blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yergi

 

Yanıma dilediğin kadar yaklaşabilsen de, içimi anlayamadığın bir alfabeydim ben senin lügatinde. Uzaktan görülmeyen, yanına gelince de pek anlaşılmayan, görmeye çalıştıkça seçilemeyen, yaklaştıkça dağılan, bozulan, değişen bir harftim. Gizil bir imge, anlamını derinlere saklamış bir yergi, olduğu yerin başka tarafında var olduğunu zanneden bir kelime. Denizin kenarındaki kumlarda kendini kaybeden, dilediğinde ulaşılamayan, bulunamayan, kendine bile saklanan bir isim. Güzellikle de olacak şey değildi artık buralarda kalmak, kafam hoş değildi iyiliklerle de. Gayretten başka yolum yoktu, hayatta ruhuma rahat yoktu, bir de ölünce de mi devam edecekti bu azap? Onu da deneyecektim. Katlanılamazdı ama katlanıyordum, gereğinden fazla kendimi oradan oraya kat kat katlıyordum. Neyin yitimiydi içimdeki tam olarak, bulacaktım. Kıyameti kopmuştu uçuşların, sıra susuşlara gelmişti, başımın hoş olmadığı her şey başımı döndürüyordu, döndükçe ben yitiyordum, evlerden, sokaklardan, yollardan, şehirlerden.

Akşamın akşam gibi olmadığı, gecenin yıldızdan geçilmediği o yerlere düşen yolları arıyorum hâlâ. Anlatmaya değer bir şey kalmadığı için o hikâyede, kimseye yolları da sormuyorum. Sorduğum yolu öğrenirler diye korkuyorum, kendi öğrenmemden çok bundan çekiniyorum. Sorsam devamı gelecek çünkü. Herkes ya tek soruyla yetinecek gibi değil ya da hiç cevabı olmayacak kadar üşengeç. Ortada bir yerlerde olmak yalnızlıktan başka bir şey değil, belki de en derin yansızlık bu.

Kimsenin artık kimsenin hayatına saygısı olmadığı gibi hikâyesine merakı da yok. Böylece öğreniyoruz işte sus pus olmayı. Dilin olduğunu zannettiğin yerde dilsizleşmeyi, cevabını çok güzel verebileceğine inandığın durumlarda, o cevapları bile isteye içine tıkıştırmayı, tahammülümüz böyle tahammülsüzleşti işte. Kalbinden çıkacağına bir türlü inanmadığın sevgiliden ayrılmış gibi bir yılgınlık, fabrikadan çıkış zili gibi bir yorgunluk, işportacı kaçamağı gibi koşturmacası bol hayatın anlatılacak pek bir tarafı da yoktu ama üzülecek taraf bulabilirdik gayet, bakabilseydik eğer… Ne kaldı içimizdeki güce dair savaşmaktan başka? Her şeyle ama her yerle harp hâlindeyiz, aslında harap hâldeyiz. Kendi içimizle bile. İçimizi görmeyenlere düşmanız, anlamayanlara bozuk, anlatamadıklarımızla da kavgalıyız. Bizi yoran gidemediğimiz yollar değil, geçirdiğimiz yıllar da değil, belki biraz yaşayamadıklarımız bir de bitmek bilmeyen savaşlarımız.

Hayallerimizin içinde ne hayatlar sabahlardı, unuttum. Şimdi sabahı zor buluyorum, zor kavuşuyorum sevdiğim zamanlara. Bayağı bir saçım döküldü son zamanlarda, kederden değil, birkaç on telden ne çıkar ki, lafı bile olmaz. Yine de birkaç gitar teli çıksın isterdim, sanatlı, melodili bir duruma konu olsun, bir anlamı olsun isterdim bu dökülmelerin. İnsan kendi döküğünü bile öyle olduğu gibi çöpe atmaya kıyamıyor, o bile manalı, manasız ama bir şekilde bir uyumu, hikâyesi olsun istiyor. Başkalarının hikâyelerini umursamadıkça, kendi öykümüzün bencili olduk. Çıkamaz olduk bu girdaptan. Gönlümce olamadım ben bu dünyada, kalamadım da. Dilediğimce yapamadım, o şiirin içine de gönülsüzce sızdım, gerçekten sızdım yani, kaldım öyle, çıkamadım. Elim, kolum kalkmadı. Daha ne olursa şaşırırım diye düşünürken geçiyor günler, şaşıracak şey bulamıyorum artık, şaşırma yetim bir yerde topluca unutulmuş gibi, şaşırmayı hatırlamak istiyorum, şaşırılması gereken bir olayda öylece kalayım, gerçekten şaşırıyormuş gibi yapayım istiyorum, bu bile birkaç saniyeden öteye geçmiyor.

Birçok şey yitirdik bunca zamanda, masumiyet de dâhil, ama en manasızı meraktı. Kalbimi örseleyen şeylerin başında geliyor artık, merak etmeye değecek herhangi bir şeyin olmayışı. Bir harfe onlarca yüklediğim anlam nereye gitti ya da nerede dondu bilmiyorum. Bu başkalığa hazır mıydım onu da hiç öğrenemeyeceğim. Ama bu eksikliğe de gitgide alışıyoruz, giderek, kalarak, dolaşarak, susarak, sormayarak, bu kabulleniş bizi durmadan soğuttu her şeyden. Bol uzun vadeli, taksitlerle vazgeçtim dokusu olan, dokunası gelen her şeyden, tüm o kelimelerden, özlemden, uzakların varlığından. Geriye bu akıbetin olgusu kaldı.

Tanıdık bildik karanlığın içindeki o güvenli ıstırabından mesutsun şimdilerde. Çember gibi çevreledi seni, enine boyuna. Tüm başka kötücül duygulardan, yoksunluktan. Fedakârlıkla heba yan yanaydı sanki artık, bir şeye olan inancın ziyandan geçiyordu, bir şeye kendini feda ettiğinde her ne olursa olsun, ister eylem, ister inanç ya da biri olsun, kitap olsun ya da heba olup, gidiyordu bu çağda. Hiç dinlenilmeyecek cümlelere gönlümü kaptırdım, virgül zannettiğim bir noktanın peşinde heba oldum, bir kere bile okunmayacak kitaplar yazdım, hiç basılmayacak o kitabı hem yazdım hem de okudum. Bazen beğendim, bazen yok edesim geldi. Uzayda bir yerde birikirdi nasıl olsa tüm cümleler, haklı da olsalar, haksız da, değseler de, dokunmasalar da kimselere. Bu kadar tasarruflu teselli bulmayı nereden öğrendik biz acaba?

Istıraplara madem çare bulunamıyorsa, bari bir anlamı olsaydı. Bu bakışlar, susmaları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Biten her öykünün peşini bıraktım, koşmadım. Heveslerim de bir tek susmalarda birikiyordu sanırım. Ertelendi bir başka güzel ömre kadar. Hem uyuyor, hem de uyuyamıyorum gibi geçiyor uzun zamandır gecelerim. Saatlerce, tonlarca, günlerce susabilirdim. Soyut nedenlerden dolayı da yorgun düşebilirdi çünkü insan, ruhu yorulur, gücü tükenir, yüreği susardı, beden böyle acı çeker, böyle başkalaşır, böyle bir atar, bir atmaz kalp, bozulurdu, anlaşılamazdı.

Hevesten biraz daha fazlası gerekiyor yaşamak için, tüm bu monoton hayat, koşturma, emek karşılığının alınamaması, boşuna çektiğini hissettiğin, sürekli ağırlaşan o kürekler, herkesin birbirinin üstüne çıkmaya çalışması, karşısındakini hep küçük görüp, kendini en olmaz şeyler yaptığında bile yüceltme durumları… Kibir, öfke, haksızlık, doymaz bir açgözlülük, bencillik, sıradanlık ve dinlenememek, ruh yorgunluğu. Tüm bunların arasından sıyrılıp, hayatını yaşamak, nefes almak, geçinmek, bir yol bulmak inanılmaz zor ve hatta imkânsız artık bu çağda. Oblomov bu zamanda yaşasaydı, belki de utanırdı bulunduğu ya da hissettiği durumdan. Bir kitapta okusam bunları, başımı üzüntüden kaldıramazdım, kalbim sıkışırdı ama şimdi biz hep içindeyiz bu durumların, bu absürt masalın ya da masalsızlığın… Yeterince üşendiysek artık biraz daha gidip, hayal kurayım ben. Çünkü görünmeyeni seviyoruz, dilediğimiz gibi hayal edebilmek için. Kimse karışmasın, hatta içine de dâhil olmasın diye. Nerede başlar, nerede devam eder bilmeden, sona yaklaşıyoruz, bunu da tükettik diye ağlayarak susturabilir miyim bu boşluğu, bu açlığı bilmiyorum. Hayal kurmaya aşina olduğum kadar kırıklıklarına da mecalim var mıydı, sahip çıkabilecek miydim bunu da bilmiyorum. Çabucak ısınan ve buz gibi olan kalbim acılarına sahip çıkmıştı hep, bir sözcük bulmak, bilmek, anlamak heyecanına birkaç saniye kalaydı.

Şimdi bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış, dünyalar başımıza yıkılmamış, başka hayatlarda kaybolmamış, kendimizden hiç vazgeçmemiş gibi geri dönsen buralara yine ve yeniden, ne fark eder ki? Yedi dünyayı boşlayıp gelsen, okyanuslar açsan ne çare? Bende sana verecek tek bir damla dâhi kalmadı artık. İçimdeki sensizliğe alıştırdın beni, yersizliğime, dengesizliğime alıştım, onlarsız yapamıyorum artık.

Nevin Akbulut
14.02.2024 Perşembe 14:30

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sıradanlığın Istırabı

Sadece günlerin isimleri değişiyor, içindekiler aynı.

Sıradanlığın ıstıraplarının alıkoyduğu yerdesin, görülmüyor, duyulmuyorsun, ancak kendini böyle şüpheden bir miktar uzakta tutup, güven duyuyorsun. Hâl, hatır bile sorulsa tüm içini bir ürperti kaplıyor, hâlin hâl değil, biliyorsun. Devamındaki soru ve sorunlardan beynin uyuşuyor. Nasıl’ları, neden’leri bitmiyor. Sen kolayca gelmedin şu hayata ve kolay yetişmedin kendine, buralara. Ama bu çağda her şey o kadar çok basitçe ve lüzumsuzca gelişiyor ki, yine de dehşetten geçilmiyor. Herkesin yıllardır bilinmeyi dilediği şu zamanda bilinmemekten başka çaren kalmıyor. Bıktıkların artıyor, tahammüllerin tükeniyor.

Hayatımın bir nedeni vardı, yitirdim, bir yeri vardı, bulamıyorum. İçimde tarif edemediğim bir ıssızlık, yalnızlık. Her şey başka türlü olması gerekirken, böyle olmuş gibi bir hissizlik. Tüm umutsuzluklardan sonra sığınabileceğim tek yer uyku, o da tahammül edemediğim şeyler yüzünden kâbusa dönüyor. İnsan bazen en büyük kâbusunun bile peşinden gitmek ister, kaybolmak için, başka çare bulmaya da üşeniyor, bulamıyor, inanmış bulamayacağına da…

Ben de şu kış günü canımın çok istediği gibi ve istediği şekilde kış uykusuna yatan hayvanlardan biri olsaydım, hiçbir yerim ağrımaz, üşümez ve canım bu kadar sıkılmazdı. Can sıkıntısı da bir yerden sonra insanın canını yakıyor, soğuk, zehirli hava gibi. Her şeyin altında bir neden aramaktan ve hiçbir şeyin hele şimdilerde, göründüğü gibi olmamasından yoruldum. Cisimlenmeden önceki hâlimle, tüm kırgınlık ve yorgunluklarımı bir çukura bırakıp, bu dünyadan geçmek istiyorum, ardımdan bir renk; adı lazım değil, bu dünyadan geçti de demesinler gerekirse. Yeter ki gideyim, kopayım, bağım olan ve olmayan her şeyden, bağım olmasını istediklerimden, bir ilişiğim olduğu hâlde benimsemediğim, kendimi hiç kimsenin yazma bilmediği bir ülkede kalem gibi hissetmekten, değerinin bilinmediği yerlerde, alakasızca durmaktan, hiç istemediğimden, ruhuma, kalbime yakıştıramadıklarımdan… Bunca çektiğim ağrılarımın artık bir yerde, bir şeylerime telâfi olmasını istiyorum, olmuyorsa da bir daha acı çekmeyeyim, ağrı da hatta hiçbir şey. Herkes kendi zamanına göre beni yaşadığı ve bir saat gibi ayarlamaya çalıştığı için ve her şeyin de bir saatinin olduğunu sürekli kulaklarıma zerk ettikleri için zamanı durdurup, geçmişteki o zamanda bir yerde donmak istiyorum. İstedikleri her şey için bıkkınlıkla, bir miktar daha kendime gönülsüz, soğuklukla, kendimden de uzağa gitmek istiyorum, Husumetim gidemediğim yerlerle ve erişmeyi hiç düşünmediğim zamanla, muhtemelen herkes yıllar diyecek, bana göre zaman ya da an. Artık yanlış bir tren bile olsa, yollar istiyorum. Yeter ki gideyim bu zamandan, bu yerden, bu uzaklıklardan ve çürümeden, geç kalmadan yetişmek istiyorum.

Neyin kanıtıydı bunca direnç bilmiyorum, herkes kadar kırılganım ben de ama herkes kadar unutamıyorum. Belki biraz daha fazla, bunu yeniden ve hep tekrar etmek için mi bunca kırılıyordu kalbim? Kimsesiz rüyalar görüyorum, içi bomboş, ıssız, içinde kimseler yok, bazen çok yüksekten boşluğa düşüyorum ama kendim de yok, düştüğüm yerde bulamıyorum, uyanmam lazım aslında değil mi? Ama uyandığımda da düşmeye devam ediyorum ve hep sonunda kendimi yine zannettiğim yerde bulamıyorum. Kendimle bile yeterince bağlantı yok aramda, bir başkasına alışamıyor olmam tüm bunların içindeki en iyi saçmalık olurdu ama kendim, onunla bazen ne yapacağımı bilmiyorum. Saçmalamanın rahatlatan bir şey olduğu sanrısına yıllardır dayandığım için devam ediyorum, yazdığım her şeyin içinde de fazladan saçmalık buluyorum, yine de vazgeçmiyorum. İçimi açtığım yerlerde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, parçalarım sanki haksızlığa uğradığım zamanlarda kaldı ve bir daha bütünleşmemek üzere parçalara ayrıldı ve savruldum. Bozulan ya da dağılan hiçbir şey bir daha eski bütün hâlini alamazdı, bunu en çok senden öğrendim. Yanında dağıldığım zamanlardan sonra, inkâr etsem de bir daha eskisi gibi olamadım. Fizik kuralları beni ziyadesiyle zorluyor. Keşke biraz daha anlayışlı olsaydı bazı geceler, bazen. Keşke dediğim her şey için kendime biraz daha haksızlık ettiğimi anlıyorum. Herkes aynı şekilde sızlanacak diye bir şey yok ki, herkes aynı cümlelerle acısını anlatacak diye bir dert de yok. İçime doğru üzülüyorum, içime eğilip, anlatıyorum meramımı. Bolca saçmalayarak, kelimelerin içine gömerek ama içinden çıkamayarak, hatta tıkıştırarak yaşıyorum acımı, azıcık saygı olsaydı bari. İçimden vedalaştım herkesle, sessizce yine, bir eyleme gerek kalmadan bitti zaman içinde her şey. Hiçbir şeye sitem duymuyorum artık, gerek de duymuyorum. Sadece ikimize ait bir dil icat edilse diye düşünmüştüm yıllar önce, ikimizin anladığı, ikimizin kelimeleriyle olan bir dil. Zaman geçtikçe diğer pek çok şey gibi bunun da imkânsızlığına artık inandım. Daha makul şeyler bekliyorum artık, mesela çok beğendiğim bir rüyayı, uyandıktan sonra keşke sen de görsen diye geçiriyorum içimden, görmeyince eksik kalacaksın, sanki eksileceğiz gibi geliyor, görürsek tamamlanırız gibi sanki hiçbir şey bitmemiş de bir yerde kalmış gibi. Tek başıma gittiğim o rüyalardan bir gün bir bütün hâlinde geri dönemeyeceğimi hissediyorum ve herkes bizzat kendi rüyasına gider biliyorum, kimseyle birlikte uyuyamazsın. Belki de ondan tek başıma iyi rüyalar bile görmekten korkuyorum. Uykusuz ve kâbusu, aksiyonu bol gecelere katlanarak, gündüzleri de gündemden, acı ve telaşların içinden yuvarlanarak geçiyorum, bir şeyin geçtiği, gittiği yok, idare ediyorum, her defasında bir yolunu bulacağım, inancını da söküp, atamıyorum. Durup dururken olmadık şeylerden anlam çıkarıp, kafa yoruyorum, gözlerim ıslanıyor, içimde dinmeyen bir rutubet var, belki de bozuldu duygularım, yer değiştirdi, hırpalandı belki, bir daha eskisi gibi olamamakta haklılar bence, böyle giderse, ruhum pas yapacak, ne zamandır kurumanın bir yolunu bulamıyorum. Herkesin bıçağındaki elması kendine, nasıl doğrayacağı, ne şekilde, ne yöne doğru keseceği de…

İnsanın kendi eliyle kendini kaybedebilmesi ne tuhaf şey, bulamıyorum bazen hiçbir yerde, bazen de kendimden uzaklaşıp (ki yaşananlara az tahammül göstermedim aslında…) Öyle bir kuş gibi tepeden kendi ensemi izliyorum. Kafama vurup, kaçasım geliyor, belki biraz daha fazlası. Her sorunun cevabını yukarıdan ya da kendi dışımdan bakarsam daha iyi görürüm diye düşünüyorum, ama belki de olmayan cevapları bekliyorum. Bu geçicilik geçmiyor, yitiriyoruz. Çok kurcalanınca, hem de durup dururken, bozuluyor içi her şeyin, insan da, duygular da, eşyalar da öyle. Aldığı nefesten bile kuşkuya düşürüyor bu çağ bizi. Tanıdığına pişman olduklarınla, tanıdığına memnun oldukların arasındaki orantısızlığı dengelemeye gücün yetmiyor, onaramıyorsun, onaramıyoruz. Ben belki de birçok şeyde zannettiğim gibi anılarımı da yanlış hatırlıyorum. İşime geldiği gibi hatırlıyorum belki de. İstediğim olmadığında, konuyu usulca kapatacak kadar olgunluk taşıyorum artık içimde.

İçimdeki infilaka borçluydum bazı şeyleri, her patlamanın ardından yeni bir dünya başlamıyordu zihnimde maalesef. Yeni çatlaklar, başka kırıklar, ortaya dökülen pişmanlıklar dolanıyordu zihnimde. Sıradanlıktan geçilmiyordu günler. Her yeni başlangıç başlamak olmuyordu, çoğu başkalarının sürdüremediği, arta kalan hülyalar gibi geliyordu artık bana. Hayatı mı biliyordum artık, yoksa; “daha ne yaşanabilir ki”nin saflarına mı geçmiştim? Beynimden geriye kalan zerreciklerden ses çıkmıyordu, tüm soruların ağırlığı da kendine getiremiyordu anlamsız kelimeleri. Arada kalmışlığın, onulmaz kararsızlığın ve hiç gitmeyen ürkünç sersemliğiydi üzerimdeki. Hiçbir şeyin cevabı yoktu çünkü bir eyleme neden olacak güç tükenmişti, hiçbir şeyin sorusu olmak durumunda da değildim. Öylece kalsındı sorular, anlamsız hayatlar gibi aramızda boy göstermeye devam etsindi. Herkes bir diğeri için tehdit oluşturduktan sonra, verebileceğin hangi cevap sağlıklı olurdu? Susmak verebileceğim tek cevaptı. Bu kadar kusursuz kim yaralayabilirdi ki başka?

Keşke yetseydi aldığı tüm nefesler, hakkını verebilseydi ciğerlerinde dolaşan oksijenin, o zaman belki yarım kalmazdı bir şeyler, en azından bir hikâyenin devamını merak eder, hevesini yitirmez, yaşamaya devam edebilirdi. Havadan itibaren, her şey kirliydi, içi de tüm bunlara uyum sağlıyordu, titizlikle. Ödünç aldığı nefesi, bir borçlu gibi hızlıca geri bırakıyordu. Modern çağın, modern olmayan köleliğinden istifa etmek için, canını dişine takıp, durmadan çalışıyordu. Çalıştıkça borçlanıp, borçlandıkça köleleşiyordu. Bir insan ancak bu kadar hapiste olmayıp da bunca tutsak olabilirdi. Çürümeye bağışıklık kazanıyorduk günden güne, anlık yıkım eylemlerinden sonra.

30.01.2024 Salı 11:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Bir Bulut Sancısı

Bir bulut sancısıydı benim gökyüzüm. Kimseyi beklemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmayacağını çoktan kabullendim. Sırf bu bile artık buraya ait olmadığımın en belirgin kanıtı.

Camın önünde oturduğu koltuktaki iz gibiydi varlığı, yokluğu demek daha doğru olurdu, kendi belirginliğinden vazgeçmiş, belleğini içindekilerle birlikte yitirmeyi göze almıştı. Cam bir şeyleri bekleyenler içindi bir de canı sıkılanlar için, akşamları yağmur yağarken, sokak lambasını seyretmek içindi. Camla derdi yoktu, koltukla olduğu kadar. Kendini bir şekilde söküp, almalıydı oradan, tüm ışıklar ve seslerden. Oluruna bırakmakla, umursamazlık arasında kendini yiyip, bitirmekle geçiyordu çoğu zaman. Daha ne kadar sessizleşebilir ve nasıl biraz daha kaybolabilirim diye düşüyordu. Yokluğun da bir sınırı vardı, tıpkı varlık gibi, hiçbir şey ebediyete kadar yok olamıyordu. Sadece azalıyor ya da eksiliyordun, varlığını anlamsızlaştırarak, yokluğa biat ediyordun. O uçsuz bucaksızlıkta kendine ayrılan zamanı da reddediyordu, hiçbir şeye sahip olmazsa harcayacak bir şeyi de olmazdı. Her harcama sonunda muhakkak bir üzüntü vesilesi olurdu, bunca sıkkınlık varken daha da burulmanın hiç gereği yoktu.

Bu delikten kaçmak, bu deliliği kabullenmek, hatta sarıp, sarmalamak, başka kurtuluş yoktu bizler için. Hayal kırıklığından başka gidecek yerimiz yok! Dışarıdaki gürültülerden şikâyet ederken, asıl kendi içi susmuyordu, hele o kafasındaki sesler, puslar, çığlıklar… Gündüz canlı ve ayık gördüğüm tüm kâbuslar rüyalarımı da ele geçirdi, çağımdan şikâyetçiyim, ömrümü istemiyorum, yaşadığımdan sıkıldım.

Sinirlerimin bile sinirlendiğini, koşturduğunu hissediyorum bazen. Zamansız bir yarayım, belki de yarasız ve yararsız bir zaman. Yıllar önce Denemeyi Denemek diye bir yazı yazmıştım. Şimdilerde de değişen bir şey yok pek fazla, yine deniyorum, her şey denemeye dönüşüyor bir yerden sonra, yazmaya kalktığım ne varsa. Şiir diye yola çıktıklarım da kendini denemekten ileri gidemiyor. İçinden başka yollar, başka denemeler çıkıyor, onu yazmaya devam edeyim derken, ucunu kaçırıyorum, uçurumlarla boğuşuyorum, dolambaçlarda kayboluyorum. Bu sefer bomboş bir ormanda, öyle yol bilmeden gidiyormuşum gibi belki buradan ana caddeye çıkarım ya da şuradan bir sokağa dalarım diye uğraşırken, bir sürü yol yani yazı çıkıyor önümde. Daha sonra upuzun bir metin olunca, içinden ilk yazmaya çalıştığıma dair olanları almaya çalışıp, yeniden onun üzerinden devam ediyorum, tamamlamaya çalışıyorum. O anki iştahla yazınca bitecek gibi olan bir şey belki başka bir zaman o hâl olmadığından günlerce sürüyor, nihayet bittiğinde, geri kalanlar da, artan demek istemiyorum çünkü artık değil, diğerleri de başka bir yazının ya da denemenin konusu oluyor. Bir anda bazen üç yazı birden yazıyorum. Kısaca denemeyi denemekten hâlâ kurtulamıyorum. Kendime göre beğendiğim, kusursuz bulduğum yerleri ayıklayıp, koca yazılardan, alıyorum. Diğerleri genelde hiç yazılmayacak bir yazının ya da kitabın bekleyeni oluyor.

Henüz nokta konulmadı diye bitmedi sanıyorsun. Oysa yıllar önce hiçbir şey söylemeden ya da bitirmeye dair bir eylem olmadan, bitmişti. Sürdüğüne içinden inanarak, bir yere varacağını zannediyorsun, bitse de herkes gibi bitecekti, o aynı sonla, aynı buruklukla ama herkes gibi sona ermediği için, bitmedi zannediyorsun. Herkesin bitmişi kendine göre, içindedir. Herkes her şeyi farklı bitirir kafasında, herkesin bitişi de susuşu da kendine özeldir. Ben de kendi bildiğim gibi sustum. Çünkü tatlı rüyalarla gelmedim ben bu dünyaya.

Bazı günler gereksiz bir coşku kaplıyor içimi, nedensiz, az sonra solacakmış gibi bir neşe. Kırılgan en az içim kadar. Kederin içinde kendini oraya ait hissetmeyen, yapay bir sevinç… Ve kederine sığınma derdi, hiçbir şeye bir daha bu kadar yakın hissedemeyeceğinin de bilincinde. Kalbimi kıran şeylerin başında geliyor bu saçmalık, nereye koyacağımı bilmediğim o uçucu coşku, sonrasında hırpalıyor beni, derdine alışıyor insan, kederini benimsiyor, içini biliyor çünkü. Yakın hissediyor, ruhunun, damarlarının ezberinde. Ama neşeler öyle değil, o uçuculuk hiçbir zaman sahip olunamayacağını hissettiriyor. Sonsuzluğu olmayan, hevesten öte gitmeyen durumların içinde bulunmak, dünyadan kayıp, gittiğini hissetmek gibi bir şey.

Bu neşeye de, övgüye de, zamansızlığa da lâyık değilsin. Buraya ait değilsin, cezalı gibi duruyorsun, tek ayak değilsin ama yüreğin ağzında bekliyorsun. Bunun çaresi yok. Düşünen suçlu artık, bunu öğrettiler, bilen huzursuz, hele anlayan yandı, ömür boyu hapis bu hayatta. İçinin huzursuzluğundan gidebileceğin tek yer cehennemdir.

Başkalarının iyi olduğuna kendimizi inandırmamız, kendi iyiliğimize inanmak için gerekiyor, içimizdeki kötülükten korkuyoruz ve bundan kaçmak için iyiliğe sığınıyoruz. İyiliğin derinine indiğimizde ya çekingenlik vardır ya da korku. İyilik yapmak için iyi olamıyor çoğu. Kendi iyiliğimizi öne çıkarmak için başkalarını över, göklere çıkarırız, iyimserliğin içine sığınarak, gerçekçilikten kaçınırız çünkü zor ve acı, bir şeyleri olduğu gibi ortaya çıkarmak, dökmek, buna kendini kötülemek de dâhil. Bu yüzden doğal ve içten değiliz, iyilik yaparken bile kişi kendi menfaati üzerine planlar yapar, hiçbir şey yapmasa bile o kibir göğsünü kabartır, mütevazılıktan kendine bir taht kurar, herkesten üstün gördüğü bir taht, indirmez kendini oradan. Dolayısıyla; içten içe bildiklerimizden kaçmak, unutmak, üstünü örtmek her zaman daha kolay olmuştur.

Anı defterinden bazı sayfaları hiç yaşanmamış gibi silip, atmak istersin hayatından, kendini kendine olan ihanetinle yargılarken, korkularınla kendine hak verirsin. Birinin okuması değil, kendi okumana bile katlanamaz, kendin yaşamaya katlanamadığın şeyleri birilerinin gözüne sokmanın lüzumsuzluğunu düşünüyorsun ne zamandır. O özlemle acı arası, uzakla yakın arası, varla yok arası, uykusuzlukla sersemlik arası zamanları bir çırpıda unutmak, belleğinin güven mekanizmasına kendini bırakmak istersin. Ama vardır, öyle bir şehir, öyle bir ülke, uzaklardaki sarıp, sarmalayan o dağlar, toprak yollar, bomboş araziler, sonsuz kere yalnız bulutlar. Her şeyiyle, taşıyla, toprağıyla sevdiğin, yokluğuna bile kendinin bile bilmediği, anlamadığı şekilde tapındığın o zamanlar rüya kadar uzakta da olsa yaşandı. O bölgeden, sana artık çok uzak olan o mesafeden duyduğun haberler, haritada bulmaya çalıştığın o yeri her anımsadığında, gökteki o parlak, tek başına yıldız sana selam gönderiyor gibi hisseder, boğazın düğümlenir, ürpertiyle hissedersin. Tam ortasında kalmışsındır o uzaklığın, suskunluğun, yokluğun, unutulacak yarınların tümünün… Eninde sonunda çukuruna belki varacaksın ama daha önce en derinine çekileceksin. Bu da şuradaki saçma bulduğun varlığının, sonsuz tesellisi olmalı. Ağlayabildiğin sürece yıkanacağın, yıkandıkça bulaşacağın ve hiç yakınmadığın, kaçamadığın o eski, en sahici duygularla çepeçevre sarındıklarınla, tüm içini duman gibi kaplayan, o bulutlu, seni sarsan efkârınla varsın, sevincinle değil.

05.01.2024 Cuma 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Tavandaki Travma

Bitişlerin olmazsa olmazı “artık”.

Bir süredir uykuya daldığını zannediyor ama uyumuyordu, uykuyu hayal ediyordu, hayal kurduğunu, uykunun hayalini kurduğunu zannediyordu ama aslında kuramıyordu, tüm bunları yazdığını zannediyor, iki kelime edemeden geçen bir yığın zaman yumağının içinde kayboluyordu. Vücudunun belli bir bölümü bombalanmıştı, özenlice çizip, biçilerek, planlı ve saatli, onların uygun gördüğü dakikalarda her gün, titizlikle atomla bombalanıyordu. Durmadan, ısrarla ve bezginlikle sanki bir yaşam varmış gibi yaşayarak geçen zaman aslında hiç geçmiyormuş gibi oldu.

Konuştuğunu zannediyorsun bir yerden sonra ama içine söylenmekten başka bir şey yapamıyorsun. Belki biraz dudakların kıpırdıyor, o kadar. Yine de anlatamadıklarını diyebilmenin bir yoluna giden patika gibiydi içindeki saf inancın. Ait olduğunu zannettiğin hikâyenin bile içine giremiyor, uzaktan izliyorsun. Beklemek senin tek isteğin, dokunulmadan, yüzleri görmeden, figürü olmayan tablolar gibi öyle bomboş. Gönüllü olarak çıktın kendi hayatından, iliklerinden sıyrıldın, uzaklaştın, belki bir yerde yaşanacak ufacık kalan bir kırıntı uğruna, değer miydi? Bunun önemi de yoktu. Beklemek tavan arasında birikenlerle birlikte, onlara benzeyerek her geçen yılda biraz daha eskiyerek, hem de hiçbir şey yapmadan. Yaptığını zannedip, aslında değmeden, dokunmadan, yaşamadan…

Terk ettiğin, üzerinden atladığın o yılların içinde yaşıyorsun hâlâ, geceleri. Uyumakla uyanmak arasında gördüklerini, uyusan bile hep uyandığını anlatamıyorsun mesela, uyansan da çare olmuyor anlatamadıkların… Dünyanın böyle bir yer olduğunu ve böyle gelip, bu şekilde gittiğini bir türlü hazmedemediğin için beyninde biriken soru işaretlerini vücudunun belirli yerlerine tıkıştırmaya çalışıyorsun, gecenin bir körü uykusuzluk olarak karşına dikilene kadar ya da yüreğinde anlayamadığın ve sürekli bahaneler uydurduğun, anlamsızlaştırmaya odaklandığın sızılarla birlikte, hiçbir şey yapamıyorsun. Böyle olmasını kabullenmediğin her gün senden biraz daha bir şeyler götürüyor, giden sadece o gün, o an ya da saat değil, senden iki katından fazlası gidiyor, yanlış yerde, yanlış ortamda ve yanlış yerlerinden eksiliyorsun, azalıyorsun. Birinin seni eksiltmesine ya da eksik hissettirmesine de ihtiyacın yok, uzun zamandır bunu kendin bile isteye yapıyorsun. Hiç eksilmeyen şeyler yine soru işaretleri, onların katı varlığı ve belki de hep böyle devam edecek olan, değişmeyecek bu soru işaretleri.

Hep bir kırık hava vardı, onun hikâyelerinde, neşenin bile içinde bir hüzün, imkânsızlığın içinde saf bir beklenti. Senin şiir dediğin, zamanını yitirmiş, aklını koruyamamış şeylerdi. Nasıl da buldum diye övünmekten kendini alamıyordun, oysa sen unutmayı unutmuş, bir sürü olur olmaz şeyler biriktirmiştin, kalabalıktın, böyle olması gerektiğine kendini inandırmıştın. Yorulmayı seviyor, yorulduğun ve o sıradan yoğunluğun için kendinle gurur duyuyordun. Bu kargaşanın içinde sen de varmış gibi yapıyor, içinde bir şeyler olursa biraz daha dolu biri gibi hissetmeye çalışıyordun, hissediyordun da.

Bütün bir şaşkınlıktım, sen umursamazlıktan geçilmiyordun. Tüm kayboluşları biriktirebilseydim toz gibi uçup, giderdim, oysa ben kayboluşlarımı da yitiriyordum, durmadan. Peşlerine anılarımı takıyordum, bulsunlar diye, bir koku, bir iz, bir yol, bir gece, bir sokak belki, biraz deniz. Hepsinin içinde anılarım da yok oluyordu, büyük bir şaşkınlığın içinde yok olmayı bekliyordum. Pek sayın kalbim, sana kalsa asla hayal kırıklığına uğramazdın, bu şansı sana bahşettim. Senin için kırdım bu zinciri, daha birçok şeyleri, sonrası devam etti, üst üste oldu hem de kırıklıklar. Bir tek durgun pencerelere dokunamadım, elim gitmedi, gitse ne olurdu onu da bilmiyorum çoktandır. Öylece bıraktım, kış geldi diye belki saksılarda çiçekleri, camda izleri sürekli büyüyen çamurlu yağmur damlalarını, isli içimi sokaklara, evimi içime.
Anılar biriktirmeye başlıyorsun, her bir kelimeyi titizlikle ve tam tersi bir düzensizlikle bir arada tutmaya, unutmama çalışıyorsun, harcanmasın ve hatta birileri tarafından kullanılmasın istiyorsun, karıncalanıyor ama anılar. Tüm bunları hissetmeye başladığında, bir şeylerin anı olabileceği gerçeğini hissettiğin ve düşündüğün anda, düşünüp, inandığında o şeyler anı oluyor gerçekten de. Uzak, yaşanmış, belki bir daha ulaşılamaz sınıfına dâhil oluyorlar, tıpkı çekmecelerimizde bir türlü atmaya kıyamayıp, varlığını da zaman içinde arada bir hatırladığımız eski nesneler gibi. O günlerin hatıra olabileceğini bildiğin anda başlıyorsun aslında kaybetmeye, belki de anıları biriktirerek kendini buna hazırlamaya ya da teselli etmeyi sonra da bulmayı bekliyorsun. Bazı anlara bakmak, hatırlamak ruhunun çıkmazlarına teselli bulmak gibi geliyordu. Bitiş ne kadar güzel olursa olsun, hep feciydi, sakince olduğu hatta hiçbir şey olmadığı o bitiş anlarında bile çünkü bir önceki hayatının cümlesi fedayla devam ediyor, devamında ya da sonunda beklenilen o veda olmadığı zamanlarda bile fedanın hebasını iliklerine kadar hissediyordun. Harcanmak, hırpalanmak tam olarak böyle bir şeydi.

Direkt muhatap alarak seslendiğim ya da yazdığım her şey bir zaman sonra, muhtemelen muhatabını bulamadığı için üçüncü şahıs kişilerine ya da diğer zamirlere dönüştü. Sen diye konuştuğum kendimmiş, içimi ayıklarken buldum. Kendi içime hikâye anlatır gibi konuşuyor ya da yazıyorum artık. Dinleyicisi de sadece kendim olduğu için cevap beklemiyorum, hiç sorun da olmuyor. Üstelik karşındaki kişinin sana katılıp, katılmayacağı, kızacağı ya da beğenmeyeceği veya çok seveceği de böylece önemsiz oluyor. Yaşayabilmekten sonra beklentisizlikti asıl sanat. Buna katlanabilmek ne mümkündü… Mümkünlerin kıyısı bile kalmamıştı artık, göz vardı, nizam, intizam, izan yoktu. Cümleler böyle yavanlaşsa da, diğerleri gibi ses getirmeyeceğini de bilsem ve hatta artık o cümleleri hiç ama hiç güçlü bulmasam da böyle daha katlanılır geliyordu seslenmek.

Sıfırın sonsuzluğunda uzlaşıyorum kendimle, içimde iadesini bir türlü beceremediğim vedaların yüküyle anlamsız bilançolar oluşturuyorum her sene sonunda. İçimin olmazsa olmazı “sabır”. Çabuk tükenen şey günümüzde, hızlıca biteceğini bildiğimden, sabrımı büyütüyorum, sesimi küçültüyorum, suskunluklarımı ortalığa yayıyorum, mat bir gürültü, sisli bir görüntü, böylesi iyi. Sabrımdan arta kalanları ardımda bırakıyorum, az önce son gemiyi de kaçırdığım yerden uzaklaşıyorum, yakacak gemi de bulamayacağım artık. Yalan dünyanın düzlüğünde, ününü yitirmiş bir dünsüz gibi bekliyorum bu serüven yokluğunda. Hiçliği paketlediğim çukurların başında bıçak çekmişti suskunluk, ne ateşlere direnmiştim cehenneme alışmak için, başkasının ödünç cehennemine de ihtiyacım yoktu, kimseye nefesimi borçlu değildim, bu soluksuzluk sonuna kadar benimdi, dünyanın varlığından beri gizlenen her şey yılan gibi kıvrılıyordu içimde, kımıldayacak yer bulamıyordum bazen, kargaşa buydu ama somut anlamlar gerekliydi. Burkulmuş bir kalp her zaman her şeyin üstesinden gelemezdi.

Isırılmış bir intihar gibiydi boşluğum, sükûnet vardı, iyi bulunmuştu bunca ilacın içinde, sakinliğin bahanesi. Dünyanın göbeği belliydi ama koynuna nasıl gireceğimi bulamıyordum, harita yoktu, eşyalar, cisimler işaret için yeterli değildi. Alıcı korkular, kalıcı kırılganlıkları doğuruyordu, biz her gün bilmediğimiz yerden doğuruyorduk, sevişmeden yeni terimleri. Normal diye bir şey yoktu, aynadaki yüzüm bile aynanın içinde biraz kalıyordu her çektiğimde siluetimi. Tesadüflerden uzakta, kendime öteyim, ötekiyim. Özümden alıntı yaparak, kendimi uzaklaştırıyorum. Biraz gerileyip kendimi böyle bakıyorum, kolladığımı düşünüyorum. Belki böylesi daha iyi oldu; uzak bulduğum şeyleri yakın buluyor, yakın bildiğim karmaşalardan sıyrılıp, anlamsızlıkları solluyorum. Tahammüllerimi uğurluyorum sessizce, tahammülsüzlüklerimi içime tıkıştırıyorum, kimseye bir şey belli etmeden vazgeçiyorum. Bu karmakarışıklığın içinde dikkat çekeceğimi de düşünmüyorum. Uzakla yakın yer değiştirdi ama yine de değişen bir şey olmadı. Yerine yerleştiğine inandığımız, değiştiğini düşündüğümüz hiçbir şey aynı anlamlara gelmedi, bıkkınlıkla hissediyoruz. Buldum zannediyorsun aslında kaybederken. Böylece dünyanın dışında, çemberini kendi elleriyle bozmuş, gitmek için bir şeyleri yıkmak, kırmak gereken durumlara gebeyim, temel ihtiyaç gibi damarlarımdaki atomdan sonra. Zaten kırılarak, bükülerek gelmedik mi bu hâle biz? Bir soru cümlesi daha neyi değiştirir? Anlaşılmadıkça anlamsızlaştık, yozlaştık, uzaklaştık içimize, kendimize, anlatmayı bıraktık, sıra anlamlara geldi sonra.

01.12.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

İçten Bağıranlar

“Seni bildiğim kadar kendimi bilseydim böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum” diye yıllar öncesinde yazdığım bu cümle ile şimdilerde tek başıma ve yine birçok şeyle olduğu gibi tek taraflı tartışmalara giriyorum, dert buluyorum, içime sindiriyorum bu derdi. Tabi içimden, hesaplaşıyorum belki, telaşlanıyorum, yeni sezgiler ekleniyor derdime, kendime yaptığım haksızlıklara karşı ve rağmen. Bildiğimiz tüm doğrular unutuldukça, yerine yeni bağlanacağımız yalanlara yer açıyoruz. İhtiyacımızın ve güvenilirliğin bu olduğunu zannederek… Yalanın rahatlığındaki konfora muhtaçlık hissediyoruz, gerçekte olduğu gibi ruhun irdelenmesi, belleğin dürtüklemesi ilgilendirmiyor bizi çoğu kez, ta ki o hafızamızdaki dürtüler, bizi rahatsız edinceye kadar. Tüm unutulmayan o yaşanılanlar unutulmadığını kanıtlamak için bir yerde hatırlamak gerekiyor.

İyiyim dedikçe iyi olacağındaki inancını gönder bana, sıradan tüm Cumartesi’leri gibi bir günün biten solgunluğunda, önce saçlarımdan başladığımda silinmeye, en son gülümsemem silinirken, uyumdan uzak, merhamete yakın, beklemeler ertesi gibi bir günde tüm düşündüklerini olmasa da en çok düşündüğün şeyleri yolla bana. Solgunluğumuzdan kaçak bir hikâye çıkaracaktım, az daha kalsak öylece. Her an yitmeye teşne, hâlâ hayal ile gerçeği karıştırıyorum seni bulmak için, başka yapacak bir şeyim yok ki… Sıcaklığının uçuk kokusunda, olmamışlığın içinde, hiç olmayacaklarla birlikte imkânsızlığındaki süregelen sonsuzluğu gönder bana.

Bunaltıdan da bulantıdan da çok iyiydi bulanık olmak. İstediğinde silebilirdin, banyoda sıcak suyla buharlaşmış aynadan siluetini siler gibi. Aşk öğretildiği gibi değildi ya da kitaplarda yazdığı gibi, herkes kendi aldatmacasını kendi içinde safça yaşıyordu. Sabahleyin uyandığında gerçekliğini kendine ispatlamak için yanını kontrol eder gibi, içini yoklarsın. Bulamazsın hiçbir yerde, anlık gördüğün rüya gibi yok olur her şey, hatta o kadar çok yok olur, o kadar inkâra kalkışır ki her şey kayıtsızca… Sonunda ya hiç yaşamadığına inandırılırsın ya da hayalden ibaret olduğuna, sadece senin anladığın bir his, yalnızca senin duyumsadığın bir hayal gibi kalır içinde bir yerde o boşluk. Kendi sıcaklığından, onun dudaklarındaki sıcaklıktan bile şüpheye düşersin zamanla, böyle olmasa zaten nasıl katlanılabilirdi ki… Ortada bir inkâr varsa gereği yapılmalıydı, hem de hemen. Kendi içinde sürekli kaybolan birini bulsan ne olurdu ki? Sadece bulduğunu zannederdin, o kaldığı yerden kaybolmaya devam ederdi, edecekti. Yeni bir şeyin başladığı yok, sadece unuttuğun geçmiş, tekrar çıkınca yeni zannediyorsun. Yaşadıkların yaşayacaklarının teminatı gibi, oradan bir yere gidemiyorsun. Gelecek diye beklediklerin geçmişte bir yerlerde oldu ve bitti. Sen kendi noktalarından sorumlusun. Başladığını zannettiğin şeylerin başı yok, başlığı yok. Ortalarda, ucundan bucağından yakalarsan ne âlâ…

Parlaklığından sıkılmıştı, durmadan parlayıp bir zaman dilimi içinde birdenbire bir kıvılcım gibi sıçrayıp yok olacağının ayırdına varıp, kendi parlaklığını kendi elleriyle yok etmek istemişti.

Anlamsızlıklar bir sürü muamma biriktirdi içimde, kötülük edepsizce günyüzüne çıkarken, dize getirilen hep iyilikler oldu. Kaza kurşununa gitti ebediyete gizlediğim her şey. İçimdeki tedirginlikler de boyunun ölçüsünü aldı hâliyle, tıpkı benim gibi. Çözüldükçe manasızlaşan her bir anlam çivi gibi saplanıyordu zihnimin karanlığına, içimdeki inisiyatif alma cesaretlerim böylece değersizleşti, başkalaştı. Zaten hep bir şeylere bir miktar fazladan ilgi gösterdiğimde kendimle aramdaki uçurum açılıyordu, yabancılığıma başkalık ekleniyor, kendimi bilinmez bir yerlerde buluyordum. Demek ki her şey yerli yerinde değildi ya da istediğimiz zaman ya da durumlarda olamıyorduk veya hâlimizden memnun değildik ki, masallara inanıp, hayaller kuruyorduk, tüm bunlar için en cafcaflı kelimeleri seçiyorduk. Tamamen kusurlarla dolu birer varoluşsaldık, kendimi ne kadar daha yaşamaya ikna edebilecektim, kendimin ruhu azalmış, gücü tükenmek üzere olan, içinde sabır namına kırıntı belki azıcık kalan, kötü bir versiyonu gibi dolaşıyorum gün içinde. Yeniden doğmak, var olmak, baştan başlamak, küllerinden doğmak bana göre değil. Kişisel gelişim zırvalarını kati şekilde reddediyorum, biz gelişemiyoruz, bizim kusurumuz bu belki de, herkes kusurunu karşısına alıp, bunu kabullenmeli, belki o zaman biraz gelişiriz, gelişebilsek bunca kötü niyet rahatlıkla aramızda dolaşamaz, fesatlıktan beslenenler kolaylıkla varlığını sürdüremezdi. Başkalık ile aynılığı farklı yerlere koyabildiğimizde ancak gerçek duyarlılığı anlayabiliriz. Noktalardan yanayım, hadi biraz da virgül olsun hayatımızda, her şey tekrardan ibaretse, yeniden diye bir şey yok ve yeniden başlamak değil, eskinin devamı olacak. Bir paragrafı dosdoğru devam ettirdiğim için karamsar ya da kötümser zannediliyorum. Oysa sadece gerçeklerden yana olacak kadar cesaret taşıyorum içimde, belki herkesten biraz daha fazla. Görüyorum, gördüklerimin hakikatinden yanayım, tecrübenin içine katılan sahtelikten kaçınıyorum.

Kendi içindeki oyuna katılarak, inanıp, gerçeğin değil kurmacanın peşinde kaybolarak, yaşadığımızı varsayıyoruz, açık yüreklilikle söylenilen hiçbir şeyin cezasız kalmadığını, bedeliyle anlamış olduk. Hayatla kurgu birbirine karıştı, yapaylıkla yoğrulup, hakikati teğet geçiyoruz. İmkânlarımızı yitirip, olanaksızlığı başköşeye yerleştirdik. Sihirli sözcükler bile kurtaramıyordu artık bizi içimizin boşluğunda uçmaktan. Çoğumuz bu uçmadaki rotayı şaşmayı bekliyordu, kaybolmak için. Sonsuz hayali duyguların hayaletlere dönüşüyorken, hayat denilen hatanın içinde, arsızlığımızca varlığın hapsine kapanıyoruz.

Suskunluk benimle başlayan her şeyin başında geliyordu, bazen nereye sakladığımı bulamasam da. Bu yoğun soğuklukta kendi isteğimle, kendi ellerimden kaçmak istiyorum, bu soluklukta kendi suratıma yüz çeviriyorum.

Zamanın bir yerinde kurulmuş cümleler… Yıllar sonra bile bir araya geldiğinde hâlâ bir hikâye etmiyordu.

Sevmediğin, hatta kötü diye bildiğin kişiden bile bir şeyler öğreniyor insan yıllar içinde. Okunmuş, rastgele eline geçen bir kitapta, itinayla üzerinden geçilmiş, altları çizilmiş o cümlelerde ararsın bazen gerçeği, ne duygularla, hislerle çizilmişti, ne düşünülerek, ne yaşanılarak vurgulanmıştı o cümleler… Herkese başka şeyler hissettiren o kelimeler, acaba senin hissettiğinden daha fazlasını mı hissettirmişti ona? Dayanamamış, çizmiş, belirginleştirmiş, belki de bir çerçevenin içine almıştı, saklamak istemişti, içine almak, bağrına basmak, kalbine yakın bir yere koyup, bırakmak istemiş, en çok da içine dokunmuştu. Hikâye okuduğunu zannederken, belki de bambaşka bir öykü çıkıyordu hikâyenin içinden. Evet yıllar önce onun da söylediği gibi altı çizili satırlar, sonradan okuyan birinin dikkatini o cümlelerde yoğunlaştırmak için, bencilce yapılmıştı belki de, biz de gerçekten okurken o cümlelerin içindeki hikâyeye kapılıyor, düşünmeden edemiyor, kitapların bütün varlığından farkında olmadan uzaklaşıyorduk belki de… Hikâyenin içindeki hikâyeyi keşfetmeye çalışırken bir yandan da bunu düşünmeyi öğrenmiştim. Tüm bu boşluklar, iyileşememekler yaşanılanlardan değil, hikâyesizlikten oluyordu. Hayalsiz hikâyeler yaşıyor, hikâyesiz hayaller kuruyorduk. Birbirine bağdaşmayan her şey gibi; kırılıp, yok olup, onulmaz boşluklar birikiyor, mesafeler genişliyordu.

Birçoğu olamayacağı kişilere dönüşmeye çalışıyordu, asla üzerinde durmayacağı karakterlere bürünüp, dış dünyayı etkilemeye çalışıyorlardı. Kendine baktırmak, iyi ya da kötü ilgi çekmek tek odak noktaları idi. Ama bu zekâsız yapaylıkta kendilerinden neler kaybettiklerini, karakterlerinin bir daha hiç düzelemeyecek şekilde ucuzladığını hesaba katacak, duygu, düşünce, his ve sezgi yoktu. Bunları algılayacak tüm duyu organları sonsuza dek kapanmıştı.

Beynimde bir şeyler kırılıyordu, gecenin o sessizliğinde duyuyordum. Kalbimden sonra sıra beynime de gelmişti. Sonrası uyuyamamak, uyumadığın yaşayamamak… Yaşamamaya iyileşirken başladım, tam tersi olmalıydı biliyorum ama insan büyük bir marazdayken hiçbir şeyin ayırdına varamıyor, farkında olamıyor, o rahatsızlığın size bahşettiği sersemliğe gönül rahatlığıyla yaslanmaktan başka elden bir şey gelmiyor. Acı çekmekten, acının içinde devinmekten başka yapacak bir şey kalmıyor kimseye. Durup, geçmesini bekliyorsun, çoğu zaman geçmiyor. O yüzden birçok şeyin bilincine de tam iyileşme sırasında varıyorsun, çoğu bu durumu yeniden doğmak gibi değerlendirip, klişe kelimelerle süsleyip, teselli bulma ümidindeler biliyorum. Oysa eskiden yeni olmayacağı gibi az kullanılmış bir hayattan da yeni bir hayat doğmaz, çıkmaz artık anlıyorum. Boş ama biraz da gerekli tesellimiz bu laflar.

Bunca yıl yaşadığın hâlde hâlâ bağışıklık kazanamadığın ve kazanamayacağın şeyler var. Her kâbusun karşısında yine acemi, yine dünkü çocuk gibisin. Sabahlara kadar bildik kalp çarpıntıları, nerede yavaşlayacağını bilmeyen aksiyonlu kâbuslara karıştı. Dünya bu kadar korkunç bir yer olmasaydı, kâbuslarımız da bunca gerçek olmazdı, belki de hiç olmazdı kötü düşler. Onların olmadığı bir hayat artık yok. Sonuç yorgunluktan bir türlü arınamayan, kendini sürekli güvensiz hisseden bir ruh, savaştan çıkmış gibi bir hâl, içinde içten içe söylenmeler, yakınmalar, bulanmalar, içinden çıkamayacağın şeylerin içinde hapsolmak… Yine de hiçbir şey olmamış gibi yeni sabaha hazırlanmak. Herkesin kaygılandığı miktarca umuda ihtiyacı var. Yoksa o sabah olmazdı.

30.10.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Torino

Karanlığın simsiyah eli yüreğimdeydi
Korkulardan başka gidecek yer mi vardı?
Boyayabilir miydik en azından bir geceyi kıyısından?

Geçen zaman içinde sıcaktım
Bugün soğudum, ellerimle birlikte
Beş yıl önce sevdiklerimi artık hatırlamıyorum
Yazmam gereken şeyler vardı
Unuttum, bilerek veya bilmeyerek, Allah affetsin.

Bilmeden çıktığın yollarla ölçülebilirdi cesaretin
Ben çıktığım her yolu dalarak kaybettim
Susarak sildim haritaları
Onların yerine hatıraları yerleştirdim
Yine de varamıyorum ulaşmak istediğim anılara
Aradığım anılara artık ulaşılamıyor.

Henüz yaşanmadığından şüpheye düşeceğim böyle giderse
Bu yol nereye giderse
Sen nerede susarsan
Hangi kitabı çizdiğimi hatırlarsam
Onu da hatırlarım, ben hiç kitap çizmedim.
Uzaklardaki gölgemi, kimsesizliğime bağışlayacağım
Ant içtim, böyle giderse dediğim her şey öylece gitti.

Hatırlarken unuttuğum şeylerin içindeki en sahici düştün
Yan yana olsak hiçbir korku giremezdi içimize, içten içe bilirdik
Gidemezdik içimizden bir yere
Yan yana giden iki kar tanesi gibi eridik
Yaşanan son yazdı, son yazıydı yazacağım
O son kıştı gülmekten öldüğümüz.

Her gün yeni bir bıçak saplanırken anılara ansızın
Kötü hisler, kötü alışkanlıkları doğururken
Kendini bir parça iyi hisset diye
Çiçekler büyüttüm içinde
Onlara şiirlerden isimler taktım
Rüzgârın sesinden masallar uydurdum
Korkma diye
Geçtiğimiz her sokakta
Biraz daha kalabilmek için yanında
Küçük olan adımlarımı daha da küçülttüm

Kitaplardan başka hayatlara inanmıyordum
Seni en sevdiğim kitabın içine sakladım
Orada, korkulardan uzak bir hayatla anlaş istedim
Uzakta, o şehirde, adını yalnızca içimizin bildiği
Savaşma ama barış istedim.
Her gün gelip, sulayacaktım
Seni bu kahırdan kurtaracaktım
Seni bu dünyadan
Ağaçları bu dünyadan
Kederini uzaklara savuracaktım
Varlığınla genişleyen her şeyin içine
Tüm kurtardıklarımızla birlikte sığarken
Kötüye giden tüm aşklardan da kurtulacaktık.

Susmam gereken bir şey vardı
Sen
Ve
Ben
Ancak susarak var olabilirdik, birlikteyken bölünürdük
Biliyordum;
Yalnızca uzaklardayken yan yana olabilirdik
Yazmam gereken bir şey vardı
Yanıldım belki de

Kim tutabilirdi karanlıkta elimi
Sen olmazsan.

12.09.2023 17:00
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Torino hayallerim de son buldu böylece, yeni bir şey olmayacağını biliyorum artık ve eskinin de devam edemeyeceğinin bilincindeyim.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut Şiirler yeni şiir

Geçmiş Anılar Ülkesi

D/oluyor bazen öyle şeyler…

Uzun bir yola çıkmaya teşebbüs etmiştik
İlk kim fedasını sundu bilmiyorum ama fazla oldu
Kısa kestik, uzun konuşulması gereken her şeyi
Uzaklık merkezli mutlulukları parçalayıp, böldük
Ferahlık bildik
Yakınları uzaklaştırdık
Bir hikâye daha böyle anlaşılmaz oldu
Ederi belki de ulaşılmazlığındaydı

Rehindi ruhumda, sana anlatamadıklarım
Adını telaffuz ettiğim anda
Bozulup, susacaktı tüm öykü
Biraz da böyle yarım kalacaktık.
Boğuldu nefesim içimde
Nerede olduğunu kestiremeyince
Bir düş oldu kafamdaki tüm kırmızı renkler

Uzaklarda sirenler, yakınlarda mezarlar
Bulutlardan bile anlam kapıp, korkar olmuştuk
Yıkımlardan kopya çekiyorduk
Bir kül rengiydi bizim hayallerin içleri
Bir köz renginde, sabaha karşı susmuştu saçımdaki renkler
Saçmalıktı, ıssızlıktı, ürküntüydü
Dolu gibi, ölü gibi, kimsesiz gibi
Rüzgâr ve ölüler hep susturuyordu
Peki biz nereye kadar soyunacak,
Nereye kadar çıplak gidebilecektik anıların içine?

Bir ömür beklediğin vuslat neredeydi ki
Sana değmeden geçip, gitti
Geçmiş anılar ülkesi, bizim dilimizde kalan her hikâye
Tüm olmazların, olmuyorlar, olmayacakların nedenlerine
Kestirme yolu bulmuştun
İmkânsızlıkla yoğrulmuş, olamazlarla yıkanmıştın
Çıplaklığın buradan geliyordu

Rica ederim, sen yine de üzerine alınma bu şiiri
Kendini o kadar ulaşılmaz da bilme ama ol
Benim için ol,
Şu mükemmel hüzün için,
Uzak hikâyeleri biriktirmek için ol
Ve tüm olacak şeylerin karışık hüznü ile
Kalbinin bir yerinde kalan o onulmaz susuşlarınla birlikte
Dol ve git demeye dilim varmıyor ama yola çık.

Öleceğine sevdi herkes, çok ile süsledi
Ben de seveceğime öleyim istedim
İzahı olmayan şeyleri ölüme yaklaştırır
Ölüm gibi derdik ya ben de öyle yaptım
Ölüm gibiydi hepsi.

Aslında bu hikâye herkesin kendini bulduğu
Ama anlatamadığı, anlamadığı
Ve asla hak etmediği bir ülkenin kenarından geçiyordu
Öylece susuyordu önce periler
Sonra tüm renkler.

02.09.2023 16:30
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Gerçekle hayali karıştırdığım gibi, artık doğru da yoktu
Ya da sen o doğrunun içinde değildin, hayaldin, uzaktın
Sendeki doğrunun gerçek bir tanımı yoktu.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Bir Aldanıştı

Yokluk bahçesinden her geçtiğinde, geceye biriken tüm susuşların
Yazın ortalarındaki o yağmurla birlikte öpmüştüm seni
Solumda ağlayışını saklamıştım ağrılarıma
Issız sokaklarda akşam güneşi batarken o koyda
Kısacık saçlarının gölgesiydi boynumu büken, büzülen, eksilen
Şeyler vardı aramızda. Gelmeyen sabahların hastalıklı haykırışıydı gecenin çığırtkanlığı
Kurtulamadığımız. İnadına her defasında denediğimiz, acemi çocuk heyecanlarıyla
Bir susuşta bitiremediğimiz o yokluğa, bir sunuşta bitirebilmekti tek soluklu hikâyeyi
Daha kaç gidiş sığdıracaktık
Yolların artık kırgınlıklarla dolduğu dikenli yollardan geçiyorduk
Hayata dair her söylem kendimizi kanatıyordu, bir aranıştı ellerimizdeki dokunmaya beş kala
Yollarından, yoksunluklarından, kalabalığından, ıstıraplarından bir yere geçilmiyordu
Geçilmeyen sen değildi, yorgunluğun, zamansızlığın, bu manasızlığın içinde
Neyin anlamıydı yük ettiğimiz
Beni her defasında özenle kırarken, kendine kıymandı
Parçalansın ve bir nihayete ersin istemiştim aramızdaki kırılan her şey
Oysa gecenin bir körü tüm o sulardan kaçıp, karanlığı yarıp, izi bile olmayan
Bir şeyin peşine düşüp, gelmiştim, kayıp sokaklardan. Bir aldanıştı
Gözlerindeki çukur kadar uzak, karanlık ve yabancı

Akreplerin kemirdiği içinden bana bir şey kalmamıştı
Su sesi, cehennemi hatırlatıyordu, biz olmayan çağın hatıralarına sığınıyorduk
Kirli taşların üstünde, iğrenç kokulu caddelerde, sahipsiz böcekler gibi sabahlıyorduk.
Birbirimizin şah damarından bir kuytu yaratıp, her defasında oraya, beslenmeye
Seslenmeye, sessizliğe, barınmaya gidiyorduk
Evrendeki tüm umutları sökmüşlerdi göğsümden, kuşlar kırılmıştı
O mavi masal atları uzak bir heyecanla gitmişti bu susuzluğun içinde tozu dumana katıp
Çölün sıcağından beterdi, omzundaki yangınlar
Serinlemek için yanlış sulara yüzmüş, yanlış kelimeleri susmuş
Benim olmayan başka savaşları kazanmıştım
Kendi aşkımı gömmüş, başka aşkların çukuruna saplanmıştım
Günlerden, gemilerden, evin sessizliğinden, yolların soğuğundan özenle kaçıyordum
Bir yerde duracak, burulacak ve vurulacaktı bu onsuz tat
Kaçak kelimelerin, yüreğime göçtüğü bir sızılı bir dünyadaydım
Dahası yoktu, kayıp, soluk ve aldanıştı.

Gidişine yıkıldı tüm köprüler, sessizliğine sustu kelimeler
Unuttum bunca zamanı, olmayan ve olan tüm anları birbirine karıştırdım
Beklemek dediğiniz şey unutulan, eski bir sandığın dibindeki küflü bir mecaz
Telaşı bitmedi hayatın ama ben yoruldum, oyun bana göre bitti
Uzayan yalnızlıkların gölgesinde, hiç değmeyecek şeylere dokundun
Uzaklaştıkça sevindin, dokundukça küçüldün, kaçtıkça kurtulurum zannettin
İşte bir kuru söz gibi kaldı adın, ıslatamadık, boş verdik
Ne korna sesleri ilgilendiriyor beni artık, ne makine sesleri
Uzak bir sessizlik yapıştı kulaklarıma, tüm rahatsızlıklara inatla
Bırakmadı uğultular kulaklarımı. Dilimizde hep övündüğümüz
Aşkın tadına paslı bir zincir bulaştı, tasalı
Böylece onun da hakkından geldik, sonra bir daha hiçbir şeyden gidemedik
Bundan böyle ne an kollarım artık yaşamak için, ne gitmek için bir yol ararım
Sadece bahanelere sığınır, fırsat veririm akreplere, böceklere
Birbirine benzerken daha da uzayan günlere, boğmasına
Hatta o suyun buz sesine, soğuğuna bile alışırım yeraltında.

Nevin Akbulut

Bir Haziran İki Bin Yirmi Üç 14:00

Şiirin hikâyesi: 

İçimde cızırdayan bir şeyler var.

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Hızlanmak ve Durmak Üzerine

Yazmaya cesaret edebilmişim yıllardır, olgun bir yazabilen olabilseydim, tüm yazdıklarımı acımadan yırtardım ama hep toydu düşüncelerim. Kelimeler yanardı, canı acırdı, sonra benim de yanardı, üstelik onlar yaşanmışlıktı, yaşamı öldürmek gibi olurdu. Dahası anı seviyordum ben, tatlı, acı, tuzlu, tiksindirici anılar birikiyordu. Onları da harcamak işime gelmiyordu, bomboş olurdum çünkü. Hüznüm de anım da bitecek diye içim çıkıyordu, hoş biten bir şey de yoktu, bitseler belki biraz daha iyi hissederdim, bomboş ama iyi, en azından dopdolu hissedip, yine de boşlukta olmaktan iyiydi. Boşluktan yukarı bakmak zordu, yukarılara kadar, göğe kadar, ağzına kadar doluydu dünya. Biz de tepemize kadar doluluktan hiçbir şey yapasımız yoktu, kalkıp, bir de yukarı bakmaya teşebbüs mü edecektim… Olmazdı, oraları da çok önceleri kapılmıştı, daha meraklılar tarafından, benim merakım eksikti, merakı olmayanın, merak edecek gücü olmayanın hiçbir şeyi olmazdı, belki de bilinçli olarak seçtim meraklı olmamayı. Kendimi bile çoğu zaman merak etmiyorum artık, nasılım, iyi miyim diye sormuyorum, soramıyorum, cevabını bilip de veremeyeceğim cevaplardan boğuluyorum. Başkalarına da bu bildiğim cevapları vermek istemiyorum, çoğunda susuyorum. Neyse ki herkes yeterince meşgul ya da çağına ayak uyduracak kadar yetenekli bununla birlikte umursamaz da oldukları için, devamını araştırmıyorlar, cevap beklemiyorlar, hiçbir şeyin sonunu da düşünmüyorlardı. Her şey birdenbire olsun, bitsin isteniyordu. Herkes gittikçe hızlanırken, ben kalıp, beklemekte ısrar ediyordum kimseye çaktırmadan, kimse de anlamıyordu zaten.

Uzuyorum sonra, uzun uzadıya, gerek kalmıyor yukarıya bakmak ya da bakmamaya. Tüm şu yapmacık dolu, uydurma zamanlarda göğsümün ortasında hiç bozmadan, vermeden, dağıtmadan, kendimin bile unutacağı kadar içeride gizliyorum o şeyi. Yıllar önce gizleyecek bir şeyim olmadığını zannediyordum, hatta emindim buna, şimdi bunca şeyden, kayıptan ve başkalaşımdan sonra varmış; kalbim. İlk harflerdeki kadar yeni, bir söyleyiş isterdim hayatıma, hiç kullanılmamış taze bir nefes gibi. Bana kalsa, çoktan içimdeki istiridyeye çekilmiştim. İçimin de içi vardı, o için de içinin sızısıydı kalmak, sızıma sahip çıkmıştım, içimi kucaklar gibi.

Aşk da çöker bazen insanın üzerine, ölü bir toprak gibi, lanet gibi, kıpırdayamaz, kaçamaz, üzerinden atamaz, kimseye yaklaşıp, derdini ona bulaştıramazsın. Onarılamaz cesaretin, cahillikten değil, o kuyuya düşme isteğinden, kaybolma deliliğinden, yok olacağını bildiğin hâlde buna bile razı gelme durumundan kaynaklanır. İstekli olmasan bile gönüllüsündür artık. Seni yok edecek olan sonu istemekten başka çarenin olmadığına inanırsın çaresizce. Bir ömrü harcamaya değer göreceksin, kalbinin penceresinden görüp, okuduğum o kitabın satırlarında bir ömür sabahlamaktan bıkmazdım. Herkesin o kadar çok beklentisi ve isteği vardı ki; kimseyi bir şey beklemediğime inandıramadım. Kaktüs gibi kalmayı, değişmeden yıllarca durmayı, kalakalmayı, yok sayılmayı ama en çok da yok olmayı bekledim. Onların isteği bana lüks, benim isteklerim onlarda harabe bir ruh olarak yolunu buluyordu. Dağılmış bir bahçe, susamış bir hayvan, azap dolu bir ölü, belki daha fazlası. Oysa benim en güzel lüksümdü kaybolmak, onların basitliği, benim fazlalığımdı.

Ruhundaki o hasar artık kabuk bağladığında, senden bağımsız olur ve senden ayrılır, başkalaşır, değişirsin. Artık o yara sana ait olmaz, çıkar gider, sebep olunan durumun bir parçası olur, teninden ayrıldığında yeni bir ben çıkar ortaya ve sen artık bir daha eskisi gibi olamazsın. Yaran da senin değildir, hasar da sana ait değildir. Yaralanmak da yalnızca senin sorumluluğunda değildir.

Yıllar önce yazmak bir yolculuk gibidir demiştim ve başlamıştım kelimeleri sevmeye, sarılmaya, yazmaya…

Zaman içinde nokta sevmediğimden şüpheleniyordum, üç noktalara olan tutkumdan tanıdık geliyordu, sonsuz şeyleri seviyor olmam. Kitaplarda da nihayete erenleri değil, bir muamma ile sanki kitap bitse bile içindeki hikâye, senle ya da sensiz bir yerlerde devam ediyormuş gibi gelmesini seviyorum. Belirsizliğin gerçekliğini seviyorum, gerçeğin hayalden bile daha sahte olduğunu artık biliyorum. Bu yüzden bitişlere inanmıyorum, hoş her bitiş bir başlangıçsa ne lüzumu vardı ayrıca bitmesinin? Zaten anlaşılmadığın, anlaşılmayacağın bir hayatta kesin bir sona gerek var mıydı bilmiyorum. Hayat gibiydi bitişler, bitmeyişler bu his daha sağlam geliyordu. Bilinmezliğin uçsuz, bucaksız olmasını benimsiyorum. Hem sonra muamma kelimesi hayranlık uyandıracak kadar çekici, bağlanılacak kadar tok bir kelime, ruhu doyuran cinsten.

Sonra kenarda, köşede ya da uçsuz bucaksızlığın ortasında birkaç isteğim olduğunu şaşırarak öğreniyorum; otların ve bulutların arasında kalan küçücük bir ev istiyorum, hiçbir yerden görünmesin, kimse tarafından bilinmesin. Aydan başka kimse görmesin beni. İçinde hiçbir şey olmasın kitaplardan başka. Olmayan bir şeyin ayrılığının yasını tutuyordum, sessizce. Olmayacak şeylerin ağırlığında eziliyordum, sesim kendimden başka kimseye yetişmiyordu. Yaralanınca uyandım. Uyandığımda bulunduğum çağ sanki başka bir çağın içine geçmiş, çıldırmış gibiydi. Belki de dünyanın içine itilmek istenirken, dışına doğru düştüm. Huzursuz bir düştüm.

Aslında sadece görüyorlardı, bilmiyorlardı.

Zaten hep olmayan şeylerin mübalağası büyür, dururdu. Buradan anlamalıydım içimdeki boşluğu. Gizliden gizliye kendime bile itiraf edemediğim şu köhnemiş hayatım için bile bunca mücadele fazla geliyordu ne zamandır. Bunca yorgunluğun içinde ne ara ölmeye vakit bulabildim? Daha da doğrusu, nerede öldüm ben, nerede kaldım, nereye çekildim? Hangi çukur, boşluğa, küçücük kalbimi nereye gizledi? Hangi kelimelerle gömüldüm? Hangi karanlık sakladı beni bunca yıl? Hatıraların hatırına, hatırlanmamanın karanlığında mı yok oldum? Ondan mı gökyüzüne, yıldızlara, ayın her hâline bu kadar meftunum? Yerin bu kadar dibinde olduğum için mi? Bir daha oralara çıkamayacağım için miydi içimdeki bu suskunluk?

Tam bir miktar toparlıyorum içimde bir şeyleri, sonra yine, yeniden sil baştan oluyor her şey. Benim mücadelem de buydu belki, hiç yerinden kıpırdamadan, öylece olduğun yerde bile durmadan sarsılmak. Sarsıldığın anda içinde bir şeylerin değişmesini önlemeye çalışmak, o çok az kalan şeylerin… Tam unuttum, toparladım dediğin anda karşına çıkan, aslında unutmadığını yüzüne vuran, senin sırtını deşen, kalbini yakan o acımasız hatıralar gibi. Bazı anlar hayatın duracağını, biteceğini, yok olacağını zannediyordum çünkü öyle olması gerekirdi. Ama o çaresiz, keskin, ezik uğultudan sonra kaldığı yerden devam ediyordu her şey, bir tek sanki benim için etmiyordu, duran bir mevsimin içinde kalmış ve donmuş gibiyim.

On Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi Üç 13:00
Nevin Akbulut