Browsing Category

edebiyat

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized

Haberde İstanbul Gazetesinde Eylül 2016 tarihli “Yukarı Yuvarlanmalar” yazım.

Allah bizi yaratmasaydı, şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Nevin Akbulut

Eylül 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Kedilerin de Saçları Var

Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına…

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne… Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden “İstem dışı kırmızı”dan sonra “hüzünlüydü çok güldüm” çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması… En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

 

Nevin Akbulut

On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yukarı Yuvarlanmalar

Allah bizi yaratmasaydı

Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

 

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

 

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.

 

On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Türkçe Sözlü Ağır Dram

Öleceğim Çünkü…

 

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

 

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

 

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

 

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

 

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

 

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

 

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

 

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

 

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

 

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum…

 

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

 

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.

 

Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Gaipten Ağıtlar

Her gün dibe vurmakla ilgili en az beş cümle kuruyorum ve durmadan ölümden bahsedebiliyorum. Birbirinin aynı olan günler, başımdan aşağı akıp geçiyor, sokaktan geçen yağmurun peşine takılıp uzaklara gitmek istiyorum, onun gidebildiği kadar uzaklara. Sonu buhar olup, uçmak, sonu gökyüzü, hiçte son gibi değil bu.
Sonra ne oldu yani? O kadar sevdik de ne oldu? Başımız göğe mi erdi? Bağlandık da ne oldu? Kopmadık mı zincirlerimizden? Kalbimiz un ufak olmadı mı koparken? Aldanırken kendimize bin bir türlü bela okumadık mı? Uzaya falan gidip, Jüpiter’de hayat mı bulabildik? Benimseyemedim bu dünyayı, hayat beni yabancı olarak gördü, ben de kendimi öyle kabullendim. O yüzden artık bu dünyaya ait tüm zevklerimden vazgeçtim senden sonra. Uzayda olsa belki bir sigara yakıp, daha da havaya uçmayı isterdim. Olmadı, olmayınca da kıyamet kopmadı. Bu kıyamet niye kopmadı diye her gün söyleniyorum eşe dosta, kopmalıydı, biz kavuşamadık diye değil de, en azından bunca zalim ve kötülüğün uğruna kopmalıydı, hüzünlü şarkılar dinleyip, acıklı şiirler yazmakla da düzelmiyor hiçbir şey, kızma ama ben artık inancımı da yitirdim iyiliklere karşı, iyiliğin karşılığının kötülük olduğunu gördüğümden beri… Hayat kâğıtlarını çok saçma bir şekilde kardı, bize düşen ya şanssızlık ya da vurdumduymazlık. Öyle ya başka nasıl yaşanılabilir? Şu günlerde herkes ölmeden önce ölmekten bahsediyor, ölmeden önce yaşanıyormuş gibi.
Mükemmel görünen bir çift çorabımın teki kaybolmuştu, üzeri çizgi film desenliydi, nasıl ağlamıştım. Bazen böyle oluyor, daha büyük kayıpları saklamak için insan küçücük kayıplara hüngür hüngür ağlıyor. Tüm kayıplarım sanki orada birikmişti, çorabımın tekine değil de sanki ayağıma ağlıyordum ya da tüm kayıp zamanlara, kaybolmuşluğuma… Ayağımın teki tekinsiz dolaşıyordu, fırfırlı çoraplarımı özlemiştim. O zaman bunca küçüklüğüme rağmen, daha mı tamamdım? Büyürken insan bedeni, içi mi eksiliyordu? Kabarmış sancıların taşması, ufacık olaylarla ortaya dökülüyor, sonrası ağlama nöbetleri, krizler… Kırılan aynada, acının yüzlerce yansıması… Yazının insanı, insanın acısı, acının yazısı…
Hiçbir şey yapmayan kahraman olmak isterdim bir romanda.
Ölümün yaşamdaki oranıdır yüzümdeki orantısızlığı yansıtan. Allah’ım çok büyük gözlerim, çok büyük, her şeyi görmüş gibi. Dünyaya daha merhametli hikâyeler diliyorum… Bir şeyi çok istersen, olur, mutlaka olur zannettim. Benim bunu istemem ikimize de yeter zannettim.
Sahi ne sanıyordum ki? Ben anlatmadan anlayacağını falan mı sanıyordum? Anlattığım hâlde anlamayanlara inatla, susup durduğumu, neden sustuğumu, her şeye sırayla küstüğümü, en önce kendimden gittiğimi anlayacağını mı zannediyordum… Sonra, sonrası yoktu işte, sona kalan hiçbir şeyde olmayacaktım.
Yedi yüzyıl uyusam, masamdaki her şeyin üzerine hüzünlü bir örümcek ağı sinse. Burnumun çıkıntısı, gözlerimi yummalarım, açtığımda rengi değişse her şeyin, gözlerimin bile. Dudaklarımın çıkıntısında söyleyemediğim bir şiiri tam anlatabilecekmişim gibi kalsa… O müzik hiç ama hiç susmasa, piyano sesindeki sigara dumanı, aralıktan sızan ışıkla tozlar çoğalsa, ışık olmadığında da görebildiğimiz şeyler vardı, gözlerimiz mesela. Şimdi birkaç misal uzağız tüm dünyadan, yedi yüzyıl uyusam bir masanın başında, hiç zoruma gitmez.
Becerebildiğim tek şey duygusal olmaktı ve bunun içinde bir sürü başka şey daha vardı. Muntazam huzuru yazmadan ve okumadan bulamayacağıma dair, içime daha çocukken bir şeyler yerleşmişti. İnsanların bunalım diye adlandırdığı şeylere güler, geçer hâle gelmiştim, işte tam da burada bir kırılma noktası vardı. Zımbırtıdan hikâyelerin içinde yakama yapışan, asla değişmeyen, arada değişmiş gibi yapan bir yazgı vardı, okuyup, yapmak istediklerimi yapamayınca yaşamayı da istememeye başladım, koşup, giden günler adeta benim o günleri yaşamam için zorluyordu, üstesinden gelemediğim şeylerin altında da kalmayıp, yok olmayı seçtim.
Daha büyük şeyler yaşamak istiyorsan, daha büyük izlere ihtiyacın vardır ya da tam tersi, daha büyük izleri taşıyabileceğine inanıyorsan, daha büyük şeyler yaşamayı isteyebilirsin.
Büyük aşk tezgâhlarının, gönüllü sunucuları, iz’sizliği seçiyorum, hayatta bana kalan izlerin kıymetini bilsem tüm ömrüm boyunca yeterde artar bile. Yeni bir iz utanmak gibi, utancını kaybeden birinin muhakkak birkaç organı eksik oluyor, kötülüklerin ateşini yarattığı dünyada nehri özlüyorum, olgun ve kararlıyım, daha fazla aldanmayacağım kahpeliğin kelimelerine, inanmamak olsun bundan böyle tek eksiğim. Kalbimden gırtlağıma kadar doluyum, kötülük için değil ama inan değil, ben de yakmak istiyorum bu dünyayı. Ateşim belki o zaman soğur mu? Bana nehri sunmayan zaman, yanınca tenim erimekten nemlenir mi? Ak her zaman beyaz anlamına gelmiyor, gözlerin akı mesela, her zaman ak değil, bazen kırmızı, pembe, ıslak, yargıç olsaydım hiçbir yargıya varamazdım. İçimde çelişkiler sevişiyor, daha fazla çelişki doğuruyorlar, yapabileceğim bir şey yok, izlemekten başka. Belki başka bir dünyada, gelecek yeni zaman, bir bahar belki, tüm istediklerimiz olur, gidiyorum çünkü kalsam daha iyi olmayacak, değerli taşlarla, değersiz şeyleri acıtan herkes için, en doğrusu bu. Doğrularım gırtlağıma dayanıyor, boğuluyorum, içimdeki çocuk ölüyor. İnsan daha az yanınca, daha az yanmış olmuyor, sadece yanmış oluyor. Ölmüş de olmuyor, suçları yüzüme vuruyor, gözleri yüzüme dikili, hangi taşı görsem unutmam artık bundan sonra, hepsi sana benziyor.
Masumiyetimden sıkıldım, insanın üzerine yapışsa yapışsa leke yapışır, masumiyet yapışır mı? Kaç kere bekledim ölümü, üstelik akşamları kapıyı da kilitlemiyordum. Delirdiğim şiirler vardı, bir öznesinde sabahladığım, ayılamadığım, uyuyamadığım, uyanamadım, ışığı da açık bırakmıyordum üstelik. Bu hava zehirliyordu beni, midemden çok kalbimi yıkamak istiyordum. Sorun kafamdaydı belki de, insan bazen beynindeki tümörün sesini bile duyabilir, güzel kafalar tümörsüz olmuyor.
Yapayalnız kaldım bir paragrafın daha en başında, o kadar da söylemiştim o son şiire kapıyı çarpıp, gitmeden önce, sorun belki de şiirin hikâyesindeydi, beğenmemişti ya da kelimeler yetmemişti. Suskunlukla devam ediyordu şiirin diğer yarısı, arkası yarın hikâyelerinin en heyecanlı yerinde kalmış gibiydik, bir zamanın gelmesi gerekiyordu, bekleyince de zaman hiç geçmiyordu, yağmur koşuyor, bulutlar kaçıyor, şehir değişiyordu ama zaman, aynı yerde pinekliyordu. Anlatabildiğini zannettiğin masallar da doldurmadı bu zamanı, kafamı ağzından kaçan cümlenin keskin tarafına çarptım, etraf kan gölü oldu. Yine de bağırmadım, sekiz yaşında dayak yiyen cılız bir kız çocuğunun sesi geldi kulaklarıma, kendi sesimden farksızdı. Sessizce giriş yaptığım o romanda ölmek istedim, anlamadılar, sustum ben de sustum. 

Şimdi hatıralar anlasın beni, anlatamazlar ama bilsinler…

 

Yirmi Sekiz Mayıs İki Bin On Altı 13 00
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kediye, Çaya ve Güvercine…

Kedilerin içimizi okuduğunu bildiğimden, içimin yazısını değiştirdim. Umursamaz bir doktor yazısı ve okunaksız, uzayıp, giden, nerede duracağını bilmeyen, aslında bilen fakat yine de durmayan, arada kemiklerin yorulması, odadaki eşyalara göz geçirme, ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıklar, şaşkınlık bile dinlendirebilir insanı, duygusal fon müzikleri gibi. Dilim dönmeyince anlatmaya başlıyorum, tam da bu yüzden anlaşılmayayım diye… İçimde bir deli olduğunu iddia ediyorum ama hiçbir delilim yok, hapsettim onu. Yalnız içime yine içimden söylemek istediğim şeyler var, susuyorum ve içim bunu biliyor, kedi de biliyor, güvercinler şaşkın ve pratik. Sustuğumu başka dillerde anlatmaya meyilliyim. Şiirlerin kaldıramayacağı yükü kaldırabilirim zannettim, ah nasıl da yanıldım, sondan birinci yanılmamı ilk yanılmamın yanına koyuyorum, alıyorum karşıma konuşuyorum, öğütler veriyorum, umarım bir daha çıkmaz karşıma. Güvercin anlıyormuş gibi süzüyor beni, hızlıca. Kedi uyuşuk süzüyor, süzmeye üşeniyor ama yine de anlıyor. Bazı şeylerle iletişim kopukluğum var, biraz hayattan kopmuşluğum, biraz da kitaplara gömülmüşlüğüm var, hikâyemi bu şekilde reddediyorum, insan kendi hikâyesinden memnun kalmadığı takdirde başka hikâyelere salça olabiliyor. Yalanladığım şu hayat, kitaplarda daha gerçek, inanılır çünkü yaşadıklarımız inanılmaz. Kaldıramayacağım yüklerle bu şekilde cebelleşiyorum.
İçimdeki ellerime yün eldivenler örmek istiyorum. İçime de kalın giydirmek istiyorum, bu ben miyim? Çocuk kavgalarını ayırıp, güvercin yemlerini hepsine paylaştırmak istiyorum, bunlar içimdeki solmaya yüz tutmuş çiçeklerin nidaları mı? Oysa içimde miskin bir kedi var, çoğu zaman, oturuyor, eldiven örmesini hâlâ öğrenemedim, uğraşmadım da gerçi, önce kendi ellerimin soğukluğunu tamir etmeliyim, hem sonra içimdeki el benden daha fazla kalem tutuyor, yazamasa da… Bir çay bardağı sarılıyor parmaklarıma, soluğumdaki buğuyla sohbete koyuluyorum, ne kadar da suskunum çoğu zaman, o benden daha sıcak, soğuğa alışınca sıcağı da unutuyor sonra ruh, biliyorum, ruhumun buz tutmalarından biliyorum, mevsimsel değişiklik değil bu, ruhsuzluk ve biraz da haksızlık.
Ruhum hasta; adaçayı, ıhlamur ya da bir tas çorba yapmak istiyorum, iyi gelir diye, her gece saat on iki de kabağa değil de yalnızlığa dönüşüyorum. Hikâyemde hayat yok, içimin yerinde olsam yaşamazdım. Ölüm kadar hayattayım, ölü kadar üşüyorum, inkârımda hayır yok. Kimseye inandırıcı gelmiyor, ben de ispatlamıyorum, cumartesi günlerini yaşamak istiyorum yalnızca, diğer günler Külkedisi gibi geçiyor. Kulaklarım plak seslerini özlüyor, eski şeylere dokunma özleminde ellerim, belki biraz daha geçmişe gidebilirsem, yaşayabilirim gibi geliyor. Gidemiyorum, bir adım bile geriye. Biliyorum çok derinden saçmalıyorum. Ama yine de söylemek istiyorum, nedensiz, nedeni olsaydı susmasını da çok iyi bilirdim. Kaçamayacağım şeyler var, denemediğim, diyemediğim, diyemedikleri… İçimdeki ruhu koklamak istiyorum, korkumda gizleyemediğim intiharlar var ve burnum daima biraz eksik, birkaç rivayete göre olmayan kokuları duyuyormuşum, bir miktar söylentiye göre de fazladan kokular duyuyormuşum, çok saçmalıyormuş burnum, bunlar içimdeki kedinin miskin söylentileri, benim çay buğusunu tercih ettiğim… İçim şehirlerarası otobüslerde yolculuk edip, çimenlerde yuvarlanmak istiyor. Gidebildiğim tek yer kendim, kendimsiz kendim…
Yaşadıkça hayata bir ölüm daha gönderiyorum, masalların tam ortasındaki masada bekleyen sürahinin içindeki suyum çoğu zaman, konuşulanları duyuyorum, anlatılanlara inanıyorum ama sadece o kadar, suskunluğumda susamış bir şeyler var, birkaç şehir özlemi, köşeyi dönen çıkmaz sokakların en tepesine yazdığım şiirler. Beton zeminden yağmurla silindiğinde, yere serpildiğinde şiirler, acınılası kokuyor o zaman sokaklar… Yağmur değil, toprak da değil sadece acıklı kokuyor.
Birkaç güvercine şiir okumak, sonrada o şiirin hikâyelerini anlatmak isterdim, birkaç hayata bir şiir sığıyor da, bir şiir bir hayata sıkışamıyor, şiirlerin birden fazla hikâyesi var, herkesi ayrı tarafa savuran. Ruhuma en sevdiğim bahçeleri anlatmak isterdim, çekip gitmeseydi beni bir masalın ortasında öyle çırılçıplak bırakıp. Anlatabilince belki tamamlanırdı o zaman masal ve hikâyenin sonu bu kez mutlu biterdi. Yüz bininci kez yarım kalan hikâyelerin asırlarca, gözyaşıyla yıkanmış zamanlara yayılmasını görmezden gelebilirdim belki. Ama olmadı, kenarından ısırılmış ve unutulmuş, çürümeye yüz tutmuş kıpkırmızı bir elma gibi, kokmuş hikâyem. Bir cadının elinde, masaldan çalınmış, yabancı benliğime biraz daha yabancılaşan, uzaklardan bakan ya da artık görmezden gelen kör bir yalancı.
Ölüm gibi gelen şeyler vardı, ama ölüm yerine geçmiyorlardı görünürde, ölüm gelsin istiyordum, gerçekten gelsin, gerçeklerin yerine. Kırılacak her şeyin yerine, kalbim düzensiz ve özensiz bir şekilde kırıldı, kırmam gerekenleri kıramadım hiçbir zaman. Bu da benim yeteneksizliğim oldu. Günleri gecelerinden ayırmak istedim, kâbusları rüyalardan, olmadı. Yassı taşlar biriktirdim avuçlarımda, çocukluğumdan kalma tek soğuk mutluluk bunlar. Kaydıraktan aşağıya birkaç çocukluk arkadaşımı yuvarladım, gülerek indiler aşağıya, birkaç maytap patlattım, biraz çatapat, ama torpil patlatamadım hiç, korktum, gürültüsünden çok, havaya uçuracaklarından korktum, aklım da uçup, gider miydi? Gidebilir miydi? Şimdi bir düşünceyi uçurmak, kaç çocukluğa denk gelir ya da kaç mahalle dolusu hayal tüketmek gerekir? Hesaplayamıyorum. Önümden akıp, giden zamana tutulan, örselenen günlerimin koşamıyorum peşlerinden. Bir yerdeyim, sürekli yürüyorum, kovaladıklarımdan çok, kaçtıklarım var, anılarım var, uzaklarda karanlık suyun içinde, ne yaparsam yapayım, hafızama ışık tutamıyorum, güzel ve iyi şeyleri hatırlayamıyorum, unutulması gerekenler ise hafızama yerleşti, kaldı…
File çorabın ağına düşmüş dünya, dönüyor, başım da dünyayla aynı hızla dönüyor, yine de hızlı demek değil bu, içime yetmiyor, çünkü koşmak istiyor içim, koşup, ilk boşluğa düşmek sevinç ve telaşla. Ayağım kaçmış fileden, parmaklarım kaçak, aklım kaçık, kitapları seviyor. Rüyalar siyah ekrandan gösterime giriyor, beyaz yalnızca söylenti. Dünya çemberinin dışında kalan ellerimle emekliyorum. Aşağıya doğru açılan şemsiyeler, hayatta hiç yerimin olmadığı ve olmayacağı bir kokteylin sunuluş biçimi… Kendimi asabileceksem muhakkak intihar ipim, kırmızı olmalı…
Büyümek; epeyce zorlu bir iş, beceri ve yetenek istiyor. Hayal kırıklığı; sancı, başarısız intihar girişimleri. Sevinç; yalnızca bahar müjdecisi… Bir daha uğramayacağım satırların arasından geçip, gittim. Bir hatıra için, nice kitaplar yaktım. Hikâyemin ucu yanıktı, yüzümde acıklı bir gülümseme, herkes gülmenin ne kadar yakıştığıyla ilgileniyordu, kimse neden “acıklı” olduğuyla değil. Bu hikâyeye daha fazla katlanamazdım, inanabileceğim, içimdeki inancı çıkarabilecek yepyeni bir masal gerekiyordu, cadısı kayıp, elması yarım ısırıklı olmayan. Bu sefer o kadar çok hissedeceğim ki…
Kalbimi kırmızı renkte bir boyayla yıkayacağım, geçmişli cümleleri uzaklara serpeceğim, akşamları yastığa başımı koyduğumda bu defa günahkâr şiirleri düşünüp, üzülmeyeceğim, güzel masallara dalıp, gideceğim. Rüyamdan bir daha çıkmamak üzere ve her harfin başına şapka koyacağım, yağmur yağdığında ıslanmasın hikâyem. Zincirleri paslı, tahtaları gıcırdayan salıncaklar düşümdeki, ama hiç birisi kirli değil.


On Dokuz Mayıs İki Bin On Altı 11 40
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Pek Sayın Kalbim

Henüz yazılamayan bir romandan sesleniyorum sana; yalnızlık fazla geldi, hayatımı ucuz romanlara adadım. Gittiysen bilmek istemem ama öldüysen muhakkak bilmek isterim, önce saçlarımı sonra da bileklerimi keserim… Hayatımın tam orasında, “ne işi var?” dediklerim var ve bir de “niye hayatımda yok?” diye çıldırdıklarım, bu çıldırdıklarım bir gün bu yokmuş gibi davrandıklarımı tüketecek biliyorum. O zaman tamamen yalnız kalacağım, kocaman soru işaretleriyle dolu bir boşlukta. Soru şeklinde geri dönen şarkılar var, dinlemeyi bıraktığım hâlde…
Alnımdan eksilmeyen yara bandı ve aklımdan geçen deliliklerle ta o zamanlarda nereye gideceğimi bilmiyordum. Dizlerimden de yaraları eksilmeyen bir çocukluğumun üzerinden çok zaman geçmesine rağmen, dizlerimdeki o kapanmayan yaraların, dizelerime bulaştığını fark ettim. İlham veren şarkıların uzaklardan gelen ezgileri, gönlün penceresi ardına kadar açıkken, nasıl da şairdi gece ışıkları. Dizilip, duruyorlardı, onların dilini anlamak için, dizeleri okuyabilmek için; görmek, yürekle hissetmek yeterliydi, okuma ve yazmanın da yetemediği şeyler vardı. İlkemin üzerine kurduğum bağdaş, dizlerimi o yaralardan kurtardı, kulaklarıma çarpan müziklerin, parçaladığı seslerin içinde kırılan bir şeyler vardı, yine de sisler kırılmıyordu, tam tamına düz olmayan, biraz yanlış gelen ve biraz da serinlik, yetişemediğim yerde bir soluk alma ihtiyacı için, başımı gökyüzünde bulmam, bir derinlik. Güneş ile arama çekmeye çalıştığım perdeler, kimsesizliğim duruyor köşe başında. Kimsesizlik yönünden oldukça varlıklıyım, tam tamına yarım yamalak. Kuruyan şeylerden temizlenme vakti, nihayet. Kurumuş duygulardan ve gül yapraklarından.
Saçlarımın çözemeyeceği bir şey yoktu, şiiri açıklayamıyordu gözlerim. “Niye geldim ben şimdi buraya?” diye kendi kendime soru cümlelerimin içinde gizli ve esrik cevaplarım vardı. Bir daha o eli tutamayacağın için, diğer hiçbir ele de güvenip, yine tutamayacağın için öyle saçma şeyler söylüyorsun ki ellerine. Saçların da dinlemiyor zaten seni uzun zamandır, sen de onları cezalandırıyorsun, bir kitabın içindesin ve sayfalarını bile anlamıyorsun. Denizin dibindeki incilerin balıklara vuran seslerini dinliyorsun, var ya da yok umurunda değil, kuşların kanat çırpınışlarına büyük hikâyeler yüklüyorsun, kuşlar ülkesi hayalleri kuruyorsun, her defasında da bir enkazın altında sabahlıyorsun, sabaha sağ çıkamamayı bekliyorsun küçük heyecanlarla, büyük sorunlarla yine ayılıyorsun. Yinelenen şeylerin yenilerle ilgisi olamadığı hâlde… Bedenime çarpıp, kaçan hayretlerin sesiyle irkiliyorum, uzun zamandır bu kadar üşümemiştim. Bir veda salgını yayılmıştı yüreğime, kurtulamamıştım.
Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu, saçlarıma kızdım tek hastalık ve hata onlarmış gibi…
Hep ya da çok olmalıydı her şey. Azı olmuyordu, az dökülmeler, birazcık kırılmalar yetişmiyordu yok etmek için. Çok kestik, çok ağladım, çok acıdım, çok sızlandım ve sonunda çok yoruldum. Ölmek gibi bir şeydi, ölüme biraz daha yaklaştım ve biraz yaklaşabildiğim için yine kendime kızdım. Zaten bu dünyada kendimden ve saçlarımdan başka kızacak kimsem yoktu ki, ellerime kızamazdım çünkü onlar zaten bir ölü kadar soğuklardı, gözlerime de kızamazdım çünkü hâlâ çocuk gözleriydi onlar, umutlu bir sabah gibi uyanıyorlardı her gün yeniden, bir vakit bile yetmiyordu heveslerinin kırılmasına, kırılıyordu öğle olmadan. 
Keşke kendimi bir kolinin içine saklasaydım, üzerine kızgın harflerle “Dikkat, kırılabilir!” yazsaydım, çocukluk daha kolay sığardı bir kutunun içine. Ama büyüklük ya da büyüyememişlik, büyümüş görünüp, kırılmaktan büyüyememiş birisi bir kutunun içine kolayca sığamaz. Sığsa da yabancılık hisseder, kendimi bile tanıyamadığım zamanlar varken ve ben kendimi bile çoğu zaman başkasıymış gibi anlatırken, kendime bile yabancıyken çünkü çocuklar kolayca her şeye uyum sağlayabilirler, ben o kıvrımlarımı yitirdim, kıvraklığımı ve becerilerimi de, sert köşelerim oldu şimdi. Sevgiden çok, merhameti arar oldum.
Senden soğuduysam
Ben artık kendime bile ısınamam!
Değerlendirmelerimin değerinle bir ilgisi yok. Lavaboda kırılan cam bardağın keskin parçalarının, lavabonun küçücük gözlerinden geçmeye çalışması gibi, boğazımdaki yutma mücadelesi, boruları parçalıyor cam kırıkları, uzun yıllar büyüyen boğazımdaki düğümü bir jilet çözdü, kesmeye başladı içimi, tüm kanım boşalana kadar bu böyle devam edecek. Yaşadıkça, hazmedemediğim şeyleri geçirmeye çalışıyorum boğazımdan, olmaması gereken şeyler oluyor. Yaşamak tam da böyle bir şey sanırım. Olmaması gerektiği gibi oluyor birçok şey. 
Daha fazla dolanıyordu ellerim birbirine, elimdeki her şeyi düşürüyordum, tutamıyordum, en çokta yüreğimi. Sürekli üzerime çay döküyordum, yanıyordum. Ona bakamadığım zamanlarda gökyüzünü özlüyordum. Yanmalarım sanki bakabilince geçecekmiş gibi geliyordu, tüm acıların hesabını ondan sormak istiyordum, özlemlerimi onunla dindirmeyi istiyordum, sanki dinecekmiş gibi. Bunların bir sonu olduğunu biliyordum, son olsun istiyordum, bu defa son, ama çaresiz devam ediyordum, düşünmemeye çalışıyordum. Düşüncelerimin çaresizliğinden çok, onun gözlerindeki yanıp, sönen ışık yakıyordu içimi, acıtıyordum canımı, acımıyordum kendime. Tüm bunların saçma ve küçük bir nedene bağlı olması, hırpalıyordu, yapacak bir şeyim yoktu, öylece bıraktım. Yapacak bir şeyim olsa da gücüm yoktu zaten.
Paragrafın hatalı yerinde birdenbire karşıma çıkmış gibisin. En az senin kadar şaşkınım ve karışık. İnsan yeri geldiğinde hayallerinden tiksinmesini de bilmeli, ben öyle yapıyorum, sürekli bir şeylerden midem bulanıyor, ileri derecede. Ne yazacağımı da, ne yapacağımı da bilmiyorum, seni hangi cümlenin içine yerleştireceğimi ya da bırakıp bir köşede öylece unutacağımı, bilmiyorum. Garantisi de yok zaten ne yazmanın ne unutmanın. Ama umudun her cümlede geçerli nedenleri var.
İnsan o anları yaşarken küçücük görünüyor her şey. Ama ileride herhangi bir zamanda, zamanın herhangi bir yerinde, nasıl da büyüyor o küçük gördüğümüz şeyler.
Anıları ileride bir tarihe erteledim. Küçükken hayal kurmaktan ve inanmaktan hiç korkmazdım, mesela pilot olmak isterdim, kocaman uçağı havalandırabilecek kadar büyük bir güce ve ilime sahip olacağıma inanırdım. Kimseden korkmazdım, kocaman binaların tepesinden atlayarak, uçmayı hayal ederdim. Minicik ellerimin çok güçlü olduğuna inanmıştım, kim ya da ne inandırmıştı beni hiçbir fikrim yok. Hiçbir gücün beni yok edebileceğine inanmazdım, küçükken ne kadar da cesaretli oluyor insan. Sonra büyüdük, önce korkuyu ve utanmayı öğrendik hatta gün oldu hayallerimizden ideallerimizden bile çekinir olduk. Daha sonra hayal kırıklıklarımız oldu ki, bunlar da iyice bizi soğuttu yaşamaktan. Sonra hayaller bize yüz çevirdi, cesaretimiz biraz daha kırıldı ve tamamen bitti, hayallerimizin tümü anlamını yitirdi çünkü anlayamazlardı kimse hayallerimizi, diğer insanların kabul edebileceği normal insanlar gibi olmalıydık. Son hayal de terk edene kadar gülümsedik, sonra o da soluklaştı, artık çoğumuz güçsüz bir yarımız ölü ve ne yapabilirsek yapalım, anlamsız…

Yirmi İki Nisan İki Bin On Altı 17 15
Nevin Akbulut