Browsing Category

blog

blog

Dolambaç

İçimde bir bulut
Yağmurunu bırakıp, gitti.

Bazı zamanlara tesadüf etmeyi o kadar isterdim ki, zaman teessüf edip, üzerimden geçmeden önce. İstediğim zamanlara karışınca ne olacak ki sanki hiçbir şey. Yerini yadırgayan herkes biraz şikâyetçidir bulunduğu zamandan, en azından bu normal. “Dünya ne kadar küçükmüş” derdim, beklediğim ya da aradığım şeylerle karşılaşınca, “aslında dünya ne kadar da büyükmüş, bir türlü bulamıyorum” derdim gideceğim yolları, gitmek istediklerimi bulamayınca. Acılarımın dibine dokunup, elektrik verilmiş hissi yaratan bir kitap çarptı kalbime tam bu zamanlarda. Saf acının tefsiri gibiydi ve bu çok tesirli bir zehirdi. Açıklaması bol, meali az, bir o kadar anlamlı ve yeterince de anlamsız, hemen her şey gibi. Galiba artık hastalanmak için sadece kitaplar bile yetiyordu, insanlar yetmiyor çünkü hasta etmeye, kırılmaya bile bağışıklık kazandık. Bu sondu dediğim her şey sanki çıkıp gelmişti hayatıma, yeni, yine ve yeniden, sanki o kitabın içinden çıkıp, sızmışlardı hayatıma. Beni yaratan, kurban olduğum sanki benimle dalga geçiyordu. Sorun belki de herkese yazıklandığım kadar, kendini görememekten geliyordu, bu körlüktü, aynanın kararması, içine eğilip, bir güzel görememekti. Herkesin zararı herkese, benimki yine kendime, kelimeler ziyan oldu tüm bu zamanlarda, acıyorum, acılaşıyorum gittikçe. Anlattığımı zannettiğim her şey bir saçmalık olarak, hayatıma bumerang gibi geri dönüyor, dünyanın bu kadar da yuvarlak olduğuna inanmak istemiyorum artık, bir yerde sivrilip, batmalı bir şeyler, batıp, yok etmeli, silmeli.

Ölüme çelme takıp, sevindiğim zamanlarda, kendi ıstıraplı sonumun acısını çoğalttım yalnızca. Gittikçe çoğalan, sürekli başka bir acı doğuran acı. Doğuran ve sana sormadan büyüyen, üreyen, dağılan ve çoğalan başka sızılar, başka olmaları sana ait olmadıkları anlamına gelmeyen ıstıraplar. Yendiğimi zannettiğim ölüm değil, hayatımmış. Kendi kendime oynamış, kendim kaybetmiş ve kendi kaleme gol atmıştım, kalemi kendi kalbime saplamıştım hem de yaşamakla ödeyerek. Biraz daha her şeyi içine atmak ve dışına etmek için, kaldığı yerden devam ediyormuş düzensiz nefeslerim. Hastalık ve dışkı çuvalı gibi içimiz, çözümü daha çok çürümek, hep ayrışma. Bunca kokuşmanın içinde hiçbir yere varamadan üstelik temiz kalmış her şeyi de kirletmeye devam etmek için soluyoruz. Bunca kirlenmişliğin üzerine bir de paslanıyoruz, durmadan. Umut denen uyuşturucuyu ilk kim bulaştırdı zihnimize, her yanımıza… Geçmeyeceğini bildiğim, boğazıma büyük gelen o yumruyla her gün kavga ediyorum, binlerce kelimeyle içimi dökebilirmişim gibi geliyor, söylediğim bir şey yok, sayıklamalardan ve yazıklanmalardan başka. İçimin hiçbir yere gittiği yok, gitseydi bir şeyler düzelirdi belki, o hep duruyor burada. Yaşadığı yalan hayatın gerçekliğine çarptığında yapabilirdi bunu insan, gidebilirdi, kendini bırakabilirdi, kendini de alıp, gidebilirdi. Sonsuz kayboluşun içinde buldum ben, hikâyem asılı kaldı, ona uydum. Salındım, sallandım, hep daha büyük bir boşluğa yuvarlanıp, duruyorum, dolambaç gibi. Çıkışı olsa bile artık, buranın dışının da içi kadar çekilmez olduğunu biliyorum. Dünyayı dünyadan aşağı atmak istiyorum.

Parmaklarından dökülen sancının nağmesiydi, beyninde çınlayan, artık beyaz şeylerden bahsetmek ne kadar da zordu, bembeyaz şeylerden bahis açmak ise imkânsıza yakındı, içime bulaşan bu zehir, zaten zamanında içimden sızmıştı, kendi sızımın takipçisi, kendi zehrimin panzehriydim, henüz parmaklarımı kontrol edemediğim zamanlarda. Ömrün ortası neresi tam da bilemezken ki şiirler bile yalancı çıkarır insanı, ne zamandır dinlediğim masalın dinmez taraflarında uyudum. İçim dinginleşir, sızım diner, artık bir şeyler söner diye. Kalmak sancısı ile kaybolmak kuşkusu arasında sonsuzluk ile ilgili cümleler kurarken yokluğa vuruldum. Kırmızının ne zaman kırmızı olduğunu bile bilmiyordum, ben mi renklerden bahsedecektim, üstelik herkesle birlikte gördüğüm renklerin aynılığından bile şüpheye düşmüşken…

Şuraya oradan, buradan ya da içimden sızan cümleler, şuan yazdığımın kanıtı olabilir ama yazmayı becerebildiğimin delili değildir. Yaşamak bir hevestir, hem de en geçicisinden. Benim hevesim geçmedi, ben ondan geçtim. O heves bitince dümdüz ölmenin yollarını arıyorsun, sonra için bunu kaldıramayınca, bu mide bulantısı, bu iç kasılmaları bu sızılar, başka çetrefilli yollarını arıyorsun yok olabilmenin, sonuç itibariyle de bu yolu bir şekilde buluyorsun, dünyada o kadar çok neden var ki, nedensizce ölmek için ve bahanelere sığınmak için. Benimle başlamayan şeylerin, benim dileğimle son bulmuyor oluşu, büyük haksızlık, kendin için her şeyin iyisini isteyebilme hakkına sahipsen, en kötüsünü de isteme özgürlüğüne erişmek lazımdı, kendi ellerinle birinin değil de sadece kendinin hayatına son kez bir nokta koyabilmek, en azından bunu yapabilmeliydik. Biz istemediğimiz için başlayan bir şeyin, biz istemiyoruz diye bitmesi gerekirdi. Yerini yadırgayan çiçek gibi rahatsız olup, renkten renge girip, kırılıp, gücenip, solacağına, belki de her şeyin en az en güzel anında bunu sonlandırabilmek, o yürek, o korkaklık, o cesaret ya da her şeyin karışımındaki o topluluk, bütünlüktü bizi paramparça eden.

Kaynağı içinden başka yerde başlayan o cümleler, seni bu sahtekârlığa iten kelimeler, zaman, ait hissedemediğin o varlık, kendi varlığının içinde olmayan bir sıradanlık, sahtelik, geçicilik, heveslerin uçtuğu ama zehrinin kaldığı, hep durduğu o belirsizlik. Gerektiği yerde gerektiğince tekrarlanamayan her şeyin yeri karışıyor ya da değişiyordu, bir zaman sonra ne kadar anlamlı bir cümle kurmaya çalışsan da, ortaya dökülenler anlamdan çok uzaktı, hayatla arandaki o görünmez bağ gibi, görünmüyor diye bilinmiyor zannediliyordu, oysa belki de çok silik olduğu için görünmüyordu bağ. Gizli bir şey ile olmayan bir şey arasında çıkamadığımız o dağlar vardı, aşılamayan, geçilemeyen, gidilemeyen. Boşluğun yeniden boşluğa dönüşmesi ne kadar da kısa zamanda olmuş, bitmişti. Her boşluk kendi içini doldurmadan, yeni başka bir boşluk yaratıyordu, boşlukları içim almıyordu. Her şey sanki bir masal yitimi gibiydi, ama ortada masal da yoktu.

İnsan yenilir ve çokça da yanılır. Kime yanıldığın, nerede yenildiğin, nerenden eksildiğin önemlidir. Bazı kaybedişlerin içinden geçer gidersin, bazılarının içinden çıkamaz, kalırsın. Ama bazıları için pişman olmak için bile artık çok geçtir. Eksikliğini bulduğunu zannettiğinde yanılır insan en çok, eksik varlığıyla bile eksiktir, adı gözlerinin önünde, üzerinde asılı madalyondadır, görmek istemediğin. Gittiğinde daha büyük, boşluğuyla birlikte daha büyük bir eksiklik bırakacaktır. Bulduğun kaybettiğindir, bildiğin yitirdiğin, yanılsamalar kalır geriye ve tükenen inanışların.

Hatırlayamıyorsam o zaman unutmalıydım. Kendine yapacaklarına bile zaman bırakmazlardı insana bu zamanda.

29.08.2025 Cuma 15:00
(Z.)Nevin Akbulut

blog

Beyhude

Dünya denilen şu labirentten bile çıkmanın bir yolunu bulmuştu sezgileriyle. Bir türlü unutamıyordu zihninde, kaybolmak istediğini. Sezgiler belki de başa belaydı. Kapatıldığı alanın büyüklük ya da küçüklüğü önemli değildi, mühim olan hep orada olduğunu bilmesiydi ve kaybolamadığını…

Sarılınca geçecek masalları dolanıp, duruyor etrafta ve sarılmak bahanesine belki herkes de inanmış görünüyor. Kendimizle ilgili olmayan bir başkasının hayali üzerinden hayal kuruyor gibiyiz, gerçeklikten uzak ve sanki yine kendimizin olmayan bir hayatı zoraki yürütmeye çalışıyoruz gibiyiz, zaten artık birçok şeyde gibi olmak modası şu zamanın. Kendimizi gördüğümüz aynalar gerçek değil, o gülümsemeler bir başkasından miras kalmış, yaslandığımız sırtımız bir başkasını daha evvel ardında bırakmış, bizden geriye ne kalır ki? Birkaç serseri akşamdan, litrelerce içecekten ve saçma sapan mutlu zannettiğimiz fotoğraflardan başka, ağlamayı kaldıramayanların gözyaşlarının ağırlığı altında ezilirken, ağrımaması, belki de hiç insan olmamamız gerekiyordu.

Artık tesadüflere bile denk gelemeyecek aşklara çıkaralım ağzımızda şiir kokan cümleleri. Kopkoyu zamanların aydınlattığı bir çift gözle bulalım yolumuzu, kaybolursak da ne güzel olur. Kaybolmadan varamayacağımız yerlerimiz var, kendi içimizde krokisini çizdiğimiz, özenle ve küçük bir neşterle, tanıdık bir izi sürer gibi, dikkatlice. Bu yolun bizi nereye götüreceğini düşünemeden hiç. Artık hiçbir şeyin iyi gelmeyeceğine inandığımız gecelere kaldıralım kadehimizi ya da kaldırmadan direk midemizden içeri bırakalım, doymayacak sözlere, yazılmamış şiirlere, yazılsa bile yetemeyeceklere… Hep aynı yerden gülümserken, hayata karşı aynı arsız pozu vermeye çalışmak bir çeşit aslında “yalnız değilim”dir’i sadece bir kelime olarak bilirken… Ama öylesine yalnızdır ki; her kimin yanında olursa olsun, aynı şekilde gülümser, mimikleri aynı şekilde kıvranır, çok sevindiğinde bile gülümsemesinin tosladığı bir duvar vardır sanki oraya gelince durur, bir kilit vardır belki yüreğinde, ne yaparsa yapsın, açılmayacak, bir esaretten başka bir şey değildir belki bedenindeki kas sisteminin hareketleri. Başkalarına anlatmaya çalıştığı şey, kendini inandırmasından geçer, ne kadar anlatırsa o kadar inanmıştır, ne kadar susmuşsa o kadar kendi içini örselemiş ve umursamamıştır ve en çok da böyle olduğuna inanmış gibi yapar.

Olanaksız şeylerin ilerisine kadar gidebildiğinde gördüğün o şeffaf şeyi ne yapacağını bilmiyorsun, anladıklarını nerede biriktireceğini, söylemen gerekenleri nasıl harcayacağına dair fikirlerin ne zamandır uyuşuk. Asla sana ait olamayacak şeyleri sahiplenişin, hem de bu derece kurabileceğin tüm cümleleri ağzında kurutuyor. Tarifsiz kelimesinin anlamını birkaç cümleden başka yerde görmedim. Her gün aynı şeyleri yaşadığımız hâlde, yeniden öğreniyor gibi acemiyiz ve beklentisiz, tuhaf sorgulamalar geçerken beynimizle kendimiz arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışacak kadar çocuk, ama küçülemeyecek kadar da büyüğüz. Zamanın içine karışan bir şeyler vardı, bunlar aynı gibi görünüyordu ama zamana karıştıkça başkalaşıyordu. Bu yüzden belki de endişemiz, ne zaman nerede ne yapacağımızı bilememek. Kırılan tırnaklarını anında ısırma isteğin, içindeki o cız sesi. Yanındayken bulunduğum zamana bir türlü dönememek, o korku, o his, işte tam da böyle bir şeydi. Boyut değiştirmekten daha derin şeyler vardı aramızda, açıklayamadığımız ve sızlandığımızdaki o tatlı acı. Hayatla arandaki parazit değil de, bir parantez olmak isterdim, ikimizin de içinde olduğu, çıkmak için yeni cümlelere ihtiyaç duyulmayan, sadece içimizin aldığı şeylerin olduğu bir parantez ya da çember, diğer her şeyin dışarıda kaldığı… İçimde kedi olmayan bir şeyler tırmalayıp duruyordu kelimeleri, sırf bu yüzden, sırf adı olsun diye rezilce diyebilirim, boynumu bıçağa döndüğüm o zamandan beri, arkamı dönmeyi beceremediğimden, kalbime denk gelen o kesikler yüzünden dökülen şeyler, yere, her yere saçılan, sırf saçıldı diye saçmalaşan şeyler var içimde. Senin boyunu aşmayan dalgalar, beni sürükleyip götürüyordu, aramızdaki mesafe eşitsizlik değil, ulaşılmazlıktı. Benim saçlarımdan akan suların senin göğsüne bile değmemiş olmasıydı. Senin kalbin sakince nabzının kurallarına uyarken, benim kalbimin kuralları terk etmiş olmasıydı mesele, saniyeleri terk etmesiydi, saliselerle savaşırken, kolayca sekteye uğramasıydı.

Geç kalmadık ama belki de uzak yollara denk geldik, yanlış olduğumuz birçok şeyi düzeltemedik, üzerine yürüdük, içinin yanlışlarından ancak böyle uzaklaşıyordu kalbi uzakta kalanlar. Yanlışlara daha beter yanlışlar, olmazlar, yalanlar ekleyip kaçıyordu içinin yokuşlarından. Erken denilen şey, bir söz yitimi, doğrulanan, karşılığını bulan bakışlar, baştan hak etmediğin yaşamı çok sonradan hak etsen dâhi istemiyorsun, hak etmediğine öyle çok alışmışsın ki, hem herkesin de işine gelmiş bu, senin hak etmediğine inanmış olman. Yaşadığına inanmak için önce kabullenmek lazım, doğrular içimizi yaktı, uzaktılar, yaşam doğrulardan uzaktı, ben senden uzaktım, neye yakın olsam varabilirdim yanına, bilmiyordum. Yaraları tuzlamakla, geceleri saçmalıkla, sabahları yorgunlukla, içimi yemekle, bütün randevulara düzenli olarak geç kalmakla geçiriyordum. Herkes biraz kendine göreydi, biraz birilerine göre ya da zamana göre. Hiçbir yere göre, hiçbir kimseye göre değildim, kendime bile değildim, zamanın içine bir türlü akamamıştım.

Acımasız ve katı yüreklilerin içinde, bir tutam hayat suyu arıyor gibiyiz. Çoğu zamanda ne aradığımızı bilmeden susuyoruz, herhangi bir zehirden medet umarak, gırtlağımızdan süzülen her şeyin biraz daha bizi öldürmesini dileyerek, etrafına kör ama yolu bilerek, hep durmadan giderek, gırtlağından birden dökülen acıların tınısından yarattığın sözcüklere yine sığınarak, bu nefessizlik, milyon kerelerce, küçük ölümlerine nörolojik isimler uydurarak. Beynindeki sonsuzlukta yuvarlanırken, dışarısı sessiz ama içinde kopan gürültülerle, teşhis edemediğin sızılarla kıpırdayamayışlarına neden bulamayarak. Kirli aynalarda tertemiz yüzümü ararken, kaybetmek en çok hüznünü, ufalan yüzünü, bir cam parçasının keskin tarafına sığdırdığın kendini…

Neyi neden gizlediğini aslında hiç öğrenemeden gizlemişti nasıl sevdiğini… Eğer gizlemezse emindi başına çok daha kötü bir şey gelecekti. Çektiği tüm bu zorluklardan daha beteri ve kıyaslanamayan yanı vardı, biliyordu. Yokluğuyla bile varlığını ezip, geçmiş, tüm zamanını, aklını, kalbini doldurmuştu. Ne istese verebilirdi, lafta değil tabi, “ölelim” dese düğün, bayram olacaktı. Tüm bunları söyleyememenin eşiğinde kıvranırken, kendine yeni hastalıklar icat etmek zorunda kalmıştı, onun değerini başka hiçbir değerle ölçemeyeceğini anlayınca yaşadığı o ağır hüzünle sarsıldı, hiç savaşa girmeden kaybettiği bir şeydi onun varlığı. Bundan sonrası tüm söyleyeceklerini susmak ve anlatamama yeteneksizliğinin ardına saklanmaktı, zaten konuşmayı da pek sevmezdi, etrafına sürekli bu mesajı verirdi. Ama bir yerden sonra nasıl dayanacaktı tüm bu susmalara? İçindeki fırtınayı hangi denize savurabilecekti, tüm bunların çaresini hangi şehirde bulacaktı? Bulamayacağından emin, dünya değiştirmenin yollarını ararken, kendini kaybetme derdine düştü. Kaybedemeyince daha da delireceğinden emindi. İçindeki tertemiz duyguları çöpe atmış gibi hissederken, içinde yaşatabildiği tek şey o kokuydu. Onu da hem silmek, yok etmek, hem de hiç unutmamak istiyordu, belki de dünyada geri kalan tüm zamanının en zor ikilemini yaşıyordu.

Nevin Akbulut
06.08.2025 16:00

blog

Galibayım

Nankörlük anına denk gelmiştim zamanın, kolay harcanacak ve tüketilecek bir şeydim içinde.

Yerini yadırgamış rüya gibiyim, görülüp, görülmediğimi bile bilmiyorum. Belki de hiç fark edilmeden o uyku yığının arasında donup kaldım. Var olduğumdan ya da yokluğumdan şüpheye düşen sadece bir kişi var, o da bu rüyayı gördüğünü zannedip, yine her zamanki gibi uyandığında unutacak. Olmasam da olurdu, olmuşla ölmüşe çare yokmuş ya, ne oldum, ne de öldüm. Bu yüzden mi bunca belirsizlik ve gereksizlik? İnsanlar acımasız doğduğumdan beri, sen bile zalim, ben şanssız. Daha ne olsun bu çağda…

Güneş her gün doğup batarken, her şeyin sürekli olacağına olan inancımız duruyor içimizde bir yerde, yeniden, yine aynı hataları, denenmişi denemeyi bu cesaretle yapıyoruz sanırım. Kırıldığın yerden yeniden iyileşeceğini, yeşereceğini zannederken, o kırığın, örselenmenin aslında orada olduğunu hep içimizden bildiğimiz hâlde saf bir umutla, “belki” kelimesine bağlılığımızla çıkıyoruz yine meydana, meydan bizi yeniden incitmek üzere çoktan hazır bekliyordu. Üstelik tüm yaralarımızla, yaranın olduğu yerden iyileşemeyeceğimiz kesinken, nasıl bu kadar inat ve inançla aynı yerden iyileşme umudunu taşıyabiliyoruz bilmiyorum. Herkesin bir belki’si var, olmazsa olmazı, umut gibi tutunduğu bir şey, “belki kırıldım ama iyileşir”, “belki hayal kırıklığına uğrattı ama tamir edebilir”, “belki öyle yapmak, demek istememiştir” gibi… Kimsenin kimseyi onaramayacağı ilk kırgınlıktan belliydi üstelik üzerine yirmi bininci kez aynı saflıkla kırılmaya teşne olmanın bu zamanda karşılığını bulamıyorum.

Bildiğin şeylerde bile emin olamama hâli, hep bir hata keşfetme durumu. Dünya bu, seni de herkes gibi güvensiz birine dönüştürdü. Belki de zaten olduğumuz yerde hiç renk yoktu. Olamaz mı? Belki de biz uydurduk tüm renkleri rüyamızdan ve daha fazlasını. Gri bir ayılış mıydı bizimki? Hangi zamana açılıyor ya da kapanıyorduk, muhtemelen biz aslında sadece renk körüydük… Bu bile yenilebilir bir bahaneydi tüm ruhsuzluğumuzun içinde. Bölünmüştüm, böylece çoğaldığıma ve maddenin üç hâli olarak parçalanıp, dağılacağıma emindim. Korkuyla değişikliğin ihtişamı arasına sıkışıp, kalmıştım. Bir yanım, diğer tarafımdan gizlice, saklı ve tehlikeli işlere kalkışabilir miydi tek başına?

Sisli bir gece yarısı, unutulan fotoğrafları uğurluyoruz, birçoğunu severek, bazısına gülerek ya da ağlayarak. Anılar zamanını yaşayıp, o ânın içinde kalmalı diye düşündük hep. Onları yaşamayı bıraktık, kendi hallerine, çoğalmadı onlar da, azalmadı da ama yine de az değillerdi. Uğurladığım fotoğraflarının içindeki hayalindi, diğer türlüsü katlanılmazdı. Bugünün yarına uğrayacak dermanı yoktu, biz de taşıyacak kadar yürek yememiştik. Buzla buhar arası konuştuklarımız, sustuklarımızı geçer diye iddiaya tutuştuk, biraz buhar, bir miktar duman olduk. Kaybeden yine zamansızlığımız oldu. Ezber bozan alışkanlıklarınla, eskilerden bir hikâyeye mahsuben tutulmaların ve tutunamamalarınla, öyküsüne öykündüğün her yerden kırılıyorsun. Gece susmak demekti, uzaklar suskunluk demekti. En çok bunu özlüyorsun, sessizliği ve puslu geceleri. Yeterince yontulmayınca heykel taş, insan da yeterince sevmeyince hiç olurmuş. Yakamozu denize düşen o gemi resminde, ressamın elinden gelmeyen yansımalar vardı, aramızdaki bulanıklık, belirsizlik, ulaşılmazlık tam da böyle bir şeydi. Bazı şeylerin o anlamlara gelmediğini anlayınca, gerçeğin tam ortasına düşüyorsun, seni tutacak kimse de olmadan.

Bize şarkılar bulduğum akşamları, şarkının içindeki geceyi seviyordum, yıldızlar bu kadar uzak diye onlara tutuluyordum, zaten tutunamadığım her şeye bir miktar tutulurdum. Tersliğimin izahı vardı, makuldü, hatta bana göre biraz makbuldü. Ama serin günlerimin açıklamasını yapamıyordum, suskunluğumu biliyordum, durgunluğumu tanımıyor, anlama kabiliyetimin ağırlığı altında eziliyordum. Hiçbir şeyin sükût hâlinde olabilmesine alışmamıştım. Tüm iyi dileklerim kaçırdığım uzakların yollarında, trenlerin vagonlarında, tanımadığım rüzgâra kapılıp, kaybolmuştu. Hayat bu kadar donuk, insan bu kadar sıkılgan ve ben bu kadar galibayken çaresizlikten ağlamanın da bir şeye yaramayacağını biliyordum artık. Çok şeyler anlatmak istedim zamanında, sesimi bilirim, içimi tanırım, kendimi anlarım zannettim. Hiçbir şeyin hiçbir yere ulaşamayacağını bildiğim hâlde. Senaryonun gereğini yerine getirir gibi, rol icabı doğdum, bu hikâyeyi bitirecektim, her şey birbirine karıştı, kimyadan soğudum.

Çok kişilikli semtlerin, ne kadar az olursa o kadar iyi dünyasından geldim. Sesim, hani’li zamanların hayal kırıklığında kısılıp kaldı. Hâlden anlamaz bir zaman, bir yerdi artık dünya, her şeye rağmen, çıkılmaz sokakların müptezelleriydik. İçimdeki umutlar, dolapta çoktan unutulmuş ve yitirilmeye yüz tutmuş olgun meyveler gibi çürüdü. Kıpırtısızdım, az daha ölecektim. Ölmeden canlanamayacağız belki de. Hayalet gibi o sokaktan yine kaçıncı geçişim unuttum, çantamda ikinci el kitaplarla, içimde çoktan eskimiş ayrılıklarla. Her sabah tüy gibi geçiyorum, kimse bakmıyor, bakan da görmüyor zaten. Zamanın içinde sıkıştırılmış bir ayraç gibi arada, derede nefes almaya çalıştığım için, hiçbir şeyi ayıramadığım gibi birleştiremediğim için ya da düzeltemeyeceğim için görünmez oluyordum. O mağrur gerekçe, izleseler de görünememe mağrurluğu, dilim dönmüyordu gitmelere, telaffuzu olmayan o hüzünlü bekleyiş, içimde kırılan her şeyin melodisiyle birlikte tüm susuşlardan sonra içime dönüyorum, ruhu yontulmuş, kalbi görmekten yorulmuş bir bilge edasıyla… Ve semt isimleri geçiyor aklımdan, tabelalar, sürekli istemeden de okuduğum şeylerin beynimde yer etmesi, anlamlı, anlamsız kelimeler, beğendiklerim, her şey. Bir semt ismi bile bazen ne çok şey hissettirir, için titrer, özlemle dolar, sarılırsın, en yakınına sarılır gibi, sarmalar seni. O anda, o sokağın içinde yaşadıklarındır aradığın, artık bulamayacağın, gidemediğin devrandır gurbetin, gün olup artık devranın dönmeyeceği demdir bu mevsim. Ulaşamazsın o yere bir daha, aynı değildir, hatta hiç değişmese bile, adı bile değişmese başkadır. Bir saniye öncenin yenisidir artık, zaman gibi. Ne çok saat var oysa zamandan kaçılmıyor.

Sussun diye uğultular, çıkmıyorum tepelere. İçimde kendi hayatından kaçmayı isteyen bir çocuk, bu da zaafım, o kadar olsun, belki başka bir hayata ışınlanırım masalları, her zorlukta içimden denediğim. Uçsuz, bucaksızlık hem korkutuyor, hem de içine çekiyor beni. Yılların günler gibi geçtiği bunca zaman sonra artık gelmeyeceğine dair hikâyeler uyduruyorum, içinde bahaneleriyle birlikte. Yine de hem gelmeyeceğini biliyorum hem de bunu aklımdan çıkaramıyorum. Bu durumu hangi mevsimin içine saklarım ya da hangi hikâyeye gömerim, hangi yollara, düşlere, uzaklara savururum bilmiyorum. Tutunamadığım anlarda mucize gibi çıkarsın diye çocukça hayallere kapılmıştım, içimde hep inançlı ve azimli bir çocukla büyüdüm ben, ama o çocuk gitti şimdi. Tutunabiliyorsam iyi kötü, bunun kimseyle uzaktan yakından, sağdan soldan ilgisi yok biliyorum.

Hatırlamadıklarının hiç unutulmayan hikâyesinden geliyorum ben. Adımı değiştirsem, sanımı, zamanımı… Sanrılarımı büyütsem, sancılarım büyür durmadan. Dünyaya açılan balkonlardan hiç bakamadığım gibi, rutubeti bol, muhabbeti az, kahrı çok odalarda tecrit ruhumu, zaman içinde silinen gülüşümü, eksilen diriliğimi, içime hapsettiğim iç çekmelerimi… Ve hatta yaşımı bile değiştirsem, hiç yaşamadığım o yaşlara gelsem, unutabilir miyim tüm kalanları? Tabelalar bile geçip gitmiyor gözlerimin önünden, aklımın içindeki boşluğa yer ediyor hepsi.

Her cümle bir diğerinin takibindeydi, fark edebilen şansız ruhlarda… Dünyanın cefasını çekeceğim bir hatırı kalmadı artık ne de hatırası.

19.06.2025 Perşembe
Nevin Akbulut

blog

Zehirli Karmaşık

Yaşamaya bunca çabalamak, ölmeye de devam etmekti.

Kalbime yapılanlar, kemiğimden ayrılan etim bile yapmamıştı bana. Yan yana durduğunu zannettiğimiz gövdelerimiz içinde birleşen sadece yalnızlıktı. Yalnızlık ne derece birleşip, bütünleşebilirdi ki? Sabahına erdiğimiz soğuk kış günlerinin bıraktığı zehirli karmaşık, öfkeli ve anlayışsız, plastik ve strafordu. Biri diğerine sevmeyi nasıl olsa öğreteceğim diye çabalarken, diğeri hırpalamak için mücadele ediyordu, hayatındaki eksiklik ya da fazlalık her şeyin hıncını ondan çıkarıyordu. Üstünü de gözyaşları ve acıtacağına inandığı kelimelerle tamamlıyordu. Tamamlanamayan şeyler vardı, tam anlayamadığımız, anlatma cüreti, gizli cesaretin içinde tutukluk yapmıştı. Hiç sahip olmadığı bir şeyi kaybedecek gibi ürkekti cümleler, yavan ve yabancı. Birbirinin kanını içmiş, canına kast etmiş gibi sonrasında yıllara yayılan o amansız ve zamansız öfke. Zamanla duruldu, kimse kimseyi arayıp, sormadığı için, o zamanın bir yerinde dondu kaldı her şey. Düşününce var olacağına inandığı yıllar çok geride kaldı, düşünmek şimdilerde hiçbir şeyi yerine getirmiyordu, bunu biliyordu. Bazen kendine azap çektirmek ister gibi delice düşünüyordu. Gelmeyeceğini bilerek ve bunun ardına saklanarak.

Çok zorlanarak inşa ettiğim hayallerimin üzerine birileri, hiç zorlanmadan beton döktüğünden beri keçeleşmiş bir karanlığın içindeyim. Gözlerime bakınca karanlığımdan bir ışık ya da kıvılcım çıkar diye umuyorsunuz ama gözlerim artık karanlığa da alıştı ve bu karanlıkta aslında her şeyi çok daha net görebilme yeteneğine sahip oldum. Kıvılcım yok, ateş yok, ışık yok, her şeyimi kolayca içimden ve ellerimden alan her neyse karanlığımı görüp de söküp, alamayacak içimden. Delirdiğim müzikler sussa bile, kafamın içinde durmadan çalıyor. Çiçeksem eğer, soluşum yakındır, güvence gibi bir teselli bu bana.

Görememek kime göre, neye göre biliyorum artık. İsteyerek görmeyi istemediklerimi kendi hâline bıraktım. Bulutlara bakıp, çok şey düşündüm, bu mevsim çok uygun bunun için. Bir kısmını topak hâlinde aldım gökyüzünden, kıvırdım, kuru yaprak gibi. Her şeye benzetebilirim inancı büyüdü içimde, en çok da uzaklara. Başka bir yer bulup ölene kadar bununla yaşayabilirim, bulma durumu, beklemeyle eşdeğer. Biraz daha kalsam orası da istediğim her şeye benzeyecekti eminim.

Herkesten gizlediği derin bir yası vardı, ayak uyduramıyordu acısına. Dokunulmaz ve dokunulamayacaktı. Ruhundaki bu açlığın neresini doyuracaktı? Saldırdığı gizli tenlerden, karşılığında parçalanmaktan öteye yol var mıydı? Geçmişin yer ettiği bilinçaltı, şimdinin içgüdüsüyüm, belki biraz zaman, zamansızlık. Işıksız tenha o yolda, kalın duvarların önündeki o yakınmadan payımıza düşen duvarları da almıştık, bir ömür kendimizi kapatmak ve taşımak için. O darmadağın tıkanıklıkla boğulma arasında sarf ettiğimiz birkaç kelimeyi bir daha hiçbirimiz kullanmayacaktık, tek kullanımlık, o ânın kelimeleriydi.

Kalbinden çıkan seslerin anlamsızlığından anladım bir yerlerin açık olduğunu ve aklında yeterince kaçıklık olduğunu. Bu sızıntı arasında, sarsıntıyla birlikte, içinden geçen olur olmaz sözler, boşluklardan sızıyor ve hak edilmeyen yerlerde heba oluyordu. Bana da dokunmuştu öyle bir benzeşme sözcüğü. Diğer her şey zamansız akıp gidince, gözlerime çarpmıştı bu sözcük, hunharca. Acıdı mı o an bilemedim, belki çok sonra farkına varacaktım. Çıplaktım ve sızdığım o gecede pencereleri açık kalmıştı içimin, içimin içi görünüyordu, neyin içinde olduğumu bilemeden daha, içimi açmıştım, üstelik içim bunu alır zannetmiştim. Kalbimin gürültüsünden ne niyet okuyabiliyordum, ne aklıma kulak verebiliyordum. İnanç ile inanmamak arasında debelenirken, neye inanmayacağını henüz çözememiş bir ruh gibi çürüyüp, gidiyordum.

O andan sonra gökyüzü sanki hep ağlamaklı, ormanlar ağaçsız, ateşler alevsizdi. Hangi yana yağmur yansa, o yana dönüp yüzümü ağlardım ondan sonra. Bir insan üzerine gelen duvarları göğüslüyorsa tek başına, aşk olmasa da olurdu, olsa da geç kalırdı. Ayışğının gelmediği gecelerde, gökyüzüne teslim oluyordu avuçlarım sabaha kadar. Beyaz kuğuların zarifliği sabahların kalbini deliyordu, yeryüzünde umut; akşamdan kalma masalarda ağız dolusu susuluyordu, beni kendime vermeyip, esir alan zamana bağırıyordum bıçak kesiği sesimle. Bitmiyordu sırlar bu yüzyılda, bir ağacın gölgesinde oturamıyordun rahatça, kıyıya vuran o dalga, ağzında küçücük bir balığı da beraberinde getiriyorsa, yaşamak yine geç kalıyor zamanına. Dalga diniyor, balık ölüyor, akşam oluyor kıyılarda, nereye sığınacağımı bilmiyorum, nereye sığacağımı da. Hiçbir ateş ısıtamıyor nicedir, hiçbir örtü gizleyemiyor bu sancıyı, insan gölgesine ne bırakabilir ki ölümün olduğu yerde…

Zamanın bir yerinde saçım okşanınca kalbim doyar, gözlerim sevilince dudaklarım sevinirdi. Ellerim susmuştu, sanki mahşeri ateşi tutmuş gibi, dokunmuş gibi, almış içine yutmuş gibi. Ağlamak, söndürebilir miydi şimdi bu ateşi bizim buralarda, kim bilecekti? Bu yangını ben başlatmadım, bu ateşin de bana değmemesi gerekirdi, kaç nesil geriden gelen birinin saçlarında başlamıştı alevler, şimdi kendi ayağımızla kendi beşiğimizi salladığımızda kulaklarımıza dolan dua fısıltıları, ateşten koruyamıyordu bizi. Yüreklerimizde koşan atlar, beyaz diye mi ayakları bu kadar kirleniyordu? Haddimizi aştığımız düşünülüp, söylenince, binip, şu güzel atlara gitsek, şu zamanı aşabilir miyiz? En azından bu kısmını… Devirebilir miyiz dünyayı, bir defa daha altüst etme pahasına ama duvarlar var her yerde, yıkılsalar da var, üzerimize örülen ama ruhlarımızın örtüşmediği.

Böyle kalsın, aramızda yalanlar dolansın.

Uzak yazlar yakınımızda artık, tıpkı yıldızsız ve soğuk geceler gibi. Olsaydın belki mutsuz olurduk, diğer her şeyin dışında, mutsuz olduğuma değerdi belki. O yazdıklarım orada kalsın, bu yazamadıklarım burada. Ne kadar güçlü olduğumu; şu hayata ve şartlarına bu kadar uzun ve fazla dayanabildiğimden, yaşadıklarıma katlanabildiğimden anlıyorum artık.

Dağları çıkarsak geriye ne kalırdı dünyadan? Duvarlar daha mı kolay yıkılırdı? Uyuyacak her şey hafifler belki ama bizim üzerimize dağlar geliyordu, bir duvarı sırtladın, bir duvarı da diyelim ki kucakladın, dağlara nasıl gücün yetecekti? Alevdi, suydu, hayaldi, hangisini bilecektin sır diye? Neyin içinde bulup erecektik hakikatin gizine? İçine dokunuyordu içmeler, orman gerçekti, dağlar doğru, kendi rüyandan kaçabilme cüretin tebrike şayandı. Bir kez daldı mı batmadan çıkmıyorduk, yaban otların morundan geçilmiyordu her bucak. Kör noktada boğulmalar, karanlık hırçın, fazla erk, fazla soğuk, yüzyıllardır donuk gibiydi, tanımlayamadığım, tanımaya kalkışmadığım, upuzun sürecek, asla geçmeyecek, öldürmeyecek ama imkânsız bir kahır yiyecekti şah damarımızdan başlayıp gövdemizi. Boşluk buradan başlıyordu, boşluk dağların birbirine küsmesinden, onaramayacağın o bulanıklık, iyileştiremediğin, artık ne renk olduğunu bilemediğin artmış sabahlardan, artık şahlandıramadığın içindeki o suskun attan.

22.05.2025 13:00
Nevin Akbulut

blog

İçimde Çırpınan Kuşun Adı; Ah

Yazı kendini yazdırmıştır, gerisi inanmak istediğin şeylerden ibarettir, biraz da teferruattır.

Gazete manşetlerinde defalarca kendi senaryomu yazdım durdum. Doğru kelimeleri hep yitirmişim de, elimde hep üçüncü anlamları kalmış gibi. Rüyalarımı da eksik görüyor gibiydim o yüzden gerçekleri de tam gerçek olarak kabullenmiyordum. Eksik bir şey vardı bu kaza gibi hayatta, ne olur ne olmaz biraz süs vermeliydim, saksıya güzel çiçekler dikmek gibi, kedileri severken güzelleşmek gibi, yürüdüğün yolların çizgilerinin mor olması gibi… Kötü şeyler olduğu hâlde üzülmemelisin, düzelecek bir gün diye kara borsa da olsa umut inanmalısın ama ağlamalısın kar yağmıyor diye. Kanunsuzluklara rağmen sevinmelisin bir çocuk gülüyor diye haksızlıklara rağmen hâlen ezbere bildiğin dürüstlüğü elden bırakmamalısın çünkü bir kötülüğü yok etmek isterken, senin de bulaştıracağın bir başka kötülük, o kötülüğü yok etmediği gibi daha çok kötülükten ve kötülüğün daha çok yer kaplamasından başka bir şey değildir. Bir süre sonra anlamsız gelen anlam arayışları, yerini zamansızlığa bırakırken, anlamadığına minnet duyduğun zamanlara bırakır yerini.

Zaten ölecektik, hatıraları icat ettik. Sen kendi hikâyende canın sıkılmasın diye, okuduğum tüm romanlara seni kahraman yaptım. Yaşadığım hayat, yazdığım satırlarda zehrin yan etkileri yatıyordu. Artık yurttan sessizlik, arkası yarınlar da yok zaten. Ardı arkası kesilmeyen dertler var… Normalmiş gibi olmaya çalışmakla büyük zaman harcadık, kırık kalplerimizi de alıp gidemedik, bizi alıp götürecek hızlı trenler icat edilmedi henüz. Yemek yemediğim zamanlarda ortalama iki yüz kelime yazmak doyurur beni. Dümdüz ve aynı şekilde istiflendik dünyanın sahnesinde. Kafiyemiz yok ve anlamsızız. Daldığım yerde her şey mozaikleniyor ama yine de kaybolamıyorum, gördüklerim kadar.

Düşleri tek gerçek olarak görenlerin rüyasındayız, gerisi kâbus. Kafamın içinde sabırsızca dolaşan dumanlardan bulut yapabilseydim keşke, hiç olmadı birkaç kuş beslerdim, gökyüzü gibi bir şey olurdu, olmasa da benzerdi. Hepimiz bir şeylere benzemeye çalışıyorduk nasıl olsa… Üşüme ile ürperti arasında bir yerde can çekişiyor sırtım. Tam tamına dokunulacak kadar gerçek şeylerin acısını anlatabildiğinde geçiyor, dokunamadıkların, yerlerini bulamadığın için kalmaya devam ediyor. İçimde çırpınan kuşun adı; ah… Kendimi bilmediğim anlardan korkuyorum. Başkalarını ıskalayıp, kendimi öldürdüğüm kelimelerin mezarlığıyım. Bir yerden sonra, hiçbir şey yapamayınca, içine deliriyor insan!

Daha çok yaşadığında, daha çok yer kaplamayacaksın, başkalarının yaşayacaklarını da yaşamış olmayacaksın, yaşama oburluğunu bir miktar belki sindirmeye çalışacaksın, hem bu bir ömür sürecek. Boş bakan gözlerimi dolduracak bir hikâye bulamıyorum artık, acının donmuş ve zaman aşımını uğramış hâli bu, aradığım her şeyin yerinde ya derin bir boşluk ya da bozulmuşluk. Gün içinde ellerimi yediğimi saklarım, geceleri serbest, geceleri herkes içini yiyor çünkü kendini yiyor, beynini yiyor, durmadan bir şeyler yiyor sabaha kadar. İçimde zamana ait küfürler birikirken, bazı anları hatırlayınca acıklı melodiler dolanıyor beynimde, adını koyamıyorum, sana olan özlemdendi belki de. Sanki başka bir dünyaya aitmişiz gibi seviyorduk, dünyalı olmak en son hatırlayacağımız şeydi, insan arada sırada kendi mucizesini yaratmalı, biz buna inanmıştık. Seninle ilgili her şeyi mucize olarak görüyordum, o yüzden de yok oluşları bu mucizelerin karşılığı olarak gördüm, şaşırmadım, mucizelerin bile bir karşılığı oluyordu bu dünyada. Artık bizi şaşırtacak pek bir şey de kalmadı zaten buralarda.

Bir adım daha atsa zırdeli olacaktı, oysa bir önceki adımda zaten paranoyaktı, psikiyatriden yürüttüğü kitaptan kendine her gün yeni bir hastalık beğeniyordu, günün sonunda yine dayanamayıp, geri adım atıyordu, peşindeki hayaletin ayak izlerini sayıyordu, yeni bir kaza süsü deneyine girişmeden hemen önce.

Doğmadan daha ölümlü hikâyelerin altında eziliyor en masum günahların. Pijamalı sabahlar lüksünü de yaşamıyoruz artık sevgili, bize ait olan birçok güzel şeyi başka bir asırda bıraktık, geçip gittiğimiz, ardımıza bakmadan bırakıp, kaçtığımız. Gitmenin henüz korkaklıkla ilgisini çözemediğimiz anlarda, bir özre sığan, içinde sevgili olan sözcüklerle sığındığımız işte bu hâl, bir türlü sığamadığımız kendimizle, sığışamayacağımız ömrümüzden yine biz feragat ettik, bu çağla inatlaşılamayacağını bilmeliydik. Bir biz noksan olalım dedik, cebren ve hileyle… Kaza süsü verilmiş gençliğime, birkaç bıçak darbesi de uygun görülmüştü, saksıya diktiğim çiçeklerden bile medet umarken, nedensiz manalarda boğuluyordum. Açarsa bu çiçekler, zamansız açardı, hem vakitsiz olan şeyler fazlaca konuşulurdu, diğer olağan her şey unutulurdu, içim bilmeden bilirdim. Unutulmamayı bu zamansızlığa bağlıyorum, haddim olarak, yüküm ve kederim olarak. Ansızın gelen bahar gibi, zamansız gidişini kutsuyorum, orada da bir anlam, bir hayır vardı diyorum ama yoluma çıkan o hayırlarda olumlu bir mana da bulamıyorum. Sonsuza kadar var olacak duvarlar, bir anda olmuş şeylerin; ilelebet, en başından beri devam ve edecek ediyor oluşu, beni sensizliğime, seni de suskunluğuma yaklaştırıyor. Kalp emeği, gözyaşı ile ördüğümüz bu meylimize yakıştı mı bilmiyorum. Taammüden devranımızdan sıyrılmayalım hepten diye istifamı varlığından yana kullandım. Beklenti olarak düşünmüyorum da, Gogol’un Palto’su aşkına, bir araya gelsek yine bu sıcaklıkta, bizi hiçbir şeyin tutamamasına rağmen, yüzlerce yıllık o palto gibi yine dağılırız bir kış günü, kimseye yaranmadan, yâr olmadan, bunu en iyi bizim zamanın kaza süsü verilmiş, yitirenleri bilir.

Herkes durmadan bir şeylerin değişeceğine inanır. Değişimlere ihtiyaç duyar çünkü. Bir şeylerin birileriyle bir gelenle ya da gidenle değişeceğini zannederiz. Kalan kaldığı yerde kalır, durur, durmaya devam edecektir. Bir yere gitmeyle değişemeyeceği gibi belki bir şeyleri götüreceği bile vardır. Beklediğimiz bir vapurdan, bindikten sonra bizde bir başkalık bekleriz ya da bir trenle bir yere gitmeye kalktığımızda, o kadar değişecektir ki her şey, biz bile bambaşka biri olacağız diye sarsılamaz inanç gibi sarılırız buna. Hâlbuki bir gemi ya da tren neyi değiştirebilir ki? Tıpkı birilerinin değiştiremeyeceği gibi, yeni bir yıl gelse de eskinin tüm her şeyiyle birlikte devam ediyor oluşu gibi. İçimizde neleri susturabiliriz bunları düşünürken bilinmez ama ummaya devam ederiz, değişemeyeceğini içten içe bilsek dâhi.

Her şeyin ama her şeyin bir gün yok olabilme ihtimalini doğrulattın bana içimde. Her hakikat bunaltıcıydı ve karşılığında kurtarıcı diye sarıldığımız her şey sahte bir oyunbazlıktan ibaretti. Herkes kendi sahteliğinin mefhumu, hileli inanışlarının sarhoşuydu, insan kendi kendini de kışkırtabiliyordu. Bunları fark edene kadar her şey çok eğlenceli, karşıdan bakıldığında bütünüyle günahtık.

Aynalar kırıktı belki de, bakınca gözlerimiz, oradan da yansımayla kalbimiz kırılıyordu.

Geçemeyeceğim yaralardı,
Bugünlerde tökezleyişim.

06.05.2025 13:00
Nevin Akbulut

blog

Kırmızı Kumlar

Belki de sadece bir düşüncenin bedeliyiz.

Bu yaşamda ölüyüm, yaşımı bildiğimden beri, hiçbir şeyi öğrenemeden üstelik. Belki de ondan tanışamadık, tanışsak bile tanıyamadık. Bilseydim, bilseydik olurdu, İtimat ne pahalı buralarda, canla kazanılan bir şey, üstelik tek taraflı itimat da olmuyor, itimadın birbirine itimadı olması gerekiyor. Tüm içindekiler öldükten sonra, kimseye yeniden verilemeyen bir ant artık o, kazanılamayan. Herkes yarı yoldan dönüyor, yürekleri böyle yarım yamalak ya da inançları, itimatları eksik ama ihanetleri tam, boylarını aşıyor. Yarı yoldan sonra tek başına yürümeleri ezberledim hep, insan kalınca neler öğreniyor şu hayatta. Hatta sonraki yarı yolları daha iyi biliyorum, hep yalnız gittiğimden. Beni tanıyamazsın, pişirilmiş çamurda, yanmış kelimelerle, yitirilmiş zamanı yazıyorum, içerisi sakin, kurumuş ve artık çıtırtısı bile çıkmayacak kadar sessiz otların içinden. Tanısan bilirdin, en azından neyin içinde, neyin dışında olduğumu, içimin dışıma nasıl dalgalarca çarptığını, benim sürekli dalga geçer gibi tutuştuğumu. Yitirilecek her şeyi geride bıraktım, seninle birlikte. Tutuşmuş bir ormandan daha az yaşadım ama daha çok yandım, İbrahim olsa kolaydı, Allah da yanındaydı, hep tek başıma yürüdüm kalan yarım yolları. Yanmayıp, kalan yerlerim de çoktan külünü savurmuş, hangi zamandı bilmiyorum bile, o kadar çok yaşamıyorum ki.

Dünya birbirini sevmeyen insanların gazabına uğramış, ortalık savaş, toz, duman, ölüm. Geri kalanların da tapındığı nesnelerden, kaldırıp başlarını bakabilmeleri mucize, yorgun gözler süzülüyor her gün caddelere. Sağır olsak yeri, kör olası geliyor insanın. Ama herkesin kör olduğu yerde senin körlüğünün de bir hükmü kalmıyor. Saklanacağım bir kuyum yok, üstelik gözlerim de kör değil, koca bir balık da yok beni karnına alacak. Sığınamamak aczi dolu içimde su yerine. Sözleri yutan bir ses olsaydı, hava gibi bir yerde birikse sözcükler, üstelik söylenilemeyenler, çocuk çığlıklarında sönen kurşunlar, bir yerde birikmeli, atılan kurşunların da biriktiği bir alan. Kekeleyerek dökülen yasların da birleştiği bir yer, eksik artık dünyada Zülfikâr’ı kavrayan el. Bu yüzden bunca sessizlik, sesin artık ruha varmadığı bir yer.

Bazı kırıklar vardır ki, onarımı artık yoktur. Düzelteceğim diye uğraşırsın, daha çok hasar verirsin, iyileştireceğim dersin, daha çok yaralarsın her dokunuşta. Her kelime biraz daha kaygıydı. Onunla olmak içime hakaretti. Hatırı olmayan bir şeyin hatırası da olmamalıydı.

Kırmızı kumlu uçurumuma kavuştum. Anladım ve inancım bitti. Anlayanın hakkıdır durmak ve kehanet kendinden kaçıp kendine varmaya çalışmak gibi, rastlar mıyım artık bilmiyorum, unuttuğum o yerlerde, kumlar da değişti hem, kendi canımı sıkıp, içimden çıkasım geliyor, sihrine inandığım her şey garip bir kumardan başkası değil, inandıkça kaybedilen.

Belki de dünya içinden çıkamadığın koca bir labirentli hücreydi, her çıkış yolunu bulduğuna inandığında, daha büyük, sonsuz bir dairenin içinde buluyordun kendini. Mutlu olduğunu zannettiğin o anlarda sadece geçici olarak havalandırmaya çıkıyordun. İçsel yolculuk bizi terk etmişti, içsel sürgüne doğru yol alıyorduk. Yaşama isteği ile kaçma zorunluluğu arasında sıkışıp kalan ruhumuzdan dökülenler kalemin ezberindeydi. Çelişkiden kurtulamadığımız anlarda sığındığımız bir limandı yazmak. Her şeyin bir sınırı vardı ama ruhumuzda bunca olan ve olamayan şeye rağmen bir kısıtlama yoktu, bize kaldığını zannettiğimiz tek alan belki de buydu.

Sevince tüm bahislerden iddiamı geri çektim, iddiasızım tövbeler çağında bir günahkâr kadar, baharın akşamüstü serinliği aklımızı başımızdan alıyor, sahile kadar iniyor tüm içme istekleri, geri de dönmüyor. Karşılaşınca tüm şeylerin içinde bir de o uyumsuz kalabalıkla, ne yapacağını unutuyor yedi uyurların yüzyıllar sonra uyanması gibi. Şaşırmak hâlâ yaşamak anlamına geliyor buralarda, bir eylem, bir gözlem kıpırtısı, hiçbir şey yapmadan. Yıldızlar bu mesafeyi kapatıyor bazı yerlerde, yükseklik korkumu yenemiyorum gözlerine bakarken. Ellerin uzak denizaltında kalan eskimiş mercanlar gibi, kendi başına, ellerin tuzak her an denizin dibine çeken kumlar gibi çok. Tümsekler aklımın içinde kayıt altında, tutamayacağım her şey çevrelenmiş gibi bir şeyler tarafından, alınmış, tüketilmiş, bitirilmiş gibi, sessizlik. Aklımı bölebildiğim kadar ayırdım parçalara, denizle gök arasında, sahille yıldızlar arasında, ulaşmakla uzaklık arasında. Ayrılan sadece hayaller değildi bu aklımda.

Zaman geçiyor zannediyoruz, yaşadığımızı umduğumuz anlarda. Zaman geçmiyor, biz zamandan geçip, gidiyoruz. Bir süredir hayallerime yabancılaştım, sanki başka biri benim yerime içinden geçiriyormuş gibi geliyor tüm hayalleri. Onlar da mı başkaları tarafından satın alındı ya da kiralandı bilmiyorum. Zaten böyle maddi şeyleri hiç bilemedim, aklım ermedi, ruhum da anlamadı. Bu evrende sanki hiç dokunma, konuşma yok gibi, herkes her şeyi söylüyor ama kimse kimseyi duymuyor, bu anlaşmazlık ya da anlamazdan gelmek bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı kulaktan kulağa. Belki de o yüzden hayallerim de yabancı oldu. Başka bir dilde, başka bir yerde, detaylar bile bana ait değil. Korkusu bol, aksiyonu az, konuşmalar yetersiz ya da yersiz. Anlayamadığım için delirmiş olarak uyanıyorum her sabah, o dili arıyorum, öğreneyim istiyorum, öğrenince belki kendime de yabancılaşacağım, bu yabancılık da belki bulaşıcı bir hastalığa dönüşecek. Hayallerim rüyalarıma sızmasın diye büyük çaba gösteriyorum, bilinçaltıyla bağlantılı çünkü tüm rüyalar, rüyalarımı da ele geçirirse, arada kâbuslardan kalan boşluklarda gördüğümü zannettiğim o güzel rüyalar da ellerimden kayıp, giderse ne yaparım artık bilmiyorum. Kafamı kaldırıp, çöpe atasım geliyor bunu düşündükçe, hiçbir işaret yok, bir yaşanmışlık, bir dokunuş olmadı. İz, yansıma, temas da yok. Sonsuza kadar böyle yavan bir şekilde devam edeceğine bir ömür, kısacık ama tatlı anlarda, gördüğün hayalin, bizzat senin hayalin olduğunu bilerek yaşamayı dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Aksi hâlde özgürlüksüz, ezici, yorucu ve bizim de kaygılarımızla birlikte epeyi soluk bir evren burası.

Galiba ben artık rüya görmeyi de bilmiyorum, hayal kurmayı da. Yeni baştan başlamalı, öğrenmeli sıfırdan her şeyi. Bildiklerim yabancı, zannettiklerim yalan, umduklarım kayıp. Boynumdan başlayan o yoksunluk boyumu aşıyordu. Herkesin payına düşen ipek, içimde boşluktu. Uçurumlardan atlıyordum, uçurumun ne olduğunu bilmeden, düşmeyi düşerek öğreniyordum. Senin için daha ne kadar bölünebilirdim, ben bölündükçe mi bölüşecektik hayatı? Parçalanınca bir daha bütün olabilir miydi artık o bütün olmayan bütünler? Herkes için değişiyordum, değiştirilecek bir şeydim, akıllanacak, uslanacak, yaralanacak ve susacak. Bir parçadan beklenmeyecek eylemlerdi. Beni savuran kasırga, yüzümü yakıyordu, parçalarımdaki o keskin acı, en az seni de yakmalıydı, seyrettikçe. Bakmakla da görmenin gerçekleşemeyeceğini bildiğim zamanlardaydım artık.

Hiçbir şey değişmeyecekse, herhangi bir şey için de değmezdi.

10.04.2025 13:00
Nevin Akbulut

blog

Ruh Bulantısı

Cümleleri unutabilirsin kolaylıkla ama içinden geçen kelimeleri unutamazsın. Yaşamla ölüm arasında herkesin yanından geçip, görülmeyen, anlaşılmayan bir hikâyesin, bu bile boşluk nedeni, bahane aramaya gerek yok. Geçen gün gördüğün o yalnız bulut gibi. Her şeyin başladığı gibi gideceğini zannederek, hem yanılıyor hem de vakit kaybediyorsun. Değişmeyen tek şey başlangıçlardaki heves ve sonrasında gelen bıkkınlıklar.

Bir yüz kaç yüzdür aslında? Ağlarken, gülerken, sevinip, üzüldüğünde, rol yaptığında, içten olduğunda ya da sıradanlaştığında… Kendinden bile gizlediği o güvensiz, derin sular, içten içe sızan, her an varlığını hissettiren kaygı ya da endişelenirken, eşelerken geçmişi ya da korkup, üzerini örterken, saklanırken kendinden bile kaçacak delik ararken. Yılların aldatıcılığı birkaç fotoğrafa sığar belki, bir hikâye eder miydi diye düşünürken. Zaman da intikamını alıyordu herkesten, üzerine yükledikleriyle, açmadıkları, anlatmadıklarıyla ve en çok da üzerini örttükleriyle. Anılar da acımasızdı, ansızın hiçbir neden yokken bir yerden, kısacık bir an fırlayıp, çıkardı önüne. Onlar da kişilerin ruhundaki acımasızlığa uyum sağlamıştı. Giderken keşke tüm yaşadıklarını, yaşamak istemediklerini, hatta en ufak bir izi bile bırakmadan, beraberinde silip, gidebilse ya da götürebilse insan. Hiçbir şey bırakmadan, önemli ya da önemsiz toplanan eşyalar gibi, atılmak üzere taşınan lüzumsuz nesneler gibi, giderken bunları da götürebilsek…

Yorgun gözlerinden dingin bir şiir çıkmasını bekliyorsun, hırpalanmış yüreğinden bütün bir hikâye çıkacağını zannediyorsun. Birkaç dünya birden bir araya gelse olmayacak şeylerin umutlanması sahte bir masaldır, hem inanılır, hem de inanılmaması gereken. Her şeyi saklayamazsın, moraran tırnaklarını sakladığın ojeler gibi, her şeyi de anlatamazsın, anlatma yeteneğin, anlamlarla birlikte hareket etmez, kayıptır bazı manalar, bazı sözcükler gibi, bazı yüreklerde. İşaret etsen dâhi bilinemez, görünemez. Yorulmaya bile hakkın olmaz bazen. En çok ihtiyacın olan susma hakkını kullanırsın, sinirlenmeye bile lüzum görmezsin bazen, öylece durup, beklemeyi istersin, hiçbir şeyi beklemeden üstelik. Dışarıda zaman bir yerlerde akıp gitmektedir, kimine şifa, kimine bela, kimine hiç. Karışmak istemezsin, ne hayata, ne içindekilere. Artık bunca şeyden sonra, dinlense de yoruluyordu, hatta dinlenmek daha çok yoruyordu, dünyanın sonu belki de böyle bir şeydi. Hepimiz yorularak azalıp, bitecektik. Son olarak “düşünen yerlerim sonsuza kadar uyuştu” diye düşündü. Bazı gerçekler ölüm gibiydi, biz zulüm diye adlandırıyorduk.

Kimseden hiçbir beklentisi olmadığı ve hiçbir şeyi de beklemediğini kanıtlamak için son yıllarda yeteri kadar nasıl sıkıcı birine dönüşebilir diye düşünmekten kendini alamıyordu, bu sıkıntılı sıkıcılık sonunda ruhuna da sirayet etmiş, aynı zamanda hayatının da içine girmişti doğal bir şekilde… İstemese bile artık sıkıcı, donuk, kaygılı, yavan ve sıkıntılı biri hâline dönüşmüştü. Dünyadan uzaklaşmanın yolu sıkıntıdan geçiyordu ama daha çok insanlardan uzaklaşmanın ve mesafenin en temel yoluydu sıkıcı olmak. Ne dünyayı yeniden onaracak gücü vardı artık ne de insanların ruhlarındaki yarayla baş edebilecek çabası kalmıştı. Kendini de farklı şekillerde yaralama hâliydi bu, en azından bu gücü bulabiliyordu şimdilik kendinde. Her şeye ne kadar uzak hissetse de tam o çemberin içinde olmak, yer bulmak böyle bir şeydi.

Her şey altüst olur ya da sen öyle zannederdin, bazen de olsun isterdin. Son anda kendini arabanın altında kalkmaktan kurtarmış gibi oluyorsun, her şey biçimsiz bir tehlike gibi geliyor artık uzun zamandır, bulaşmak istemiyorsun. Onları kendinden uzaklaştıramasan da, kendini onlardan uzaklaştırmayı başardığını zannediyorsun. Kendini sakınmanın, daha az hareket etmenin türlü yollarına başvuruyorsun, hem de ne olacağını merak edip, duruyorsun. Sesleri, kokuları gönderemezsin hafızandan hiçbir yere, en derinlere gömsen bile, bir an yine intikam alır gibi çıkarlar gün yüzüne, bazen gecenin içine, pervasızca. Anlam veremez, böyle olmaması gerektiği hâlde öyle olduğuna akıl erdiremez, ruhunun derinlerinde bir yere koyamazsın bu durumu. Söylenecek her söz söylenmiş, her masalı biliyorsun, hayalleri kurduktan sonra ne olacağını da öğrendin, artık hiçbir söz ikna edemez seni buraya tutunmaya, iç huzurundan feragat ettiğin zamanlar için kırgınsın kendine. Hiçbir şeyin artık seni onaramayacağını biliyorsun.

Seninle olabilecek tüm olasılıklardan korumuştu beni o olumsuzluk. Oluyormuş gibi olmalardansa, olasılıkları kendi isteğimle terk ettim, ihtimallerden vazgeçtim, olurları harcadım, gerisini de kurcalamadım. Kendi içimde onu aklamaya çalışırken uydurduğum tüm bahaneleri aslında gece kendime katlanabilmek için bulduğumu, sabahları uyandığımda o bahanelerin katı birer ıstıraba dönüştüğünde anlıyordum.

On dokuzuncu yüzyıl sancıları çekiyordum, şiir için dibe batmak gibi… Romanlara konu olmuş hikâyeler, hayatımızda artık olamayacak kadar uzaklarda demektir. Bazen de öyle bir şey olur ki hayatımızda; kitaplarda okusak, inanmaz, dayanamaz, reddederiz ama yaşarız, tahmin edemeyeceğimiz derecede bir donuklukla. Kaç yaşımıza gelirsek gelelim, hâlâ içimizde dokunulmamış, keşfedilmemiş, dokunulmamış bir yer, bir nokta var. Manevi bir şeyin iyi gelen varlığı da hayatının somut kısmını böyle iflas ettiriyor. Hiç biteceğine aklının ermediği şeyler bile aylar sürmeden sona eriyor günümüzde, üstelik bunun için aklını falan da yitirmiyorsun artık. Sadece her şeyin rengi sırasıyla kayboluyor, soluyor, yorgun düşüp, yok oluyor.

Seni düşünürken harcadığım tüm nefesleri toplayıp, bir şişeyle birlikte denizin içinden uzaya yolladım. Cevapsızlığın yankısıyla birlikte sarsıldım, oraya buraya çarptım, delilere musallat oldum, kötülerin belasını bulmadaki yola mermer taşlar döşedim. Onlar kadar aklımı yitirmeyi diledim, sapasağlam duran her şeyin arkasında bir düşman sezinledim. İyilerden katil olmaz diye bir şey yoktu artık, bazen iyi olduğun için de dayanamıyordun, üstelik nezaketin eziklik olarak anıldığı şu zamanda, uslu duracak kalbimiz yoktu. Huzursuzluk içimize işlemişti, medeniyetler arası tartışmalar bitmiyordu, dünya her gün çalkalanıyordu da içindekiler hiç sarsılmıyordu. Önce doğru çizgisini kaybettik, sonra da denklemlerimizi yitirdik, birbirimize bu sefer de denk gelemedik, teğet kelimesinin anlamını unuttum, başıma gelen her kazadan sonra biraz daha. Filler ortada, failden yine renk yok. Duygular rehine verilen dükkânlarda unutuldu, karşılığında birkaç parça suni nefes alındı. Bunca yıllık burnum yine benden bağımsız nefes almaya gitti, ciğerimi evde bırakıp. Hafta sonları ise ödül maması gibi birbirimizin kalbini yedik, beynine giden yolu bulmak için. Uzunca yolda ilerlerken, artık beyin diye bir şey olmadığını da böylece fark ettik. Son kalan birkaç kalbi de yiyip bitirdikten sonra artık iyice hayat olmadığına inandığımız gezegenimizi yok etme çabaları başladı. Öyle ya; düzelmeyeceğine göre artık, tamamen ortadan kalkmalıydı.

Bu öykü böylece paçavra olup, burada bitemezdi o yüzden sonsuzluk diye bir şeye inandık. Devamı olmayacağına inandığımız birçok şeyi anında bıraktık. Hiç bitiremeyeceğim bir paragraf gibi öyle kaldım burada, hayatta… Kelimeler evrende bir yerde birikiyorsa, muhakkak suskunlukların da istiflendiği bir yer vardır, olmalıydı. Atmaya kıyamadığım her anın içinde biraz daha bölündüm, çoğaldım, dağıldım. Her şeyin bir diğerini bulabiliyorduk ama kalbin bir yedeği yoktu, yanlısı, yancısı, yanı yoktu. Sadece canı, özü ve hissi vardı. Bu da bizi bize bağlamaya yeterdi. Şimdi gidip, dilediğimiz denizlerde çözülebiliriz.

26.03.2025 Çarşamba 12:00
Nevin Akbulut

blog

Kuşku Yüklü Gemiler

Herkes her şeyin üzerine o kadar güzel perde çekerdi ki, altında ne olduğunu anlamazdım eskiden, nasıl bu kadar güzel gizleyebildiklerini…

İyice emin artık, bu hayat onu öldürecek, ölmediğini kim kanıtlayabilirdi ki? Belki de bir kopyası gelip, yerleşmişti onun yerine, hayat zannettiği o zamanı yaşamaya devam ediyordu. Hayat böyle bir şey olabilir miydi, yoksa sadece gecede yaşanabilir miydi? Sonsuza kadar şoka uğramış ve geçmeyecek bir tereddüt içindeki. Bu tereddüt ciğerine kadar işlemişti, belki de amansız bir hastalık gibi tüm vücudunu sarmıştı. Yalnızca kendini kaybettiği rüyalarında gülüyor, uyandığında tüm yaşama sancıları, dertleriyle birlikte hücum ediyor, kendine gelince rüyalarını yitiriyor, her gün sırf ona bahşedilmiş hep aynı ceza gibi. Yaslandığı duvarların da artık göründüğü gibi olmadığını bildiğinden beri, olmayan bir duvara veriyor sırtını. Böylesi bile daha katlanılası. Her şey sanki ucuna gelmiş de bir tek o kelimeye takılı kalmış gibi bir çöküntü. O kelimeyi bulsa ferahlayacak ama tam yakalayacağı sırada onlar da kayboluyor. Sanki yüzyıllardır süren ezberlenmiş bir yitim bu.

Ruhunun yansıması uzun zamandır ortalarda görünmüyordu, aynada da bulamıyor, hayalet gibi gölgesiz dolaşıyordu. İçindeki aynayla karşılaşabilseydi, ona gölgesini soracaktı. Henüz ölmemiş ama çoğalmış, birkaç kişiye birden bölünmüştü. Bir yanı durmadan bir meczup gibi bunları yazıyordu, bir yanı kopacak kıyametleri önceden seziyor, sessizce bekliyordu. Bir yanı da inzivaya çekilen hayaletini arıyordu. Belki de mutluluğu önemseyecek kadar varlığımızı hissedemiyorduk artık bu çağda. Yalan sezişlerin kanıtı gibiydi tüm bu susuşlar.

Yapayalnız bir korkuluk gibi gecenin içinden geçen sessizlikleri gördüm. Kuyulardan başka gidilecek bir yer var mıydı artık, zamanın içinde en çok kendimi yitirdim. Sonra yas tuttum, daha da karardı her şey ve hızla ama tüm ağırlığıyla. Göğün yüzüne boynumu sürdüm, böyle yaşıyorum nicedir, yüzün ışıktı, ılıktı, dingindi göğümün altında. Bekledikçe korkuyordum, bekledikçe korkuluk oluyordum. Korktuğuna benzer insan bana göre, çekindiğine. Baksam daha çok aynalara benzerdim, bakmayı durdurdum, görmeyi yitirdiğim o anda. Çok zaman geçince bile çok şey olmaz bazen, her şey o kadar sıradan, olağan olmasa bile o kadar durağandır ki. İlk neremden tutuştum, nereye kadar yandım, daha ne kadar sürdürecektim bu yangını, bilmediğim için durdurdum. Susunca yanmak da duruyor böyle, kelimeler çünkü her şeyi ivedilikle canlandıran, yakan, soğutan, alevlendiren. Sönünce tanınmayacak bir sıcaklık artık, yabancı, uzak, başka bir sıfata bürünen, seni yitiren, kendini unutturan. Ben de unuttum, ilk ne zaman çığırdan çıktığımı, ne zaman göze alıp gidişi, gönlümden çıkardığımı bazı şeyleri. Sıcağın hissettirmeden terk edişini, tenimi sıcaksın, içimi sensiz bir boşluk kapladığından beri, bir kuytu yeterken koca dünyada, şimdilerde sadece kuyular diyorum, nasıl dururdum düşünmeden edemiyorum mezarda, bunca hatıra yüklüyken, azabım bu olurdu sanırım, anıların rahat bırakmadığı anlar.

Kendi sırtıma dayandığım aynayım, soluklarım ters, nefesim bunaltı, aklım bulanık. İçimde yanlış kaynayan şeyler var, nedensiz oturtamadığım durumlar, beynimde vızıldayan sesler bildirecek belki de öldüğümü, o sesler bir gün sustuğunda, bu rüyanın içinden çıkamıyorum. Uzaklaşan, gittikçe çoğalan seslerle birlikte ağır yüklü gemiler geçiyor zihnimden, sanki yolculuklar hep geceymiş gibi geliyor hep. Binlerce yıllık kalıntıların dokunulamaz tozları gibi, bir şeyi kırıp dökmemek ve çarpmamak için hiç kimseye itinayla geçip giderken bu zamandan, aynı zamanda da batmamak için, zerreyken bile sığamadığımın çaresini nerelerde bulacaktım? Bulunca bulmuş olabilecek miydim? Bulunca susacak mıydı içimdeki tüm çınlamalar? Beni yeryüzünde yüzüstü bırakan şey uzaklardı, beni içimden dışarı çıkarıp öylece bırakmıştı bir tuzağın ortasında, içime bile mesafeliydim artık. Soyadım olmasa çoktan almıştım kuşkuyu çünkü ismimden sonra artık sadece tereddüt ve kuşku geliyordu artık.

Gizlendiğim karanlıklardı anlatamadığım, gizemli değil sadece gizleniyordum. Hâlbuki göğsümü kilitleyen saklı bir rahmet olmasa da rahmetli diyebileceklerim vardı. Şehrin geceleri korkunçtu, yıldızlarla birlikte anlaşmış gibi gizleniyorduk birbirimizin içine. Saklanmanın en garanti yolu yok olmaktı, silinmekti, böyle gizlenip, olan bir şeyin ardına hapsolup, sabahın olmasını beklemek ancak çocuk işi olabilirdi. Ay bile dopdolu olmasına rağmen bazı zamanlarda isteyince nasıl da yok olabiliyordu. Bulunmak istemiyorsan artık yok olacaktın, gitmek istiyorsan kaybolacaktın, olmak istiyorsan da olurdun zaten. Ne çok renk varmış gözlerimde, ne çok bulaştırmışım renkleri sevdiğim şeylere, bir uçurtmanın kuyruğu gibi. Onun da sonu gökyüzüydü işte, belki daha aydınlık, daha serin, daha rüzgârlı havalardı sadece. Düşününce tuhaf oluyorum tüm ona yüklediğim sıfatlardan geriye hiçbir şey kalmayınca. Giydiren benmişim, yük eden de, şenlendiren de, nihayetinde tamtakırmış her şey. Düşünceler bile aldatmacadan ibaret, kendi düşüncemi sınamaya kalksam kendimle bile aram bozulurdu eminim. O yüzden şimdilik susup, izliyorum, öyle uzaktan. Günün birinde bu yüzleşmeye gönlüm varır mı, cesaretim olur mu, daha doğrusu o yüreği bulur muyum, içim bunu kaldırır mı bilemeden. Karanlıkta, göremediğin boşlukları kendi düşüncelerinle doğru ya da yanlış tamamlaman ne tuhaf… Kiminle ne yaşanırsa yaşansın, sonunu hep tek başına, kendinle nihayete erdiriyorsun. Bitenler içinde, kalanlar da, yarımlar da içte tükenmek üzere, beklemede.

Kendimin küskünüyüm, gökyüzünde zannediyorum kendimi hep, kuyulardan bildirirken, yine de karanlık gemiler geçiyor, dehlizlerde son buluyor bazı düşler. Çarpıyor güneşe gece hayal edilen her şey, eriyor günün içine varınca. Gülümser yüzler yitiyor birbirinin içinde, saklandığım yıldızlar gibi. Suskunluğuma derman aramayı bıraktım, böyle daha anlayışlı, daha katlanılır, bayağı iyiyiz. Bir duvar örüyorum sonra, kuyunun da içine, yıllardır koltuk deseni gibi yüzüyorum bu kuyuda, bozulmadan, kırılmadan, kimseye de yürek vermeden, gönül koymadan. Dünyayla arana mesafe koymak da neymiş ki, kendine ördüğün duvarlardan sonra, yine de kendimim, her şeyin içinde çıktım, gittim, yol yaptım, çoğunda da bulamadığım yolları bekledim, kendimdeki mesafenin içinden çıkamadım. Şimdi nereye inansam, beni bulan yalanların ensemde buz gibi soluşu, donduruyor beni. Daha fazla inanamıyorum kendim olduğuma, yine de titrek adımlarla gidiyorum peşim sıra, zavallı ürkek halklarım ve korkularımla. Bu kadar sızlamasa uyanmayacaktım belki de o yalanlardan. Boşuna düşler görüyorum doğduğumdan beri. Uykuya düşmemi bekleyen her karanlık, yeni kâbuslarla içine alıyor beni, çocukluğumda gördüğüm canavarlardan bile beter. Yine de görmekten alamıyorum kendimi, düşünmekten, düşünerek büyütmekten kendimi çekemiyorum. Sonunu çok merak ettiğin korku filmleri gibi ama ben hiç korku filmi de izleyemem.

Sakladığım tüm heveslerin karışımı gibiydi, diplerde dolanışım.

blog

Bir Aralık

Bir Aralık
“Zannetmiştim” hayattaki en kırık kelime olabilir. İçinde hayal kırıklığıyla birlikte, kendi beceriksizliğinin ve körlüğünün yarattığı kızgınlıkla hiçbir şey yapamama durumu…

Şüphesiz geleceğin içinde yeni bir şey olmayacak, her şey daha önce yaşanılanlara benzeyecek, benzedi de üstelik. Geçmiş şuanın da içinde varsa, geçmiş sayılabilir miydi bilmiyorum, geçmiş hiç geçmiyordu. Dört mevsim birden bir bavula sığardı bazen, bunu en iyi kuşlar bilirdi, almak istediklerinle, alamadıklarınla, taşıdıklarınla, taşıyamadıklarınla, yanında götüremediklerinle. Kafesi kırılan o kuş, bir daha konamayacak sabahlara ve konduklarını da yanında götüremeyecek, yüklenemeyecek içindeki tedirginleri artık. Her şeyi sığdırdığını zannetsen de bazen parçalanmamak elinde değildir, yarım, bölük pörçük, başlangıç diye hatırladığımız, bitişin parçalarıdır bizde kalan. İçimiz tam olarak nerede konumlandı, bulabilir miyiz? Ya da dış dediğimiz şey nerede son buluyor… Bunu belki kuşlar bilirdi. Gerçekler insanın seçebileceği şeyler değildir, devamlılık sıradanlığa, sıradanlık hayal kırıklığına, rutin yıkıma sebebiyet verir, ama hayaller öyle miydi? Sadece dünyadaki saatlerin geçerli olmadığı bir zamana erişilebilmeli ve bazı anlar sadece o anlarda kalmalı.

Boş verilmiş, unutulmuş tüm ihtimallerin yerine seni, çürümeye terk edilmiş her şeyin yerine kendimi, masalları bıraktığımdan beri, direndiğim yanılgılardan, kıyıya çıkarken, rastladığım içimdeki o tanıdık tuhaf, hayatımın belli başlı bir bölümü gibiydi karşılaşmamız. Birleşince tamamlanmaya yakınlaşan şiir gibi. Hoşluğun boşluğuma, aklın kalbime değmişti. İçimdeki kırık melodinin bir yanı durmadan acıtıyordu, elimde bıçak yoktu ama içimdeki keskin kelimeler neşter gibi her gece içimi deşiyordu, kırılan her şeyin uzaktan gelen sesiyle birlikte. Her şeyin bu kadar geçici ve çürüyecek olması içimdeki umutların yerli yersiz yeşermesine neden oldu. Bir son bile umutlu bir bekleyiştir bazen. Her şey solabilir, yok olabilirdi. O zaman unutulması gerekenler de bir yerde yok olacaklardı, muhakkak, acı bir hatıra gibi kalsalar da sonunda.

Varlığım; yokluğumun delili. Sona ermek üzere gelmiştim buraya, kaçınılmaz sonun başlangıcındaki o narin, değişmez parçalarıyız zamanın. Sıfırın altında titrerken, hareketimle çizdiğim resimdi boşluğum, boş verilmişliğim. Dünyada belki de silinen ilk şiirdik biz, içine ittikleri incelikli şiir. Zamansız ve mekândan uzak, yersiz, yurdu olmadığı için, içinden içine tünemiş, kuş gibi… Bir daha yazılamayacak şiir, yazılmaya teşebbüs edilemeyecek kadar kelimesiz, tüm kelimeler bir araya gelse bile bir daha çözülemeyecek o hikâyeydik. İçimizde kimsenin bilmediği bir yerde neleri, kimlere ithaf ettiğimizi kimseler bilemezdi, bilmeyecekti.

İçim çok yükseklerden düşerken avuçlarına, beni tutamayan sadece sen değildin. Dünya da tutamıyordu, zaman da… Üstelik bu beni avutmuyordu. Saçım, başım yaralansa neyse de, kalp yarası da pek geçici olmuyordu. Bunu aslında doğduğumuzdan beri biliyoruz, itiraf edemesek de. Kanım karışacak yer arıyor, damarda durduğu gibi durmuyordu. Her şeye çatasım geliyor, her şeyi birbirine katasım, karıp, karıştırasım, durup dururken çatlamak geliyordu içimden. Sonra hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi sessiz bir dağınıklık. Sonrası suskunluk, her şeyin bilindiği, akıl yürütülmeye pek meyilli aralıklar. Hangi kanunlara susacağımızı büyük büyük büyükler kara kaplı defterlerle tarafımıza bildiriyorlardı. Şirazenin kaydığını sanki bir tek biz biliyorduk, hayata tutunmaya ellerimizden başlamak yetmiyordu. Hazmedilemeyen her şeyin kustuklarına bulanıyorduk. O kadar bulunamıyorum ki hiçbir yerde, kendimden bile habersizim. İçimle tartıştığım konularda yine hep ben kaybettim, o yüzden muhtemel kendimle de sohbeti kestim. Artık biliyorum, doğduğum yerde bile değilsem, hiçbir yerde yokumdur. Bulunduğum falan yoktu, sadece öyle zannediyordum, herkesin birbirini gerçekten tanıdığına ikna olduğu anlarda olduğu gibi, bazen bana da oluyordu, kendime rastladım, kendimle sözleştim, içimle buluştum zannediyordum. Her şey hâlâ bilinmeyen bir bilmeceden ibaret ve şimdiye kadar da bulunamadıysa cevabı, neyin zoruydu bu kadar çok kelime, bilmiyordum.

İncir çekirdeğini doldurmayan dünyanın bizlere bıraktığı sancıları anlatabilmenin yoluydu belki şiir. Cümlelerini kuramadığım ezgi, içini dolduramadığım varlığımla, iki kelime etsek her şey düzelecek aslında diye inanılan, yarım yamalak hikâyelerdi bizi burada durduran, durduğumuz yerde sendelerken, düşmekle kalkmak arası, bayılmakla ölmek arası, kaybolmakla yokluğun tam ortasında… Hiç bilmeden, ama onun için bir çırpıda ölme isteği, kullanılmayan her şeyin bozulacağı inancıyla, bir kenara itelediğimizi, iteleyince her şeyin çaresizce unutulacağı inancı, vedalardan bizi saklayan buydu. Katlanılabilir olmak böyleydi ve bir sürü döngü, durmadan, değişmeden, rutin dediğimiz şey kimilerinin rahatı, kimilerinin huzursuzluğuydu, biz muhtemelen rahat olamayacak kadar huzursuzduk.

Severek ölmenin hazzını yaşadığımızı bilmeyeceğiz. İçim geçmiş, içimden geçmeni beklerken, kaybetmişim seni öyle bir aralıkta. Önce kendimi bulsam, sonra kaybetsem, belki hayaline çarpar, bulurdum seni usulca bir gecenin içinde. Önce o an’ı bulmam gerekiyordu belki de, hatırladığım tüm anlar kayıptı, geçmiş vardı, şimdim yoktu. Yaşamadığımdan bazen şüpheye düşüyordum. Önceleri bulsam, şimdiye getirsem yine aynı olmazdı hiçbir şey. Zaman başka bir yere gidince aynı zaman olmuyordu, o an kullanılmış, olacaklar olmuş, olmayacaklar da olmamış bir andı. Bitmiş bir an yeni bir zamanın üzerine eklenemiyordu, bildiğimden ya da denediğimden değil, buna inandığımdan. Zamanında olmamış bir şeyin, şimdiki anda olması beni üşendiriyordu. Ezberdi, kolay bozulmayacaktı, yaşansa bile eski o parlak hevesiyle olmayacaktı hiçbir şey. Değişmesin, böyle kalsındı, ruh tembeliydim belki de. Neticesi kayıp olan her an beni parçalayarak oluşturuyordu, Toplamım yarım kalmış sonsuzluklar, noktalar ve kaybolmalardan oluşuyordu, hepsi bir araya geldiğinde belki hiçbir şey etmiyordu ama benim tembel ruhumun bütünüydü, bu yoksunlukta. Bazı yitimlerde emin olamadığım şeyler vardı, yenilgiyi kabullenmek her zaman da hezimete uğramak demek değildi.

Her şeyi öylece olduğu gibi bırakıp, gitmekle sen oldum zannediyorsun buranın galibi. Kalsan da bir şeyin değişmeyeceğinin ayırımından kendini kurtarmak için bir can havliyle uzaklaştın. Bin yıl geçse bir araya gelmeyecek kelimeler vardır, öyle bir şeydi bu birlik. Dirilik veriyordu ama ayrıydı, üstelik bazen aynı şeyleri düşünmek olsa bile. Gitmekle de bir şeyin değişmeyeceği, gitmekle de gidilemediğini çok önceden öğrenmiştin. Elinden gelmeyeceğini bildiğin şeyleri ayaklarına havale ettin, ‘olması gereken buydu’nın tesellisinde ferahlayacağın yerde, kavruluyorsun şimdi. Herkes senin kadar içinde bu muhasebeyi yapabilse, belki birbirini anlamaya başlardı bir yerden, birini anlamak kendini anlamaktan geçiyordu çünkü.

Kavrayışsız bir koku zihnindeki, içimden çarptım sana. Bir çarpış yıllarca sürdü sanki. Bunca hırpalanmanın sonucunda çürümeye bıraktım ruhumu. Bir gün sessiz sedasız silinirim belki, süzülür giderim başka bir evrene, bu defa gerçekten hak ettiğim yere, kalbimde söyleyemediklerimin yükü ve boğazımdaki sessiz düğüm ile.

Nevin Akbulut
17.01.2025 Cuma 16:00

blog

Ücra

Bazen sadece bir yetişme çabasıdır hayat. Uzanma, kıpırdama, koşma bazen… Kurmacadan ibaret sözlerle bir yere varılmaz, dibe bile gidilemezdi. Üzerine yakışan kelimeler bile kurmaca, yapışsa, yüzünü dağıtsa, kaşlarını belirsizlikle çattırsa bile. Gözlerinin içine bağırılan, ortasına sahte bir gülümseme yerleştirilen nidalar da düzmece. İyiliğe bandırılan o incelikli, düşünceli konuşmalar kurgusal bir filmden alınmış eşsiz bir sanat eseri gibi kulaklarında çınlıyor. Eylemsizlikten, kıpırtısızlıktan geçilmeyen anlardan sonra, uzaktan değmeye çalışan her söz kurgusal bir ayin. Bunların içinde, inanmadan geçen zamanlarına yazıklanmıyor, güzelliğe dokunsa dâhi, içinde iyilik barındırmadığı her kurgu kartopu gibi büyürken içinde, kıpırdanıyorsun. İnanmamayı seçmek de en yerinde bir eylemdi, içselliğinde, dışarı böyle vuruyordu bazı şeyler. Kendi üzerine yığılmış, belirsiz bir bulut gibi. Neyse ki sadece kendi üzerine devriliyordun.

Şimdiyi sakladım nicedir, geçmiş saçılmıştı üzerime, kaldıramıyordum bunca şeyi. Ayla örtünüyordum dolu gecelerde, asırların gerisindeki sisleri özlüyordum nicedir. Buğulu camların dokunulma ihtimali kalbimi çileden çıkarıyordu, etrafımdaki hiçbir buğuya dokunmadım, saklama ve gizlenme ihtimallerine karşın. Her baktığımızda farklılaşmış silüetimizle birlikte camlarla, buğularla biraz daha gömülüyorduk, öyle güzel beceriyorduk ki ölmeyi, insan hayret ediyordu, hayreti bir yana atıp, korkuyu öğreniyordu, tam buradaki korkmayı. Yüzlerimize bakarken medeniyetten, gözlerimize bakarken uygarlıklardan, karşımıza dikilip, geleneklerden bahsediyorlardı, herkes bir diğerinin saklısı, bir başkasının hesabıydı sanki âlemde. Ayaklarımın haklı geri dönüşleri, bu ulaşılmaz yollar, ulaşılamayacak anlar, başka yollara çıkarken, beni daha başka biri yapmıyordu, ilerledikçe adımlar. Büyük bir titizlikle değişmiyordum, üstelik elimde değildi, Zamanın fark edilmezliği, bizi biraz daha görünmez yapıyordu ve aslında herkes birbirinin hem ilgilendiği, hem de yerine göre ilgilenmediğiydi, kendi gizli kurallarınca. Göğe sabitledim bakışlarımı, bir yıldız kaydı önümde, başka bir zamanda hissettim, belki başka bir şey olur diye. Aynılıktan kurtulamadığımız günlerin ağırlığı çöküyordu üzerimize, hain bir kasvetle. Taşın ağırlığı, buzun soğuk keskinliği gibiydi bıraktığın çağrışımlar.

Ulaşılmazlığın da gerisinde kaldığımı, hiçbir yere varamadığımda öğrendim. Gerçeği yansıtmayacak her iyi sözde biraz daha endişe birikiyor gözlerimizde. Var olmaktan korkuyoruz, yeniden doğmaktan ürker gibi, çoğalmaktan, değişmekten, başka bir şeye karışıp, başka biri olmaktan korkuyor, karıştıkça bulamaç olmaktan tiksiniyoruz. Zamanın değişmezliği, her zamanın kendine olan ihanetiyle birlikte, yapıların kalıcılığı, çoğalışı, değişmesi, kendini unutturma çabası içinde bu yük, tehdit edici ve ezici, tozla, bulutla, taşla bile ilgili değil üstelik. Daha kalıplaşmış varsayımlar nedeniyle, uğruyoruz bu yozluğa.

Dilim sözlerini unuttu, yüzüm gözlerini bıraktı. Mevsimler geçti üzerinden, kilolarca ağladık bu arada. Kendi kollarımla kendi gövdeme sarılmaya başladığımın üzerinden de yıllar geçti. Söylenmeyen sözler yüreğimi sızlattı, söylenmeyecek her şeyin kalbimde izi vardı. Fotoğraflarda hâlâ görünmeyen şeyler vardı, bu sıcağı gösteremiyordu güneş, bu buğuyu saklayamıyordu gözlerim. Gizlemeyi beceremediğim içindi sana açılışım, evden çıktığım sokak uzaklara bakıyordu, bacaklarım hep gidiyordu, sana gidiyordu, senden gidiyordu, uzaklara gidiyordu, bir yüreğin kaldıramayacağı bir kalbin yükü vardı üzerimde. Sonra her şeyden daha da uzağa, kimseyi görmeyecek kadar, her gördüğüm duyduğum gibi olmuyor, her duyduğum bildiğim gibi değil artık. Tam gitmek üzereyken, bir kere daha boşluğa düşmeye hakkım yoktu, boşluğun sesi yoktu, ancak sanabilirdik bundan sonra, varsın zannederdim, elimi tutuyorsun diye bilirdim, aynı adımları atıyoruz hoşluğuna düşerdim. Sabah olmuştu, terk edilmek için mükemmel bir güneş, gözlerimden ay ışığı defolup, gitmişti. Acıların çoğaldıkça umarsız olmayı da öğreniyorsun, ben bildim, bu yüzden suskunum, yorgunluğumun altına gizleyecek kadar her şeyi, öğrendim. Çocukluğumdan düştüm, kendi elimle tutunamadığımdan, bir çift ödünç el de bulamadım, geçtiğim yıllar sabrımın sonunu getirmedi, o son parçayı da paramparça ettim. Kırık, yarım, birkaç parça sakladığım inançlar da tükenmek üzere, kendine inanmayan birinin bir başkasını gayet de kolayca, yalandan göreceğini bildiğimi biliyorum şimdilerde.

Sisli günlerin, puslu, soğuk kış günlerinin ettikleri yetmiyormuş gibi bir de yüzünün çekilmesi gözlerimin önünden…

Çoktan seni güçlü bir iletiyle bıraktığım boşluktan hiçbir şey olmamış gibi, sadece hortlaklara mahsus cesaretin ve vurdumduymazlığınla yine dikildin bir gece yarısı, aklımdaki yerine. Tenimi gizlediğim, gövdemi görünmez, içimi artık bilinmez yaptığım zamanlardan birinde, boşluğundaki o sesi, bir başkalık zannettim. Bunu bildim, boşlukları, çukurları bu yüzden sevdim, eskiye özgü duyguların, hayaletleri, belki kelimeleri bulunur diye çünkü bulunursa, bilinir de olacaktı. Ama her şeye rağmen, hiçbir şey olmamış gibi çıkıp, geldiğin o yerden bana sadece keder bıraktın, içimde de pişmanlık. Başkalık değil, yokluktun, ancak içimdeki boşluğa çarpabilirdi sesin, bazen iki dünya bir araya gelse olmayacak şeyler vardır, dolmayacak zaman vardın. Ulaşmayacak kelimeler, söylenmeyecek sözler birikecekti böylece, asla bir araya gelmeyecek iki kelime gibi, uzak bir şiirin içinde birleşmiştik. Bundan sonrası beyhude çaba, herkes kadar hiçbir şey olmamış gibi yapabilseydim bu durumun da çözümünü bulabilirdim ama ben hiçbir şey olmamış gibi yapamıyordum hiç. Yine tarifsiz üzülmelerle kalıyordum. Kışı bunca beklerken, daha yeni gelir gelmez, karıştığım sen, bulaşan illetler, peşimi bırakmayan afakanlar, kurtulamadığım darlıklar. Feraha ermek için belki komple boşluk gerekiyordu, biz doldurmaya çabaladıkça.

Sabaha karşı’ları olmayan günlerin, uykusuzlarıyız. Dilinde duyulmayan şeyler vardı, içinde anlaşılmayacak yerler, kendime sarılmış oturuyordum, başka nasıl durabilirdim ki, içimdeki en bildik yabancıydın. Aklımı kelimelerinle kurcalarken, kalbimi ıstıraplarla bulandırıyordun. Gözlerim harabeleri geçip, uzakları dolanıyordu, yok yere kışın yükü varken bir de üzerimizde, bu seslerin üzerindeki sessizlik, içimizi ağırlaştırmıştı. Seni uzaklara bırakmam da yetmemişti, affedilmeyecek şeyler, geçilmeyecek köprüler, unutulmayacak günahlar vardı aramızda. Gözlerime yansıyan ayın ışığı şahitti bu körlüğüne, anlamsız bir trajediydi hâlindeki maraz. Söküp, alamıyorum, kurtaramıyordum, kendimi de senin olmayan başka uzaklara bırakıyordum, yolu bulamazsak, uzaklardan kurtulamaz, birbirimizi de yeniden bulamazdık. Bu cümleden sonrası uzun bir nefeslenme, soluduğumuz havanın buzluğu bizi de dondurmuştu bir süreliğine.

Kuşlar havalandı yüreğimden, heyecandan zannettim. Barışmıyordu hiçbir kelime diğeriyle satırlarımda. Kimin kavgasının devamıydı bilmiyordum. Gece olmuştu, buna rağmen yıldızlar da terk etmişti yazdıklarımı, üstelik bu kelimeler karanlıktan bu kadar korkarken. Bilmiyorum bundan sonra nasıl tanımlayacağım; kederi, korkuyu, zamansızlığı, onsuzluğu ve ölümü. Neyle tamamlayacağım; avuçlarımdaki yokluğunu, içimdeki boşluğu. Çaresizliğin altını bir kez daha çizen kaleme sarıldığımda, gözlerim susuyor, dudaklarım kilitleniyor, iki kelime etmiyoruz artık bir araya gelsek de.

25.12.2024 15:00
Nevin Akbulut