yaşadıklarım tekrarlardan oluşsa da, başka türlü görünmüştü, zihnimin çocuksu oyunu. Kimden nasıl intikam alacağını bilemeyen bir çocuğun hıncını oyuncaklarından çıkarması gibiydi beynim. Başka tekrarları unuturken, bir tek sende takılı kaldım. Hangi kitlenin acısını yaşıyorduk amaçsızca, psikolojimin nevrini döndüğü zamanlarda içimde biriken isyanlarla birlikte üzerine biraz esriklik serptiğim kederimle birlikte aşırıya kaçmış olabilirim. Ciğerimin birini bitirip, ikincisine başlamıştım, bundan sonra kalbime de sıra gelebilirdi. Hadi birbirimizin acılarına bakıp, gülelim biraz, kalbimizdeki ateşi yiyelim, bitmeyen sevimsiz şeylerin adını sonsuzluk katalım, iyi bir şeymiş gibi…

Elimde kalan kırık dökük bir hikâye, yarısı yok, hikâye olmasına neden olan kişi ortalarda görünmüyor çünkü. Biraz mizah kattım durumuma, biraz bağımlılık, temeli oluşturan asıl nedenler yok olduğu için, olur olmaz şeyler bu hikâyenin vazgeçilmezleri arasında artık. Sanat yaptığını zannedip, sanatı olmayanlar şimdi bu satırları okusa belki bir dâhiyle ya da bir deliyle karşılaştığına yemin edebilirdi. Ama bunu kullanabiliyor muyuz, tabi ki hayır. Bu olumsuz havalar kadar olumsuz düşünmeye sevk eden şeyler var hayatlarımızda. Hasta ve asabi hissettiren, hiçbir yere ait hissettirmeyen. Bunlar da bu hikâyenin yersiz bir parçası, kitap olsa hani okuyucuyu sıkacak cinsinden, kitabı bir köşeye bırakmayı bırak, bildiği, bulabildiği en yüksekten uzaklara fırlatırdı herhâlde. Bildiğin ruhsuzluk. Sessizliğimin kuşkusunun kimseyi sardığı yok, kimse ürkmüyor bir şey söylememekten. Bunca zaman aynı şeyler olurken, hâlâ şaşırabilen yaratıklarız. Doğada benimsenmediğim kesin, o yüzden suskun bir şey, suskun ve karmaşık. Mazi yapışkan, o yüzden çekip gitmiyor o zamanlar. Tecrübe ettiklerimiz tespitlerimize yansımıyor, yaşadıklarımız unutuluyor o yüzden aynı acıya, aynı yerden yeniden hazırız. Kıymık sancısı gibi acıtan şeyler olduğu hâlde nasıl da umut ediyoruz, büyük acılardan sıyrılacağımıza, biz mutasyona uğramış cahil çocuklarız, hep yeniden inanmaya hazır. Altını kırmızı kalemle çizdiğim satırların ucu hiç sana batmadı ki, hiç acıtmadı, şimdi neden inanasın kalkıp da bu yazdıklarıma, bunların bir değeri olsaydı en azından tozlu rafları verirlerdi, okunup, silinecek. Parçalı, bulutluyum, parçalanıp, tükenmiyorum. Omurilik sancısından beynimi yok etmek istediğim saatler var, tümörleri neden yok edemiyoruz? Hoş belki de seviyoruz. Bunca kötü şeyin içinde iyi niyetlerle doluysam, ben gerçekten doluyum. Beynimdeki kelimelerden başka silahım yok, yoksa çoktan hikâyemle birlikte bir intihar düzenlerdim. Sürekli ağlayan çocukluğuma bu yaşımda mendil uzatmaya çalışıyorum, kendi gözyaşını silemeyen herkes gibi bir başkasının gözyaşına elinin yetişeceğini zannediyorum, nasıl da yanılıyorum. Papatyalar pek çok kokmadığı hâlde, sana onların kokusunu anlatmak isterdim, bunun için belki de başka bir yaratığa dönüşmem gerekebilir. Her gün başka bir şey düşündüğümden belki de artık başka birisi olma hayalimi de yitirdim. Hayallerim ve parmaklarım şişti, güzel kokulu sokaklar başka şehirlere yerleşti, beynimin üreten kısmında hep terk etmeyen bir ağrı, yüz üstü çakılmış gibiyim, dünyanın en yüksek binasının tepesinden, söyler misin bana neden o zaman hâlâ içimdekiler dökülmedi yere, ya da dökülmüş gibi neden rol yapamıyorum ben? Dünün korkunçluğu ve yarının zulmü arasında eziliyorum, adım diyebileceğim bir yerim neden yok benim?

Dünyaya yetecek kadar zulüm vardı, dünyanın belirli başlı yerlerinde. Bu zulümleri anlatmaya bile kalksak, ne olacaktı? Anlatırken biraz kendimizi affetmeye çalışıyoruz sanki. İnsanların bencillik ve duyarsızlıkları o kadar kaplamıştı ki her yanı, bunca şiir neden yazılıyordu? Ne işe yarıyordu etrafımızı büyülemek için söylediğimiz, karaladığımız cümleler? Kitaplar okunmuyor ama rafları dolduruyordu. Felsefe üzerine dünya dolusu cümle vardı, yine de anlaşılmayan şeyler çok fazlaydı, zulüm kendine dokunana kadar kimse görmüyordu ya da gözlerini kapatıyorlardı. İyiliğin ve kötülüğün gerisinde acı denilen bir şey var ve buna neden olan insan diye anılan yaratıklar var.

Geçmiş günler sanki geçilememiş, sanki az sonra ilerde biraz daha lazım olacakmış gibi. Kendimi bilmediğim bir yere saklayıp, kaçmak istiyorum, suçlu gibi, tüm suçlu gözlerle kendim dâhil herkesi düşman olarak görmüş gibi.

Anlatmakla bitiremediğim kaçıncı hikâyeydi bu, hikâye deyince sanki yaşamamışsın gibi oluyor ya da başkasının başına gelmiş gibi ama aslında hiçte öyle değil, o normal insanların sıradan düşünceleri. Banyoda suyla birlikte ağlamanın yeri bir başka hayatımda, o hâlimle aynaya bakarken, artık hayal kurmaktan vazgeçtiğimi, tavandaki çatlaklara gözümü diktiğimde, her şeyin aslında geçiciliğini, şu ıstırabın bile kalıcı olmadığını biliyorum. Mutsuz ailede büyümenin sancısını tüm hayatın boyunca hissederken, baba şefkatsizliğine türlü bahaneler bulmaya çalıştım, anne sevgisizliğine içime atarken, içimde büyüyen umutlardan başka harcanacak bir şeyim olmadığını, yüzüme yapışacak kadar uzayan arsız ve ıslak saçları, bir çırpıda kesip atmak istediğim şeylerin içinde biriktirdim, hayalleri ve umutları da beraberinde… Kimse duymasın diye atamadığım çığlıklar içimde çığ gibi büyürken, neden rahatsız olacaklarını düşünüyordum bilmiyorum, biraz da onlar rahatsız olsunlardı. Ama beni görmeyen insanlar, benden rahatsız olamazlardı ki zaten… Bunları anlatamam ki zaten, nerede ben de o yürek? Kalemden vazgeçip, çıkıp birilerinin karşısına anlatayım. Utangaç da değilim aslında da sanki beceriksiz gibiyim ya da gerekli görmüyorum sanırım. İçimde tutmam gereken şeyler vardı ve bu bir kanseri yeni baştan yenmeye çalışmak gibiydi, nereye gideceğini bilmediğin hâlde bir yola isteyerek çıkmak, işte bu çok zor.

On Altı Mart İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Keşke bunca…

Böyle işte insanın hayattaki hevesleri kırılırken, vazgeçiyor artık çocukluğa dair meraklarından. Solucanları küçükken rahatsız edip, toprağın içinden çıkarıp, yerlerinden eden bir çocuğun inanılmaz azabıyla büyüyordum belki de, hiçbir yere ait olamamanın verdiği bir yükle, yuvasını yıktığı hayvanların ardında bıraktığı yuvasızlığıyla ve yüzsüzlüğümle birlikte kalpsizliğimi de isterdim. Sokaklarından şiir akan memleketlerin uzaklarda kaldığı, yalnızca paranın geçiş yapabildiği bir kokulu rüya gibi şu sıralar. Ardımda bir sürü kırık cümle bıraktım, bir sürü yarım yamalak ve imlâ hatalı, kimseye toplayacak bir şey bırakmayacak kadar talan ettim ortalığı, hayatımla birlikte. Toplayan birinin olmaması, daha kolay dağıtacağım anlamına da gelmiyordu üstelik. Bir sırada üç çocukla sıkışık oturduğumuzda pencereden düşlediğim yemyeşil yolları takip eden yüreğimle, mezarlıklara giderdim. Sanki uzak tek yer mezarlıktı, sanki bir tek mezarlara ihtiyacım vardı. Sürekli düşmelerimden dizlerimde yer eden yaralardan bile daha az yer kaplıyordum dünyada, onlar kalıcıydı, ben geçiciydim, siliktim, daha da silinecektim. Çoraplarım sanki benim bağımsızlığımı anlamış gibi, gideceğimi sezmiş gibi, yapışıp dururdu dizlerimden yaralara, kurtarmaya çalışırken dizlerimden, hepimizden de bir şeyler giderdi, onun kabukları benim canım, çorabın birkaç sökük ip parçası. Yerimden kıpırdamadığım hâlde gittiğim yerlerin tadını şimdi ne kadar uzaklara gidersem gideyim, bulamıyorum, o seyahatler başkaydı, yüreğimi bırakmıyordum o zaman bir yerlerde, onu da taşıyıp, beraberimde götürebiliyordum. Gizli içilen sigaraların alımlı ve korkulu heyecanının tınısı hâlâ kulaklarımda, o zamanların silik tüm hayalleri bunca belirginken, şimdinin gerçekleriyle belki de başa çıkamadığımdan hep azalıp, siliniyor, yok oluyor. İçime sinmediği hâlde yüzüme ve bedenime sinen dış kokular var. Sigaranın dumanını sevdiğim kadar kokusunu sevemedim mesela. Bitik cümleleri birbirine eklemeye küçüklüğümden başladım, belki de bu yüzden hiçbir şeyi birleştiremedim, uğraşmasam kendi kendilerine bütünleşeceklerdi belki de…

Kurduğum cümlelerin yoğun bakım masraflarını karşılayacak gücüm yok, biraz da bu yüzden hepsini sokaklara döküyorum, saklamam gereken yaralarım gün yüzüne âşık oldu, içimin seni bağırdığı zamanlarda, sesli düşünürken, kendimi tüketirken, seni ezberletirken sokaklara, sahile, boşluklara… İçimin tiz sesi titreşirken beynimde onulmaz yaralar açarken sesinin hiçbir şey yapmayışı, bir daha eskisi gibi olamayacağımızın kırmızı lambalı işaretiydi. Çenemin titremesini alıkoyamadım, gözlerimin dolmasına aldırmadım. İçimde biriken tüm küfürleri cömertçe savururken, bu defa başladığı yere gelmeyeceğini hiçbir şeyin, artık biliyordum. Bilmek canımı sıkıyordu. Kendi eksenimde dönerken bile kendime gelemiyordum, eksenim yer değiştirmişti ya da dünya artık burada değildi. O umursamazlığınla dururken, keşke durmasan dedim. Keşke olmasan, keşke hiç olmasaydın. Seni aşkımla doğurmuş gibi severken, beni öldürür gibi yapmanı anlamıyordum. Keşke bunca delirmeseydim sana bakarken. Keşke bakmasını bilmeseydim bunca, seni doğurmuş gibi seni doğururken, kendime de hayat vermiş gibi hissetmeseydim keşke. Sen tüm mutlu olduğum toplasan birkaç saat zamanı ama matematiğin içine sığmayacak birkaç saati burnumdan, ağzımdan, kalbimden getirmeseydin, senin harabe gibi bıraktığın yerden kendimi harap etmeye devam ederken, sana nasıl sadık kaldığımı cümlelerimle bile anlatamamışken, başka cümlelere gidemediğimden biraz da dilsiz sandıklarından beni. Ama keşke dilsiz olsaydım, bunca anlamasaydım seni. Tek suçumuz imlâ hatasıydı, yanlış bir cümlede kullanılmıştık, gereksiz yere bunca seviyorduk, sebebini hiç anlayamadığımız, yaptıklarımıza kılıf uyduramıyorduk. Zamanla çığlıklarım yer değiştirdi, bizi belki de birleştiren, yalnız ikimizin içinin anladığı ortak bir tasaydı. Avazlarımı çıktıkça kendi kulaklarıma doldurdum, çocukluğumun bitmez anılarını kalbime yerleştirdim, ayakta durabilmenin çaresi buydu belki de… Ama gördüklerimi nereye sığdıracağımı bilmiyordum, gözlerin çok doluydu, çok uzaktı.

Minneti benden öğrendin, duygularımın savunmasız yanıyla değdim, yenildim, evrene defalarca minnettar oldum, bir de sana, sen hem minnetlerimin içinde hem de mutsuzluğumda vardın. Değiştiremedim, ikisini bir araya toplayamadım, bölünen kalbim gibi. İkisi de yarım yarımdı, yarım yamalaktı. Herkesi yabancı gözlerle suçlarken, içimizdeki korkular dökülüyor yüzümüze, gözlerimizin içinden geçip, gidiyor korkular ve biz bu sırada hayatımızın en değerlisini kaçırıyoruz belki, yanımızda yürüyen insandan bile korkuyoruz artık, suçlu ya da masum olsun. Oysa hiç tanımadan güvenmiştik çocukken birbirimize. O zamanlar daha mı cesurduk daha mı masum, yoksa daha mı insandık? İnsanları korkudan bunca içini didiklerken, kendi içimizi örseledik, eksildik, herkes gibi olduğumuz için, kimse gibi olamadığımız için. Kısıtlandıkça içimize hapsolduk, kendimizden başkasına güvenemez, sevemez olduk. İçtikçe kustuğum şeylerden çok, sindiremedikçe kustuklarım var. Durup dururken de kusabilmeli insan, hiçbir şey yokken ama o kadar çok neden var ki kusmaya…

Düşme arzularım eskilere dayanıyor, anne karnına, düşemediğim için şimdi her gün düşüyorum, düşlerimle birlikte, üstelik bana bir şey olmuyor, onlar sürekli kırılıyor, batıyor, kirleniyor. Mutsuz fotoğraflar biriktiriyorsun ya kursağında yutkunamadıklarınla birlikte, işte ne kadar anlaşılamazsa bir insan, o kadar anlaşılmıyoruz. Kötü bir dublajın içinde, seslere uyum sağlamaya çalışan, ortama bir türlü kendini ayarlayamayan acemi oyuncularız. İlk sezonda atılacağız bu filmden çünkü bıktık artık. Yağmuru kıskandıracak şekilde ağlardım bazı gecelerde. Geldiğime mi, gittiğime mi, bir şey olmadığına mı yoksa olmak istediğim yerde olamayacağıma mı? Bilemezdim. O anların hakikatini anlatmaya çabalasam, sadece susmuş olurum, susmuş ve ağlamış, sana anlattığım her şeyin kendiliğinden şiire devşirilmesi kelimelerin bize sadece güzel bir hediyesiydi. Yalnızlığımın vazgeçilmez nedeniydin, önüme serilen intiharlardan arta kalanı. Kalbinin kıyısına benim kadar süzülen olmamıştır, balık gibi yüzmekten korkmadım da kuş gibi uçarken kaybolmaktan korktum. Dizlerimdeki yaraların nedeni çocukluğumsa eğer, hiç kapanmayan yaramın da nedeni sensin. İntiharların kapladığı içimde gidecek yer bulamıyorum, savruluyorum, ölümü birden bire beklerken, yavaş ama hissettirmeden süzülüyorum içine. Tek silahlık bir ölüm tasvir etmiştim, olmadı, ölüm bile uzaklaşırken benden, ondan habersiz kendimi yok etme planının içine yerleştirdim kendimi.

Varlığıma inandırmaya çalışan hayalet gibiyim, yorgunum. Duyulmuyorum. Kimin rüyasını görüyorum, bilmiyorum. Kimin gerçeğinde, rüyayım, çözemiyorum. Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.

Yarım bıraktığım çayın ardından, bitiremediğim başka şeyler de olduğunu düşünüyorum, yarım bırakmaya alıştıklarım. Uyandığımdaki gibi değilim, uyuduğum gibi de değilim. İçimden geçenler, gidenler, gelenler var, ama hiçbirisi eskisi gibi değil. Geçmeyen huzursuzluğun yerini, koro hâlinde beynimin içine seslenen çığlıklar alıyor. İçimde tiz bir sancı, o da geçmiyor. İçimde yarım şeyler biriktikçe neyi nereye koymam gerektiğini, hangisini hangisiyle birleştireceğimi bilemiyorum, galiba bu beni çıldırtıyor. Ya ölüme ya delirmeye en yakın gerekçeler bunlar. Dışım başkalarının olmak isteyeceği durum, içim kendini tırmalayan sancılar, ben bile içimden kaçıp, gitmek istiyorum. İllaki bir hikâye yakıştırılıyor insana, oysa ben bir parçadan ibaretim, bir bölüm, belli belirsiz bir paragraf. Sonunu göremediğim için sonsuz biraz.

 

Yirmi Üç Şubat İki Bin On Yedi 16 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Çürümek

Karanlık uykulara dalmak için, gözlerimi kapatmak da yetmiyor bazen. Siyahın daha da karanlık olduğu köşeleri bulman gerekiyor. Seninle konuşurken şiir dilinde öykü gibi konuşmak isterdim, söylemek istediklerimi anlatmaya çalışırdım. İnsan çok şey anlatmak isterken bu kadar hiçbir şey anlatamaz mı? İşte ben öyle oluyordum. Sussam daha çok şey söylemiş olacaktım. Güneşin çarptığı iki soğuk ve bitik şişe gibiydik. Yalnız olmuyordu, birbirimize çarparak durabiliyorduk, çarpıp kırılıyorduk. Daha bir sürü eşya ya da duygu yaratabilirdim ikimizden, eğer şişelerden birisi başka yerde kırılmaya gitmeseydi. Bu kadar gamdan sonra gelen mutsuzluktan kim hoşlanır? Bunu bile göze almıştık, sormayacaktık, gecelerin soğuk ve nemli odalarında rutubet biriktiriyorduk, duygularımız da bozulmaya başlamıştı, büyüdükçe çürüyen bedenimiz gibi, hangisini nereye koyacağımızı bilmiyor, ne hissedeceğimizi kestiremiyorduk. Büzüşen ve soğuktan moraran parmaklarımla kalem tutmaktan kim hoşlanırdı? Ancak benim gibi duygusal zekâsı tavan yapmış, ruh hastası olduğunu itiraf edebilen birisi…

Biz çürümeye devam ederken, içimizdeki duygu adına her şey küflenmeye başladı, modası geçmiş kötü şarkılar gibi oldu içimiz. Kendime kaldığım için böyle mide bulandırıcı yazılar çıkıyor ortaya, oysa kendime kalmasaydım hiç yazmak istemezdim bunları. Bunca ağrı, sızı belki de çürümenin nedenlerindendir.

Mutluluğu şiddetle reddediyorum, mutlu olanlardan tiksinme nedenlerim var; dünyada bunca mutsuz varken, bence hiçbirimizin mutlu olmaya hakkı yok, ama gurur duyarak mutlu olanlar da var, tuhaf geliyorlar ne beynim ne de kalbim bunu hiçbir zaman anlayamayacak. Sanki bu yeryüzünde yaşamıyorlar, sanki dünyadan ayrı bir dünyaları var. İnsan gibi olamayacağım korkusundan dolayı nefret ediyorum mutluluktan.

Gittikçe suskunlaşıyoruz, cümlelerimiz tükeniyor, yaşadığımız kaos, karanlık. Geriye dönüp baktığımızda bizden sadece bir enkaz kalacak, belki de o yüzden bir faydası olmadığını, olmayacağını düşündüğümüzden bunca suskunluk. Felaketler atlası gibiyiz, öyle güzel sürükleniyoruz ki çukurlara, karanlık olduğundan anlayamıyoruz belki, farkında değiliz, asıl farkında olmamız gerekenlerin. Böyle giderse birkaç yıl sonra geriye bakabilirsek eğer, bizden kocaman bir ziyan, buradan da geriye koskoca bir çöl yığını kalacak.

Kimsenin kimseyi anlamadığı, anlamak istemediği bir hayattan sesleniyorum, bunca çaba ne kadar da boş değil mi? Oysa insan biraz kulak verse içindeki kötü hastalıkların bile sesini duyabilir, herkes biraz sağır olmayı tercih etti, belki de bu yaşamak için gerekli bir şeydi. Kâbuslarla dolu nice sayısız geceler geçirdikten sonra, hiç gelmeyecek olan güzel sabahları bekliyoruz. Ruhun aklına ihanet ederken, bedeninden onun acısını çıkarıyorsun. Acıyla kıvranırken içinin derinliklerinde tek dileğin boğulmak, boğulup, duman olmak, yok olmak. Saniyeler beyninin en hassas bölümüne saplanırken, gelecek zamandan endişelisin. Kafatasını delmek istediğin zamanlar olmuştu, kafan sapasağlamdı, dahası tüm düşünceler içindeydi, unutmak istediklerin bile. Kaçıp, gitmek istediğin zamanlarda o düşünceleri nereye koyacağını, nasıl tüketeceğini bilemediğinden gidemedin. Bir sessizliğin ortasında kalakaldın, üstelik seni duymayan bir sessizliğin…

Zihnini başka şeylere verip, beynini bölümlere ayırman da bir işe yaramadı, aklının ruhuna hiç yakın davranmayacağı belliydi. Bulunduğun yer gittikçe küçüldü, sığamaz oldun, kapana kısılmış fareler gibi çırpınıp, duruyordun. Beyninin yanmasıyla ısınıyordun. Duvarların üzerine yıkılmaya başlamıştı, otobanda üzerine gelen arabalar gibi tüm düşünceler üzerine geliyordu, saklanacak yerin yoktu, belki de en iyisi o otobana atlamaktı, bildiğin en yüksek yer bile yüksek değildi. Dünya yusyuvarlak olduğundan, sığınacak güvenli bir köşe yoktu, korkudan, tiksintiden ve belirsizlikten büzüşmeye başladın. Ne kadar küçülsen de seni görecek, sobeleyecek bir şeyler vardı muhakkak, bu da boşunaydı yani. Hayatı ortadan ikiye bölen zamanların, bıraktığı izlerin seslerinden rahatsız olurdun, beynini felç edecek büyük ve sonsuz o düşünceyi beklerdin sabahlara kadar. Ağrıların bitmediği sabahlara kalkarsın, kalkarsın çünkü aslında uyumamışsındır, birkaç kâbus birden sığdırdığın gecelere uyumak denmezdi, kâbus gördüklerini uykudan saymazdın, bilirdim, tüm bunları aslında kendimden bilirdim. Sabah yüzümü uyuşturan kırgın ağrılardan bilirdim. Bu döngü bir gün tamamlanacak, bir gün her şeyin sonu olması şuan için bizim buradaki tek tesellimiz.

Gereksiz yere bunca uzaklara gittim, geldim. Beynimi yordum, başımı ağrıttım, “anılar” denilen şehrin içine daldığımda hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyordum. Boşunaydı uğraşması beynimdeki bunca hücrenin, onların çoktan ölü olmaları gerekiyordu ve anılara da en çok ölüler yakışıyordu. Üstelik soru işaretlerini oldukları gibi bıraktım. Ve bazı hikâyelere dilediğin kadar nokta koymaktan kaçın, yine de yarım kalıyor bir şeyler, noktayı koyabilsek belki o zaman tastamam bir hikâye olabilirdi bu. Kaçtım, belki de sağlam bir hikâye olmaktan korktum, belki de bu umurumda olmadığı için, Sahi hikâyem sağlam olsa bile hiçbir kitapta yine yeri olmayacaktı, kimse okumayacaktı ama ben kendi hikâyemi kendi ellerimle bitirmekten korktum.

Yalnızca şu ânı iyileştirebiliriz, ölümü ve yaşanılacak hiçbir şeyi erteleyemeyiz, o yüzden nedir ki bu mücadele, bu hırs? Yaşadığın şu zamanı iyileştirebilmek de gerçek bir sanat işidir.

Sancılı düşler sonrası uyanmış gibi şaşkınsın. Biraz sabır, geçecek diye her gün kendimize öğüt veriyoruz, sabır ve nasihat diliyoruz. Oysa öyle sabırsızız ki, kırmızı ışıkta bile kimsenin beklemeye sabrı yok.

Yeterince ağlayamıyorsan, hissettiklerin israftan başka bir şey değil. Gece benim gibilere çok fazla zalim davranabiliyor, sarhoşluk sakladığın en acımasız anıları, beyninin girmek istemediğin odalarını aydınlatıyor. Oysa kâğıtlara yazdığım beynimin ölen hücreleriydi, unuttuklarımdı. Yazmasam yaşanmamış da olabilirlerdi ama ben bununla ilgilenmiyordum. Bitip, tüketmek istediklerimi, yok etmek istediklerimi yazıyordum, yazıp, bir çırpıda kurtulmak istiyordum, onlara ait en ufak bir tohum bile kalsın istemiyordum. İçimde o duygulara bir daha hiç yer kalmayacak kadar yazmak, yazmak ve tükenmek… Yavaşça siliniyor her şey, düzenli bir sıralamayla, yeniden eskiye doğru, büyükten küçüğe doğru. Son kalan milyon düşünceyle birlikte yeni rüyalar görüyorum, son gücümü buna harcıyorum, çok müsrifim. Yeni rüyalar beynime yeni ağırlıktan başka bir şey yapmıyor, hayatıma yeni düşünülecek şeyler ekliyorlar, yeni kalabalıklar ve bir sürü yeni anlamsızlıklar. Geceye eylem gerekiyordu, düşünmekten sarhoş oluyordum, diğer sarhoşluklardan bin kat beterdi. Herkese içimde kalan son umutları da ısmarlıyorum, şimdi daha kolay ölebilirim çatlak sesim, kırgın şiirlerim ve kesik öksürüklerimle birlikte. Ölürken güzel pozlar hayal ediyorum.

Çocukluğuma ulaşamıyorum. Zihnim olan biten tüm kötülüğüyle birlikte her şeyi bırakıp, sonsuzluğu seçti, kendi isteğiyle ve ben buna mani olamadım, elimden gelmedi, hakkım da yoktu zaten.

İki Şubat İki Bin On Yedi 14:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Pürüzlü Bir Hikâye

Yaşama sevincimi bir kademe artırmayı başardığımda odamı toparlamaya karar veriyorum, bu akşama kadar sürüyor, akşama aynı renksizlik, ruhsuzluk, aynı ton ağırlığında sıkıntılar. Kuruyan ellerin, zaman geçmesinden değil de üşümekten, roman kahramanlarına özenmen, kahraman olamayışın. Yorganının senden daha yorgun olması, çileden çıkaran çileler. Kendini bildiğinde, ezberlediğin o gülüşün hâlâ aynı yerde ve aynı şekilde olması. Roman kahramanlarının hayatta hiç karşına çıkmaması ve çıkmayacak olması… Bağlılığı değil de bağımlılığı anlatan yumaklar ve bağımlılığın aslında bir kopuş olduğunu iliklerine kadar hissetmen. Yanlış yere koyduğun noktalar ve noktalaman gereken yerde unuttuğun virgüller. Bilimle açıklayamayacağın şeyler var, ilimle bilemeyeceğin şeyler olduğu gibi… Herkesin bir şey biliyor olması seni uzaklaştırıyor her şeyden, sıcaklık deyince bir parça kan geliyor aklına, sonra ağzında hissediyorsun o paslı tadı, iğreniyorsun sıcaklıktan. Soğuk deyince bir parça kar düşüyor avuçlarına, soğuk temiz, güzel ama hayatsız, donmak bir şeyin aynı kalması anlamında senin lügatinde.

İnsan en çokta çok acayip şeyler söyleyeceğini zannettiğinde yanılıyor. En basit cümleleri kurmaktan başka bir şey yapamıyor çünkü…

Yıpranmış yılların ardından, pürüzlü bir hikâyenin, hatasız kahramanlarıydık. Karanlıkta kavuşmanın ağırlığıyla birlikte güzel, mum, çiçek kokusunu andırıyordu saatler. Sanki seninle olduğum o zamanlar, güzel bir kutunun içinde, dünyanın en güzel hediyesi gibi bahşedilmişti bana, hak etmiştim, hak ettiğimi düşünüyordum, bunca kötü geçen zamanlara karşın. Dünyanın en güzel romanının içindeki yine en güzel pasaj gibiydik. Yanındaki en huzurlu misafirdim çünkü kalbini görüyordum, açık ve ortadaydı. Tam ortasındaydım. Şimdi öylesine her şeyin ucundayım ki, bir adım atsam yokluğa sürükleneceğim, bir adım atsam, kuyulardan belirsizliğe uzanacağım. O ânlar kendimi dünyada, varlığımı yeryüzünde unuturdum, burada değildim, buraya ait olamazdım, varlığımın senin bazı zamanlarına değmesi bile benim bu dünyada denk gelebileceğim tek mucizeydi.

Dünyadaki kendimden kaçmaya çalışırken, acele telaşlarımın içine karıştığın hâlde, geçip gidememiştim, oysa geç kalmıştım, çoktan gitmeliydim, gitmeli ve unutmalı, unutacak zamanı bile bulamamalıydım. İnsanlardan kaçıp, sana sığınıyordum, senden kaçıp, kitaplara. Okuduğum kitaplarda seni bulma telaşıyla daha hızlı okuyordum. Dünyadaki herhangi bir şey bana haksızlık yaptığında, ıslak ve mutsuz dizlerine sığınıyordum, avuçlarından bir yuva istiyordum. Zaman geçiyordu, birbirimizi koruyamıyorduk kendimizden. En çok korunması gereken hayallerimiz çubuk kraker gibi dağıldı, aç kalmış sistemin boğazında. İçimdeki sana yine de anlatamadım kendimi, bu benim eksikliğimdi. Önce kendi masumiyetimi kurtarmam gerekiyordu, artık kendi masumiyetinden bile şüphe duyan birisini masallarla kandıramazdın. Ben bunları düşünmeye çalışırken, sen kırmızı iplerimi en acıyan yerlerinden kesip, bir gece yastığımın altına bırakıp, kayboldun ya da bendim kayıp olan, beni kaybetmiştin belki. Üstelik aranılan yerlerde olamayacaktım artık, bulunamayacaktım, kendimi bana bile teslim edemeden yok oluyordum. Hikâyenin uzun anlatılması, upuzun günlerin geçtiğine işaret değildir, hatta hiçbir gün bile yaşanmamış olabilir. Fidanlarım şimdi sessizce hangi yabancı bahçelerde büyümeye çalışacaklardı?

Bir şiirin ardından sürüklenip, gittim. İçimdeki inanç kalbimi sıyırdı, bir sezgiye saplanıp, kaldım. Artık daha yaralıydım ve daha inançsız. Her şey sürekli değişiyordu ama sanki hiç değişmiyormuş gibi bir kanıksama vardı, sanki hep böyleydi, her zaman aynı şeyleri düşünüp, uyuya kalırken, sanki aynı rüyalar karşılıyordu beni. Belli bir yerden sonra onlarla da anlaşmayı başarmıştım. Ayaklarıma dolanan kedilere anlatıyordum derdimi, sanki bir tek ve hep onlar anlıyordu. Zamanla yokluğunun verdiği huzursuzluğu iç huzurumla yatıştırdım, o kadar inandım ki olmadığına, bir rüya gibi gelip, geçtin, geçerken biraz kalbimi hırpalamayı da ihmal etmedin. Hayatımın en güzel günlerini çaldın huzur defterimden, sanki o yapraklar kopunca, geriye pek bir şey de kalmadı. Sevdiğim şarkıları melodisinin olmayışı gibi bir eksiklik. Yarımımdan fazlasıydı varlığın, şimdi yarımımdan azı kaldı bana.

Bir kış akşamı öldüğümde, kalbinde bulunsun, şefkatle öptüğün her yanımı merhametsizce gözlerimle ıslattım, senin mırıldandığın içi boş ezgiler, benim melodisi olmayan dizelerimle birleşti, en azından onlar kavuşmuştu. Hayalin korktuğum akşamlarda duvarlarda gövde gösterisi yapıyordu, yine de bir gövde olmuyordu bizden. Ya yalnızlığımız büyüktü bizim ya da varlığımız küçük geldi bu hikâyeye. Sokaklarda dolaşırken ıslatan yağmur da yetmiyor artık ruhumu dinginleştirmeye, umut etmek istiyorum, umutlu günleri çok geride bırakmışken… Dünyanın darlığı, sokakların çokluğu boğazımı sıkıyor, konuştuğum her şey yapışıyor gırtlağıma, üşümek için biraz gökyüzü lazım, kurtulmak için biraz yağmur içmek lazım. Satırlarımın sana ulaşmaz biliyorum, ulaşsa da okuyarak bile anlaşılamayacak şeyler var ama seni yine de her satır arasına sakladım. Kelimelerin çokluğu, senin yokluğun anlamına da gelmiyor buralarda. İnsan bazen içinin sesini de tırnak içinde saklamalı. Hiç yerinde olmayan bir özlem bu, hiç zamanı gelmeyen bir ayrılık, kara haber ulağı gibi geçti bu mevsim, hüsran ve mahcup. Şişeye ruhumu sattığım geceler, karanlık bir sabır gibi dikiliyor karşımda, hiç sabah olmuyor. Onca hüzne rağmen bazı geceler nasıl ağır geçiyor. Karanlığın içinde ağlamaktan kırmızıya dönüyor gözlerim. Aklıma geldiğin kadar, kalbime dokunabilseydin şimdi kaybolmazdı bu hikâye. Hafızam keşke bunca sadakatli olmasaydı, ihanetlere karşı. Hatırlamak intiharı çağrıştırıyor. Her hatırladığımda ölürken hatıralar, bir kere bile ölümü tatmamış gibi acemiyim. Oda dolusu kaçmak birikmiş aynamda, sitemlerimden duvarlarımda yer kalmamış güzel bir söz yazacak. Hangi duygudan medet umacağımı bilmeden dolanıp, duruyorum akşama kadar. Her şeye karşı tepkisiz, herkese dağıtacak birazcık gülümsemem var, o da yüzümde donuk. Sana yazdığım şiir imgesini aramaya çıktı, belki de biraz yaşasak daha rahat ölecektik ama vakit yok. Hep yokuş yukarı tırmandık, iyilik bile iyiliğiyle kalmadı.

Hava sıfır derece ve beni yalnızca bu katılaşmış soğuk üşütmüyor. Karaciğerimi bıraktığım yerde bulamadım. İnsan beynini yaktığı günleri, kafayı kırdığı anları bile özlüyorsa, yaşanacak pek de güzel gün kalmamış demektir. Umutsuzluk beynini ele geçirmiş, tavan yapmıştır.

Konuşamıyorum, ağzımda büyüyor kelimeler, büyük laf etme demişti büyüklerim, büyük lokma da yiyemiyorum. Boğazımdaki düğüm kalbime dayandı, zorluyor. Çıkarıp, atmak istediğim cümleler var çenemde, çenemi ağrıtıyor, söyleyemedikçe. Anlatabilmek için bazı şeylere, daha ne kadar virgül kullanmam gerekiyor ve hangi imla kurallarıyla izah edebilirim bunları? Kitabı var mı bunun? Bence yok, derinlerde olup, biten şeylerin kitabı yok. Minnettar olduğum acılar var, büyüttüğüm, boyumu aşan, dilime yer eden. Viski bardağıyla içtiğim şarap kokan genzimle, âşık olmaya içmişim, yemin gibi. Hayalini en çok karlara yakıştırdığım için, hiçbir parçan kalmadı. Erimeler peşinde sürükleniyorum. Gittiğim yollar da eriyor. Yazıp, kurtulmak istediğim cümlelerin acısını hissediyorum içimde, acının kalıcı olması için elimden geleni yapıyorum.

Bileklerini unut, ellerini yok say, en önemlisi de gözlerini yokmuş gibi yapman gerekiyor. Bileklerini unuttuğunda acıyı da unutacaksın. Yalnızca ince, ipince bir metalin varlığı olacak zihninde, o da kaybolacak, üstelik gözlerin o metalin yansımasında körleşmeyecek. Azaların seni terk etmeye başlamadan sen onları bırak. Bir silgi al beynini silmeye başla, soldan sağa, hayatına ait tüm genellemeleri terk et. Ölmek bu kadar da zor bir şey değil.

Yerkürede başka gezegen hayalleri kuruyoruz. Ölümüne susamış kervanlara katıldık. Tüm susamışlığımla, içimden seslendiklerimi duyman gerekirdi, anlatamadıklarının kölesi olmuş, acemi şairler gibiydim yanındayken. Anlaman lazımdı, dudaklarımdan süzülen dumanda suretini çizdim.

On Bir Ocak İki Bin On Yedi 12 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Zehir

Bulutlar yağmur öncesinde içi boş poşet gibi, hırpalanıyorlar. Sirenler acı, geceler tatsız, insanlar tasasız. Herkes gideceği yere geç kaldığı için bekleyen kişiler de beklemeye geç kalıyorlar, dolayısıyla rötarı çıldırmış şehrin geç kalan çocuklarıyız. Zil çaldı, dünya bizi kusacak zamansız bir anda başlayan akşam ezanında, kıyametimiz kopacak. Kafalar dolu, gözler bomboş. Herkes yanındakinin çukurunda yuvarlanıyor. Her şey olması gerektiği gibi oluyormuş gibi, ama aslında hiçte olmaması gereken gibi. Bir cümlede bu kadar çok aynı kelimeyi kullanmak ya ruh sağlıksızlığına ya da bilgisizliğe delalettir. Birincisi olmayı umuyorum. Acı çekmeyi bıraktım, onun yerine şaşırıyormuş gibi yapıyorum, acı gibi uyuşturmuyor ama olsun. Tüm üzerime düşen görevleri yerine getirmiş gibi bir rahatlık hissi, peşinden bir utangaçlık, peşinden bir huzur, huzurundan utanıyor insan, ağlıyor. Her şeyi bırakmış olmanın, gizlice veda etmiş olmanın verdiği huzuru kim bilebilir? Hatırları harcaması kolay olmamıştı oysa küçük parçalara böldüğü, uzaktan bakıldığında çöp odayı andıran hatıralarını kim tanımlayabilir? Nasıl ve kime anlatabilir, her birinin eşsiz şekilde içinde bir yere yerleştiğini, şimdi gitseler bile…

İçindeki zehir dilini kamaştırıyordu, konuşamıyordu. Susmayı tercih edişi belki de bu yüzdendi, yıllar içinde sadece çok mecbur kaldığı zamanda, kısa cümleler kurmaya özen gösteriyordu. Ne zamandır içinde sakladığı zehri bir tek kendisi için kullanacaktı, yine bunu bir tek kendisi biliyordu. Akrep gibi tek başına ama gururundan ölecekti. Sonrası gece yangınlarında sessiz, ambulansların bile sesini duymayacaktı artık, kulakları çınlamayacaktı, birilerinin onu andığına inanmayacaktı. Ne kadar sessizliği tercih ettiyse o kadar çok ses duyuyordu geceleri, cırcır böcekleri gibi hiçbir şey susmuyordu. Gece kâbuslarından saat üç gibi fırlamayacaktı, ter ve korku içinde, kalp gümbürtüsünün sesiyle, vurulan kapının sesini de karıştıramayacaktı. Sabaha karşı hissettiği huzuru da benimseyemeyecekti. Bunu kabullenip, kendini rahatlamak zorunda hissetmeyecekti, en önemlisi içindeki zehri teselli etmek durumunda kalmayacaktı. Varlığı bir tek kendisi için, yalnız kendisine gösterilmiş bir şeydi. Başkalarına açıklamak zorunda kalmayacağı zehrin kalıntıları, kendi kendini yok etmeyi de bilecekti. Herhangi bir çağın teknolojisi de yetişemeyecekti bu kalıntıları bulmaya.

Mektuplar boş sayfa olarak, yalansız ve kelimesiz kalacaklardı. Kalın kitapların karton kapakları kırışmayacaktı, en önemlisi de yatağında artık bir kitap uyumayacaktı, yorgun kapaklarıyla. Belki biraz daha tozlanacaklardı, birkaç asır. Pencerelerin perdesiz oluşu da umurunda olmayacaktı artık, camların açık oluşundan doğan etkiyle tüllerin savruluşu yer değiştirecekti ruhunun pervasızlığıyla. Birlikte düşlenen her şey sadakatsizce tek başına unutulacaktı. Belki yarım şiirlere yazık olacaktı, bir daha yazılmayacak ve bir daha hiçbir hikâyede anılmayacak kişilerin ruhları vardı. Onlar da bu zehirden sonra yok olmaya mahkûmlardı.

Kaldığı gurbetten başka bir şey değildi. Gitmek daha çok sılasıydı. Özlemlerin tutkunu olduğu durakların istasyonsuzluğuydu, kalmak yönsüzlüktü. Kapıları açık bırakabilirdi şimdi sonuna kadar, eşiğinde hayvanlar bekleyebilir, paspasının altına bırakmak zorunda kaldığı anahtarı unutabilirdi. Şimdi her şeyi öylesine, bulmak istemeyeceği şekilde bırakıyordu. Kimseye karşı içinde vicdan azabı beslemiyordu, içinde zaten çok az şey yetiştirmişti, onlar da tüm hayatı boyunca yeterli gelmişti, bütün duygularının kontrolü için kısa ömrüne yetmişti yaşadıkları ya da yaşayamadıkları. Günler fırtınasız geçecekti artık, belki bir rüzgârı bile özleyecekti ama emindi güneşi özlemeyecekti, güneş içini ısıtanlardan değil, canını yakanlardan olmuştu. Kapıları eşiksiz bırakabilirdi. Ellerinin soğuğundan defterleri üşümeyecekti artık, soğukluğu da düşünmeyecek, takmayacak hatta hiç özlemeyecekti. Yalnızlığının içine gizlenen gururdan kendi dâhil hiç kimsenin haberi yoktu, şimdi bu zehrin ardından bir gurur bulutu kaplayabilirdi bu şehri. Haberi olmayacaktı gidişinden arta kalan boşluktan. Bu boşluk varlığını dolduramamış ama aynı zamanda bir semti kaplayacak kadar büyümüştü. Kendisine yetiremediği boşluk şimdi kocaman bir adresi kaplayabilirdi. Boşluğun izahını yoklukla tarif edemezdi.

Şair belki de yazdığı son şiiri, son şiir olduğunu bilemez. Artık bayrak kavgası, gülünç ihtirasları geride bırakmıştır. Önceden severek yaptığı birçok şeyi, hatta kavgaları, sonraları çocukça ve komik bulmuştur. Kelimelerle kavganın bir yararı yoktu, her zaman yazdığı aynı şiiri aynı anlamlara gelen başka kelimelerle döküyordu kâğıdın yüzüne, şiiri bir taneydi. Kitapların arasında kalan eskilerden kalma mistik enerjileri bulabilmesi yetiyordu, hatta hissedebilmesi bile. Hazır şiirin zirvesinde görüyorken kendini, tam doruğundayken o şiiri dalgalara geri verme zamanıydı. Kelimeleri eğip, bükemeyecek, eğemeyecekti artık onları. Köhne imgelerin peşinde gecelerce sabahladığı zamanların nedenini hiçbir zaman bilemeyecekti artık, bundan böyle süslü püslü, bencilce yalnız kendine sakladığı yazıları da neden yazdığını bilemeyeceği gibi. Algılamak, hissetmek, sevdalanmak, zirve, kavga hepsi bomboş şeylerdi artık. Tüm kelimelerin anlamı birbirine karışmıştı. Ama tüm bunların güzelliği de vardı, çocukça hissediyordu kendini, büyüdüğü aklına gelmiyordu. Geriye bir tek vicdan azabı kalacaktı.

Vicdan azabı, insanın iyilik yanına katkı sağlayan bir duygudur. İnsan olduğunu hissettirir. Dünya dengelerini yitirdi, hepimizin de bunda parmağı var. Asıl olan sürekli kötülük dengesinin çoğalması. İyilik de gün gelip yok olacak, ama şimdi dünya tüm kötülüğü ve rutubetiyle çürüyecek. Çürürken kötü kokulara çıkaracak. Bütün yorgunluklarımdan kurtulduğumda geriye pek bir şey kalmıyor, biraz sade sözcükten başka. Ben bunun için mi bu kadar yoruldum? Kendime geldiğimde kıyametin koptuğunu düşünmeye başladım.

Bazen de yazdıklarını, kitabına uydurmak için yaşarsın. İyice kaybolmadan, aklını ve ruhunu henüz kaybetmeden, her şey henüz yalan olmadan, bitmeden yazıyorum. Kendi varlığımın yalanını ortaya çıkarmak için yazıyorum çünkü kimse kimsenin dramında değil, işte bu en büyük dram.

Hayallerim gerçek, gerçeklerim doğru değil. O hayali ilk nerede gördüğümü hatırlamıyorum. İlk nerede nüksetmişti hayatıma, belki bunu bulabilsem, gerçek olmaya biraz daha yaklaşabilirdim.

Bu dünyadan yalnız saçlarımı ve ellerimi bir de dövmelerimi alıp, gideceğim. Herkes kötülükten şikâyet ederken, onlarca kötülük yapıyor, hatta birilerinin zarar görmesine vesile oluyorlar. Bilerek veya bilmeyerek, bilerek olanları Allah affetmesin, ama bilmeden olanları affetmeni isterim Allah’ım. Tonlarca kötülük gördüğüm için gideceğim. Mağlup olduğum için, daha fazla kalmamak için mağlup olmayı, bizzat kendi rızamla tercih ettiğim için gideceğim. Her güz mevsiminde, sararıp, dökülen yapraklar ölümü hatırlattığı için, özlememem gereken şeyleri özlediğim ve bu özlemlerin ruhuma ve bedenime zararı olduğu için gideceğim. Dayanamadığım için ve bunu bir tek kendim bildiğim için gideceğim. İnsan insanın yamyamıdır, bunu bildiğim için, dünya denilen yerde herkes çıldırıp, birbirini yemeye kalktığı için gideceğim. Küçükken kesilen topları ve kolları, kafası kırılan bebekleri unutamadığım için gideceğim. Yaralarımın kendimden ruhuma, ruhumdan yine kendime bulaştığını bildiğim ve bunun ilacının olmadığının idrakinde olduğum için gideceğim. Kendime daha fazla yazık etmemek için ve ruhuma iyi bir şey yapmak için gideceğim.

On Altı Aralık İki Bin On Altı 16 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Yarımca

Sadece sarhoşluğumuz birbirine denk gelmişti, gerçek dünyada tanımayacaktık birbirimizi. Belki de sarhoşken bir gece yarısı, yine birbirimize denk gelip, tanırız içimizden. Normal şartlarda karşılaşmamız mümkün değil, biliyorum, bunun için tüm normal olan şeyleri reddediyorum. Ben her gece bunu düşünerek sarhoş oluyorum, bir tek o “belki” için…
Senden bir cevap gelmemesi, herkesin susması gibi, benim bunu beklemem beynimde herhangi bir yerin tatlı tatlı kaşınması, ama onu bulamıyor olmam gibi. Şimdi kiminle tanışırsam tanışayım, yeni bir kitaba başlamanın heyecanını yaşatamaz bana.

Yorgun bir günün ardından hüzünlü bir uyku, yapışkan çarşaflardan başka bir şey yok tenimde, ama öyle soğuk. Devrilmiş duvarlardan arta kalan ıssız yatak, köşede küsmüş lamba, ışıksız uyuyamam sesleri. Uykumda duyduklarımı, gerçek hayatta duysaydım, bu kadar mutlu olamazdım, hızın sustuğu an, zamanın bittiği gece, bacaklarımda derin izler, benimle birlikte devrilen yatak, yine de hep bir huzur, rüyanın rahatlığı. Yazamayınca susturamadığım şiirler ve her şeyin sırasının değişmesi, hatta tersleşmesi. Binlerce çiçek uyuyor, huzursuzluktan muaf, kuşların cıvıltısı ninnileri, ne güzel de susulur, aynı şarkıda. Dizlerimde kırık dizeler, sırf bu yüzden bile kırılabilirdim, yıldızları görmeseydim, yıldızını bilmeseydim, kanattıkları için dizlerimi… Sessiz ağlamayı da bilmem ben artık, bu dehşetin içine düştüm düşeli, sessiz ağlamalar ihanet gibi gelir ıstırabıma. Kendi ellerimle sarılıyorum kendime, belim ve boynum ele geçiriliyor, usulca, içimde hep kaybetme korkusu, sırf bu yüzden sahip olma duygusunu yitirdim. Güneşe dayanamıyorum, gece de ışıksızlığa, günaydın kelimesi en çok hak etmeyenlere ulaşıyor, sırf bu yüzden loş karanlığı seviyorum, yapay bir sevgi benimkisi, vazgeçebilirim aynı zamanda saklanacak bir göğüs bulduğumda. Aynada dudaklarım hep kırmızı, başka zaman değil, uzaklarda bir ısırılmışlığım var, elmadan sonra, artık şiirler hep eksik.

İlaçlar bedenimizi kandırmakla meşgul, dışarıda durmadan yağmur yağıyor, ayaklarım dışarıda, yalnızca yağmurun görebileceği bir yerde, salyangozları da severim ben kaplumbağalar kadar, onların sırtı o kadar güçlü değil ama kalp gibi kırılgan yaratılmış. Uzanamıyorum ben, ne zamandır. Sırt üstü yatabilmenin güvenden geldiğini öğrendiğimden beri, dünyaya güvenmiyorum, hatta yıldızlara, güneşe bile. İnsan hep karşısındakinde kendine benzeyen bir yanını arıyor, bulamayınca ona benzetmeye çalışıyor, en az bir yanını, bunu güvenli bir şey zannediyor, benzemek zorundaymışız gibi. Hâlbuki insan kendi kendine bile kötülük yapabiliyor, kendi kendini sevebildiği gibi. Gökyüzünden kırmızı kar yağsa, üşütmezdi sanırım.

Havadar alanda gece beni havasız bırakacak şeyler yaptım, hava bulutlu, kasveti yüreğimizden ödünç almış, bir haftalık böyle. Beynimin sağ lobu bir daha acımasın diye, eve kapatmadım kendimi, içerken. Ona dair birkaç mutlu son hikâyesi kurdum kafamda, mutlu olmadığını biliyordum, içince insan en güzel yalanları kendine söylüyor, üstelik kendinden başka kimseyi inandırmak zorunda da değilsin. Basit şeyler uğruna, zengin güzelliklerimiz mahvoluyor, açık hava ihtimalleri bodrumla sonlanıyor, bence herkes biraz nefessizlikten şikâyet edebilmeli.

Bazı cümlelerin hitabet şekli yalnız o kişilere aitmiş gibi. Suretin yasak olduğu yerlerde, bizzat sıfatım. Seninle güldüğüm günler, beni ağlatıyorsa…

Tüm rahatsız ruh tipleri için; “aynen, ben de” kelimelerini, önce biriktirip, sonra da tükettiğim, bitmez küfürlerle, işbirlikçiliğim ve elbirliğimle birlikte, gözkapaklarımızı kapatalım. Yoksa bu hayatla hiçbir konu hakkında aynı fikirde olamam.
Açık camdan içeri giren rüzgâr, muhakkak giderken de bir şeyleri götürüyor. Bir neslin değiştiğini oyuncaklarından anlayabiliriz, camdan giren fırtına kapıyı kapatmama engel, renkli çekmecelerin üzerindeki fanus sallanıyor, bir tehdit benim ve balıklarım için, bir şeyler devrildikçe hiç düzelemeyeceğimi düşünüyorum, iyi olamayacağım da bir tehdit önümde, zararının yalnız şahsıma dokunduğu… Yalnızlık sürekli büyürken içimde, kalabalık yalnızca flu bir oyuncak gözümde, istediğim zaman yerlerini değiştirebiliyorum, gece uykulu, gündüz de uykusuz, bazı şeylerin aşırısı gerçekten zararlı, değişimin bile.

Hayat; ya hiç gelmeyecek olan treni beklemek ya son dakikada kaçırdığımız otobüs ya da hiç gelmeyecek olan istasyon.

Uzun zamandır bir belirsizliğin tam üzerinde hissediyorum kendimi, cam yeşili bir ışık gibi beynimde yanıp sönen bir lamba var, gözlerimi çiziyor, yüreğim de yırtıldı uzun zaman önce. Artık hiçbir şeye ihtiyacın olmadığını hissettiğin anda uzaklaşıyorsun asıl insanlardan çünkü daha az yaşıyorsun. Sırf bu yüzden korkuyorlar senden, ihtiyacın olan çok az şey var belki bir nefes, belki bir tabak makarna, belki de bir bardak çay, tüm bunları kendin yapabildiğin için korkuyorlar senden. İnsanlar hep kendilerine ihtiyacı olan insanları severler, bir tür bağımlılıktır bu, korkunç bir şeydir aslında karanlık bir gece gibi insanların cin fikirleri. İstediği gibi gitmeyince bir şeyler, nasıl korkunç olabiliyorlar. Fanusuma saklandım ben, etrafım cam, belki de kendime gelmem için, alnımı ovuşturan, kolonya kokan bir eldi, o bile kayboldu gözyaşlarımın tuzunda, bana dokunmayan şeylerin o ele de dokunamayacağını zannetmiştim, meğer tuzlu suda boğulmak daha zormuş, onların elleri tatlı suya alışkın. Belki de yer küresi kocaman bir fanus ve her şey beni boğmak için hayat bulmuş.

Öyle güzeldi ki;
Allah onu bana günah olarak yaratmıştı!

Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.

Dört Ağustos İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Konforlu Yalnızlık

Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu.

Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum.

Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım… Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz.

Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre…

Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların.

Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum…

Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor…

İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor.

Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım.

Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.

Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz…

Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Hanımelinin Ojesi

Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.
Bazı zamanlar hiç akmıyordu.

İlkokula giderken, resim dersinde hep aynı sarı saçlı, hep aynı boylu, zaman zaman gözleri değişen aynı kadını çizerdim. Silgi kokusunu severdim, kurşun kalemi tutuşum hiç değişmedi yıllar sonra. Öyle sımsıkı, parmağımı acıtırcasına…

Roman yazmaya teşebbüs ettiğim o gece suçlu gibiydim, haberim olmadan hatta haberin olmadan kurgulamıştım, düşüncelerim suçluydu, kalemim masum. Belki de haberimiz olmadan Allah bizi aynı romanın içine yerleştirmişti, bunu ben yapmamıştım, düşüncemin içine belki o katmıştı, elim suçluydu daha ilk paragrafta yorulmuştu, kalem tükenmeye yüz tutmuştu, Pamuk Prenses masalları doldurmuyordu içimin odalarını, daha çok birdenbire geceleyin karşıma çıkan kâbuslar dolduruyordu. O kadar da korkunç değildi roman, başımı kitaplığa çarptığımda. Belki bu romanda tam da bu saatte ölürüm umuduyla, okuyucunun umutsuzluğunu ölçmek istemiştim, patlamış mısırla okunamayacak bir şeydi bu, film izler gibiydi hayaller, ucuz bir sahnede âşık olacaktık, buluşma saatini kaçırmasaydık ya da biraz daha beklemeyi akıl edebilseydik, gelmez diye hemen umutsuzluğa düşmeyiverseydik.

Hâlâ çıldırmadıysam düşündüğüm şeyler var demektir, birilerini haklı bulma, birilerini haksızlığın içinde bulmak gibi. Kendimi yerli, yersiz bir yerlerde olacağımı düşünmek gibi… Her gün standart acılara uyanırken, çektiğin sızının onda biri bile alışılmış değilken, değişken ruh hâlin her an biraz daha törpüleniyor, sen o yarım yamalak ruhunla hâlâ bu düzensiz düzende var olacağını mı sanıyorsun? Ah nasıl yanılıyorsun, nasıl kandırıyorlar, nasıl yanılıyorum…

Geniş zamanlı sancıların boyunu ve tarihini ölçemiyorum, konduramıyorum da bu duruma matematik hesaplarını, rakamlar kesinliği, harfler de biraz kıvraklığı gösteriyor, biraz da kırılganlığı. Mutlu olduğum yemekler yok artık, mutlu olduğum sözler gibi, mutlu olduğum kuşlar da uçtu gitti, açtığında mutlu olduğum çiçekler gibi, kahkahalar istemsizce dökülürken ağzımdan, tam zamanlı bomba gibi patlıyor gözyaşlarım. Sahi ne kadar tanıdık değil mi yanaklarıma, her gün sızan o ılıklık… Biraz bekleyince tuzun tanıdık yakması, dudakların buna tanık olması. Hâlâ çıldırmadıysam henüz ağlayabildiğim içindir ve hâlâ delirmediysem, bir gün delirip, kendimi yok etmek içindir.

Hiç yazamayacağım bir romanın en sessiz kahramanı olarak konuşuyorum burada, beni anlamalarını ummuyorum, görmelerini beklemediğim gibi. Arama, bulma ve kurtarma çabaları da yersiz artık bu satırdan sonra. Ruhaniliğimden sıkılırken birileri, ben de onların egolarından sıkıldım. İki kitap okuyarak edebiyatçı, iki manevi sohbete katılarak nirvanaya ulaşılabiliyor artık, belki de bu yüzden hiç olan yerimden, hiç kımıldamıyorum, başka sesleri taklit ederken bazıları, kendi rengimle aynı renkte kanadım, rengimi gizlemedim, yüzümü de…

Acılar elbette bir yere yerleşeceklerdi, en uygun yer gözlerimdi, büyüklerdi, izin verdim. Varoluşumdaki çaresizliğe derman bulamadım, içimdeki kelimeler biraz daha yaşasın diye buradayım. Nasıl böyle bir dizeye hâkim oldum bilmiyorum, kanatlarım var sanıyordum, uçamıyordum, mutsuzum zannediyordum, durmadan gülüyordum, insanlığımın huyunda varmış ters orantı. Yine de çok fazla kafa yormadım, ellerimi üşüdüğümden sıcak masallara göndermiştim, gözlerimi büyülü şiirlere, geriye saçma sapan bir ruhum kalmıştı, o da sıkılmıştı. Aklımda kuşlar geziyordu, tutamıyordum onları, oysa benimsediğin, çok önemsediğin bir şeye insan somut bir şekilde dokunabilmeliydi, dokunamamak laneti küçüklüğümden beri peşimi bırakmamıştı. Zamansızlığımı düşünüyordum, zamansız gelişimi, doğuşumu, büyüyüşümü, hiç birinin çözümü yoktu, sonra sızılar elle tutulur olmaya başladı, yalnız gözümde değil, elimde, kalbimde, kollarımda, sırtımdaki sızıda, her yerde büyüdüler. Ruhum çağını şaşırdı, varolduğum zamanla hiçbir zaman örtüşemeyeceğim. Şu zamana sığamadığımdan, geçmişteki zamana sığınmayı seçtim. Ama bir adım geriye gidemedim. En büyük zamansızlık aslında, anlaşılamamak ve aynı zaman haksızlık…

Hayatın başka ellerden düşme, parça parça hikâyelerden oluşan, bir kolajsa, ne yapabilirsin ki? Hangi parçanın peşine düşebilir, hangi tarafını tamamlayabilirsin? Hayatını hangi büyük cümleyle tanımlayabilir, ömrünü hikâyenin neresiyle özetleyebilirsin?

Çoğu zaman hayat değerliymiş gibi davranıyorum, ama onu avuçlarımda tutamıyorum, o beni değerli olarak görmüyor, bilmiyor ya da, tıpkı benim bazı şeyleri yaparken düşünemediğim gibi. Odamda rutubet var, sürekli var, yine de bitki çayları içiyorum, sağlıklı beslenmeye çalışıyormuşum gibi yapıyorum, oysa her dakika sağlıksız geçiyor. Nedensiz, bir şeyler beni kötü ederken, ben başka bir şeyleri iyi edebilir miyim bilmiyorum, dokunan iç içe geçen parmaklarımla, iç organlarımın yerini şaşırdığımdan beri, neyi ne kadar engelleyebilirim hiçbir fikrim yok. Ağrılarımın nedenini içimde bir yerlerde arıyorum, iyi ki içimi göremiyorum. Damarlarım yerli yerinde değil, kimisi kaymış, kimisi kurumuş, kalbimde bir tekleme, ciğerimde delik var. Buna rağmen yüzümü güzel hissettiğim, ruhumu sağlıklı bildiğim zamanlar da var, o zamanlar dünyanın değerli bir bireyiymişim gibi budala bir his yapışıyor beynime, sonra öyle olmadığını hatırlatacak muhakkak bir şey oluyor. O afili his, düğün salonunda beş saat sonra dağılan salon gibi bomboş, kirli ve mide bulandırıcı bir hisse dönüşüyor. Her şey kokuyor işte o zaman, mesela kelimeler, ismine uygun kokuyor, çiçek kokusu çok az, tükenmiş, birileri çiçek kokularını alıp, kendilerine saklamış muhakkak.

Yaşamak istemediğim zamanlarda, mevsimi geçen bir çiçek gibi, kuruyup, ölüp, kalsam öylece ve sonra başka bir bahara, upuzun bir zamana, dünya beni unutana kadar yeniden açmasam…

Hayata siyah bir ölüm masalının üzerinden tutunmak, tıpkı eldivenle gözyaşlarını silmek gibi…

Bir anlasaydınız cinnetlerimi, bir anlasaydınız nasıl bir tabutun içinde sıkışıp, kaldığımı, bir anlasaydınız gözlerimdeki hayal kırıklığının yerini artık yalnızca siyah bir ölümün perdelediğini… Bir damla mutluluğu hayat bana çok gördü, üstelik çok susamıştım. Şimdi ben kime neyin minnetini besleyeyim?

Uzun zamandır işsizim, hayalsiz kaldım. Üzüntüden düşünecek hâlim, hayal kuracak takatim kalmadı. Babamın ayakkabısıyla birlikte, bir örümcek sızıyor içeri eşikten. Yaz akşamları kızıl kokuyor buralar, hanımeliyle karışık. Ben daha çok mor kokuyorum. Hanımelinin ojesi kokuyor belki. Sonra bir tereddüt sarılmış boynuma, bazı çiçekler çok konuşkan, bazı yıldızlar çok yakışıklı. Bazı heceler, gecelerden daha derin. Bazı geceler çok üşüyorum, ağladığımdan belki, su kaybediyorum. Gözyaşlarımı biriktirip, su torbasının içine zulalamak istiyorum. Gülümsüyorum, böbreklerim bir kez daha kasılıyor, ben de katılıyorum onlara. Gülümsüyorum çünkü bazen çok kırmızı kokuyorum, hanımelinin ellerini öpüyorum. Dudaklarım hanımeli gibi gülümsüyor, çok gülüyorum çünkü bazı çiçekler çok âşık.

Bir Temmuz İki Bin On Altı 16 50
Nevin Akbulut