Browsing Category

blog

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Gaipten Ağıtlar

Her gün dibe vurmakla ilgili en az beş cümle kuruyorum ve durmadan ölümden bahsedebiliyorum. Birbirinin aynı olan günler, başımdan aşağı akıp geçiyor, sokaktan geçen yağmurun peşine takılıp uzaklara gitmek istiyorum, onun gidebildiği kadar uzaklara. Sonu buhar olup, uçmak, sonu gökyüzü, hiçte son gibi değil bu.
Sonra ne oldu yani? O kadar sevdik de ne oldu? Başımız göğe mi erdi? Bağlandık da ne oldu? Kopmadık mı zincirlerimizden? Kalbimiz un ufak olmadı mı koparken? Aldanırken kendimize bin bir türlü bela okumadık mı? Uzaya falan gidip, Jüpiter’de hayat mı bulabildik? Benimseyemedim bu dünyayı, hayat beni yabancı olarak gördü, ben de kendimi öyle kabullendim. O yüzden artık bu dünyaya ait tüm zevklerimden vazgeçtim senden sonra. Uzayda olsa belki bir sigara yakıp, daha da havaya uçmayı isterdim. Olmadı, olmayınca da kıyamet kopmadı. Bu kıyamet niye kopmadı diye her gün söyleniyorum eşe dosta, kopmalıydı, biz kavuşamadık diye değil de, en azından bunca zalim ve kötülüğün uğruna kopmalıydı, hüzünlü şarkılar dinleyip, acıklı şiirler yazmakla da düzelmiyor hiçbir şey, kızma ama ben artık inancımı da yitirdim iyiliklere karşı, iyiliğin karşılığının kötülük olduğunu gördüğümden beri… Hayat kâğıtlarını çok saçma bir şekilde kardı, bize düşen ya şanssızlık ya da vurdumduymazlık. Öyle ya başka nasıl yaşanılabilir? Şu günlerde herkes ölmeden önce ölmekten bahsediyor, ölmeden önce yaşanıyormuş gibi.
Mükemmel görünen bir çift çorabımın teki kaybolmuştu, üzeri çizgi film desenliydi, nasıl ağlamıştım. Bazen böyle oluyor, daha büyük kayıpları saklamak için insan küçücük kayıplara hüngür hüngür ağlıyor. Tüm kayıplarım sanki orada birikmişti, çorabımın tekine değil de sanki ayağıma ağlıyordum ya da tüm kayıp zamanlara, kaybolmuşluğuma… Ayağımın teki tekinsiz dolaşıyordu, fırfırlı çoraplarımı özlemiştim. O zaman bunca küçüklüğüme rağmen, daha mı tamamdım? Büyürken insan bedeni, içi mi eksiliyordu? Kabarmış sancıların taşması, ufacık olaylarla ortaya dökülüyor, sonrası ağlama nöbetleri, krizler… Kırılan aynada, acının yüzlerce yansıması… Yazının insanı, insanın acısı, acının yazısı…
Hiçbir şey yapmayan kahraman olmak isterdim bir romanda.
Ölümün yaşamdaki oranıdır yüzümdeki orantısızlığı yansıtan. Allah’ım çok büyük gözlerim, çok büyük, her şeyi görmüş gibi. Dünyaya daha merhametli hikâyeler diliyorum… Bir şeyi çok istersen, olur, mutlaka olur zannettim. Benim bunu istemem ikimize de yeter zannettim.
Sahi ne sanıyordum ki? Ben anlatmadan anlayacağını falan mı sanıyordum? Anlattığım hâlde anlamayanlara inatla, susup durduğumu, neden sustuğumu, her şeye sırayla küstüğümü, en önce kendimden gittiğimi anlayacağını mı zannediyordum… Sonra, sonrası yoktu işte, sona kalan hiçbir şeyde olmayacaktım.
Yedi yüzyıl uyusam, masamdaki her şeyin üzerine hüzünlü bir örümcek ağı sinse. Burnumun çıkıntısı, gözlerimi yummalarım, açtığımda rengi değişse her şeyin, gözlerimin bile. Dudaklarımın çıkıntısında söyleyemediğim bir şiiri tam anlatabilecekmişim gibi kalsa… O müzik hiç ama hiç susmasa, piyano sesindeki sigara dumanı, aralıktan sızan ışıkla tozlar çoğalsa, ışık olmadığında da görebildiğimiz şeyler vardı, gözlerimiz mesela. Şimdi birkaç misal uzağız tüm dünyadan, yedi yüzyıl uyusam bir masanın başında, hiç zoruma gitmez.
Becerebildiğim tek şey duygusal olmaktı ve bunun içinde bir sürü başka şey daha vardı. Muntazam huzuru yazmadan ve okumadan bulamayacağıma dair, içime daha çocukken bir şeyler yerleşmişti. İnsanların bunalım diye adlandırdığı şeylere güler, geçer hâle gelmiştim, işte tam da burada bir kırılma noktası vardı. Zımbırtıdan hikâyelerin içinde yakama yapışan, asla değişmeyen, arada değişmiş gibi yapan bir yazgı vardı, okuyup, yapmak istediklerimi yapamayınca yaşamayı da istememeye başladım, koşup, giden günler adeta benim o günleri yaşamam için zorluyordu, üstesinden gelemediğim şeylerin altında da kalmayıp, yok olmayı seçtim.
Daha büyük şeyler yaşamak istiyorsan, daha büyük izlere ihtiyacın vardır ya da tam tersi, daha büyük izleri taşıyabileceğine inanıyorsan, daha büyük şeyler yaşamayı isteyebilirsin.
Büyük aşk tezgâhlarının, gönüllü sunucuları, iz’sizliği seçiyorum, hayatta bana kalan izlerin kıymetini bilsem tüm ömrüm boyunca yeterde artar bile. Yeni bir iz utanmak gibi, utancını kaybeden birinin muhakkak birkaç organı eksik oluyor, kötülüklerin ateşini yarattığı dünyada nehri özlüyorum, olgun ve kararlıyım, daha fazla aldanmayacağım kahpeliğin kelimelerine, inanmamak olsun bundan böyle tek eksiğim. Kalbimden gırtlağıma kadar doluyum, kötülük için değil ama inan değil, ben de yakmak istiyorum bu dünyayı. Ateşim belki o zaman soğur mu? Bana nehri sunmayan zaman, yanınca tenim erimekten nemlenir mi? Ak her zaman beyaz anlamına gelmiyor, gözlerin akı mesela, her zaman ak değil, bazen kırmızı, pembe, ıslak, yargıç olsaydım hiçbir yargıya varamazdım. İçimde çelişkiler sevişiyor, daha fazla çelişki doğuruyorlar, yapabileceğim bir şey yok, izlemekten başka. Belki başka bir dünyada, gelecek yeni zaman, bir bahar belki, tüm istediklerimiz olur, gidiyorum çünkü kalsam daha iyi olmayacak, değerli taşlarla, değersiz şeyleri acıtan herkes için, en doğrusu bu. Doğrularım gırtlağıma dayanıyor, boğuluyorum, içimdeki çocuk ölüyor. İnsan daha az yanınca, daha az yanmış olmuyor, sadece yanmış oluyor. Ölmüş de olmuyor, suçları yüzüme vuruyor, gözleri yüzüme dikili, hangi taşı görsem unutmam artık bundan sonra, hepsi sana benziyor.
Masumiyetimden sıkıldım, insanın üzerine yapışsa yapışsa leke yapışır, masumiyet yapışır mı? Kaç kere bekledim ölümü, üstelik akşamları kapıyı da kilitlemiyordum. Delirdiğim şiirler vardı, bir öznesinde sabahladığım, ayılamadığım, uyuyamadığım, uyanamadım, ışığı da açık bırakmıyordum üstelik. Bu hava zehirliyordu beni, midemden çok kalbimi yıkamak istiyordum. Sorun kafamdaydı belki de, insan bazen beynindeki tümörün sesini bile duyabilir, güzel kafalar tümörsüz olmuyor.
Yapayalnız kaldım bir paragrafın daha en başında, o kadar da söylemiştim o son şiire kapıyı çarpıp, gitmeden önce, sorun belki de şiirin hikâyesindeydi, beğenmemişti ya da kelimeler yetmemişti. Suskunlukla devam ediyordu şiirin diğer yarısı, arkası yarın hikâyelerinin en heyecanlı yerinde kalmış gibiydik, bir zamanın gelmesi gerekiyordu, bekleyince de zaman hiç geçmiyordu, yağmur koşuyor, bulutlar kaçıyor, şehir değişiyordu ama zaman, aynı yerde pinekliyordu. Anlatabildiğini zannettiğin masallar da doldurmadı bu zamanı, kafamı ağzından kaçan cümlenin keskin tarafına çarptım, etraf kan gölü oldu. Yine de bağırmadım, sekiz yaşında dayak yiyen cılız bir kız çocuğunun sesi geldi kulaklarıma, kendi sesimden farksızdı. Sessizce giriş yaptığım o romanda ölmek istedim, anlamadılar, sustum ben de sustum. 

Şimdi hatıralar anlasın beni, anlatamazlar ama bilsinler…

 

Yirmi Sekiz Mayıs İki Bin On Altı 13 00
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kediye, Çaya ve Güvercine…

Kedilerin içimizi okuduğunu bildiğimden, içimin yazısını değiştirdim. Umursamaz bir doktor yazısı ve okunaksız, uzayıp, giden, nerede duracağını bilmeyen, aslında bilen fakat yine de durmayan, arada kemiklerin yorulması, odadaki eşyalara göz geçirme, ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıklar, şaşkınlık bile dinlendirebilir insanı, duygusal fon müzikleri gibi. Dilim dönmeyince anlatmaya başlıyorum, tam da bu yüzden anlaşılmayayım diye… İçimde bir deli olduğunu iddia ediyorum ama hiçbir delilim yok, hapsettim onu. Yalnız içime yine içimden söylemek istediğim şeyler var, susuyorum ve içim bunu biliyor, kedi de biliyor, güvercinler şaşkın ve pratik. Sustuğumu başka dillerde anlatmaya meyilliyim. Şiirlerin kaldıramayacağı yükü kaldırabilirim zannettim, ah nasıl da yanıldım, sondan birinci yanılmamı ilk yanılmamın yanına koyuyorum, alıyorum karşıma konuşuyorum, öğütler veriyorum, umarım bir daha çıkmaz karşıma. Güvercin anlıyormuş gibi süzüyor beni, hızlıca. Kedi uyuşuk süzüyor, süzmeye üşeniyor ama yine de anlıyor. Bazı şeylerle iletişim kopukluğum var, biraz hayattan kopmuşluğum, biraz da kitaplara gömülmüşlüğüm var, hikâyemi bu şekilde reddediyorum, insan kendi hikâyesinden memnun kalmadığı takdirde başka hikâyelere salça olabiliyor. Yalanladığım şu hayat, kitaplarda daha gerçek, inanılır çünkü yaşadıklarımız inanılmaz. Kaldıramayacağım yüklerle bu şekilde cebelleşiyorum.
İçimdeki ellerime yün eldivenler örmek istiyorum. İçime de kalın giydirmek istiyorum, bu ben miyim? Çocuk kavgalarını ayırıp, güvercin yemlerini hepsine paylaştırmak istiyorum, bunlar içimdeki solmaya yüz tutmuş çiçeklerin nidaları mı? Oysa içimde miskin bir kedi var, çoğu zaman, oturuyor, eldiven örmesini hâlâ öğrenemedim, uğraşmadım da gerçi, önce kendi ellerimin soğukluğunu tamir etmeliyim, hem sonra içimdeki el benden daha fazla kalem tutuyor, yazamasa da… Bir çay bardağı sarılıyor parmaklarıma, soluğumdaki buğuyla sohbete koyuluyorum, ne kadar da suskunum çoğu zaman, o benden daha sıcak, soğuğa alışınca sıcağı da unutuyor sonra ruh, biliyorum, ruhumun buz tutmalarından biliyorum, mevsimsel değişiklik değil bu, ruhsuzluk ve biraz da haksızlık.
Ruhum hasta; adaçayı, ıhlamur ya da bir tas çorba yapmak istiyorum, iyi gelir diye, her gece saat on iki de kabağa değil de yalnızlığa dönüşüyorum. Hikâyemde hayat yok, içimin yerinde olsam yaşamazdım. Ölüm kadar hayattayım, ölü kadar üşüyorum, inkârımda hayır yok. Kimseye inandırıcı gelmiyor, ben de ispatlamıyorum, cumartesi günlerini yaşamak istiyorum yalnızca, diğer günler Külkedisi gibi geçiyor. Kulaklarım plak seslerini özlüyor, eski şeylere dokunma özleminde ellerim, belki biraz daha geçmişe gidebilirsem, yaşayabilirim gibi geliyor. Gidemiyorum, bir adım bile geriye. Biliyorum çok derinden saçmalıyorum. Ama yine de söylemek istiyorum, nedensiz, nedeni olsaydı susmasını da çok iyi bilirdim. Kaçamayacağım şeyler var, denemediğim, diyemediğim, diyemedikleri… İçimdeki ruhu koklamak istiyorum, korkumda gizleyemediğim intiharlar var ve burnum daima biraz eksik, birkaç rivayete göre olmayan kokuları duyuyormuşum, bir miktar söylentiye göre de fazladan kokular duyuyormuşum, çok saçmalıyormuş burnum, bunlar içimdeki kedinin miskin söylentileri, benim çay buğusunu tercih ettiğim… İçim şehirlerarası otobüslerde yolculuk edip, çimenlerde yuvarlanmak istiyor. Gidebildiğim tek yer kendim, kendimsiz kendim…
Yaşadıkça hayata bir ölüm daha gönderiyorum, masalların tam ortasındaki masada bekleyen sürahinin içindeki suyum çoğu zaman, konuşulanları duyuyorum, anlatılanlara inanıyorum ama sadece o kadar, suskunluğumda susamış bir şeyler var, birkaç şehir özlemi, köşeyi dönen çıkmaz sokakların en tepesine yazdığım şiirler. Beton zeminden yağmurla silindiğinde, yere serpildiğinde şiirler, acınılası kokuyor o zaman sokaklar… Yağmur değil, toprak da değil sadece acıklı kokuyor.
Birkaç güvercine şiir okumak, sonrada o şiirin hikâyelerini anlatmak isterdim, birkaç hayata bir şiir sığıyor da, bir şiir bir hayata sıkışamıyor, şiirlerin birden fazla hikâyesi var, herkesi ayrı tarafa savuran. Ruhuma en sevdiğim bahçeleri anlatmak isterdim, çekip gitmeseydi beni bir masalın ortasında öyle çırılçıplak bırakıp. Anlatabilince belki tamamlanırdı o zaman masal ve hikâyenin sonu bu kez mutlu biterdi. Yüz bininci kez yarım kalan hikâyelerin asırlarca, gözyaşıyla yıkanmış zamanlara yayılmasını görmezden gelebilirdim belki. Ama olmadı, kenarından ısırılmış ve unutulmuş, çürümeye yüz tutmuş kıpkırmızı bir elma gibi, kokmuş hikâyem. Bir cadının elinde, masaldan çalınmış, yabancı benliğime biraz daha yabancılaşan, uzaklardan bakan ya da artık görmezden gelen kör bir yalancı.
Ölüm gibi gelen şeyler vardı, ama ölüm yerine geçmiyorlardı görünürde, ölüm gelsin istiyordum, gerçekten gelsin, gerçeklerin yerine. Kırılacak her şeyin yerine, kalbim düzensiz ve özensiz bir şekilde kırıldı, kırmam gerekenleri kıramadım hiçbir zaman. Bu da benim yeteneksizliğim oldu. Günleri gecelerinden ayırmak istedim, kâbusları rüyalardan, olmadı. Yassı taşlar biriktirdim avuçlarımda, çocukluğumdan kalma tek soğuk mutluluk bunlar. Kaydıraktan aşağıya birkaç çocukluk arkadaşımı yuvarladım, gülerek indiler aşağıya, birkaç maytap patlattım, biraz çatapat, ama torpil patlatamadım hiç, korktum, gürültüsünden çok, havaya uçuracaklarından korktum, aklım da uçup, gider miydi? Gidebilir miydi? Şimdi bir düşünceyi uçurmak, kaç çocukluğa denk gelir ya da kaç mahalle dolusu hayal tüketmek gerekir? Hesaplayamıyorum. Önümden akıp, giden zamana tutulan, örselenen günlerimin koşamıyorum peşlerinden. Bir yerdeyim, sürekli yürüyorum, kovaladıklarımdan çok, kaçtıklarım var, anılarım var, uzaklarda karanlık suyun içinde, ne yaparsam yapayım, hafızama ışık tutamıyorum, güzel ve iyi şeyleri hatırlayamıyorum, unutulması gerekenler ise hafızama yerleşti, kaldı…
File çorabın ağına düşmüş dünya, dönüyor, başım da dünyayla aynı hızla dönüyor, yine de hızlı demek değil bu, içime yetmiyor, çünkü koşmak istiyor içim, koşup, ilk boşluğa düşmek sevinç ve telaşla. Ayağım kaçmış fileden, parmaklarım kaçak, aklım kaçık, kitapları seviyor. Rüyalar siyah ekrandan gösterime giriyor, beyaz yalnızca söylenti. Dünya çemberinin dışında kalan ellerimle emekliyorum. Aşağıya doğru açılan şemsiyeler, hayatta hiç yerimin olmadığı ve olmayacağı bir kokteylin sunuluş biçimi… Kendimi asabileceksem muhakkak intihar ipim, kırmızı olmalı…
Büyümek; epeyce zorlu bir iş, beceri ve yetenek istiyor. Hayal kırıklığı; sancı, başarısız intihar girişimleri. Sevinç; yalnızca bahar müjdecisi… Bir daha uğramayacağım satırların arasından geçip, gittim. Bir hatıra için, nice kitaplar yaktım. Hikâyemin ucu yanıktı, yüzümde acıklı bir gülümseme, herkes gülmenin ne kadar yakıştığıyla ilgileniyordu, kimse neden “acıklı” olduğuyla değil. Bu hikâyeye daha fazla katlanamazdım, inanabileceğim, içimdeki inancı çıkarabilecek yepyeni bir masal gerekiyordu, cadısı kayıp, elması yarım ısırıklı olmayan. Bu sefer o kadar çok hissedeceğim ki…
Kalbimi kırmızı renkte bir boyayla yıkayacağım, geçmişli cümleleri uzaklara serpeceğim, akşamları yastığa başımı koyduğumda bu defa günahkâr şiirleri düşünüp, üzülmeyeceğim, güzel masallara dalıp, gideceğim. Rüyamdan bir daha çıkmamak üzere ve her harfin başına şapka koyacağım, yağmur yağdığında ıslanmasın hikâyem. Zincirleri paslı, tahtaları gıcırdayan salıncaklar düşümdeki, ama hiç birisi kirli değil.


On Dokuz Mayıs İki Bin On Altı 11 40
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Pek Sayın Kalbim

Henüz yazılamayan bir romandan sesleniyorum sana; yalnızlık fazla geldi, hayatımı ucuz romanlara adadım. Gittiysen bilmek istemem ama öldüysen muhakkak bilmek isterim, önce saçlarımı sonra da bileklerimi keserim… Hayatımın tam orasında, “ne işi var?” dediklerim var ve bir de “niye hayatımda yok?” diye çıldırdıklarım, bu çıldırdıklarım bir gün bu yokmuş gibi davrandıklarımı tüketecek biliyorum. O zaman tamamen yalnız kalacağım, kocaman soru işaretleriyle dolu bir boşlukta. Soru şeklinde geri dönen şarkılar var, dinlemeyi bıraktığım hâlde…
Alnımdan eksilmeyen yara bandı ve aklımdan geçen deliliklerle ta o zamanlarda nereye gideceğimi bilmiyordum. Dizlerimden de yaraları eksilmeyen bir çocukluğumun üzerinden çok zaman geçmesine rağmen, dizlerimdeki o kapanmayan yaraların, dizelerime bulaştığını fark ettim. İlham veren şarkıların uzaklardan gelen ezgileri, gönlün penceresi ardına kadar açıkken, nasıl da şairdi gece ışıkları. Dizilip, duruyorlardı, onların dilini anlamak için, dizeleri okuyabilmek için; görmek, yürekle hissetmek yeterliydi, okuma ve yazmanın da yetemediği şeyler vardı. İlkemin üzerine kurduğum bağdaş, dizlerimi o yaralardan kurtardı, kulaklarıma çarpan müziklerin, parçaladığı seslerin içinde kırılan bir şeyler vardı, yine de sisler kırılmıyordu, tam tamına düz olmayan, biraz yanlış gelen ve biraz da serinlik, yetişemediğim yerde bir soluk alma ihtiyacı için, başımı gökyüzünde bulmam, bir derinlik. Güneş ile arama çekmeye çalıştığım perdeler, kimsesizliğim duruyor köşe başında. Kimsesizlik yönünden oldukça varlıklıyım, tam tamına yarım yamalak. Kuruyan şeylerden temizlenme vakti, nihayet. Kurumuş duygulardan ve gül yapraklarından.
Saçlarımın çözemeyeceği bir şey yoktu, şiiri açıklayamıyordu gözlerim. “Niye geldim ben şimdi buraya?” diye kendi kendime soru cümlelerimin içinde gizli ve esrik cevaplarım vardı. Bir daha o eli tutamayacağın için, diğer hiçbir ele de güvenip, yine tutamayacağın için öyle saçma şeyler söylüyorsun ki ellerine. Saçların da dinlemiyor zaten seni uzun zamandır, sen de onları cezalandırıyorsun, bir kitabın içindesin ve sayfalarını bile anlamıyorsun. Denizin dibindeki incilerin balıklara vuran seslerini dinliyorsun, var ya da yok umurunda değil, kuşların kanat çırpınışlarına büyük hikâyeler yüklüyorsun, kuşlar ülkesi hayalleri kuruyorsun, her defasında da bir enkazın altında sabahlıyorsun, sabaha sağ çıkamamayı bekliyorsun küçük heyecanlarla, büyük sorunlarla yine ayılıyorsun. Yinelenen şeylerin yenilerle ilgisi olamadığı hâlde… Bedenime çarpıp, kaçan hayretlerin sesiyle irkiliyorum, uzun zamandır bu kadar üşümemiştim. Bir veda salgını yayılmıştı yüreğime, kurtulamamıştım.
Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu, saçlarıma kızdım tek hastalık ve hata onlarmış gibi…
Hep ya da çok olmalıydı her şey. Azı olmuyordu, az dökülmeler, birazcık kırılmalar yetişmiyordu yok etmek için. Çok kestik, çok ağladım, çok acıdım, çok sızlandım ve sonunda çok yoruldum. Ölmek gibi bir şeydi, ölüme biraz daha yaklaştım ve biraz yaklaşabildiğim için yine kendime kızdım. Zaten bu dünyada kendimden ve saçlarımdan başka kızacak kimsem yoktu ki, ellerime kızamazdım çünkü onlar zaten bir ölü kadar soğuklardı, gözlerime de kızamazdım çünkü hâlâ çocuk gözleriydi onlar, umutlu bir sabah gibi uyanıyorlardı her gün yeniden, bir vakit bile yetmiyordu heveslerinin kırılmasına, kırılıyordu öğle olmadan. 
Keşke kendimi bir kolinin içine saklasaydım, üzerine kızgın harflerle “Dikkat, kırılabilir!” yazsaydım, çocukluk daha kolay sığardı bir kutunun içine. Ama büyüklük ya da büyüyememişlik, büyümüş görünüp, kırılmaktan büyüyememiş birisi bir kutunun içine kolayca sığamaz. Sığsa da yabancılık hisseder, kendimi bile tanıyamadığım zamanlar varken ve ben kendimi bile çoğu zaman başkasıymış gibi anlatırken, kendime bile yabancıyken çünkü çocuklar kolayca her şeye uyum sağlayabilirler, ben o kıvrımlarımı yitirdim, kıvraklığımı ve becerilerimi de, sert köşelerim oldu şimdi. Sevgiden çok, merhameti arar oldum.
Senden soğuduysam
Ben artık kendime bile ısınamam!
Değerlendirmelerimin değerinle bir ilgisi yok. Lavaboda kırılan cam bardağın keskin parçalarının, lavabonun küçücük gözlerinden geçmeye çalışması gibi, boğazımdaki yutma mücadelesi, boruları parçalıyor cam kırıkları, uzun yıllar büyüyen boğazımdaki düğümü bir jilet çözdü, kesmeye başladı içimi, tüm kanım boşalana kadar bu böyle devam edecek. Yaşadıkça, hazmedemediğim şeyleri geçirmeye çalışıyorum boğazımdan, olmaması gereken şeyler oluyor. Yaşamak tam da böyle bir şey sanırım. Olmaması gerektiği gibi oluyor birçok şey. 
Daha fazla dolanıyordu ellerim birbirine, elimdeki her şeyi düşürüyordum, tutamıyordum, en çokta yüreğimi. Sürekli üzerime çay döküyordum, yanıyordum. Ona bakamadığım zamanlarda gökyüzünü özlüyordum. Yanmalarım sanki bakabilince geçecekmiş gibi geliyordu, tüm acıların hesabını ondan sormak istiyordum, özlemlerimi onunla dindirmeyi istiyordum, sanki dinecekmiş gibi. Bunların bir sonu olduğunu biliyordum, son olsun istiyordum, bu defa son, ama çaresiz devam ediyordum, düşünmemeye çalışıyordum. Düşüncelerimin çaresizliğinden çok, onun gözlerindeki yanıp, sönen ışık yakıyordu içimi, acıtıyordum canımı, acımıyordum kendime. Tüm bunların saçma ve küçük bir nedene bağlı olması, hırpalıyordu, yapacak bir şeyim yoktu, öylece bıraktım. Yapacak bir şeyim olsa da gücüm yoktu zaten.
Paragrafın hatalı yerinde birdenbire karşıma çıkmış gibisin. En az senin kadar şaşkınım ve karışık. İnsan yeri geldiğinde hayallerinden tiksinmesini de bilmeli, ben öyle yapıyorum, sürekli bir şeylerden midem bulanıyor, ileri derecede. Ne yazacağımı da, ne yapacağımı da bilmiyorum, seni hangi cümlenin içine yerleştireceğimi ya da bırakıp bir köşede öylece unutacağımı, bilmiyorum. Garantisi de yok zaten ne yazmanın ne unutmanın. Ama umudun her cümlede geçerli nedenleri var.
İnsan o anları yaşarken küçücük görünüyor her şey. Ama ileride herhangi bir zamanda, zamanın herhangi bir yerinde, nasıl da büyüyor o küçük gördüğümüz şeyler.
Anıları ileride bir tarihe erteledim. Küçükken hayal kurmaktan ve inanmaktan hiç korkmazdım, mesela pilot olmak isterdim, kocaman uçağı havalandırabilecek kadar büyük bir güce ve ilime sahip olacağıma inanırdım. Kimseden korkmazdım, kocaman binaların tepesinden atlayarak, uçmayı hayal ederdim. Minicik ellerimin çok güçlü olduğuna inanmıştım, kim ya da ne inandırmıştı beni hiçbir fikrim yok. Hiçbir gücün beni yok edebileceğine inanmazdım, küçükken ne kadar da cesaretli oluyor insan. Sonra büyüdük, önce korkuyu ve utanmayı öğrendik hatta gün oldu hayallerimizden ideallerimizden bile çekinir olduk. Daha sonra hayal kırıklıklarımız oldu ki, bunlar da iyice bizi soğuttu yaşamaktan. Sonra hayaller bize yüz çevirdi, cesaretimiz biraz daha kırıldı ve tamamen bitti, hayallerimizin tümü anlamını yitirdi çünkü anlayamazlardı kimse hayallerimizi, diğer insanların kabul edebileceği normal insanlar gibi olmalıydık. Son hayal de terk edene kadar gülümsedik, sonra o da soluklaştı, artık çoğumuz güçsüz bir yarımız ölü ve ne yapabilirsek yapalım, anlamsız…

Yirmi İki Nisan İki Bin On Altı 17 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Fikrimin Sevgili Dikeni

Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım. Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda,  aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
Üzerime bol gelen elbiselerin manasızlığıyla, içine kalbimi doğradığım, kırmızı mercimek çorbasını karıştırıyorum. Yaşadıklarımı anlatmaya kalktığımda mananın eksik kalmasından korktuğumdan, anlatmıyorum, yazamıyorum da bu durumu, tek dileğim biran önce kalbimi yiyip, bitirmek, kimselere bırakmadan. Daha geçen sabah yaşayarak uyanmıştım.
Dünlerde saklanmış umut kırıntıları, bugünlerde olan şeylerin bitirdiği hatta gömdüğü, geçmişin aslında geçmemiş olduğunu çarpıyor gözlerime, gecenin yarısında, her şeyin ucunda, ölümün bile. İnsan gece ölüme daha yakındır, Allah’a da… Başka kimse yoktur çünkü. İçimi kusmak istedim, içinde hiç kimsenin geçmediği kelimelerle, kapattığım kapıları açarken, sanki başka bir dünyaya açılacakmış gibi kapıları özenle tutmam ve akşamleyin tüm kapıları sıkı sıkıya kapatmam, içime bile olan güvenim sarsıldı, içimin ait olduğu dağlar yıkıldı, içim içsiz kaldı. Babamın iş çıkışlarını özledim, küçüklüğümden beri özlerdim, kimse benim okul çıkışımı özledi mi acaba ya da kimse iş çıkışımı özleyecek mi? Ya da başka çıkışlarımı, dünyadan gidişlerimi ya da iç çekişlerimi… Kimse kaldırabilecek mi? Gecikmelerimin kaynağı belirsizlik ve nedensizlik. Neden sonra bir renge vuruldum, gece yarısı korkularımı sabah kahkahalarımla değiştirdim, gün ortası yalnızlığımı akşam vakitlerine sakladım, ne kadar yalnızsam o kadar onunlaydım. İçimdeki sonsuzluğun aslında huzur olduğunu, o huzuru benden çaldıklarında fark ettim, içimi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi, gelse deli olurdum herhalde, dışarıdan görülen hâlimle iç hâlimin uyuşmayışı, kötü olan bu işte. En büyük felaketi yaşadığında, bir heykel gibi soğumak ve taş kesilmek, yaşamak kelimesi lügatimden acilen çıkarılmalı.
Metrekareye düşen bir sürü acının sancısı…
Ağrılar sızılar içindeyim ya da onlar benim içimde. Bir ulaşılamazlık, bir uzaklık var aramızda. Ama denedim, tümden suçlu değilim. O yola çıktım, çıktığımda her şey daha kötüye gitti. Şimdi tükendim gidecek gücü bulamıyorum ne ayaklarımda ne de ellerimde. Hâlâ güzel rüyalar görebiliyorum bunun için de suçlu hissediyorum kendimi, her şey bunca kötüyken ve ben aslında bu kadar kaçmak isterken… İç huzurumu yitirdim bunda yaşadığım şu dünyanın payı var ve ben artık bu dünyadan payıma düşeni bırakıp gitmek istiyorum, anne karnındaki huzuruma…
Lügatimden düşen kelimelerden artık sorumlu değilim, aklıma kazınanlar dışında. Elbisemin içine yağmur doldurdum, sonra rüzgâr çok sert vurdu, kedi tırmıkları doldurdum avuçlarıma ve bileklerime, pürüzsüzlüğümü sorguluyorum, her iyi şey de sızısıyla birlikte geliyordu. “Anne, ben artık acıkmıyorum.” Ya yağmurla doyuyorum ya da rüzgârla, susuz yaşanmadığından. Ömrümün neresinde olduğumu bilebilseydim, bu duruma göre, gencim ya da yaşlıyım diyebilirdim. O yüzden bunu bilmiyorum. Küçükken başlayan göbek deliğimin sancısı, büyüdükçe de geçmedi hatta kabuk bağladığında ve o yara döküldüğünde de. Bazı yaralar geçse hatta izi kalmasa bile sürekli devam ediyor içerde bir yerlerde. Sürüp, giden zamanı durdurmak ne haddime? Sadece onunla birlikte ben de sürülebilirim, uzaklara bir yerlere. Bazı parmaklar olmadığı için ellerimde, parmak uçlarımda sallanan girdap, çıkılmazlık bile bazen çıkılıyor, içinden çıkılmaz bir hâl alan zamanlardan sıyrılıyorum, hep zor şeyler yüzünden, hep zor… Mutlu zamanlarımın olduğu rivayetler var, “bir zamanlar” diye başlayan her şey masallardan ibaret.
Bazı acılar çok net, Allah’ım bazı acılar çok zamansız. Bazı şarkılar çok cızırtılı. “anne, uzun zamandır yaşlandığımı hissediyorum, bu yaşamak anlamına gelir mi?” Gelmese ne olacak? Zoraki aldığım nefesler, toplu nefes metreküpümün bakiyesinden düşecek mi? Düşmez, düşmemeli de zaten, düşen tek şey düşler olmalı ki daha fazla hayal kırıklığına uğramayalım.
Gözle görülmeyen kırıkların, net anlamları var, yine de izah edemiyorum. Kalın giyinemiyorum, annem bana kızmakta haklı. Boynum tutulmuş, başım yine yastıklardan intihar etmiş, yatağın altına kaçmış rüyalarımı arıyorum. Çoğu zaman da çocukluğumu, insan niye hiç ulaşamayacağı şeylerin peşine düşer ki? Zamansız bir hüzün döküldü dizkapaklarıma, zaten hep zamansız gelir ağrılar. Ağaçlanacak hâlime, dökülüyorum. Döküntülerimden kimse sorumlu değil çünkü hiç kimsenin ihtiyacı yok onlara, ama benim o döküntüleri alıp, gitmeye, alıp, kaybolmaya, alıp birikmeye ihtiyacım var.
Metrobüsler kadar kalabalık içim ve tıkış tıkış. Dünyaya büyük çocuk olarak açmıştım gözlerimi, sanki sevilmeye ihtiyacım yokmuş gibi benim içeride doymuş olduğumu düşündüklerinden, hep bu mesafeler hep benden sonrakinin sevilmesi, beni severken hep acemi oluşları, aslında benim zamansız gelen hüzünlerimin tam da bunlarla örtüşmesi ve çarpışması, dağıtıyordu beni. Az sevilmenin verdiği cesaretle çok sevsem bile, az sevmem gerektiğine inanarak, sevmeye çalıştım. Eksiklik duygusu gecikmiyor hiç, en başta gösteriyor kendisini. Kendime bile mesafeliyim. Bir ailede oluşum, o ailede olduğum anlamına gelmiyordu, tamam olamıyorum.
Gözlerimdeki inciler, önce pırlantaya ve sonra da elmaslara dönüştü, ama hiç pırıldamadan, pırıltısızdı, tıpkı herkes için değersiz oldukları gibi. Yaşım ilerledikçe daha az sıklıkla ve daha çok miktarda dökmeye başladım bunları, değerliydiler yalnızca benim için, eskiden vara yoğa ağladığım minicik şeyler şimdi ağlanacak değerin altında değersizleştiler. Kederin oranıyla ilgili bu, tartabilseydik görünmez dertlerimizi, belki de sırtımız kırılırdı, omuzlarımız sızlardı, avuçlarımıza kan dolardı, ama görünmüyor, görünmediği için de biz o yükleri kaldırabiliyor gibi görünüyoruz.
Sekiz Nisan İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut 
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Alt Satırdaki Noktalar






İyi ki aklımdan geçenleri yazamıyorum.
Huzursuzluğumdan başlasam yazmaya, hiç bitmeyen bir romanın birkaç cildini art arda bitirebilirim, huzuru hak etmediğimi düşünüyorum, ne zaman sevinsem az, sevinmeyi hak etmediğimi düşündüğüm gibi, kabullenmiş duygusu öncelikle yenilmekten geçiyor, ben bu konuda master yapmış bulunuyorum. Tüm hayatım, kaybettiklerim ve yarım kalmışlıklarım üzerine kurulu. Tabi böyle bir hayattan tastamam bir ömür beklemek doğru olmaz. Başıma gelen her şeyden kendim sorumluymuşum gibi, başkasını sorumlu ya da sorunlu tutabilecek kadar, kimseyi yaklaştırmıyorum. Cümlelerin doğru anlamlarının, doğru manalara da gelmesini beklemiyorum artık. Gönüllü acı çekenler grubunun daimi müdavimiyim. El birliğiyle çok güzel yerleştirdiler içime; elimi, eteğimi çekmeyi, yaşayamamayı, içimdeki umut kırıntısını yok etmeyi, iyi becerdiler. (Alt satırdaki kelimelere mensup noktaların üst satırları da etkileyebildiği bir dünya…)

Yapacak başka bir şey yoksa ve bu da kader gibi yazılmışsa, yine yapacak bir şey yok. Acını sevmeyi öğreneceksin sonra da ona alışacaksın daha sonra da huzuru bir gün eğer bulursan, tanıyamayacaksın ve kaçacaksın. O huzurdan huzursuzluk duyacaksın. Birisi sana iyi davrandığında “neden acaba?” diye soracaksın kendine. Canlı olan her şeyin aslında cansızlaştığı, canlı yayınların bile. Yıllar içinde Zeki Müren ya da Orhan Veli gibi bir ses kaydım olmayacak, Ben Nevin Akbulut diyemeyeceğim, adımı bile bana vermiyorlar, adım bile adım değil belki, isimsizlikten kendimi kayıp ilanlarında görmek isterdim. İsmini ya da kendini kaybeden birini bulmak için özel kayıp arama ekipleri kurulmalıydı. Hiçbir şeyim belli değil şu durumda, yaşadığım bile. Ama kayıplığımın peşine düşecek kimse olmadığını biliyorum, olsa zaten kaybolmama izin verilmezdi. Sessiz sedasız çekip gideceğim, bir çay buğusu gibi. Adımı bile almadan, zamanla pürüzlenen yanaklarımla ve dudaklarımı da almadan, kırık tırnaklarımı bile düzeltmeden, hatta şiirlerimi bile, yazılarımdaki tırnak içindeki cümleleri bile. Kitaplarıma kıyamazdım ya en çok, onları bile almadan gideceğim. Bu dünyada yeteri kadar yüklendiğim yüklerden, taşıyamadıklarımdan kurtulacağım. Orada tek yüküm günahlarım olacak, belki Allah yaşamadıklarımı da katar hesaba, belki o günahlarımdan düşer yaşayamadıklarımı…
Otuz Mart İki Bin On Altı 16 20
(Umarım en kötü yazım bu olur) 
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Bol Tuzlu Az Tozlu Zamanlar

Eskiden güzel gülerdim
Çünkü gülecek güzel şeyler olurdu.
Küçücük tesadüflerin, büyüttüğü bir hikâyeyiz biz artık ve hikâyemizin içinde boğulduk, önce küçüldük, sonra da yok olduk. Bizi artık büyük tesadüfler bile kurtaramaz. Bu dünyaya değil bir çocuk, bir kahkaha, bir kedi, bir köpek, bir kırmızı bile getirmek istemiyorum. Ancak kelimeler var, onlar da elimde değil, kalbimde. Pek sayın kalbimde.
Zamanın içinde sanki bir zaman daha var; belirsizlik. O zamanın içinde kayboluyorum yavaşça, hissedilir bir şekilde. Hayatımdan söktüğüm sözler vardı, hayatında, almakla çalmak arasındaki o ufacık fark ile kalbine giden yolun üzerinde ayaklarım akraba olmuştu cam kırıklarıyla. Kalbim sürekli konuşuyor, dilim anlatmaktan yorulmuştu, gözlerimse hâlâ anlatıyordu, geçmiş zaman ekli mutlulukları…  “Eskiden böyle miydik?” diye şarkı sözleri yazıyordu ellerim, en güzel cümleleri yerinden koparan elim, günler pırıltısını yitirdi, yıldızlar çok uzaklarda yanıp, sönüyor. Dilim, muğlak, her şeye istemsizce gülen -mutluluktan değil- bir dinleyici, hayat garip bir komedyan, üzeri tozlu, yazılan tüm şiirleri iade etmek istiyorum, yerini bulamadıkları için ve yersizliğimi yüzüme bir tek onlar vurabildikleri için. Sokaklar kadar alıştım kimsesizliğime, kendi beşiğimi kendi ayaklarımla sallamaya, dudaklarımdaki gönülsüz gülümsemeye…
Elimin tersiyle ittiğim kâğıtlarda, ağıtlarım birikiyor, bir çingene sigarası dudağımdaki gülümsemenin yerini sahipleniyor. Toza alışığım ben, dumana da alışıyorum, mürekkebi içime çektiğim gibi, kâğıda dökülen yerlerinden tutuşuyorum, bu kadar tutuştuktan sonra, tutunamamak, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı anlamını çoktan içeriyor. Gözüme kaçan tozun ağlattığı gözyaşlarımla sarhoşluğumu biriktiriyorum, akşamüzeri, sahile dökmek için. Tuzla tuzu kavuşturmak için, birleştirmek için, diğer tüm ayrılıklar adına, yarayla yarayı iyileştirmek gibi bu, yoksa şu sızı, susuz böyle ebediyete kalırdı.
Nasıl anlatayım koklamadan, yaşanılan tüm o yılları bir günde silebilecek güce sahibim. Beni bu güce iten şeylere, sonsuz kaygılarımı sunuyorum, tasalarımı kenara atıyorum, yüzümdeki endişeyi donduruyorum, beraberinde bir gülümseme ekliyorum, o hep var, o hep varmış gibi, o hep olacakmış gibi, gülüyorum. Aklıma geldiğinde en çok beni ne güldürüyorsa, günlük uğraşların içinde, gülmek için tekrar onu aklıma getirmeye çalışıyorum, hep yeni bir şey oluyormuş da, hep gülüyor gibiyim.
Bazılarının yüzüne bir dakikadan fazla baksam, içlerindeki kötülüğü görecek gibi oluyorum. Kimsenin kalbi şeffaf değil, buna rağmen, üstelik o çirkin et parçası, bizi nasıl da çıkmazlara sokuyor. Bazı hayallerimi gerçek hayatta görsem, büsbütün soğuyacağım yaşamaktan. Bazılarının karşıma çıkmasını istediğim hâlde, çıkmamalarına sevinmem, üşengeçliğimden değil de, ileriyi biraz daha geriden görebilmemdir. Gece gölgelerini katlayıp gidiyor, sokaklar öksüzlerin çıplaklığı, korkularımız daha da katlanıyor, üzerimde bir tek kırmızı manto, ellerim ceplerimde, tüm yalnızlar gibi ve yanlış yürüyenler gibi. Ellerim gündüzden kalma, yavru köpek kokularını seviyor. Bazılarını bu karanlıkta görsem, dayanamam biliyorum. Kelimeler peşimi bırakmıyor, türlü anlamlar yüklüyorum olmayışına, varlığını intihar ettiğim yerde ağlarken buluyorum. Bir dil yetmiyor lügatime, beni anlamaların bitmiş, durduğun süs, varlığın yokluk, başka bir şey değil bu karanlık. Kıyıya bıraktığım bira köpükleri, sahildeki köpüklerle dalga geçiyor, en ağladığım şeyi hatırlayıp, bir daha ağlıyorum, anlamıyor ne gece, ne de gecenin içine karışanlar.
Kelebek kanatlarından ödünç alıp, yaptığım kalbimin gece vakti yaşama süresi dolduğunda, bir mürekkeple can bulacağına inanışlarım, yaşayacağını zanneden diğer tüm şiirler gibi kendimi yaşayacak zannetmem… Oysa pulla tuzun, tuzla tozun yer değiştirdiği zamanlarda bir tek zerrecik kadar bile olamayışım, noktadan hesap sormalarım, yine de kalbime sızmalarım, ölü bir kelebek gibi.
Her şey artık çok fazla geldi bana, kimsenin göremeyeceği yerlerde ağladım, ağladım sayılmazdı bu, kendimi hırpalamadım ama ruhumu, bir kuyunun içinde oradan oraya vurdum, herkes iyi şeyleri yok etmeye çalışırken, en çok ruhum zedelendi. Kuyuda bile susuzdum ve beni artık bir tek Yusuf anlardı. Ani bir ölüm düşledim hep, bir trafik kazası, kalp krizi ya da intihar. Kanseri saymıyorum, o ani değildi, yıllar içinde yine öldürememişti beni. Tüm dünya üzerime geliyor sanki bir sen gelmiyorsun. Gittikten sonra, bu şehir üstüme yıkılır zannettim, olmadı, görünürde hiç kötü bir şey olmadı, mucizelere inanmayı küçükken öğrenmiştim. İşte bu inandığım şeyler de olmadı, mucize gerçekleşmedi, gelip sarılmadı bana, yaralarımı da sarmadı, beni en iyi Eyüp anlardı. Beni anlamayıp, anlamaya çalışanlar kalabalıktan başka bir şey yapmadılar, sıkıcıyım, duygusal ve yağmurluyum. Ölümü düşünüyorum daha çok intiharla ve iftiharla. Belki biraz günah işliyorum. Yorganı başıma çeksem hatta yatağı komple kafama geçirsem de yağmurlu gecelerden korkumu engelleyemedim kulaklarıma. Basit öykülere inandım, güzel şarkılar dinledim, güzel sözler ezberledim, mükemmel şiirlere âşık oldum, yazanlara değil. Her yazıyı yarım bırakıp, kendimi tamamlamaya çalışıyorum, bir kere kayboldum, bu yüzden bir daha kaybolma ihtimalim de yok. Bulamıyorum, şiirimdeki en önemli, en hüzünlü ve en sevinçli imgeyi, ölmek istiyorum bu yüzden, tertemiz bir nefes alırken, kocaman bir nefes, ciğerlerime kıyamete kadar yetecek bir nefes. Ölümden başka bir şeye inanmıyorum, inançlar hayal kırıklığı yaratıyor. Yaşıyorum ben oysa ölür gibi, hayal gibi, bazen yeniden doğar gibi.
İnsan hatırlamak istediği şeyleri, unutmamak için anlatır. Ben uzun zamandır bir şey anlatamıyorum. Hayata dair sağlanacak tolerans kalmadı, biraz daha kaygılanayım…
Ağlıyordum, herkes sesim nemli zannediyordu, kalbim rutubetliydi, küçüklüğümden beri ya da büyüyemediğimden beri. Gözlerimi şişiren yaşların, gözkapaklarımı kalabalıklaştırdığı günlerde, bacası tüten eski bir eve saklasam hatıralarımı, dokunulmasalar, gözkapaklarım gibi, dokunulmaz olsalar. Çiçekleri akışına bıraksam, dünyayı değil, akmıyor dünya, zaman da akmıyor, sadece biz bize ayrılan sürenin sonuna geliyoruz, kendi vaktimizden tükeniyoruz, kırmızı çiçekler aşkına. Ne zaman izlesem Yeşilçam filmlerini bir ağlamak tuttururum, duman gibi, ellerim titrer, hiçbir şeyin beni teselli edemeyeceğini bildiğim hâlde, bir kavuşma sahnesi olur mutluluk. Demek ben çoktan alışmışım zamanın içindeki zamansızlığa ve ilgisizliğime, konumumu bildiremiyorum, çok zamansız, az yerliyim buralarda. Ayaklarım gidici gibi, bir salyangoz kadar, sahibim sokaklara, onun parlak izinde yürüyorum, az gidiyorum, sonra gidemiyorum. Kırıklarımı bıraksaydım gitmeye çalıştığım yollara, kolayca bulunurdum, ama bırakmıyorum, onları da götürüyorum peşim sıra. Tüm nefeslerimin bedelini peşin ödemiş gibiyim, bunca kırıklıkları taşımama rağmen, yine de hafifledim, kendime gelememek gibi meziyetlerim var, belki bir tozla bir tuza karışırım, belki bir gözyaşı olurum yine kalbimde, süzülürüm, kâğıtlarını kopardığım güzel cümlelerin içinden.

On Altı Mart İki Bin On Altı 12 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Hiç Ruhsuzluktan İyi Hâllice

Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım…
Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda,  aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
On Bir Mart İki Bin On Altı 10:30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Duygu Yetmezliği

Bazı şeyler tam böyle burada kaldı, bir sayfanın arasında, bir mektubun, bir daha hiç kimse tarafından açıklanamayacak satırında. Kalbimin o kapağının bir daha hiç açılamayacağını hissediyorum, nefessizlik gibi, susuzluk gibi. Yaşanamadı, kalp yetmezliğinden değil de, yalnız tek tarafa ait, duygu yetmezliğinden. Sevmenin provası yapılmıyordu her gün sonuçta, görünüyor gibi oldu, gözlerime inanmaktan çok, kalbime inandım, kalbim tanıdı, o ise tanırmış gibi yaptı. Sözcükleri tanıdıktı, yaptıkları yabancı olsa da… Sonrası karanlık, dolunayın kapladığı gökyüzünün simsiyah gecesi gibi karanlık, o görünen her şey görünmez oldu. Seviyormuş gibilerine inandım, sevmediğinin kanıtları dikildi karşıma, yazılı kanun gibi. Yine de belki bir şey değişir diye beklerken onca zaman geçti. Günümüzün modern ayrılıkları sessizce gerçekleşiyor, hiç acıtmadan, kırıp, etrafı dökmeden, dağıtmadan. Ama içimizde sessiz bir ağıt, her şeyi yakıp, yıkıyor. Umursamazlıklar modernleştiriyor insanları ve sevgisizleştiriyor, ben kıyamet koparmaların peşindeydim, anlamsız yaptığım onca şeyin tek bir anlamı vardı; “bitmesin” hep bu bitmesin yüzündendi her şey. Modern değildim, olamıyordum, ayrılık gibi şiddetli bir şeyi modernliğe yakıştıramıyordum, beceriksizdim.

Düşlerden öteye gidemedim, kitaplarda başka dünyaları tanıdım ama gerçekte öyle değildi ve gerçekteki dünyayı daha fazla tanımayı reddediyordum. Gerçek dünyada insanlar ya iyi bir şeye sahip olmak istiyorlar ya da onu yok etmek istiyorlar. İkisinin arasındaki o boşluktan yaralanıyorum. Dizelerim tutumsuz, ben düzensizim, düşüncelerim de… Yine bunun için suçluluk duymuyorum, herkes içindeki kötülüğe yer edindirmeye çalışıyor, birilerinin üzerine atmaya çalışıyor, oysa ben sahiplendim, dağınıklığımı, tutarsızlığımı, belirsizliğimi…

Beynime birinin yerleştirdiği hüznü, sahiplendim. Önsezimden başka bir şey değildi, kullanılmayan eşyaların peşine düşen antikacılar gibi düşmüştüm tedavülden kalkan kelimelerin peşine. Kanatlarım kırıldığında düşünmüştüm ölümü ilk kez, sokaklarda dolaşmaktan korkmuyordum artık, ne de olsa bir yanım eksikti, eksi soğuklarda artı karanlıklar üretiyordum. Boşluktan başka gidecek yerimiz yok, kaderin kanat çırpınışlarında gölgeleniyordum, kopan kanatlarımı yeniden dikmeye çalışıyordum annemin dikiş makinasıyla, hayallerimde olan ama yanımda olmayan birisi var, yazdığım, kızdığım, çizdiğim… Aklımda açık unutulmuş şarkıların mısraları, şarkı söylerken, okuyoruz kaderimizi, başka bir ağızdan yazılan. Buklemden vuruldum, daha fazla acıyamazdı. İki sayfa kitap okudum, üç sayfa içeceğim sonra sayfalar dolusu seni özleyeceğim. Hep böyle oluyor, kitap okuyacağım diye başlıyorum, sonra seni özlüyorum, sonra sayfalarca içiyorum.

Meleklere nasıl inanabilirse bir insan, öyle inanmıştım, iman etmenin altıncı şartı gibiydi ona inanışım. Boynunda uyuyabilmek için gittiğim yolun ortalarında ömrüm yetmemişti ya da o zamana ulaşabilmek için, en önemli şeyi yitirmiştim, belki de inancımı. Hayattan kalan tek anlamlı şey gibiydi, son hatıra, son masal gibi… Parmak uçlarımda çok güzel bir kelebeği kaçıracağım gibi korkar bir hisle nefes alırdım yanında, ya uçup giderse diye, saatlerce kıpırdamadan durabilirdim. Nefessizliğimin içinde bile fazladan nefes vardı sanki şimdi bomboş bir alanda tek başıma almaya çalıştığım nefeslerin bile geçmediği boynumla o zamanlar yutkunmadan durabilirdim. Bu akımın diğer duygularda geçerliliği yoktu.

Neden içim rahat benim böyle? “Seni seviyordum” geçmiş zaman eki, hiçbir kelimede bu kadar iğreti durmamıştır, bunu saklamak için birden fazla tırnak içine ihtiyaç duyuyordum. Geçmiş zaman eki, bu cümlede güzel durmuştu.

İçim rahattı, verilen sözlerin, bedelini öderken, hiçbir beklenti yer etmemişti içimde. Seni sevsem bile, en çok kendimden sorumluydum, kendi sevgimin hakkını vermem gerekiyordu, tıpkı senin de kendi sevginden sorumlu olduğun gibi, bunlar daha az senin umurundaydı, ama gitsen bile içim rahattı, sevmesen bile, bekletsen bile, ağlatsan bile yine benim içim rahattı. Ben geçmiş zamanlardaki gibi sadık kalırken birçok şeye, sen belki de yeni zamana ayak uydurdun, belki haklıydın, belki haksız. Konumuz bu değil. Ama masumca sevemeyecek kadar kirletmişti yeni yüzyıl bizi. Beklentisiz sevemez hâle gelmiştik, belki sırf bunları düşünemediğim için, içim böylesine rahattı, huzur denilen şeyi, nice hırpalanmışlıklardan sonra içimde bulmuştum, aynı huzursuzluğu da senin sevginde bulduğum gibi…

Yaşamanın nefes almayla ölçüldüğü şu günlerde, oksijenim babama yetmiyor, nefesim yaşamaya yetmiyor. Kahvelerin de iyi gelmediği zamanlar var, tıpkı güneşin bazı sabahlara iyi gelmediği gibi, midemle kavga etmek yerine ona yalvarıyorum, ne olur daha kusmayayım diye. Şoka uğramam gereken şeyler oluyor ama uğrayamayacak kadar yorgun ve uyuşuğum. Titremekten başka yapabileceğim bir şey yok. Öfkelerim affetsin beni, onlar için kendimi yerden yere vuramıyorum. Tam fincan çayı sonuna kadar bitiremiyorum, hâlsizlikten ya da unutkanlıktan, bir yerden sonra her şey soğuyor, ellerim buz gibi çünkü. Bira ile gözyaşı bir arada gitmiyor, bunu çok ağlayınca anladım, başım çatlayıp, hiç gitmeyen bir ağrı yerleştiğinde. Kendimi harap etme şampiyonluğum var benim, yine de bir şey olmuyor en azından iyi şeyler olmuyor. Çok ağlayınca kilomdan değil de, litremden eksiliyor. Tıkandığımı unutmuşum.

Uzun boylu şemsiyeler var artık aramızda, uzun süren zamanlar gibi, zamanın içinde uzayan yollar gibi ve ben tüm bu uzun şeylerin arasında bir tek kendime haksızlık ediyorum. Hatırladıklarım arasında en çok kendi hatırımı saymıyorum…

Bir gün okuduğum kitabın kaldığım yerini ters çevirip, öylece oturduğum kanepenin üzerine bırakacağım. Sanki beş dakika sonra gelip, kaldığım yerden devam edecekmişim gibi. Sanki her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ama devam edemeyeceğim, her şeyi olduğu gibi ama devam ediyormuş gibi bırakıp, gideceğim. Korktuğum, yarıda kalan rüya ve kâbuslarımı bile yarım bırakacağım, geri gelecekmişim gibi gideceğim, fakat geri dönemeyeceğim kadar uzaklarda olacağım…

Vazgeçmemin üzerinden, bir sürü yol geçti, birkaç sevme dışında yüreğim pırpır etmedi bir daha, midemde ne zaman bir daha mor kelebeklerin uçuşacağını bilmiyorum, buna rağmen ilk ve son kez seviyormuş gibiydim. Onu dosdoğru tanımanın yalanına kendimi inandırmıştım. Kendi yalanına inanmak kadar başka bir ahmaklık daha yoktur. Kirpiklerini saymaktan yorulmazdım, kaybetme korkusu tıpkı ölüm korkusuna benziyor. İkisinde de insan kendini yitiriyor.

Yirmi Altı Şubat İki Bin On Altı 17 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Burası Dünya

Burası dünya, malumunuz yuvarlak. İçinde yansıyanlara da köşesizliği yansıdı uzun zaman önce. Kimseyle yolun sonunu düşünme ve kimseye asla ve asla uzun zamanlı güvenme. Güven saati birisi tarafından ayarlanmış, zaman makinası gibi. Ömrünün sonunda yanında olacak, elimi tutacak, ne olursa olsun, beni sahiplenip, koruyacak diye umma. Burası dünya ve içindekiler illâki biraz da dünyaya benziyor, herkes biraz köşesiz, herkes biraz dönek, herkes oldukça yalancı ve herkes sevgisiz, yalın, tekdüze. Herkes biraz aldatıyor ve sen deli gibi seviyorsun diye sakın mucize falan gelecek diye bekleme. Mucizeni bile doğduğuna pişman edip, dürüp, büküp, yüreğine tıkarlar geri. Burası dünya, hiç istemezdim gelmeyi ama geldik, şimdi mühim mesele, elimizde olan bu dünyayı, tüm çirkinlikleriyle kabullenip, sevmeye çalışmak…

Çünkü başka bir dünyamız yok! 
Eğer, bu iğrençlikleri birlikte yaşayabileceğin birisi de varsa ne âlâ!
Basit şeyler soruyor, gündelik. Sanki gecelerce ben ağlamamışım gibi, onun yüzünden… “İyi misin?” diye soruyor, dolmuşta karşılaştığım tiyatrocuyu hatırlıyorum, gerçekten mi ağlıyordu, rol mü yapıyordu? Sonra herkesin biraz tiyatrocu olduğunu hissediyorum. Sanki içimdeki cevabı verebilirmişim gibi. Söylemek isteyip de söyleyemediğim şeylerin ağırlığını hafifletmek için, aklımı uçurmayı deniyorum, aklımın yağ oranı düşük belki de bilmiyorum, uçamıyorum, aklımda bir yerlere gitmiyor, tüm gün, tüm gece, hiç bıkmadan aynı şeyleri düşünmeye devam ediyorum, yarın olmasını istemiyorum çünkü yarın da aynı şeyleri düşüneceğim. Daha az giyiyorum üzerime, daha az seyrediyorum sokakları, sanki hafifleyecekmiş gibi. Ağladıklarımı gizleyemiyorum artık, olgunluğun bir başka belirtisi de bu, o başka bir şeyim var zannediyor, “neren ağrıyor” diye soruyor, sanki tek gerçek sorun buymuş gibi, diğer tüm büyük acıları soyutlaştıracakmış gibi… Üzerime titrediğini şu zamanlarda hissetmek, aslında yanımda asıl olması gereken yerde olmadığını bildiğimi hatırlatıyor. Masum rolünde kıvranmaya devam ediyor. Gözlerimi, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla aceleyle siliyorum, dudaklarımın bükülmesine engel olamıyorum. Kafamdaki çiçekleri koparıp, birer tane sakladığım şişelere yerleştiriyorum, hayatta yapılan hatalardan çok imla kurallarını düşünüyorum, okuduğum kitaplardaki dünyalara gitmek istiyorum. Kesin bu yazıldıysa, vardır öyle bir yer gibi geliyor. İnanıyorum.


On Yedi Şubat İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Rahmetli Yazılarım

Rahmetli yazılarımda rahmetsiz bir şey vardı, rahmet okunmayacaktı belki ardımdan. Az bağırdım, çok küfür ettim, çoğunlukla içimden, zaten çığlıklarımı duyacak yetenekte de kimse yoktu. Uzandım, uzayamadıkça, ağlamalarımı bulduğum her yere sürüyorum, biraz daha ağlamak kokuyor, hava ve oda. Rahmetsiz kaldığıma ağlıyorum, yağmur yağsın istiyorum, çok yağsın, yağmur rahmetmiş çünkü. Cümlenin başına almam gereken kelimeleri hep sonuna ekliyorum, konuşmakta da yeteneksizim, ayrılırken, ayıldığım şeyler vardı, içtiklerimin sonrasında olan şey, biriyle olmak, gerçekten biriyle olmak, bir miktar sarhoşluğu gerektiriyor, yoksa o kadar çok bahane ve batan şey buluyorsun ki kendine. Zaten biraz sarhoş olmadan da hiçbir şeye katlanılamıyor, ama bazı şeyler var ki sarhoş olsan da dipdiri gözlerinin önünde canlanıyor. Sarhoşken sustuklarımı, ayılınca hatırlıyorum, daha çok konuşmak için içtiğim günlerin hatırına, şuan susuyorum. Pijamamın arasına sakladığım birayla birlikte, bin bir türden pişmanlığımı gizliyorum. Biraz daha yazmak için, biraz daha uyumak için belki de istiyorum bunları, unutmak lüks artık içimde, içimin içinde hücrelerime yapışan o şeyi unutursam sanki canımdan can gidecek, etimden et gidecek, canımdan et de gitti aslında, gidiyor, etimden can da gidiyor. Sanki yaşamak daha anlamsız daha zor olacak. Oysa ben bu başlığın altına bambaşka şeyler yazmak isterdim, devasa şeyler anlatıp, gizemlice susmak isterdim, nerde tabi bende o yürek ve o ruhsuzluk? Böyle anlatabilmek kolay da, bunları kaydedebilmek ya da kaydolabildiği yerden çıkarıp, birilerinin karşına dikmek zor, sayfalar dolusu sustuklarımı, birkaç cümlede geçiştirmek haksızlık değil de nedir? Söyleyip, kaçmak, özleyip, susmak, tüm bunlar haksızlık değil mi dünyaya, sana ve bana?
Şimdi gelip, hiçbir şey olmamış gibi dikilsen karşıma… Bunun hayalini ne çok kurdum ama ne yapabileceğime dair en ufak bir fikrim bile yok, zaten benim seninle karşılaşmama dair en ufak bir fikrim olamaz ki, bilemediğim bir şey varsa hayatta, o da en çok budur işte, karşıma çıktığında ne yapabileceğim ya da ne yapamayacağım… Halledemeyeceğimiz şeyler de var, üstelik bunlar onca geçen zaman, ya da telâfi meselesi falan değil, belki de büyük bir mesele olmaması, büyük şeyleri küçültmem belki de, senin büyüttüğün yerde, her akşam kenarda biriktirdiğim birkaç şişe ile ödeşiyorum, onların içini dolduruyorum sustuklarımla, diplerinde kendimi görene kadar rahat bırakmıyorum. Kurduğum hayallerin sonunu kaybettiğim için, bir daha düşünmek istemiyorum seni. Sonuca bağlayamıyorum, asılı kalıyorum sonra, konuşur gibi yapmaktan, susar gibi ağlamaktan bıktım. Ağlarken çıkardığım seslerde, yüzümün bilmem kaç derece kızarmasında, ellerim buz gibi donarken, bir tek bunlar bile gerçek olmaya yeterdi, eğer bilebilseydin. Dünyadaki tek samimiyet belki de bu şekilde ağlamaktı, tamam ağlamak iyi bir şey demiyorum zaten. Ama yoruldum, başka bir şey yapamayacak kadar yoruldum, herkesin içinin aslında bomboş olmasından kendi içimdekileri de teknik bir hata gibi görmekten. Gelişim hatalıydı belki de, bıraktığım izler, seni geri getirmeye yeter mi bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, böylesi daha katlanılabilir. Bitince susan kalem gibi, gittiği yere kadar değil, bittiği yere kadar.
Her şey birdenbire oldu, kanatlarım hiç ummadığım anda, tam da uçmaya teşebbüs ettiğim o anda kırıldı, kanatlarımdan geriye kalan kendimin içindeki ben, bundan sonra hiç tamamlanamayacak bir yarımlığa başladı. İntihar eğilim değil, eylem gibi bir şey oldu, bir gecede birkaç sefer. Bilek uyuşuklukları ve sızlamaları, ince sıvı, bir ip şeklinde akıp gidiyordu, zaman dâhil, her şey kırmızıya boyanıyordu, usulca, sırasını bozmadan. Dünyayı sanki kıpkırmızı bir bulut ele geçiriyordu. Duran zamanın içinde, gidebilmelerin müptelası oldum, yaşarken, ölmenin özlemini tadıyordum. Gönlümün törpüsü, aklımı yiyordu, aklım beynimle bir aile olamayacak kadar uzaklardaydı, daha çok kuşlarla akrabaydı, onlar da umudu çağrıştırdığı için tam da bu satırda uçarak ölmek istiyordum. Sarılmanın içindeki saflığın boşaltılması, beynimde büyük bir travma yarattı, bu olanlardan artık kendim bile sorumlu değildim, yalnızca sorunların farkında olduğumu itiraf edebiliyordum. Bir önceki gün, sarıp sarmalaması, ertesi gün boşluğunu yaratmaktan başka bir şey değildi. Ben de başka bir yerde olamıyordum, hatta hiçbir yerdeydim. Yine de bir demlik çaya aşina bir hasret biriktiriyor insan içinde, sıcacık, donan parmaklar eşliğinde. Benzerlerimin bile bana hiç benzemediği bir dünya yalnızlıktan başka bir şey değildir, yazık ki, yazıklanamıyorum. İçime duygusal ve manevi sancıların sızması, daha büyük başka bir düşünceyle birleşti; hayal kırıklığı. Eğer ben ölürsem, anılardan ya da anısızlıktan ölürüm.
Parçalandım, parçalarımı bulamayacağım kadar uzaklarda bıraktım, bir şeyleri ararken, bir yaşama nedeninin peşinden giderken.
Tarafsız bir yarayım artık, dökülen kabuklarımı içime sakladım. Uykulu hâllerim ve uyanık zamanlarım yalnız ona ait ve aralarında pek bir fark yok düşündüklerim açısından. Yine de hiç kıpırdamadan, ölü gibi yatmak kendimi bir süreliğine ölü hissetmek, hiçbir şey yapmak zorunda olmamak, rahatlatıyor beni.
Sevdiğimiz birine herhangi bir organ lazım olduğunda veremiyor bizim gibiler, ciğer mi lazım, ciğerimi verirdim. Ama olmadı, kalbimi verdim, genellikle değmeyecek birine, üstelik geri almak istediğinde bir sürü hırpalanmışlıkla geri geliyor kalp. Benim organlarımı kabul etmiyor doktorlar, bir kere yaşadığın bir hastalığın ömür boyu izi kalıyor, oysa daha çok genç organlarım, hatta ruh yaşıma göre ölçebilirsek, oldukça genç. Az kullanılmış, çok kullanılmamış, çok yaşanmışlık var. Bazen tek bir saniyeyi anlatmaya saatler yetmiyor.
Çamaşır suyu ile yolculuk ediyorum ve artık dünyaya ait, temiz görünümlü her şeyden nefret ediyorum. Keşke tek şiddet büyük puntolu harflerle olsaydı. Şimdi hangi televizyon programı avutabilir beni, hangi dizi ya da hangi bir şey? Eve geldim, kaktüsümün suyu bitmiş, su verdim, kalorifere konulan yıkanmış çorabımın teki ebediyete kayboldu, bazı şeylerin peşinden gitmemeyi öğrendim, koşarken dizlerimden çok, yüreğimin yaralanmasından. Montumla oturdum, bütün ışıkları açtım, hol ve mutfak da dâhil çünkü korkuyorum. Yalnız kalmayayım diye çağıran komşulara da gitmiyorum, paylaşacak tek şeyin yalnızlık olması ne sıkıcı. Üst kattaki seslere alışamıyorum, onun yerine kulaklarımda saklı aşk şarkıları… Üç yemyeşil zeytin yedim, tuzlu. Beni bunlar ayakta tutabilir. O bomboş sayfayı saatlerce okudum.

Dua ediyormuş gibi açıyor ellerini, kızıyormuş gibi sürekli içinden bir şeyler mırıldanıyor, kızdığı şeyler dışa vurulamayacak kadar kötü sanki ya da o kadar fazla ki, mırıldanmasa kimsenin duyacağı da yok. Hiç gerçekten yapmak için yapamayacağı eylemlerin içinde hareketleri kısıtlanmış kalmış, yüzü bu yüzden gergin. Yanağının oradaki çene kemiği sürekli bu yüzden atıyor. Hep bir şeyleri “gibi” yapmaktan kendisi olamıyor, hiçbir zaman öfkesini dışarı vuramıyor çünkü çok kontrollü. Kendisini dizginlemesi lazım, duygularını da… Bir sürü duyguya sahip, onu köleleştiren, kendi gibi davranmasını engelleyen. Bir hayat biçimi sunulmuş da ev ödevi gibi onu yerine getiriyor, teneffüs zili ancak öldüğünde çınlayacak kulaklarında. Öfkesini ve nefretini dışarı vuramadığı için de sevgisini de hiçbir zaman anlatamayacak. Anlatamayacağını bildiği için de sevmeye üşenecek. Öfkelenen ve nefretini dile getiren insanlar her zaman daha samimidir, sessizce gülümseyenlerden… Ben kahkahaları tercih ederim, en sinirimin bozuk olduğu anlarda. Dışa vurabildiğim belki de bunlar, içime attıklarımdan çürümüş bir dünya var edebilirim belki…
Yazmak; kendi kendimle konuşmak gibi…
Dört Şubat İki Bin On Altı 11 00
Nevin Akbulut